Bu Blog içinde Ara

23 Haziran 2012 Cumartesi

MAL ve MAKAM SEVGİSİ

MAL ve MAKAM SEVGİSİ


Mal sevgisi, makam ve şöhret hırsı, davet yolunda İslâmi faaliyet
gösteren pek çok davetçinin ayağının kaymasına sebep olan nefsani hastalıklardan bir tanesidir.
İslâm davası için soyunmuş pek çok insana rastlanz. Bunların kimisi bir nefer kimisi de komutan olarak harekette yer almışlardır. Orta halli basit bir yaşantıya sahiptirler. Gün gelir ticari hayata atılır, ekonomik faaliyetlerde bulunurlar. Derken mallan artar maddi durumlan düzelir. Onlar da zengin insanlar zümresine dahil olurlar. İşte bu demde bir de bakarsınız ki bu insanlar dünyada ebediyyen yaşayacaklarmışcasma herşeyîeriyle dünyaya yönelmişlerdir. Mal biriktirmekten başka bir dertleri, zenginler tabakasından olma, bü­yük iş adamı olmaktan öte bir çalışma ve gayretleri yoktur.
Elbette, böyle bir durumun neticesi olarak da davaları için ayı­racakları zamanlan çok kısıtlıdır. Bazıları ise artık tamamen yoldan çıkmış, İslâm davasıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkileri kalmamış­tır. Varlıkları onlan aldatmış, zenginlikleri sebebiyle şımarıp yoldan çıkmışlardır. Hidayetten sonra tekrar dalalete düşerek fasık ve mütrefin zümresinden olmuşlardır. Böylece kendisine bağlı olmakla mutlu olduklarr dini değerlerini ve islâmi ahlaklarını elleriyle yok etmiş olurlar."
Bir de İslâmi davada liderlik makamına gelmiş bir takım insanlarla karşılaşınz. Bunlar ne zaman ki zafere giden yolun uzun, dava­nın ve davetçilerin sürekli bir meşakkat ve sıkınü içerisinde oldukla­rını görürler ve bu hal üzere kaldıkları müddetçe de dünyadan nasiplerini alamayacaklarını ve belli bir mevkiye de ulaşamayacak­larını hissederler, işte o zaman çileli davet yolunu terkedip dünya­dan nasiplerini alabilecekleri, kendilerini yüksek bir mevkiye götü­recek, tüm istek ve arzularını elde etmelerine vesile olacak başka bir yola tevessül ederler.
Ah! Keşke dünyadan elde ettikleri zenginliği, ümmetin dini uğ­runa, mevkilerini İslâm davasının yücelmesi, arzu ve İsteklerini de İslâm cemaatinin izzet ve başarıya ulaşması için kullanmış olsalardı!
Lakin, İslâm davası için çalışırken heva ve heveslerine uymaları, dünya nimetlerine, makam ve mevkiye düşkünlükleri sebebiyle ayakları kayanlar üzerinde gözlemlenen gerçek yukarıdaki temen­nimizin tam aksinedir. Bu tip insanlar kendilerine zarar verdikleri gibi davalanna da zarar vermiş, böylece yönetimdeki laik insanlara çok büyük bir hizmet ve yardımda bulunmuşlardır.
Kendilerine zarar vermeleri, şeytanın adımlarını takip etmeleri ve nefsi emmarenin vesveselerine uymaları sebebiyledir. Allah (c.c.) uğruna din için ihlasla çalışırken, onları İslâm'a savaş açmış, davetçilere her türlü zulmü reva gören, Allah davasının yayılmasın­da kullanılan her yolu tıkamaya çalışan, insanların gölgesi altında, nifak ve riya bataklığına sürükleyen sebep te işte budur.
İnsanın kendi nefsine bundan daha büyük bir zarar vermesi dü­şünülebilir mi? Allah huzurunda hesaba çekilirken, nifaklarının, riyakarlıklarının ve Allah düşmanlarına yardım etmelerinin hesabı­nı, ne malın ne de oğulların fayda veremeyeceği o günde nasıl ve­receklerdir.
Davalanna verdikleri zarar gelince: Öne çıkma, mevki ve ma­kam sahibi olma hırsıyla Allah düşmanlarına meylederek bu nokta­da İslâm davetçilerine ve müslümanlara kötü örnek olurlar. Belki de bu yaptıklanyla, Allah yolunda samimi olarak gayret eden, İslâm için çalışan imanı zayıf kimselerin, Allah tanımaz, müslümanlarla yaptıkları hiçbir ahdi yerine getirmeyenlerin emrine girmeleri gibi çok kötü veballi bir değişime yolaçmış oiurlar. Böyle yapmakla da yani böyle bir işi işlemekle İslâm davasını zafere götüren yolu uzat­mış, mü'min kardeşlerini ezen zalimlere destek olmuş olurlar.
Yönetimdeki laik kafalı insanlara büyük bir hizmet yapmış olma­ları, onlara yardımcı olmaları, onların dümen suyuna gitmeleri, emirlerine harfiyyen uyup yönetimlerine İştirak etmeleri ve planla­rını harfıyyen uygulamalarıdır. İşte bütün bunlar dinsiz laikler için korkunç bir hizmeti yerine getirmeyi ifade etmektedir!...
Bazen bu hizmete İslâm gömleği giydirilir, bazen de dava adına yapılır. Ama bütün bunlara rağmen bu yapılan iş dinsiz laik yöneti­min propagandasını yapmaktan öte bir şey ifade etmez. Bu müthiş bir propaganda metodudur. Laik kafalı yöneticiler halk toplulukla­rını ikna edip aldatmak için sanki de İslâm'ın hamileri (koruyucula­rı), sadık bekçileriymiş imajını veren bu tür propagandalar yaptırır­lar. Onların İslâm hamiliği öyle bir hamiliktir ki, İslâmı, türlü ilke ve prensipleriyle, tüm davetçileriyle birlikte kökünden silmeyi hedef­lemektedir. İslâm'a karşı dinsiz kanunların dişleriyle İslâm'dan en ufak bir eser bırakmam acasma savaşmaktadır.
İslâm'la, eğitim kurumlarının tümünde, üniversitelerde, devlet dairelerinde, yüzme havuzlarında, eğlence yerlerinde ve devletin tüm müesseselerinde karma, kız erkek karışık bir yapıyı öngören zorunlu yönetmeliklerle savaşmaktadır. Toplumun her kesimine hitap eden, müzik, dans, bale salonları açarak İslâm'la savaşmakta­dır. Aynı şekilde bu savaşı bankalara faizle işlemeyi ve dükkanlara içki satmayı müsaade ederek, kumarhanelere serbestiyet vererek hatta kendileri kumar müesseseleri işleterek sürdürmektedir. Yine, samimi ihlaslı îslâmi cemaatleri sürekli takip ederek, davetçilerin çalışmalarını kısıtlayarak ve bu davaya gönül verenlere her türlü sıkıntı ve zulmü reva görerek İslâm'a karşı olan amansız savaşını devam ettirmektedir.
Tüm bu anlatılanlardan sonra İslâm'dan uzaklaşarak laiklik pota­sında eriyenlerin müslümanlann hayrına ya da İslâm davasının İzzet ve zaferi için bir şeyler yaptıklarını mı yoksa hem kendilerine ve davalanna hem de İslâm'a büyük bir zarar verdiklerini mi söylemek daha doğru olur? ...
Acaba, mevcut yönetimlere bu şekilde hizmet vermekte olanlar, bu yönetimlerin ilke ve prensiplerini ya inkarcı sosyalizmden ya da zalim kapitalizmden aldıklarını biliyorlar mı? Eğer bu gerçeği bilse­lerdi küçük dillerini yutar, lal olurlar, tevbe edip Allaha yönelirlerdi. Ama ne yazık ki haktan yüz çevirerek dökülenler hakikatleri göre­meyen körlerdir.
Davetçilerden azınlıkta da olsa bazıları liderlik ve makam sevgisi yüzünden kendi içinde yetişmiş olduklan davalarını, kendisiyle ter­biye edildikleri ahlaki değerleri küçümsemekte, bunun da ötesinde tamamen tağuti yönetimlere boyun eğerek onların borazanîığını yapmaya, onlar adına konuşmaya, onlann medh-ü senasını yapıp onların planını uygulamakta, yerine getirmektedirler. Bütün bunları az bir dünyalık elde etmek, yok olmaya mahkum bir makamı elde etmek için yapmaktadırlar.
Eğer bu insanlarda zerre miktarı iman kırpıntısı, bir nebze İslâm gayret ve hamiyeti kalmış olsaydı, davalanna karşı bu derce alçak bir tavır içerisine giremez, insanları dalalete sürükleyen ve kendileri de büyük bir sapkınlık içinde olan efendileriyle birlikte bu derece bir münafıklığı asla sergileyemez-lerdi. Ama şu bir gerçek ki zalimler Allah'ın (c.c.) ayetlerini bildikleri halde inkar ederler.
Birisi çıkıp da şöyle bir soru sorabilir. Nasıl olur da bazı davetçi-ler ihlastan riyakarlık ve münafıklığa, İslâm'a bağlılıktan, küfre fısk ve isyana düşebilirler? Davanın bizatihi içerisinde İslâm terbiyesiyle yetişmiş bu insanlar nasıl olur da yoldan çıkabilirler? Bu insanların İstâmi faaliyetten uzaklaşmalarının, davet yolunda dökülmelerinin en önemli sebeplerinden bazıları şunlardır:
Mevki ve makam tutkusu, baş olma sevdası, liderlik hırsıdır. Ne zaman ki bu gayeye ulaşmak için gidilecek yolun çok uzun bir yol, bu makam ve mevkiye ulaşmanın ise kendilerinden çok uzakta olduğunu farkederler işte o zaman doğru yoldan ayrılarak, fani, yok olmaya mahkum dünyalıklar elde etmek, geçici makamlanna kon­mak için başka yollara tevessül ederler.

Davetçilerdeki mal ve makam sevgisinin ilacı nedir?


Davetçilerin, mal mülk edinme sevgisi, makam mevki hırsı, baş olma arzusu gibi sebeplerle hak yoldan ayrılmaları ile ilgili zikrettik­lerimizin ışığında şimdi de bu afetlere yakalanmış, tüm benliklerini bu tür hastalıklann kuşatmış olduğu, özellikle de vaaz ve irşad kol­tuğuna kurulmuş kendilerini davetçi olarak isimlendiren kimseler-deki bu hastalıklann tedavisine geçeceğiz.
Umulur ki, öne çıkma, baş olma, kendini gösterme ve kendini beğenme gibi hastalıklardan kurtularak dünyanın kötülüklerinden, hayatın nefse hoş gelen envai çeşit fitnelerinden kendini korumuş olur.

Bu Tedavinin Basamakları


Birincisi: Davetçinin, dünya, dünyaya aldanma ve dünyaya yö­nelmenin kötülüğünden bahseden ayeti kerimeleri hazmederek okuyup üzerinde tefekkür etmesi
Allah (c.c.) şöyle buyurmuşlardır: "Onlara dünya hayatı misali­nin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzün­de yetişen bitkiler birbirine kanşır, ama sonunda rüzgann savura-cağı çerçöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır." (Kehf, 45)
Başka bir ayeti kerimede Allah Teaîa şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekincilerin hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azab da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir." (Hadid, 20)
Yine bir başka ayeti kerimede Cenabı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşın sevgi beslemek insanlara güzel gös­terilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır." (Ali îmran, 14)
Bu ayetlerden ve buna benzer bir çok ayetten de ortaya çıkan şudur: Dünya hayati; aldanma dünyasıdır. Fani bir nimettir. Şüphe­siz ki dünya, bir oyun, bir eğlence, bir süs, bir üstünlük taslama ve mal biriktirmede yanşmadır. İnsanın tabiao şerre de hayra da mey-ledebilme özelliğiyle yaratılmıştır. Dolayısıyla dünya, kadınları, ço­cukları, altın ve gümüşü, atları, topraktan elde edileni sevmeyi İn­sanlara güzel göstermektedir. Oysa ki dünya tüm bu içerdikleriyle birlikte yok olmaya mahkumdur. Baki ve ebedi olan ise ahiret yur­dudur.
Madem ki dünya Kur'ani Kerim'inde açık bir şekilde ifade ettiği bu özelliklere sahiptir; öyleyse insanların, özellikle de Allah'a davet yolunu seçmiş, ümmetin hidayetine (vesile olmaya) soyunmuş kim­selerin böyle bir dünyanın üzerine üşüşmeleri nedendir?
Öyleyse davetçiler bu konuda çok uyanık olmak zorundadırlar. Ancak bu şekilde dünya hayatının nimetleriyle fitneye düşmekten, bu nimetlere aldanıp her şeyiyle dünyaya yönelmekten kendini koruyabilir. Hakk üzere sabit kalması ve İslâm noktasında istikamet üzere olması da buna bağlıdır.
İkincisi: Davetçi, dünyaya meyletmekten, onu ebedi bir vatan addetmekten, devamlı bir hayat gibi göstermekten şiddetle men eden, Allah katında dünyanın bir sivrisineğin kanadı kadar dahi kıymeti olmadığını, dünya nimetlerinin, servetinin, makam ve mev-kisinin hep birer fitne olduklarını haber veren Hadisi Şerifleri haz­mederek çok dikkatli bir şekilde mütala etmelidir.
Bu irşad eden ve sakındıran hadislerden bazıları şunlardır:
Tirmİzi rivayet ederek 'hasensahih' dediği bir hadisi Şerifte, Sehl es Sa'di'nin babasından Allah Rasulünün şöyle buyurduklarını riva­yet etmiştir: "Eğer dünya Allah katında bir sivrisineğin kanadına eşdeğerde olsaydı, Allah hiç bir kafire bir yudum su içirmezdi." Buhari'nin İbn-i Ömer'den (r.a.) rivayet ettiğine göre İbn-i Ömer dedi ki: Allah Rasulü (s.a.v.) iki omuzumdan tutarak buyurdu ki:
"Dünyada sanki gelip geçen bir yolcu ya da bir misafir gibi ol."
Yine İbn-i Ömer şöyle diyordu:
"Akşama ulaştığında sabahı bekleme, sabahladığında da akşamı bekleme, sıhhatinden hastalığın için, hayatından da ölümün için faydalan (hastalık gelmeden sıhhatin, ölüm gelmeden hayatın kıymetini bil).
Şeyhayn (Buhari Müslim) Ebu Hureyre'den (r.a.) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir:
"Şayet Uhud dağı kadar altınım olsaydı, üzerimden üç gece geçmeden, borcumu ödemek için ayırdığımın dışında yanımda o (altından) hiç bir şey kalmaması beni mutlu ederdi."
"Tirmizi 'hasen-sahih' diyerek Ka'b bin I'yad (r.a.) Şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasulul-lah'ı (s.a.v.) şöyle söylerken işittim. "Her ümmetin mutlaka imtihan edildiği bir şey vardır. Benim ümmetimin imtihanı ise mal iledir."
Tirmizi 'hasen-sahih' diyerek Ebu Hurey-re'den şöyle söylediğini rivayet etmiştir: Allah Rasulü'nün (s.a.v.) şöyle buyurduklarım işit­tim: "Uyanık olun (dikkat edin)! muhakkak ki dünya lanetlenmiştir, dünyadaki ne varsa (onlar da) lanetlenmiştir. Allah Teala zikredil­mesi ve Allah'ın zikri ile ilgili olan şeyler, alim ve müteallim (ilim öğrenmeye çalışan) bundan (yani lanetlenme hadisesinden) müs­tesnadır.
Bu sahih nebevi hadislerden de ortaya çıkan sonuç şudur ki, dünya Allah'ın katında bir sivrisineğin kanadı kadar dahi bir kıyme­te haiz değildir. O bir fitnedir ve hiç şüphesiz ki lanetlenmiştir. O, dünya üzerinde yaratılmış olan (insana) düşen, kendisinin bir gelip geçen yolcu ve bir misafir olduğunu bilerek ömrü ne kadar uzun olursa olsun nihayetinde ahirete doğru yol almakta olan bir ölü olduğunun farkında olmaktır...
Hak yoldan sapıp heva ve heveslerine tabii olanların, dünya nimetlerine aîdananlann, mal biriktirme, mevki ve makam sevdasına yakalananların gittikleri yolun sonucunun ne olduğunu iyice bilmek isteyen davetçilerin yapmaları gereken şey, asla hevasından bir şey söylemeyen tüm günahlardan arınmış Hz. Muhammed'in (s.a.v.) sözlerini can kulağıyla dinleyip üzerinde tefekkür etmektir.
Eğer davetçi bu manaları güzelce tefekkür eder, künhüne vakıf olur ve bunları da dimağında canlı olarak muhafaza ederse şüphe­siz ki Allah ona kendi fazlı keremiyle öyle kuvvetli muhkem bir iman nasip eder ki, o iman onu heva ve şehvetine kapılmaktan alıkoyar, dünya bataklığına saplanmaktan, maddi fitnelerden onu korur. O iman sayesinde dünya, ebedi ahiret yurduna götüren bir konakla­ma yeri olmaktan öte bir değer ifade etmez. Bu ahiret yurduna yolculukta, takva, salih amel, îslâm uğruna cihad ve Allah'ın dini hususunda ihlas azığından başka bir şey kişiyi kurtaramaz.
Bir davetçi sözüyle, ameliyle, gayreti ve yaşantısıyla şu şairin söz­lerini yerine getirirse Allah katında derecesi ne yüce olur!
Allah'ın şüphesiz öyîe zeki kullan vardır
Ki onlar fitneden korkup dünyayı boşamışlardır.
Dünyaya baktılar, ve diriler için yaşanacak bir vatan olmadığını anladılar.
Onu büyük bir su kütlesi addederek
Salih amellerini (kurtuluşa götüren) gemiler edindiler.
Üçüncüsü: Davetçinin şu gerçeği çok iyi bilmesi gerekir. Eğer mal biriktirme, mevki makam sahibi olma, insanlar içinde muteber bir yer edinme, insanların kalplerinde büyük bir yere sahip olma noktasında aşın giderse, bunun neticesinde, kibir, riyakarlık, müna-fiklık, kendini ispat etme, kendini beğenme, gurur, yapmacık dav­ranma, hakka ve hakk ehline karşı tevazuyu terketme ve daha buna benzer insanların mal biriktirme ve makam mevki sahibi olma arzu­su ile başlayıp insanları felakete götüren pek çok hastalık ve afete maruz kalacaktır.
Bir davetçinin mütevazı, ehli zikir, kanaatkar, gösterişten ve boş yere hava atmaktan, amelini boşa çıkarıp, ahiret mükafat ve sevabini yok edici böyle bir nefei hastalığa yakalanmamak için uzak olması ne kadar isabetli ve güzeldir...
Davetçinin şiarı şunlar olmalıdır: Allah için, O'nun yolunda ça­lışmak. Allah'ın dini hususunda samimiyet ve ihlas sahibi olmak. Günaha götüren niyetin her türlüsünden kaçınmak. Faydasız işlerin hepsini terketmek. Bütün bunları yaparken de şu niyeti taşımalıdır davetçi: Allah (c.c.)'ın huzuruna peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihler topluluğuyla birlikte halis bir kul olarak çıkmak. O toplu­luğa yoldaş olmak ne kadar da güzeldir...
Dördüncüsü: Davetçi her şeye güç yetiren Rabbine yakın olan, mahşer gününde kendilerine yüce bir makam verip ikram edeceği, salih, tevazu sahibi, günahlardan arınmış, mustazaf ve takva sahibi, insanlarla tanişmahdır. Burada Rasulullah'm (s.a.v.) haber verdiği bu yüce makamlarla ilgili birkaç hadisi şerif zikredeceğiz.
Buhari ve Müslim Haris bin Vehb'in (r.a.) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Allah Rasulünün şöyle buyurduklannı duydum: "Size cennet ehlini haber vereyim mi? Her zayıf ve horlanan (yani Allah önünde kendini alçaltan ve insanların da hiç kale almadıkları) kim-sedir. Şayet o AJlah adına yemin etmiş olsaydı Allah onu temize çıkarırdı, (yani Allah yemininin gereğini yerine getirerek onu yalan­cı pozisyonuna düşmekten kurtarırdı) size cehennem ehlini haber vereyim mi? Her (iri cüsseli) kaba şiddetli azametli ve kibir sahibi kimsedir."
Buhari, Müslim, Ebu'l Abbas Sehİ bin Sa'd Es-Sai'di'den şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Allah Rasulü'nün (s.a.v.) yanından bir adam geçti. Allah Rasuîü (s.a.v.) yanında oturmakta olan birine: "Bu (adam) hakkında görüşün nedir?" diye sordular. Bunun üzerine o kimse: "İnsanların en şereflilerinden bir adamdır. Allah'a andolsun ki eğer bu adam biriyle evlenmek için başvursa evlendi­rilmeye, eğer şefaat etse şefaati kabul edilmeye daha layık olan bir kimsedir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) bir şey söylemedi. Da­ha sonra (yanlarından) başka bir adam geçti. Bunun akabinde Allah Rasulü (s.a.v.): "Bu (adam) hakkındaki görüşün nedir?" buyurdular. Bunun üzerine o: "Ey Allah Rasulü (s.a.v.) bu adam müslümanlarm fakirlerinden dir, eğer evlenmeye teşebbüs etse evi endi rilmemesi, şefaat etse şefaatinin kabul edilmemesi, eğer bir şey söylese sözü­nün dinlenilmemesi doğru olur." Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Bu (fakir kimse) yeryüzü dolusu kadar olan şu (şan-şeref sahibi) kimseden daha hayırlıdır. "Şeyhayn Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde şişman (iri cüsseli) büyük bir adam gelecek fakat Allah katında bir sivrisineğin kanadının ağırlığı kadar değeri olma­yacaktır."
Müslim Ebu Hureyre'den (r.a.) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle bu­yurduğunu nakletmiştir: "Nice toz toprak içerisinde perişan vaziyetli kapılardan kovulan kimseler vardır ki eğer Allah adına yemin et­seydi Allah onu temize çıkarırdı, (yani yeminini yerine getirirdi)-"
Ebu Davud, isnadının iyi olduğunu söyleyerek Ebu Derda Uveymir'den şöyle söylediğini rivayet etmektedir:
Allah Rasulü'nün (s.a.v.) şöyle buyurduklarını işittim: "Zayıf (kimse)leri bana yaklaştırın. Muhakkak ki sizler zayıf olanlarınız se­bebiyle nzıklandırıhyor ve zafere erdiriliyorsunuz."
Yine başka bir hadisi şerifi Müslim Sa'd Bin Ebi Vakkas'dan (r.a.) şöyle söylediğini rivayet etmektedir: Altı kişiyle birlikte Rasulullah'ın (s.a.v.) yanındaydık. Müşrikler Allah Rasuîüne (s.a.v.): "Şunları (za­yıf kimseleri) kov, bize karşı yüz bulmasınlar" (yani bizim gibi şeıetli­lerin yanında kendilerini birşey zannetmesinler) (Orada) ben, İbni Mes'ud, Hüzeyl (kabilesin)den bir adam ve isimlendiremediğim iki adam ve o anda Allah Rasulü'nün kalbinde Allah'ın dilediği şey doğdu. Bunun üzerine Rasulullah kendi kendine (müşriklerin ileri gelenlerinin hidayetini aşırı derecede arzulaması sebebiyle kendi kendine) söylendi, bunun üzerine de Allah Teala şu ayeti kerimeyi indirdi:
"Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları (Kureyşin arzusuna uyarak) kovma..." (En'am, 52)
Bu ayeti kerime indikten sonra Allah Rasulü (s.a.v.) ne zaman o zayıf kimselerle karşılaşsa: "Allah'ın beni kendileri sebebiyle azarla­dığı kimse merhaba" derdi.
Bu hadisi şeriflerden ortaya çıkan gerçek şudur: Bir kimse her ne kadar zengin olursa olsun, şanı şöhreti ne kadar yüce olursa olsun, eğer Allah'ın rızasına muvafık hareket eden takvalı bir kimse değilse İslâm terazisine göre o insanın hiç bir kıymet ve değeri yoktur. Hat­ta Allah katındaki değeri bir sivrisineğin kanadı kadar bile değil­dir!...
Şu da ortaya çıkan diğer bir gerçektir ki:
Fakir, zayıf, kendisine itibar edilmeyen, kapılardan kovulan bir kimse, eğer gerçekten takva sahibi ve Allah'ın rızasını kazanmışsa... İşte o kimseye Allah rahmet nazarı ile bakar ve yüzünü güldürür, yeminini yerine getirir, fazlı keremiyle onu ikram eder... Allah (c.c.) onu yüzü suyu hürmetine İslâm ümmetini zafere ulaştırır, duasıyla ümmeti nzıklandırır ihtiyaçlarını giderir... İşte Allah Rasulü (s.a.v.) o tür insanları meclisine yaklaştırırda onlara güzel sözlerle ikram e-derdi, onlar için kanatlarını açar, tevazu gösterir iyilikte bulunur­du..."
Bu söylediklerimizi te'kid eden bir diğer hadisi şerifte Ebu Hureyre'nîn rivayet ettiği hadistir. Ebu Hureyre Rıdvan Biatı'na katılanlardan biridir. Ebu Sufyan Selmam Farisi'nin, Suheyb'in ve Bilal'in olduğu bir topluluk üzerine çıka geldiğinde ona (Ebu Sufyan'ı kastederek): "Allah'ın kılıçlan Allah'ın düşmanından alaca­ğını almadı" dediler. Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a.): "Bunu Kureyşin efendisi ve ulusu için mi söylüyorsunuz?" dedi. Daha son­ra Rasuluİlah'ın (s.a.v.) yanma giderek (olayı) haber verdi. Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.v.): "Ey Bekir! Belki de onları (yani o güç­süz kimseleri) kızdırmışsmdır? Şayet onlan kızdirdıysan (bilesin ki) hiç şüphesiz Rabbini kızdırdın." Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a.) onların yanlarına gelerek: "Ey kardeşlerim! Sizleri kızdırdım mı? "Hayır, Allah sana mağfiret etsin ey kardeşimiz" dediler.
Az önce de Rasulullah'ın kendi haklarında "Sabah akşam Rabblerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma..." ayetinin inmiş olduğu o kimsesiz zayıf kimseleri nasıl karşıladığını zikretmiş­tik. Onlan nasıl içtenlikle sıcak bir şekilde karşılıyor ve: "Ey Allah'ın kendileri sebebiyle beni azarladığı kimseler merhaba" diyorlardı.
Davetçilere; dünyadan el etek çekin. Para kazanmayı bir tarafa bırakıp zahid olun. Mubah kılınmış şeyleri nefsinize haram kılın demiyoruz...
Hayır asla böyle birşey söylemiyoruz. Özellikle biz onlara şu ilke­lerle hareket etmelerini öğütlüyoruz:
"Allah'ın sana verdiği şeylerde, (nimetlerde) ahiret yurdunu gö­zet, dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 77)
"Ebedi yaşayacakmışcasına dünyan için, yarın ölecek mişcesine de ahiretin için çalış" ilkesi,
"De ki (Ey Hahibim) kim, Allah'ın kulları için çıkarmış olduğu temiz (mubah) şeyleri haram kılıyor." (Araf, 31) ilkesi.
Bu ve buna benzer ilkeler, fıtratın gereği, hayatın kendi üzerine kurulmuş olduğu İslâm'ın temel ilkelerindendir.
Bir davetçinin doğru sözlü olmasından, Rabbine yaklaş maya ça­lışan bir şeyi yerli yerinde dengeli bir şekilde yerine getirmesinden daha güzel ne olabilir? Davetçinin dünyayı ahirete götüren bir araç bir binek olarak görmesinden daha büyük ne olabilir. Her hak sahi­binin hakkını vermeyi hayatının şiarı haline getirmesinden daha isabetli, daha güzel ne olabilir?
Tevhid, kulluk ve bağlılık noktasında yaratanın hakkını gözetme­si. Davet, cihad ve kurallarına uygun bir hayat sürerek İslâm'ın hakkını gözetmesi. Aile ve çocuklarının hakkını onların eğitimi, gözetimi ve nafakalarını temin etmek suretiyle yerine getirmesi. Hayatın helal kılınmış lezzet ve güzelliklerini tadarak nefsinin hakkı­nı gözetmesi. İşte bu-ve buna benzer diğer hak sahiplerinin hakları­nı İslâm'ın ortaya koyduğu şekilde en güzel biçimde.büyük bir azim, gayret, sıdk ve ihlas içerisinde "yerine getirmesinden daha büyük ve muhteşem ne olabilir bir davetçi için?...Yine biz davetçi kardeşimize asla şöyle bir şey de söylemiyoruz: "Sana liderlik (emirlik) teklif edilmiş olsa ve sen de buna ehliyetli, bu vazifenin yükünü sırtlanabilecek güçte, hiçbir tağuta ve küfre boyun eğmek gibi bir durumunda söz konusu olmadığı ve senin de böyle bir vazifeyi özellikle istemediğin bir ortamda sakın ha bu vazi­feyi kabul etme." Asla böyle bir şey söylemiyoruz. Bilakis; Allah rasulü'nün (s.a.v.) Abdurrahman bin Sümra'ya: "Ey Abdurrahman: Emirük (liderlik) isteme, şayet sen istemedi­ğin halde emirlik verilirse şüphesiz ki o konuda sana yardıma olu­nur. (Allah'ın yardımı seninle olur) Şayet kendi arzunla emirlik veri-lirse o zaman o iş senin başında kalır (yani sana yardımcı olunmaz)" dediği gibi diyoruz. Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
Ebu Zerr (r.a.) Rasulullah'tan emirlik (valilik) istediği zaman Al- . lah Rasulü'nün (s.a.v.) Ebu Zerr'e dediğini diyoruz. Allah Rasuiü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardı: "Hayır (olmaz) Ey Ebu Zerr Muhakkak ki sen zayıfsın. O (emirlik) ise emanettir. Onu hakkıyla alıp da üzeri­ne düşeni yerine getiren kişi müstesna (diğerleri için) kıyamet gü­nünde bir bela ve pişmanlıktır." Müslim rivayet etmiştir.
Yine Allah Rasulünün buyurduğu gibi söylüyoruz. Cabir (r.a.) Rasulullah'ın şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:
"Her kim ki sultanı (yönetici konumundaki kişiyi) razı (memnun) etmek için Allah'ın gazabını çekecek bir şey yaparsa Allah'ın dinin­den çıkmış olur." Hakim rivayet etmiştir ve ravilerinin tümü sikadır. Davetçinin kendisi istemediği halde sırf Allah'ın dinine hizmet etmek amacıyla emirlik, liderlik gibi bir görevi yüklenmesi ne kadar da güzeldir. Bir davetçinin Allah'a (c.c.) inanan, İslâm'a sımsıkı yapışmış, Allah'ın hükmüyle hükmeden bir topluluğun bayrağı al­tında emirlik (yöneticilik) yaparken inziva halinde olması onu Allah katında ne yüce bir makam sahibi yapar.
Davetçiler, ne malın ne de evlatların fayda vermeyeceği günde kendilerini o şiddetli azaptan kurtaracak dünya ve makam sevgisini kalplerinden uzaklaştıracak olan bu değişmez hakikatleri çok iyi idrak etmelidirler. Nefti emmarenin devası şifa verici günün gerçek­lerine uygun ilkeleriyle îslâm merhemidir. Eğer gerçek davetçiler hakiki ıslahçilar ümmetin şeref ve haysiyetini yeniden kazandırıp zafere götüren önderler olmak istiyorlarsa İslâm ve onun değişmez ilkelerinden başka bir ilaç yoktur. Eğer İslâmi ilkelere sımsıkı sarılır-larsa mutlak güç ve kudret sahibi yüce Allah'ı (c.c.) yanlarında bu­lurlar. Allah (c.c.) onların gayretlerini elbette boşa çıkarmayacaktır. Zira ihlas ve samimiyetle gayret edenlerin velîsi (dostu, yardımcısı) odur.
Evet davetçi kardeşlerim! Bugünkü yaşadığımız kapitalist, ko­kuşmuş insanların maddeye kul oldukları asamızda pek çok ıslahat­çının ve davetçinin maruz kaldığı nefsi ve kalbi afetlerin en önemli­lerini sizlere sunmaya çalıştık.
Görüldüğü gibi bu hastalıklar şu ana başlıklarda toplanmaktadır.
Riya, nifak, kendini beğenme, gurur, kibir, büyüklerime, kin, hased. savurganlık, cimrilik mal ve makam sevgisi.
Bu kitabın başka bölümlerinde işlemeyi düşündüğümüz için bu­rada zikretmeden geçiştirdiğimiz başka hastalıklar da var.
Allah'ın yardımıyla zikrettiğimiz bu hastalıklardan her birinin İs­lâm prensip ve ilkeleri doğrultusunda tedavisinin de ne olduğunu haber verdik. Dileğimiz davetçilerin bunlardan faydalanmaları ve bizatihi pratiğe geçirmeleridir. Temennimiz odur ki, ye'se düşmek­sizin, vehme yakalanmaksızm, davet yolunda dökülenler kafilesine katılmaksızın, davetçilerin iman ve istikamet üzere büyük bir azim ve gayretle Allah yolunda mesafe katetmeleridir.
Öyle sanıyorum ki davetçilerin bu gizli (kalbi) hastalıklardan, nefsi afetlerden kurtulmaları, insanların onlara güvenmede, davet­lerine icabet etmelerinde onları sevip etraflarında halkalar oluştur­malarında en önemli amillerden biridir. Bu da davetçinin ıslah, değişimi yanlışlıklan düzelterek yeni bir toplum oluşturmada emin adımlarla ilerlediğine işarettir.
Tüm süper güçlere karşı, heybetli, azametli ve güçlü varlığıyla İs­lâm ülkelerinin batısından doğusuna kadar uzanan kutlu büyük islâm devleti kurulsun. İşte o gün İslâm yeniden dünyaya hükmede-ek ve Allah'ın yardımıyla o gün, müslümanlar gerçek sevinci yeni­ri^ tadacaklardır. Aziz ve rahim olan Allah dilediğini zafere ulaştı­randır.