Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kur'ani Terimler ve Deyimler 21

Yahmum:


Yahmum, kömür gi­bi, simsiyah olan şey, zifir, kara duman anlamlarına gelir. Buna, Vakıa Sûresi'nde zulmet değil de gölge denilmesi tehekküm/alay içindir. İbni Abbâs'a göre, cehen­nemlikleri örten perdenin ismidir.

Yakîn/Îkan: [1]  


Yakîn, "ikan", "istikan", teyakkun", hep­si aynı anlamdadır. "İkan" ise ya­kın sahibi olmaktır "Yakîn", ger­çeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak, kesin bir inanış demektir. Başka bir ifade ile "yakîn", şek ve şüphe bulun­mayan kesin bilgi, şüphe karış­mayan ilim, bozulma ihtimali olmayan ilim demektir. Bununla be­raber kalbin kararı anlamında da "yakîn" denilmiştir.
"Bu öyle bir inanıştır ki başka türlü olması mümkün değildir." demektir. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir." "Şimdi ve ileride şüphe edilemez ki bu böyledir."
"Başka türlü olması mümkün de­ğil, bu böyledir." Bu ifadelerin üçü de yakîn anlamı içerir, ancak asıl yakîn ikinci ve üçüncü cümle­lerdir. Çünkü Allah'a ait ilme ya­kîn denilmez. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Allah'ın isim ve sıfatları vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir. İkincisi, "yakîn" ve "ikan" şek ve şüphe edilen şeyler hakkında kullanılır. Yakînde istenen şey gerçeklik ve şüphesizliktir, ancak bu olayın za­rurî olması değil ancak vaki olma­sı şarttır. Bu nedenle görülenler, tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de "yakîn" ifade ederler.
"Yakîn", seksiz şüphesiz, tereddüdsüz ilim manasına "yakin"gibi masdar veya mübala­ğalı ism-i fail olup ilmin sıfatı ola­rak bilinir. "Mutayakkan" mana­sına bilinenin sıfatı olarak da kul­lanılır, özellikle ölümün ismi ol­muştur.
Râgıb, "ilmîn sıfatı alan 'ya­kîn', fehmin/anlayışın sebatiyle nefsin sükûnudur. Marifetin, di­rayetin ve benzerlerinin üstünde­dir. İlm-i yakîn denilir, marifet-i yakîn denilmez." demiştir. Seyyid'in beyanına göre de "yakîn" sözlükte şek ve şüphe olmayan ilim demektir.
Yakînin de kendi aralarında dereceleri vardır. Türkçe'de kullanılan, yakın kelimesi ile Arapça'daki yakîn kelimesinin hiçbir benzerliği yoktur. Türkçe'deki ya­kın kelimesi Arapça'daki "kurb"un karşılığıdır. İki nesne arasındaki yakınlığı anlatır.
"İlme'l-yakın" ifadesinin an­lamı hakkında üç ihtimal vardır.
1- Yakîn denilen sağlam biliş demektir.
2- İlmin malumuna izafeti ka­bilinden olmasıdır ki, emr-i mutayakkine yani şeksiz şüphesiz ma­lumunuz olan şeyleri bilirsiniz, demektir.
3- Mevt/ölüm manasına ölü­mü biliştir.
İnsanın ölümü bilişi de üç aşamalıdır.
1- Kıyaslama ve karşılaştırma yoluyla ölümün bilinmesi,
2- Ölüme yaklaştığında, yaş ilerlediğinde veya hasta olduğun­da ölümü bilişi,
3- Kişinin tam öldüğü andaki bilişidir ki bu da "hakka'1-yakîn"dir.
"Ayne'l-yakîn" ifadesinde ise, iki vecih vardır. Birisi "ayn"ın göz anlamına gelmiş olması, "Ya­kîn gözüyle açıkça göreceksiniz" demek olur. Rü'yetten anlaşılan budur. Diğeri de "ayn"e zât, kişi manası verilmesidir. O zaman anlam, "Yakînin zâtından, kendisin­den olan bir görüşle göreceksi­niz." demek olur. Bu ifade, "hakka'1-yakîn" ifadesi ile aynı anlama gelmektedir.
(Hatta ye'tiyeke'l-yakiyn): Ölüm [2]
(Hatta ye'tiyeke'l-yakiyn): Sana yakiyn yani ölüm gelin­ceye kadar tevhid üzre dosdoğru ol. Fakıyh, Muhammed b. Fadl'ın Muhammed b. Ca'fer'den, onun İbrahim b. Yu­suf’tan, onun Meharimi’den, onun İsmail b. İyaş'tan, onun Şurahbil b. Müslim'den, onun Cübeyr b. Nusayr'dan, onun Ebu Müslim el-Havlani'den, onun da Resulullah’tan şöyle rivayet ettiğini söyledi:
“Allah bana, mal biriktirip tacirler­den olmamı vahyetmedi, bilakis bana; sana ölüm (yakiyn) gelinceye kadar Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenler­den ol, Rabbine ibadet et, diye vahyetti.” [3]
Nisaburi "yakiyn"i iki şekilde yorumlamış:
a- kendisine va'dedilen yardım
b- kesinlikle karşılaşacağı ölüm [4]
(Yakiyn): Ölüm ... [5]
Lafzen "erişmesi muhakkak/kaçınılmaz olan (el-Yakin) sana erişinceye kadar"... Kur'an'da ölümü ima etmek üzere sıkça kullanılan bir deyim[6] Bunun­la birlikte, bkz. söz konusu terimin Kur'an'da ilk defa geç­tiği Müddessir: 74/47. [7]
Rabbine, ölünceye dek ibadet etmeye devam et. (Ölüm) yakiyn diye isimlendirilmiş çünkü o, kesin bir olgudur.[8]
... Ey Muhammed! Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Ölümün gelmesi kesin olduğu için ona "yakiyn" denildi. [9]
Kur'an-ı Kerim'de, türevleriyle beraber onlarca defa zik­redilen bu tabir sadece iki yerde; Hicr: 15/99 ve Müddesir: 74/47'de ölümü ifade etmektedir.
Mütercimlerin çoğu bu nüansa muttali olurken üç tane­sinde aynı şeyi göremiyoruz: Bulaç, Y.Öztürk, Atay.
Bulaç ... yakın ...
Y. Öztürk: ... şaşmaz ve kesin bilgi...
Atay: ... bilinç ...
Bulaç "yakiyn"i tercüme etmeye ihtiyaç duymazken, Atay "bilinç", Y. Öztürk ise "şaşmaz ve kesin bilgi" olarak tercüme etmiştir, Atay ve Y. Öztürk'ün bu tabir için öne sürdükleri tercümeler, elbetteki "yakiyn" in anlamlarındandır, ama, "Her sözün bir coğrafyası vardır." sözünden hare­ketle öngörülen bu anlamların, bulundukları bağlamla be­raber düşünüldüğünde, pek de uygun düşmediği görüle­cektir.
Kaldı ki, buraya aldığımız klasik ve çağdaş alimlerin gö­rüşleri ve bunlara ek olarak diğer mütercimlerin tercümeleri de "yakiyn"in en azından Hicr: 15/99 ve Müddessir: 74/47'de "ölüm" anlamına geldiği yönündeki kanaatimizi güçlendir­mektedir.
Netice olarak; bu iki ayette yer alan "yakiyn" ifadesinin; "Ölüm" şeklinde tercüme edilmesi, bizce daha doğrudur.
Örnek:
Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet/kulluk et!

Yaktın:


Yaktın, "Dubba’" denilen bildiğimiz kabak. Cevheri şöyle der: Kabak ve benzeri gövdesiz bitki.[10]

Ya’mehun:


"Şaşkınlaşıyorlar" Ameh, bir şey hususunda tereddüd ve şaşkınlığa düşmektir. Bunun sıfatı olan kelimesi ise şaşkın kimse manasına gelir. Ru'be: "Şaşkın ve mütereddidler yüzünden doğru yolu bu­lamıyorum" ifadesinde ameh kelimesini bu manada kullanmıştır. Fahr-i Râzi şöyle der: "Ameh ile amâ eş anlamlıdır. Ancak amâ kelimesi daha umumi olup hem maddî, hem de manevî körlük için kullanılır. Ameh ise, ne tarafa gideceğini bilmeyen kimsenin tereddüd ve şaşkınlığı manasını ifade edip sadece manevî körlükte kullanılır.[11]

Ya’rucu:


Yükselir. Göklere yükselmek mânâsına gelen "Mi’rac" bu köktendir.

Yaslâhâ:


Ona girer ve sıcağına katlanır.

Yaslevnehâ:


Cehenneme girer, alev ve sıcağını tadarlar.

Yasuddune:


Yasuddûne, dört şekilde tefsir edilir:
1. Mani olmak, engellemek, alıkoymak
"Onlar ki, küfretmekte ve Allah yolundan tasaddi et­mektedirler (insanları Allah'ın dîni İslâm'dan, ona girmekten alıkoyarlar)." [12]
"Şüphe yok ki o küfredenler ve Allah yolundan tasad­di edenler (insanları İslâm dîninden alıkoyan­lar)..." [13]
2. Yüz(ü) çevirmek
"Münafıkların senden tasaddi ettikçe ettiklerini (senden yüzlerini çevirdikçe çevirip başkasına yöneldiklerini) görürsün." [14]
"Başlarını döndürürler ve onları görürsün ki: büyüklenerek tasaddi ederler (yüzçevirirler ve onlar büyüklenirler)." [15]
"Onlardan kimi de ondan tasaddi etti (yüzçevirdi: imândan)." [16]
3. Yönelmek
"Amma, istiğna eden kimseye gelince, sen ona tasaddi ediyorsun (ona yöneliyorsun/yüzünü ona doğru çeviriyorsun)." [17]
4. Gülmek
"Meryem oğlu bir mesel olarak darbedilince, hemen kavmin bundan dolayı tasaddi ettiler (gürültülü bir şekilde güldüler, istihza/alay ettiler)." [18]

Ya’şu:


Yüz çevirir. Bu kelime aslında, "göz zayıfladı" mânâsına söy­lenen "aşiye’l-basaru" sözünden alınmıştır. İmam Halil şöyle der: "el-‘aşvu: Zayıf bir gözle bakmak" demektir.  

Ya’zubu:


Gizli kalır. Bir şey bir kimsenin gözüne görünmediğinde "’Azebe ‘an ‘aynihi" denir.

Ya’tedune:


"Sınırı aşarlar" İ'tida, her hususta haddi aşmak olup daha zi­yade zulüm ve isyanda kullanılır.

Ye’ayâ:


Zayıflar, âciz kalır. Yorulmak ve âciz kalmak mânâsına ge­len İ’ayâe mastarındandır.

Ye's:


Ye's, ilim, bilgi de­mektir. Havâzin ve Nah'a diline ait bir kelimedir. Bir şeyi bilme, karşıtından ümit kesmeyi gerek­tirmesi itibariyle lazımdır.

Ye’cûc-Me'cûc:


Ye'cûc-Me'cûc veya Ya'cûc-Ma'cûc isimleri, Arap­ça'ya başka dillerden geçmiş keli­melerdendir. Frenkler (Batılılar) bunları "Yagug ve Magug" diye isimledirip, şeytanın soyundan olduklarına inanırlarmış.
Örneğin, Batı Roma İmparatorluğu'nu istila eden Hunlar, böyle isimlendirilmişti. Bu ifade­ler "barbar" tabirinden daha ağır bir anlam içermektedir.
Tevrat'ta Ye'cûc ve Me'cûc ile ilgili olarak, Ye'cûc'ün Yâfes'in oğullarından biri olduğu ifade edilmiştir. Vehb bin Münebbih, Yâfes oğullarından iki kabiledir demiştir.
Kısacası, Ye'cûc-Me'cûc, aslı ve soyu belirsiz, din ve millet ta­nımaz, zorba ve zalim bir insan topluluğudur.

Yeburu:


Yok olur, helak olur. Bir şey yok olup boşa gittiğinde "Bâre" denilir. Geniş zamanı "Yeburu" dur. "Bevâr" Yok olmak manasınadır.

Yebussu:


Yayar, dağıtır.

Yed (El), Allah’ın Eli Meselesi


Dilimizde, "filanın eli açık" denildiği zaman bilinir ki, bu ta­birlerde "el" kelimesinin müfred manası kastedilmez. "Eli açık" deyimi bütünüyle bir kelime gibi "seğii" manasından mecaz, daha doğrusu kinaye olur. Hakiki ma­na mümkün olsa bile düşünül­mez.
Örneğin, iki kolu dibinden kesilmiş olan bir kimse bile ger­çekte cömert olursa ona "eli açık" denir. Arapça'daki "yedhu mebsûtatu" "eli açıktır" ifadesi de böyledir. "Yedâhu mebsûtâni" (iki eli açıktır) ise bunun tekit ile mübalağasıdır ki, kendisinde cimrilikten eser bulunmayan son derece vergili olduğunu ifade eder. Bunlarda "yed" kelimesinin ne tekilinde ne tesniyesinde özel bir mana kastedilmemiştir. Arap­ça'da bunun birçok örneği vardır. "İki elin açık olması koruya (va­haya) bol yağmur verdi. Dereleri ve tepeleri de onun nimetine şük­retti." Yağmuru koruya ihsan eden "besta yedeyn" tabirinde de "el" tasavvur edilmeyip nimetin yayılması kastedilmiştir. Aynı şekilde şair Lebid; "Soğuğun yuları poyrazın elinde olunca rüzgâr sabahleyin ağır olur." diyerek, soyut bir tem­silî istiare ile poyrazın etkisini ve soğuğun şiddetini anlatmıştır.
Demek ki, "rüzgâr gibi el" ta­savvuru gibi mümkün olmayan şeylere bile, dilde "el" isnadının örneği pek çoktur. "Allah'ın eli açıktır" ayetinde de, "yed"in (el) ne hakikî ne mecazî manası düşü­nülmeden Allah'ın cömertliği anlatılmış olur. "Allah'ın eli" denil­mesinin meşru bir kullanım olduğu anlaşılır. Hakikatte Allah'a "el" nisbet eden birçok ayet ve ha­dis vardır. Fetih: 48/10, Sad: 38/75, Yasin: 36/71 ayetleri örnek verilebilir. "Leyse ke misluhu şey'in"[19] ayeti gereğince Allah'ın elinin bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereği bilindiği için, "Allah'ın eli vardır" diye iman eder, hakikatini Allah'ın il­mine bırakırız.

Yed:


Arap dilinde "yed" ke­limesi çeşitli anlamlarda kullanılagelmiştir.
1- Bilinen özel uzvun ismidir
2- Nimet manasınadır.
3- Kuvvet ve kudret manası­nadır
4-  Mülk manasına kullanıl­mıştır.
5- Yardımın ve ihtisasın şid­deti manasında kullanılmıştır. "Ben bunu elimle yaptım" demek "kendim yaptım" demektir. İtina ettim çok özel şekilde, önem vere­rek yaptım demek de olur. Sad Sûresi 75. ayette Adem ile ilgili olarak, Allah'ın "Kendi iki elimle (biyedeyye) yarattığım" ifadesi de aynı anlamdadır.
el-Yed, üç şekilde tefsir edilir:
1. el-Yed; bizatihi yed: el manasında kullanılır; şu âyetlerde olduğu gibi:
"(Allah,. İblis'e sordu): "Kendi ellerimle (bi-yedeyye) yarattığıma secdeden seni ne menetti?" [20]
Buradaki yed'ten maksat, mübarek ve yüce olan Rahmân'ın elleridir. O Âdem'i Kendi eliyle yarattı ve buyurdu ki:
"Muhakkak Allah Âdem'i, semavâtı ve arzı kendisiyle tuttuğu eliyle halketti." Burda yed'den maksat, bizzat el'dir.
"Hayır, O'nun iki yed'i (iki eli) de açıktır." [21]
"(Mûsâ) yed'ini (elini) çıkardı. O, bakanlar için bembeyazdı." [22]
2. Nafaka (infak ve harcama) hususunda el için yapılan darb-ı mesel
"Yed'ini boynuna bağlanmış kılma (sen, eli boy­nuna bağlı olduğu için onu açına imkânı bulunma­yan kişi gibi infakdan elini tutma /cimrilik etme)." [23]
"Yahudiler, "Allah'ın yed'i bağlıdır" (Allah bize infak etmekten yana elini tuttu/cimrilik etti; dolayı­sıyla Benî-İsrâîl zamanında yaptığı gibi artık rızkımızı geniş tutmuyor) dediler. Asıl kendi yed'leri (elle­ri) bağlandı." [24]
Bu, mübarek ve yüce Allah'ın darbettiği bir mesel­dir.
3. Fiil/yapmak
"Görmezler mi ki, Biz onlar için ellerimizin yaptıkla­rından en'âm halkettik." [25]
"Allah'ın yed'i, onların yed'lerinin fevkindedir (Allah'ın onlara yaptığı hayırlar, onların Hudeybiye Günü bey'atta yaptıklarından daha efdaldir)." [26]
"Halbuki onu kendi yed'leri (elleri) yapmamıştır (bu onların fiillerinden/yaptıklarından olmamış­tır)." [27]
"İşte bu, senin ellerinin önden gönderdiği (senin fiillerin/yaptıkların) sebebiyledir." [28]

Yedu’u:


Zor ve şiddet kullanarak savar. Bir kimse birini şiddetle savdı­ğında "deaahu deân" denir. "Yevme yud’avne ilâ nâri cehenneme deân: O gün Cehennem ateşine itilip atılırlar"[29] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.

Yefsuqune:


Çıkıyorlar. Fısk, daha önce geçtiği gibi, taatten çıkmak de­mektir.

Yeğşâ:


Örter, kuşatır.

Yeğuddune:


Kısarlar. "Ğadde savtehu" Sesini kıstı. Alçak sesle konuştu demek­tir.

Yehceun:


Uyurlar. "Hucu’ "gece uyumak" demektir.

Yehîcu:


Kurur. Asmaî şöyle der: Yerin bitkisi kuruduğunda "Haceti’l-ard" denir. Geniş zamanı "Tehîcu" gelir Cevheri de şöyle der: Bitki kuruduğunda "Hâce’n-nebt" denir. Mastarı "Hiyâcen" dir.  Yeryüzünün bitkileri kuruduğu veya sarardığı zaman, o yere "Ardun Hâicetun" denir.[30]

Yehifu:


Israr eder. Bir kimse bir meselede ısrar ederse "Ehfâ bi’l-mes’eleti" denir. "el-haf" ve "elahh" kelimeleri de aynı mânâyadır.

Yehîku:


Kuşatır. "Hâka bihi’ş-şey’: O şey ona indi ve onu kuşattı" demektir.

Yehmâ:


Yehmâ, "sahra" vez­ninde ucu bucağı bulunmayan çö­le ve bitmeyecek sanılan kıtlık se­nesine denir. Mübalağa sigası ile "yehamut", volkan ve feza anla­mına gelebileceği gibi, başlangıç­ta her yanı açık olan arzın kabu­ğunun oluşmasıyla, yeryüzü ile arzın merkezi arasına sıkışmış gazların yol buldukça volkan olup patlaması gibi izdırabını içinde saklayan kişinin bir zaman gelip patlaması anlamına da gele­bilir.
Aynı kökten gelen "yehem", delilik, "eyhaman" da iki saldır­gan demektir. Öyle ki bedeviler, kendisinden geçmiş bir şekilde sağa sola saldıran deveye, şehirli­ler de sele ve yangına "eyhaman" derler.

Yehrusun:


Yalan söylüyorlar.

Yehtafu:


"Yakalar" Hatif, sür'atle yakalamak demektir. "Ancak bir söz kapan olursa onu delen ve yakan bir alev takip eder"[31] âyette de bu manaya kullanılmıştır. Sür'atinden dolayı kırlangıca "huttaf" denilmiştir. Hatif, bir şeyi son derece hızlı yakalayan demektir.

Yehtesibun:


Sanırlar, ümit ederler. "Musibet ona, beklemediği bir yer­den geldi" anlamında "Câehu’l-emru min haysu lâ yehtesibu" denir.

Yehissimun:


Etraflarında olup bitenden habersiz bir şekilde işlerini tartı­şırlar.

Yehûdu:

Yehûdu, Arapça'da tevbe etmek manasına geldiği gi­bi Yahudi olmak anlamına da gelir. Araplar'ın, Yahudilere yahudi demeleri; ya buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri yahut da "yahuza" isminin Arapça söyleni­şi nedeni iledir. "Yahuza" Hz. Yakub'un on iki çocuğundan en bü­yüğünün ismidir. Yahudi, cins isim olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığın­da "Yahudi" denilir ki, bu kavme ait kişi demektir.

Yehuddu:


Teşvik eder. "el-hadd" Teşvik etmek demektir.

Yehuru:


Döner. Bir kimse geri döndüğünde "Hâre" denilir. Geniş zamanı "Yehuru"dür. "Mal ve nimet çoğaldıktan sonra, bunların eksilmeye dönmesinden sana sığınırım" mealindeki hadiste de bu anlamda kullanılmıştır.[32]

Yekdiru:


Daraltır, azaltır.

Yekterifu:


Kazanır.

Yulhidun:


Haktan ve doğru yolda yürümekten sapıyorlar. "İlhâd" Eğilmek, sapmak demektir. Bir kimse, Allah'ın dininden başka yöne meylettiğinde, "Elhade fi dinillahi" denilir.

Yelicu:


Girer. "Vuluc" girmek demektir. "Deve, iğ­ne deliğine girmedikçe..."[33] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.

Yemin:


Yemîn, sağ ve sağlamlık de­mektir. Kuvvet ve kasem mânâla­rına gelir. Bu nedenle sağ ele ye­min denildiği gibi, bir sözü, Al­lah'ın adını özel bir biçimde ana­rak güçlendirmeye de, şeriatte ye­min denilir. Söylediği sözü, Allah huzurunda, Allah'ı şahit tutarak, onun büyüklüğü adına söylediği­ni göstermek suretiyle bir yüklen­me ifade eder.

el-Yemm:


el-yemm, deniz demektir.

Yemunnune:


Başa kakarlar. "Menn" bir şahsa iyilikte bulunmak ve yaptığı iyi­liği başına kakmaktadır. Bunun aslı, lügatte, kesmek manasınadır. "Felehum ecrun ğayru memnun: Onlar için kesintisiz bir ecir vardır"[34] âyetinde de bu mânâya gel­mektedir.

Yenâbî':


Yenâbî', "Yenbû'" kelimesinin çoğuludur. Yenbû', yerden fışkıran su kaynağı demektir.

Yenfidu:


Dağılırlar.

Yenkudune:


Bozarlar. Nakz, diziyi dağıtmak, yapılan bir binayı veya bükülmüş bir ipi veya verilen bir sözü bozmak demektir. Nakz kelimesi Kur'an'ı Kerim'de bu manalarda zikredilmiştir. "İpliğini sağlamca büktük­ten sonra bozan kadın gibi olmayın"[35], "Sözlerinden dönmeleri sebebiyle..."[36]

Yenkusun:


Bozuyorlar. Ahdi bozdu, mânâsına "Nekese’l-ahde" denir.

Yensilun:


Hızla çıkarlar. Kurt hızla koştuğunda "’asele’z-zi’bu" veya "nesele’z-zi’bu" denir.[37]

Yesduru:


Ayrılıp çıkar. "Sudur" Gelmek mânâsına gelen "Vurud"un zıddıdır. "Vârid", "gelen", "Sâdir" ise "giden"dir.

Yes’emun:


Bıkarlar, usanırlar.

Yesfiku:


Döker. Sefk, dökmek ve akıtmak demektir. Kan akıtmanın dışında kullanılmaz. Misbah adlı kitabın müellifi şöyle der: Kanı sefk et­mek, onu akıtmak demektir.Darabe babından gelir.

Yesirru:


Israr eder. Bir şey üzerinde kalmaya kuvvetle ve şid­detle azmetti, demektir.

Yesqavukum:


Size üstünlük sağlarlar ve güçlü olurlar. "Saqf" Aslında, bir şeyi kavrama ve yapma hususunda beceri demektir. Arapların becerikli kişi için kullandıkları "Raculun saqfun leqfun" sözünde geçen "Saqfun" kelimesi bu köktendir. Daha sonra bu kelime, mutlak olarak zafer ve kavrama mânâlarında kul­lanılmıştır.[38] 

Yeslâ:


Girer ve sıcağına katlanır. "Onu ateşe soktum ve ateşin, sıcağı­nı ona tattırdım" mânâsına, "Eslaytehu’n-nâra vecealtu bizuqi harihâ" denir.

Yeslukhu:


Onu sokar.

Yesnune sudurehum:[39]


(Yesnune sudurehum): Haktan dönerler/vazgeçerler/mu­halif olurlar ve ondan saparlar. Çünkü bir şeye yönelen herhangi biri ona göğsünü/sinesini yöneltir. Ondan uzakla­şıp sapan kişi ise göğsünü ondan sakındırır/engeller (göğ­sünü ona yöneltmenin zıddı olarak sırtını döner) ve ondan yüz çevirir. [40]
(Yesnune sudurehum): Kelbî; (Allah), göğüslerinde olan kini, düşmanlığı gizlerler, diyor, dedi. [41]
... Resulullah (as)'m yanından geçtiklerinde göğüslerini ondan çevirirlerdi/ondan yüz çevirirlerdi. [42]
(Yesnune sudurehum): Yani içlerindeki düşmanlığı giz­lerler ve kalplerim senden sakındırırlar/seni umursamazlar. [43]
Burada sözü edilen kimseler Hz. Muhammed'in getirdiği mesajın Allah'tan olduğuna inanan kimseler olmadığına göre, bunların "kendilerini Allah'tan gizlemelerinin, bu anlam örgüsü içinde olsa olsa bir tek anlamı olabilir ki, o da, onların Allah'tan gelen hakikat çağrısına karşı kendilerini kapalı tutmaları, bu çağrıya kulak vermekte isteksizlik göstermeleridir. Ayette bu, veciz ve mecazi bir üslup içinde dile getirilmiştir. Bu, aynı zamanda, "kalplerini (lafzen, gö­ğüslerini, sinelerini) kat kat örtülerle örtüyorlar" ifadesine de açıklık getirmektedir. Bu son ifadeyle, sözü geçen kim­selerin akıllarını ve kalplerini batıl inançlarla, hurafelerle örtmüş oldukları ve bunun da kendilerini manevi gerçekle­re karşı kapalı ve duyarsız kıldığı belirtilmektedir. [44]
...Bu (ayet), kafirler hakkında nazil olmuştur. Resulullah (as) ile karşılaştıklarında göğüslerini (ona yönelmek­ten) alıkoyarlar (onu gizlerler ve saklarlar) ve ona sırt dö­nerler. [45]
Müfessirlerin "yesnune sudurehum" ibaresine verdikleri anlamları şu şekilde toparlamak mümkündür,
a- Haktan vazgeçmek/dönmek/muhalif olmak,
b- Haktan yüz çevir­mek,
c- Göğüslerindeki mevcut kin ve düşmanlığı gizle­mek,
d- Kalplerini hakka meyletmekten alıkoymak,
e- Sır­tım dönmek,
f- Umursamamak vs.
Görüldüğü gibi müfessirler bu tür anlamları öne çıkar­makla ibareye mecazi bir yorum katmıştır. Ancak, aynı şeyi mütercimlerin yaptığını söylemek zordur.
Elmalı: Göğüslerini büküyorlar.
Lisanımızda "göğüs bükmek" tabiri pek kullanılmaz. Fa­kat malumdur ki bir topluluk içinde bakanlardan gizli bir şey yapmak isteyen bir kimse göğsünü büker, sırtını döner. Nite­kim gocunduğu bir kimseye rastladığı zaman da kişi yüzünü saklamak için aynı şeyi yapar. Allah'ın kelamından "Allah'tan gizlenmek için göğüs bükmek, 'haktan yan çizip kaçınmak' de­mektir. Aynca bu tabir, dıştan iyi görünüp, içinden münafık­lık/mürailik etmek manasından kinaye de olabilir.
Çantay ve A. Öztürk: Göğüslerini dürüp bükerler ...
D.İ.B., Atay:...iki büklüm olurlar ...
Bilmen, Ateş, Y. Öztürk, Varol:.. .göğüslerini bükerler.
Yavuz:... göğüslerini haktan çevirirler, arkalarını döner­ler.
Davudoğlu:... göğüslerini çeviriyorlar ...
Bulaç:... göğüslerini büker (Haktan kaçırıp yan çizer)ler.
T.D.V.: ...göğüslerini çevirirler (gönüllerinden geçeni giz­lerler).
Koçyiğit: (Karınlarına birleştirecek şekilde) göğüslerini eğmektedirler.
Hizmetli, Piriş: ...iki büklüm oluyorlar.
Muhatab açısından düşünüldüğünde, görebildiğimiz ka­darıyla, en anlaşılır tercümeler Elmalı, Yavuz, Bulaç ve bir yönüyle de T.D.V.'nin tercümeleridir. Merhum Elmalı'nın dipnottaki açıklamaları, ifadenin anlaşılmasına engel olabi­lecek her türlü tereddüdü giderecek niteliktedir. Yavuz'un, ayetin mecazi anlamını doğrudan tercümeye yansıtmış ol­ması, Bulaç'ın bunu parantez açarak ihsas ettirmesi olduk­ça güzel ve yerinde tercüme örnekleridir.
T.D.V.'nin tercümesindeki parantez içi ifade ise müfes­sirlerin konuyla ilgili -zayıf da olsa- görüşlerinden birine tekabül etmesi hasebiyle doğru kabul edilebilir.
Diğer mütercimlerin tercümelerinin iki farklı şekilde ol­duğunu görüyoruz:
a) Göğüslerini bükmek: Elmalı'nın da belirttiği gibi bu tabir Türkçe'de kullanılmıyor. Bu gerçek, sadece merhum Elmalı'nın yaşadığı zamanla ilgili bir durum değildir. Bila­kis, bugün de böyle bir tabirin kullanılmadığı bir gerçektir ve aslında bu tabir, "elle tutulur/kayda değer" hiçbir anlam ifade etmemektedir Böyle bir tercüme formunun birçok mütercim tarafından rağbet görmesinin sebebi sanırım bü­tün bunların sözbirliği etmişçesine yesnune, fiili için "bükü­yor" anlamını tercih etmeleri ve bu fiilin diğer anlamlarını gözardı etmeleridir. Oysa ki birçok muteber sözlüğe bakıla­cak olursa söz konusu fiilin; sakındırmak, engellemek, ön­lemek gibi anlamlara da geldiği görülecektir. Davudoğlu'nun "göğüslerini çeviriyorlar" şeklindeki tercümesi hiç­bir mecazi boyutu haiz olmamasına ve ayetin deyimsel an­lamını ifade etmemesine rağmen "göğüslerini bükmek" şeklindeki tercümeden daha mantıkidir.
b) İki büklüm olmak: Çok yaşlanmak, dik duramayacak hale gelmek, yaşlılıktan kamburu çıkmak gibi anlamları ifa­de ettiğinden, ayetin anlamını doğru bir şekilde yansıtma­maktadır.
Sonuç olarak bizce "yesnune sudurehum" ifadesi şu şekil­lerde tercüme edilse daha faydalı olur:
- Yüz çevirirler.
- Yan çizerler.
- Umursamazlar.
- Sırt çevirirler.
- Görmezden gelirler, vb.
Örnek:
İyi bilin ki onlar, O'ndan gizlenmek için sırt çevirir­ler/görmemden gelirler. Halbuki Allah, örtülerine büründükleri zaman dahi gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilendir.

Yesr:


Yesr kelimesinin aslı "yesri"dir. Fasıla için "ya" hazf olunarak "ra"nın kesresi ile yetinilmiştir. Meczum değildir. İbni Kesîr ve Ya'kûb kıraatlerinde "yüsrâ" okunur, "isrâ" gibi gece gitmek manasına "sûra" ve "sirayet"ten muzarîdir. Gecenin gece gitmesi, gece içinde gece deyimi katmerli bir ifadedir. Burada iki nükte vardır. Birisi gecenin zulumât ve zorluk olduğu, diğeri ise, gam ve eleme işaret olduğu, fecir­le birlikte ikisinin de geçeceği ifa­de edilmek istenmektedir.
Yesîr, üç şekilde tefsir edilir:
1. Kolay
"Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde olanı bilir. Şüphesiz bütün bunlar bir kitaptadır. Gerçekten bu Allah'a göre yesîr'dir (başa gelecek musibetler Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır; dolayısıyla bunları bilmek Allah'a, kolaydır)." [46]
"Bir yaşatılana uzun ömür verilmesi de, ömründen eksiltilmesi de mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz şu, Allah'a göre yesîr'dir (hîn, kolaydır. Ve O'na zor değildir)." [47]
2. Serî/hızlı
"Şu yesîr bir ölçektir (kendisinde bir engel bu­lunmayan serî/hızlı bir ölçmedir)." [48]
3. Hafi/gizli
"Sonra, onu yesîrce (gizlice) Kendimize qabzediyoruz (çekip alıyoruz)." [49]

Yesrib:


Yesrib Medîne-i Münevvere'nin eski ismidir. Esasen bulunduğu buk'anın (yerin, böl­genin) ismidir. Rasul-ü Ekrem, Yesrib ismini Medine'ye çevirmiş­tir. "O Taybe veya Tabedir" buyur­muştu.

Yestahyune:


"Kızları hayatta bırakıyorlardı."

Yesta’tebun:


Rablerini razı etmeleri istenir. "Onun razı olmasını istedim, o da özrümü kabul etti" mânâsına, "İsta’tebetehu fe e’atebeniy" denir.

Yesta’tibu:


Allah'ın rızasını isterler.

Yestebdilu:


"Değiştirir" Bir kimse bir şeyi başka bir şeyin yerine koy­duğunda “Tebdil” denir. “Bedel” ve “İstebdel” aynı mânâda kullanılır. İmanı küfürle değiştirmek, imanın yerine küfrü almak demektir.

Yesteftihune:


Bu kelime, feth ve zafer istemek mânâsına gelen istiftah mastarından şimdiki zaman fiili olup, mânâsı: "Zafer istiyorlar" demektir.

Yesterihun:


Feryâd ederler. Yüksek sesle bağırmak mânâsına gelen "Surâh" kelimesinden türemiştir. "Sârih" Yardım isteyen; "Musrih" yardıma koşandır.

Yesturun:


Yazıyorlar. "İlmi kalemle yazdı" mânâsına "Setera’l-ılmu bi’l-qalemi" de­nir.

Yesuddune:


Feryat ediyorlar, bağırıyorlar. Yesuddune Yüz çeviriyorlar, insanları imandan engelliyorlar, manasınadır. Cevheri şöyle der: "Sadde" Bağırdı, de­mektir. Geniş zamanı "Yesuddu" mastarı "Sadîd" gelir. Bir görüşe göre, "Yesuddu" şekli, "yüz çevirmek"  mânâsına "Sudud" kökündendir. "Yesiddu" Şekli bağırmak mânâsına gelen "Sadîd" kökündendir.[50]  Ferrâ, "Bunların ikisi de aynı mânâyadır" der.

Yesumunekum:


"Size tattırıyorlar" Bu kelime, "kötü bir şey tattırmak" mânâsında olan “Sâme” fiilinin geniş zamanıdır. Taberî:  "Sizi getirip kötü azabı tattırıyorlardı." der.

Yetefettarne:


Yarılırlar, çatlarlar. "Futur" çatlak, yarık demektir. "Vemâ lehâ min futur: Onda bir çatlaklık yoktur" sözü bundandır.

Yeteğâmezun:


Alay olsun diye, gözleriyle onları gösterirler. 

Yetehâccune:


Çekişirler.

Yetemettâ:


Gurur ve kibirinden salınarak yürür.

Yetim:


Yetâmâ, "nedîm", "nedâmâ" gibi "yetîm"in çoğuludur veya çoğulun çoğuludur. Yetim infirad (yalnız olma, yanında kimse bulunmama) mânâsına "yatem"den türetilmiştir. Nite­kim emsalsiz inciye "durr-i ye­tim" denilir.
Bu yalnız kalma mânâsı dolayısı ile babası ölmüş olana da ye­tim denir. Lügat bakımından hem büyük hem de küçük için ifade edilir. Fakat örfte henüz kendini kurtaramayacak yaşta olanlar için söylenir.
Bu cihetle yetim kelimesi zaaf ve aklında bir noksanlığı anlat­mak için de kullanılır. Buluğdan sonra rüşdünü bulmayanlar için de kullanılır. Kocasından ayrıl­mış kadınlar için de kullanılır. Kısacası yetim, sahibi, annesi veya babası ölmüş, kendisi de aciz olan kimseleri ifade eder.

Yetiru:


Eksiltir. Bir kimse birinin hakkını eksik verdiğinde "veterahu haqqahu" denir.

Yeveddu:


Temenni eder ister demektir.

Yevm:


Yevm, dört şekilde tefsir edilir:
1. Azız ve celîl Allah'ın dünyayı halkettiği al­tı günden her biri
"De ki: "Siz yeri iki günde halkedene mi küfrediyorsu­nuz?" [51]
"Ve onda gıdalarını dört günde takdir etti." [52]
"Bu suretle onları yedi sema olarak iki günde qadâ et­ti." [53]
İşte böylece altı gün tamamlanmış olmaktadır.
"O Allah ki semavâtı, arzı ve ikisi arasındakileri altı günde (bu günler, Allah indinde dünya günleri gibidir) halketti." [54]
"Gerçek şu ki, Rabbinin indinde bir gün, sizin saydığı­nız bin yıl gibidir." [55]
2. Dünya günleri  
"Semâdan arza emri tedbir eder. Sonra, miktarı (Cebrail'in nüzul/iniş miktarı) sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde (dünya günlerinden bir günde) O'na çıkar." [56]
3. Kıyamet Günü, (âhiret)
"O Gün (âhiret'te, Kıyamet Gününde) hiç kim­seye zerrece zulmedilmez." [57]
"Cidden O Gün (âhiret'te, Kıyamet Gününde) ashâb-ı cennet..." [58]
"O Gün (âhiret'te, Kıyamet Gününde) herkese kazandığının karşılığı verilir." [59]
"O Gün ((yani, âhiret'te)) ağızlarını mühürleriz..." [60]
4. Hin (vakit/zaman)
"Doğduğu gün (vakit), öleceği gün (vakit) ve diri olarak çıkarılacağı gün (hin/vakit) o'na selâm olsun." [61]
"(İsa dedi ki): "Doğduğum gün ((yani, vakit)), öleceğim gün (yani, hin/vakit) ve diri olarak çıkarılacağım gün (hîn/vakit) selâm üzerimedir." [62]
"Göçtüğünüz günde (vakitte) ve ikamet ettiğiniz günde (vakitte)…" [63]
"Onun hasadı günü (ürünlerinizi hasad ettiğiniz, derdiğiniz, topladığınız vakit) de hakkını verin!" [64]

Yevmu’l-cem'i:


Yevmu’l-cem'i, kıyamet günü demektir. O gün mahlûkât top­landığı için ona bu isim verilmiştir.

Yevmu'1-fasl:


Yevmu'1-fasl, kıyamet günüdür.

Yevmu't-tenâd:


Yevmu't-tenâd, kıyamet günü demektir. O gün mahşere çağ­rıldığı veya insanlar birbirine seslendiği için bu ismi almıştır. Umeyye b. Salt şöyle der:
Allah yeryüzünü yuvarlaklaştirdığında, onda mahlûkâtı yaydı.
Onlar kıyamete kadar yeryüzünün sakinleridir.[65] 

Yezherun:


Yükselirler, yukarı çıkarlar.

Yeziffune:


Hızla yürürler.

Yezraukum:


Sizi yaratır ve çoğaltır.

Yezunnune:


Burada zan, şek manasına değil yakîn manasınadır. Zıd manâlı kelimelerdendir. Ebu Ubeyde şöyle der: "Araplar hem kesin, hem de şüphe­li bilgiye zan derler"[66] Arap dilinde bu kelime, kesin bilgi mânâsında çok kullanılmıştır. Nitekim aşağıda mealleri verilen âyetlerde de bu mânâda kullanılmıştır:
"Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı kesin olarak bi­liyordum"[67]
"Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını kesin kes anladılar."[68]

Yubdiu:


Kudretiyle ilk önce, yoktan yaratır.

Yubikhunne


Onları helak eder. "Onu helak etti" mânâsına "Evbekahu" denir.

Yude’une:


Şiddet ve zorla itilirler. "ed-de’aa" Zorla ve horlanarak atmak demektir.

Yudhidu:


İbtal ederler, boşa çıkarırlar. "Bâtıl boştur" mânâsına "el-bâtılu dâhidun" denir. Çünkü bâtıl, kayıp gider, bir yerde durmaz.

Yu’fekun:


Haktan sapıklığa çevrilirler, döndürülürler. Bir kimse, birini bir şeyden dön­dürdüğünde "Efekehu" denir. Mastarı "İfk" dir.

Yufidun:


Koşuyorlar. Deve hızlı yürüdüğünde "Evfeda’l-be’ıyru" denir.

Yufraqu:


Genişçe açıklanır.

Yuğniy:


Fayda verir, savar. "Mâ eğniye anniy mâliyeh: Malım bana hiç fayda sağlama­dı"[69] âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır.

Yuhâddune:


Karşı gelirler. "Muhâddetun" Hadlerde ve hükümlerde muhalefet ve düşmanlık etmek demektir. "el-Meşakkat" ile aynı mânâdadır. Zeccâc şöyle der: Muhâdde, senin, arkadaşının bulunduğu taraf ve yana aykırı tarafta bulunmandır. Aslı, birbirine engel olmak manasınadır.

Yuhadiune:


"Yuhadiune" Tuzak kuruyorlar. Hıdâ'; hile, tuzak ve riya manalarında kul­lanılır. Asıl itibariyle, "gizlemek" manasına gelir. "Zaman", belâ ve musi­betleri gizlediği için, ona da hâdi' ismi verilir. Ev halkını içinde, ko­ruyup muhafaza ettiği için, küçük eve de mihdâ’ denir.

Yuharrifunehu:


"Onu tahrif ederler" Tahrif, aslında bir şeyden yüz çevirmek manasına gelen inhiraf kökünden olup değiştirmek ve tebdil etmek ma­nasınadır.

Yuhra’un:


Hızla giderler. Ferrâ, "İhrâ’u" korkudan titreyerek hızla gitmek­tir, der. Müberred de şöyle der: "Muhra’un" Sevkedilen, demektir. Soğuk, bir kim­seyi ateşe sevkettiğinde "Câe fulânun yehra’u ilâ’n-nâri" denilir.[70]

Yuhzîhi:


Onu horlar, zelil eder.

Yukevviru:


Dürer. "Tekvir" Sarmak ve bükmek demektir. "Kevera’l-‘ımâmete: Sarığı sardı" mâ­nasına denir.

Yulicu:


Girer

Yunzefun:


Sarhoş olurlar. Bir kimse sarhoş olduğunda "Nezefe’r-racul" denilir. Sarhoşa "Nezîf" veya "Menzuf" denir. Şair şöyle der:
Andolsun ki, sarhoş da olsanız, ayık da olsanız, siz ne kötü pişman olanlarsınız, ey Ebcer ailesi![71]

Yunîbu:


Günahından dönüp tevbe eder.

Yunzifun:


Sarhoş olurlar, akılları başlarından gider.

Yu’racu:


Yükselir.

Yusaddeune:


Şarap yüzünden başları ağırır. "Sadea’l-kavmu bi’l-hamri: Şaraptan do­layı başları ağrıdı" demektir.

Yuscurun:


Onlarla ateş yakılır. "Tandırı yaktı" mânâsına "Secera’t-tennur" deni­lir.

Yusrâ:


Yusrâ, kolaylık ve rahata yani cennete götüren haslet.

Yû'ûn:


Yû'ûn, kab yani içi­ne yiyecek konulan tabak, çanak gibi mutfak eşyası demektir. "Vi'a"dan if'aldır. Mazisi "ceme'e, fari'e" gibi "ev'a"dır. Kaba doldurup saklamak anlamında­dır.
Kur'ân'daki kullanımı daha çok mecazdır. Gönüllerinde ne gibi gizli fikirler, bozuk akideler, fena maksatlar besliyorlar, inkar ile neler kazanmak, kablarına neler doldurmak, mü'minlere neler yapmak, defterlerine neler yazdırmak istiyorlar, anlamında kullanılmaktadır.

Yûza'ûn:


Sonrakiler gelip hepsi toplanıncaya kadar öncekiler tutulur.
Yuza'ûn, iki şekilde tefsir edilir:
1. Sürülmek, yedilmek, sevkolunmak  
"Süleyman'ın huzuruna cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları haşroldu/toplandı. Onlar topluca sevk olunurlardı/sürülüp götürülürlerdi (yûza'ûn)." [72]
"Her ümmetten âyetlerimizi yalanlayan bir bölük haşredeceğimiz gün, onlar sevkolunurlar/sürülüp gö­türülürler (yûza'ûn)." [73]
"Allah'ın düşmanları haşrolunacakları gün, onlar ate­şe sevkolunurlar/sürülüp götürülürler (yûza'ûn)." [74]
2. Euzi'nî, bana şükretmeyi ilham et
"(Süleyman şöyle dua etti): "Rabbim! Evzi'nî (ba­na ilham, et ki), bana ve ana-babama ihsan ettiğin ni­metine şükredeyim." [75]
Ebû Bekr b. Kuhâfe'nin ağzından söylenen Kur'ân'daki şu buyruk da bu manada­dır:
"Nihayet olgunluk çağına ulaştığı ve kırk yaşına gir­diği zaman dedi ki: "Rabbim! Evzi'nî (yani, bana il­ham et ki), bana ve ana-babama ihsan ettiğin nimeti­ne şükredeyim." [76]

Yûtikûne:


Yûtikûne, if'al babın­dan ve "itaka" masdarmdan fiil-i muzarîdir. "İtika', takat ve "tavk"tandır. "Tavk", "ta"nın üs­tünü ile "takat", "ta"nın ötresi ile boyuna takılan gerdanlık veya ağır bir demir anlamlarına gelir. "Takat" kuvvet ve güç yetirme manasında kullamlmaktaysa da aralarında fark vardır.
"Vusu" dediğimiz kuvvet, ta­katin üzerindedir. Çünkü vusu' bir şeye kolaylıkla güç yetirmek, "takat" ise, zorluk ve meşakkat ile güç yetirmektir. Bundan dolayı "itaka" gücü yetmek, dayanmak manasına gelirse de, güç yetişmek, güç tükenmek, zor dayan­mak, hatta dayanamamak mana­sınadır. Buna "tatvik", "tatavvuk", "tatayyuk" ve "ichad" de­nilir.
Bu nedenle Bakara Sûresi 184. ayetteki kullanımında "itaka", "istita'a" (gücü yetmek) manası­na veya "tatvik" (güç tükenmek) manasına olacaktır. İstita'a manasına olursa "Gücü yetenler oruç tutmadıkları takdirde fidye versinler." demek olur. Tatvik ve ichad manasına olursa, son derece güçsünmek, güç tükenmek, zor dayanmak, hatta dayanamamak manasına gelir. Bunun hem riva­yet yönünden hem dirayet yö­nünden, "Oruca çok güçsünür, yani dayanamazlar" diye tefsir edildiğine şahid oluyoruz. Türk­çe'de de "falan buna zor dayanır" ifadesi "dayanamaz" demektir. Burada da oruca güç yetiremeyenler kastedilmektedir.

Yuzâhirune:


Zıhâr yaparlar. "Zıhâr" "sırt" mânâsına gelen "Zahera" kelimesinden türemiştir. Bir kimse karısına, "Sen bana annemin sırtı gibisin" diyerek, karısını kendine haram kıldığında "Zâhera min imraetihi" denilir.

Yuzekkihim:


Aslında, artırmak mânâsına gelen tezkiye mastarındandır. Araplar, ekin büyüdüğünde “Zekâ’z-zer’u” derler. Daha sonra bu kelime "nefsî te­mizlik" mânâsında kullanılmıştır. Burada: "Onların nefislerini temizler, de­mektir." "Nefsini kötülüklerden arındıran, kurtuluşa ermiştir."[77] mealindeki âyet de bu mânâyadır. Bu kelime şirk ve günah kirinden temizlemek mânâsına gelen “Tezkiyetün” den türetilmiştir.




[1] Hicr: 15/99; Müddessir: 74/47.
[2] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2 s. 553.
[3] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 277.
[4] Burhan, 1996, c. 1 s. 498.
[5] Mülekkin, Garib, 1987, s. 203.
[6] Buhari, Kitabu't-Tefsir.
[7] Esed, Mesaj, 1996, c. 2, s. 525.
[8] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 268.
[9] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3, s. 291.
[10] Cevheri, es-Sıhah; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, ilgili madde.
[11] Tefsir-i Kebir, II/71
[12] Muhammed: 47/1
[13] Hacc: 22/25
[14] Nisâ: 4/61
[15] Münâfikûn: 63/5
[16] Nisâ: 4/55
[17] Abese: 80/5-6
[18] Zuhruf: 45/57.
[19] Şura: 42/11.
[20] Sâd: 38/75
[21] Mâide: 5/64
[22] Arâf: 7/108
[23] İsrâ: 17/29
[24] Mâide: 5/64
[25] Yâsîn: 36/71
[26] Feth: 48/10
[27] Yâsîn: 36/35
[28] Hacc: 22/10.
[29] Tûr: 52/13
[30] Bkz. Cevheri, es-Sıhah, ilgili madde. Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'1-muhît
[31] Saffat: 37/10
[32] İbn Mâce, Duâ, 20
[33] A'raf: 7/40
[34] Tın: 95/6
[35] Nahl: 16/92
[36] Nisa: 4/155
[37] Kurtubî, 15/40
[38] AIûsî, 28/68
[39] Hud: 11/5
[40] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 359.
[41] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 141.
[42] Nisaburi, Bur­han, 1996, e. I, s, 430.
[43] Mütehkin, Garib, 1987, s. 167.
[44] Esed, Mesaj, 1996, c. 1, s. 421.
[45] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 222.
[46] Hacc: 22/70
[47] Fâtır: 35/11
[48] Yûsuf: 12/65
[49] Furkân: 25/46.
[50] Bkz. Cevheri, es-Sihâh; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab;
[51] Fussilet: 41/9
[52] Fussilet: 41/10
[53] Fussilet: 41/12
[54] Secde: 32/4
[55] Hacc: 22/47
[56] Secde: 32/5
[57] Yâsîn: 36/54
[58] Yâsîn: 36/55
[59] Mü'min: 40/17
[60] Yâsîn: 36/65
[61] Meryem: 19/15
[62] Meryem: 19/33
[63] Nahl: 16/80
[64] En'âm: 6/141.
[65] Kurtubî, 15/310
[66] Mecazu'l-Kur'an, 39
[67] Hakka: 69/20
[68] Kehf: 18/53.
[69] Hakka: 69/28
[70] Kurtubî, 15/88
[71] el-Bahr, 7/350
[72] Neml: 27/17
[73] Neml: 27/83
[74] Fussilet: 41/19
[75] Neml: 27/19
[76] Ahkâf: 46/15.
[77] Şems: 91/9