Bu Blog içinde Ara

20 Haziran 2012 Çarşamba

GÜNEŞİN HAREKET ETTİĞİNE, YERİN İSE DURGUN VE YILDIZLARA ÇIKMANIN DA MÜMKÜN OLDUĞUNA İLİŞKİN NAKLî VE HİSSî DELİLLER

GÜNEŞİN HAREKET ETTİĞİNE, YERİN İSE DURGUN
VE YILDIZLARA ÇIKMANIN DA MÜMKÜN OLDUĞUNA İLİŞKİN NAKLî VE HİSSî DELİLLER
***
Yazan Abdulaziz bin Bâz

Çeviri  Ferit AYDIN

Bismillahirrahmanirrahim



Allah’a hamd olsun. O tektir. Kendisinden sonra peygamber bulunmayana (Hz. Muhammed’e), âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

Bu girişten sonra, (ifade etmek isterim ki), Güneş’in yüzeyine ulaşıp, ondan başka yıldızlara da varmak için bazı astronotların çaba harcadıkları yolundaki iddialar bana defalarca soruldu. Bu konudaki soruların çokluğu ve meselenin derinleştirilmesi üzerine –Allah’ın izniyle- yolu aydınlatacak ve bu bapta hakka irşad edecek bir şeyler yazmak istedim.

Şimdi diyorum ki: Allah Teâlâ, kullarına, bilgileri olmadan konuşmayı haram kılmış ve açıklayıcı kitabında onları bundan sakındırmış; şöyle buyurmuştur: «De ki: kesinlikle açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.»[1]

Keza şöyle buyurmuştur:«Bilmediğin şeyin ardına düşme, gerçek şu ki; kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o şeyden sorumludur.»[2]

Allah Teâlâ şeytanın, Allah adına –bilgisizce- konuşmayı insana emrettiğini haber vermekte, şöyle buyurmaktadır: «Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin; şeytana ayak uydurmayın; çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Şu bir gerçek ki; kötülüğü, utanmazlığı ve Allah adına bilgisizce konuşmanızı size o emreder»[3]

Keza Allah Teâlâ mümin kullarına, günahkârların verdiği haberi iyice araştırmalarını emretmiş, şöyle buyurmuştur: «Ey inananlar! Eğer kuralları çiğneyen biri size bir haber getirecek olursa onun içyüzünü araştırın, yoksa bir topluluğa kötülük edebilir, bu yüzden pişman da olursunuz.»[4] 

Şu halde genel olarak tüm Müslümanların, özellikle de ilim talebelerinin Allah adına bir şeyi, bilgileri olmadan söylememeleri gerekir. Allah’a ve âhiret gününe inanan kimsenin, güvenilir bir kanıta dayanmadan şu helâldir, bu haramdır, şu caizdir, bu yasaktır diye konuşması doğru değildir. Buna karşılık o, kendisinden daha önce yaşamış olan ilim erbabının yaptığı gibi davranmalıdır. Bu ise onun, bilmediği şeye dalmaktan kendini alıkoyması ve «Allah bilir» ya da «bilmiyorum» şeklinde cevap vermesidir. Nitekim meleklerin Rab’lerine verdikleri şu karşılık ne güzel bir örnektir: «Sen bütün noksanlıklardan münezzehsin; bize öğrettiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Kuşku yok ki sen (her şeyi) hepbilensin. »[5]

Rasulullah (s), sahabîlerine -dâvâ arkadaşlarına- (r) bir soru yönelttiğinde, eğer bilmiyorlarsa «Allah ve Rasûlü bilir» diye cevap verirlerdi. Bu davranışsa elbette ki onların hem bilgi ve imanlarının mükemmel, hem Yüce Allah’a karşı saygılı olduklarından, hem de zorlanmaktan uzak bulunduklarından kaynaklanıyordu.

İşte Yıldızlara, onların özelliklerine ve konu ile irtibatlı meselelere ilişkin olarak kâfir ve fasıkların ileri sürdüklerini araştırmak da bu baptandır.  Onun için –öbür konularda olduğu gibi- bu konuda da Müslümanlara düşen görev şudur: Araştırmak ve ancak elde ettikten sonra, kabul etmek ya da yalanlamak için dayanıp kanabileceği yeterli bilgilere sahip oluncaya kadar doğrulamak ya da yalanlamak konusunda Müslüman kişinin acele etmemesidir. Bu ise, Hucurât Suresi’nden biraz önce geçen âyet-i kerimedeki ilâhî buyruk anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Ey inananlar! Eğer kuralları çiğneyen biri size bir haber getirecek olursa onun içyüzünü araştırın..» âyet-i kerimede geçen «Tebeyyun» kelimesi araştırmak demektir; ta ki fâsık kişi ya da benzerleri tarafından verilen haberlerin doğru olup olmadığını kanıtlayan bilgi ve ilgiler bulununcaya kadar. Nitekim Allah Teâlâ, «Ey inananlar! Eğer kuralları çiğneyen biri size bir haber getirecek olursa onu reddedin» dememiştir. Bilakis «Tebeyyun ediniz» (yani araştırınız), buyurmuştur. Çünkü fâsık kişi, ister kâfir olsun, ister âsî (günahkâr) Müslüman olsun, doğru da söylüyor olabilir. Dolayısıyla meselesini araştırmak gerekir.

Bilindiği üzere Allah Teâlâ, bilgileri olmadan Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayan kâfirleri kötülemiş şöyle buyurmuştur: «Onlar, hakkında bilgi edinmemiş ve yorumu da henüz kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Sen asıl zalimlerin sonunun nasıl olacağına bak!»[6]

Merhum Allame b. Kayyım, konuya ilişkin kâfi ve şâfi kasidesinde bu gerçeği ne güzel dile getiriyor, diyor ki:

Etmeden tetkik, şeyi tez davranıp
Bilgisiz inkâr eden yoksun kalır.

Bundan daha önemlisi ve daha tehlikelisi, Allah’ın kitabından ve Rasulullah (s)’ın sünnetinden bir delile dayanmadan insanları küfür ya da sapıklıkla suçlamak (genelleme yaparak insanlara kâfir ve günahkâr damgasını basmaktır.). şüphe yok ki bu davranış, Allah’a karşı taslanacak bir küstahlıktır; bir bilgiye dayanmadan O’nun dini adına ileri geri konuşmaktır. Bu ise Selef-i Salihîn’den (doğru yoldaki ilk mü’min kuşaktan) ilim ve iman ehli olanların izlediği yola aykırıdır. Allah onlardan razı olsun ve bizleri de güzel davranış içinde onları izleyenlerden kılsın.

Hz. Peygamber (s)’den –doğrulanan yollarla rivayet edildiğine göre- şöyle buyurulmuştur: «Kim mü’min kardeşine ey kâfir! diye hitap ederse, ikisinden mutlaka biri bundan isabet alır.». Kezâ şöyle buyurmuştur: «Kim bir kişiyi kâfir! diye çağırır, ya da öyle olmadığı halde ona, Ey Allah düşmanı! derse mutlaka bu hitap kendisine döner.». Hz. Peygamber (s)’in bu ifadesi, aslında çok şiddetli bir uyarıdır, bir tehdittir. Bilgi ve basiretle yapılanın dışında insanları kâfirlik ve sapıklıkla suçlamaktan sakındırmaktadır. Gerek bu hadis-i şerif, gerekse aynı anlamı taşıyan hadisler de –hayırlı şeyler hariç- yine dil belasına karşı ileri geri konuşmaya karşı birer uyarıdır. Tabiatıyla kişi bunun anlamını kavrayabiliyorsa.

Şimdi de amaçlanan konuya gelelim. Diyoruz ki: Aziz Kitap’ta Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara ilişkin sözleri içeren âyetler üzerinde düşündük. Bunların içinde aya ve ondan başka yıldızlara ulaşılamayacağını açıkça gösteren bir şeye rastlamadık. Aynı şekilde tertemiz Sünnet’i de inceledik. Onda da bu yolda imkânsızlık ifade eden bir şeye rastlamadık. Konuya ilişkin olarak, nihayet bunu kim inkâr eder, ya da söyleyeni kâfirlikle suçlarsa ona Allah’ın saygıdeğer kitabından şu âyetleri hatırlatırız: Hicr Suresi’nde şöyle buyurulmaktadır: «Yemin olsun ki gökte burçlar oluşturduk. Onları seyredenler için donattık. Onları her lânetlenmiş şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa parlak bir ateş onu kovalar.»[7] Allah Teâlâ Furkan Suresi’nde de şöyle buyurur: «Gökte burçlar var eden ve orada (Güneş) lâmbayı ve aydınlatan Ay’ı var kılan Allah yüceler yücesidir.»[8] Kezâ Saffat Suresi’nde şöyle buyurur: «Gerçek şu ki biz yakın göğü bir yıldızlar dekoruyla süsledik. Onu her serkeş şeytandan koruduk. Onlar en üst âleme kulak kabartamazlar. Her yönden fırlatılıp kovulurlar, onlara sürekli bir işkence vardır.»[9] Kezâ Mulk Suresi’nde şöyle buyurur: «Yemin olsun ki yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanlara ateş açılmasını sağladık»[10] Kezâ Nuh Suresi’nde şöyle buyurur: «Allah’ın, göğü yedi kat olarak nasıl yarattığını görmez misiniz? Onların arasında Ay’a aydınlık vermiş, Güneş’i de bir lamba yapmıştır.»[11]

Bazı insanlar, Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerimelerde ve benzerlerinde ifade buyurduğu açıklamalara bakarak yıldızların gök kubbe içinde bulunduğunu ya da ona yapışık olduğunu sanmaktad‎rlar. Dolayısıyla nasıl olur da insan gökyüzüne ulaşabilir diye dü‏ünürler. Bu görüşte olanlar aynı zamanda bazı astronomi bilginleri tarafından söylendiği üzere Ay’ın yakın gökte, Merkür’ün ikinci gökte, Venüs’ün üçüncü gökte, Güneş’in dördüncü gökte, Mars’ın beşinci gökte, Jüpiter’in altıncı gökte ve Satürn’ün de yedinci gökte bulunduğu inancına yapışmışlardır. Bazı müfessirler bunu nakletmiş ve susmuşlardır.

Cevaba gelince denilebilir ki, yukarıda geçen âyetlerde Güneş’in, Ay’ın ve onlardan başka yıldızların gök kubbe dahilinde bulunduklarına, ya da ona yapışık olduklarına ilişkin bir işaret yoktur. Ayetler bu yıldızların sadece gökte bulunduğu ve onun süsü olduğu anlamını vermektedir. Gök kelimesi Arapça’da her yüksek şeyi nitelemek için kullanılır. Allah Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi: «Yerin sarsıldıkça sarsılacağı sırada, gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden emin misiniz?! Gökte olanın, başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz?! Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.».[12]

Bir grup Kur’an yorumcusu bu iki âyet hakkında şunları söylemişlerdir: «Gökte» sözcüğündeki (de) takısı, zarfiyet anlamını taşır (yani içerir demektir). Ancak burada gök sözcüğünden amaç, yüce makamdır. Buna dayanarak Allah Teâlâ’nın Arş üzerinde yüce yönde olduğunu söylemişlerdir. Bu ise gerçekte semanın (yani gök) kelimesinin, yaygın olarak bilindiği üzere Arapça’da yükseklik anlamında kullanılıyor olmasından başka bir şey değildir. Tefsircilerden başka bir grup da yine buradaki (de) takısının, «üzerinde» anlamına geldiğini söylemişlerdir ki burada da amaç, kurulu olan göktür. Tıpkı Allah Teâlâ’nın şu sözünde ifade edildiği gibi: «Yeryüzünde dolaşın.»[13] yani yerin üzerinde dolaşın. İşte buna göre Allah Teâlâ’nın, göğün üzerinde olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Bu ise geriye kalan ve Yüce Allah’ın, Arş üzerinde olduğunu, zatına yaraşır bir istiva ile onun üzerinde yerleşmiş bulunduğunu ifade eden öbür âyetlere de uygun düşmektedir. Şu var ki «istiva» konusunda yaratıklarının yerleşme durumu onunkine benzememektedir. Tıpkı O yüceler yücesinin şöyle dediği gibi: «O’nun gibisi yoktur, O. Her şeyi hepduyan ve hepgörendir.»[14] kezâ şöyle buyurmuştur: «Hiçbir şey O’na denk değildir.»[15] Yine şöyle buyurmuştur:«Allah’a benzerler koşmaya kalkışmayınız, şüphe yok ki O bilir, siz bilmezsiniz.»[16]

Kim bu mânâyı reddeder ve Allah Teâlâ’yı buna aykırı şekilde nitelerse hiç şüphe yok ki o, Arş üzerinde zatına yaraşır istivasına ilişkin olarak Allah’ı Kitap ve Sünnet’de nicelendirmeyen, O’ne benzer koşmayan, anlam çarpıtmayan ve anlam dondurmayan delillerin tersine davranmış olur. Onun Bakara Suresi’nde geçen şu sözü de buna ilişkindir; buyuruyor ki: «Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize kulluk ediniz ki O’na karşı gelmekten korunabilesiniz. O, yeryüzünü size bir döşek, ve göğü de bir yapı kıldı. Gökten su indirip size yiyecek olmak üzere ürünler meydana getirdi. Artık Allah’a bilinçli olarak eş koşmayınız.»[17]

Bir grup müfessir Yüce Allah’ın, bu âyet-i Kerimede geçen «gökten su indirdik» meâlindeki sözünden amacın bulut olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bulut yüksekte olduğu ve insanların tepesinde bulunduğu için gök diye nitelenmiştir. Allah Teâlâ’nın, Hacc Suresi’nde geçen bir sözü de bu anlamdadır. Buyuruyor ki: «Kim Allah’ın O’na (yani muhammed’e), dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa kendini bir iple göğe assın.»[18] Müfessirler bunun, «kendini, tepesinde bulunan tavana ya da benzeri bir şeye assın» anlamına geldiğini söylemişlerdir. Burada yüksekliğinden dolayı tavana gök denilmiştir. Allah Teâlâ’nın şu sözü de yine aynı anlamı vermektedir: buyuruyor ki: «Görmüyor musun ki Allah, hoş bir sözü, kökü sağlam ve dalları gökte olan bir ağaca benzetmektedir?»[19] Cenab-ı Hakk’ın burada «gökte» dediği, aslında yukarıda demektir.

Kamus’un yazarı da şunu kaydediyor: Arapça «Sema, sumuvven» fiili, yükseldi demektir; «sema bihi» de «a’lâhu», yani onu yükseltti, onu yüceltti anlamına gelmektedir. Nihayet sema, yani gök kubbe, herkesçe bilinen şeydir, diyerek bu sözcüğün müennes ve müzekker olarak da kullanıldığını ve her şeyin tavanı olduğunu ifade etmiştir.

Sonuç olarak sema, (yani gök) sözcüğünün, yüksekte olan şey anlamına geldiğine dair, gerek Allah’ın kelâmında, gerek Rasullullah (s)’in hadislerinde, gerekse müfessirlerin ve dilbilimcilerin sözleri içinde kanıtlar çoktur. Bu nokta böylece anlaşıldıktan sonra olabilir ki ilgili ayetlerin anlamı şudur: Allah Teâlâ, bu yıldızları uzay ile yer arasında bir yörüngeye oturtmuş ve bu yörüngeye de –yüksekliğinden dolayı- sema adını vermiştir. Bildiğimiz kanıtlar arasında bunu reddeden bir şey bulunmamaktadır. Bü cümleden olarak Allah Teâlâ, Yüce Kitabı’nda iki âyette, Güneşin ve Ay’ın bir boşlukta cereyan ettiklerini ifade buyurmaktadır. O’nun bu sözlerinden biri Enbiya Suresi’nde şöyle geçmektedir: «Geceyi ve gündüzü, Güneşi ve Ayı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzerler.»[20]; Öbürü de Yasin Suresi’ndeki şu âyet-i Kerime’dir: «Ne Güneşin Ayı idrak etmesi –onun hizasına gelmesi- gerekir, ne de gecenin gündüzü geçmesi... Her biri bir yörüngede yüzerler.»[21] Eğer ay ve Güneş göğe yapışık olsalardı onlara için «yüzerler» denmezdi. Çünkü yüzmek, su ve benzerinde hareket etmektir.

b. Cerîr, (Allah O’na rahmet eylesin) ünlü tefsirinde uzayın, Arapça’da dairesel şekil demek olduğunu kaydetmekte ve bu konuda seleften de bazı sözler nakletmektedir. Tam metniyle şöyle diyor: «Bu konuda doğru olan, Allah’ın buyurduğu gibi şöyle demek gerekir: “Hepsi birer yörüngede yüzerler.”». Bu sözdeki “felek” kelimesi Mücahit’in ifade ettiği üzere, değirmen taşının ekseni gibi bir şey olabilir. Kezâ Hasan’dan rivayet edildiği üzere, değirmen taşı gibi de olabilir; bir girdap gibi de olabilir. Çünkü Arap dilinde o, dönen her şeydir. Allah O’na rahmet eylesin, Abdurrahman bin Zeyd bin Eslem’den de rivayet ediyor: Tam metin olarak şöyle diyor: «Gök ile yer arasındaki felek (boşluk), yıldızların, güneşin ve ayın hareket alandır.»; ondan sonra da şu âyet-i Kerime’yi okuyor: «Gökte burçlar var eden ve orada (Güneş) lâmbayı ve aydınlatan Ay’ı var kılan Allah yüceler yücesidir.»[22]

Allah rahmet eylesin, Hafız b. Kesir, tefsirinde b. Zeyd’in bu sözünü naklediyor ve O’nu eleştiriyor. Halbuki iyi düşünülürse O’nun bu eleştirisinin doğru bir yanı bulunmamaktadır. Çünkü bu konuda delili yoktur. Nesefi de tefsirinde, ibaresiyle şöyle diyor: «Bilginler, feleğin gök altında bir girdap olduğuna ilişkin görüş birliği içindedirler. Güneş, ay ve yıldızlar onun içinde hareket ederler.» Âlûsî de Ruh’ul Beyân adlı tefsirinde aynen şöyle diyor: «Müfessirlerin çoğu onun gök altında, Güneşin ve Ay’ın, içinde tur attıkları bir girdap olduğu görüşünde birleşmişlerdir.»

Böylece «felek» kavramının yorumlanmasında bu ifadeye ve biraz önce zikredilen âyetlere göre ayın veya ondan başka yıldızların yüzeyine çıkmak, duyumsal kanıtlara aykırı değildir. Bu konuda bir sorun bulunmamaktadır. Dolayısıyla günişin ve ayın gökte olduklarına ilişkin Kur’anın da delâlet ettiği şeyi reddetmek olmaz. Bu nedenle her kim ki feleklerden amacın, şu kurulu gök olduğunu ileri sürecek olursa onun, bildiğimiz kadarıyla sözlerinin dayanabileceği bir kanıt yoktur. Bilakis naklî deliller ve onlardan başka kanıtlar yedi kat göklerin feleklerden başka şey olduğunu göstermektedir. Şu da muhtemeldir ki, Hicr Suresi’ndeki âyetten de anlaşıldığı üzere, Yüce Allah, yukarıda geçen âyetlerde gökten, dünya göğünü amaçlamıştır. Hicr Suresi’nde geçen âyet şöyledir: «Biz gökte burçlar var ettik ve onları seyredenler için süsledik.» Yüce Allah bu ifade ile burçların, göğün içinde olduklarını değil, ancak ona yakın olduklarını kastetmiştir. Bunun için de onunla ilişkilendirilmişlerdir. Dolayısıyladır ki Arapça’da örneğin falanca, Medine’de oturmaktadır, ya da Mekke’de oturmaktadır denir; ama o kişi aslında şehrin kenar mahallelerinde ve civarında oturmaktadır.

Yıldızların, göğün süsü olduklarına ilişkin Yüce Allah’ın nitelemesine gelince bu, ne yıldızların göğe yapışık olduklarını gerekli kılmaktadır, ne de bunun bir kanıtıdır. Bilakis ondan ayrık olmalarına ve aralarında boşluk bulunmasına rağmen yıldızların, göğün süsü diye nitelenmesi doğrudur. Bu tıpkı insanın, evinin tavanını kumaşla, elektrikli avizelerle veya benzeri şeylerle süslemesine benzemektedir ki bu şeylerin tavana yapıştırılması zorunlu değildir. Bununla birlikte tavanla süs arasında boşluk bulunsa da Arapça’da «falanca, evinin tavanını süslemiştir» denir.

Cenab-ı Hakk’ın Nuh Suresi’nde «Allah’ın, göğü yedi kat olarak nasıl yarattığını görmez misiniz? Onların arasında Ay’a aydınlık vermiş, Güneşi de bir lamba yapmıştır.»[23] şeklindeki açıklamasına gelince, kanıtlar arasında bunun, Güneşin ve Ay’ın gök içinde olduğu anlamına geldiğine ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır. Esasen bunun, çoğunluğa göre mânâsı, onların cisimlerinin değil, ışıklarının gök içinde olduğu yönündedir. Yani onların cisimleri göklerin dışında, ışıkları ise göklerde ve yerdedir. b. Cerir –Allah O’na rahmet eylesin-, Abdullah bin Amr bin el-Âs (r)’tan rivayetle âyetin bu anlama geldiği yolunda tefsirinde şunu söylüyor: «Abdul’alâ’dan, O’na b. thawr’dan, Ona Muammer’den, O’na Katâde’den O’na da Abdullah bin Amr bin el-Âs (r)’tan intikal eden habere göre Güneşin ve Ay’ın yüzleri göklere, arkaları ise yere karşıdır.» Ancak O’nun rivayet zincirinde bir kopukluk vardır. Çünkü Katâde, Abdullah bin Amr’ı görmemiştir. Bu sözü eğer gerçekten o söylemiş ise, İsrailoğulları’ndan nakletmiş olabilir. Hülâsa âyet, açık anlamıyla ikisinin de cisimlerinin değil, nurlarının göklerde olduğuna delâlet etmektedir. Yüzlerinin göklere, arkalarının da yere dönük olduğu meselesi ise, gözden geçirilmesi gereken bir konudur. Onu da en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.  
 
Tefsir erbabından bazılarınca bunun, -tümü bir bölümü ile tanımlamak- gibi bir şey olduğu yolunda –yani Ay’ın dünya göğünde, Güneşin de dördüncü gökte bulunduğuna ilişkin-; söylediği söze gelince ki bu, tıpkı “Ben Temimoğulları’nı gördüm, ancak bazılarını gördüm” gibi bir ifadeye benzemektedir; bu söylem güzel bir tanım değildir. Gerçi bunun aleyhinde bir delil yoktur, ancak bildiğim kadarıyla Ay’ın dünya göğünde, Güneş’in de dördüncü gökte olduğuna dair, güvenilir herhangi bir kanıt da yoktur. Astronomi âlimlerinden böyle diyenlerin de güvenilir kanıtları yoktur. Çünkü onlara ait sözler şer’î kurallara ve kesin ilkelere değil, genelde tahmin ve sanıya dayanır. Onun için dikkatli olmak gerekir.

Allah rahmet eylesin, Hafız İbni Kesir, «Allah’ın, göğü yedi kat olarak nasıl yarattığını görmez misiniz?» meâlindeki âyet-i Celile’yi yorumlarken kullandığı ifade de bu anlama gelmektedir. Sözleri aynen şöyledir: ««Allah’ın, göğü yedi kat olarak nasıl yarattığını görmez misiniz?Yani üst üste kat kat yaratmıştır. Bu bilgi acaba sırf kulaktan kulağa mı elde edilmiştir, yoksa gök cisimlerinde meydana gelen tutulma ve yürütme olaylarından bizzat gözlem yoluyla mı elde edilmiştir? Esasen yürüyen yedi yıldız, birbirlerinin ışıklarını engellerler. Bunlardan en yakın olanı dünya göğünde bulunan Ay’dır; üstündekinin ışıklarına engel olur. İkinci gökte Merkür, üçüncü gökte Venüs, dördüncü gökte Güneş, beşinci gökte Mars, altıncı gökte Jüpiter ve yedinci gökte Satürn bulunmaktadır. Geriye kalan öbür tüm yıldızlar ki hepsi de hareketsizdirler, sekizinci yörüngede bulunurlar. Buraya, bu nedenle hareketsizler feleği adını vermektedirler. Astronomlar arasında İslâmcılar bu kümenin Kürsî olduğunu söylüyorlar. Dördüncü felek ise, ki bu da onların kanaatinde Atlas ve uzaydır; hareketi de diğer bütün feleklerin hareketinin tersinedir; çünkü onun seyri, bütün hareketlerin başıdır ve batıdan doğuya doğrudur; öbür bütün felekler ise bunun tersine doğudan batıyadır. Bütün yıldızlar da uyduları olarak onunla birlikte tur atarlar. Fakat gök cisimlerinin seyri, feleklerinin seyrinin tersinedir. Onlar batıdan doğuya doğru seyrederler. Her biri hızına göre yörüngesinde yol alır. Örneğin Ay, yörüngesindeki seyrini bir ay zarfında tamamlar; Güneş bir yılda, Satürn otuz yılda bir kez turunu tamamlamaktadır. Tabiatıyla hızları her ne kadar birbiriyle orantılı ise de bu, onların yörüngelerinin genişliğine göredir. İşte bu açıklama, konumuz dışında kalan ve astronomlar arasında birçok konudaki uzlaşmazlığa rağmen işbu meselede söylediklerinin özetidir.»

Hafız b. Kesir’in, «Onlar kendi aralarında ihtilâf içindedirler» sözü, esasen O’nun biraz önce onlardan aktardığı hususlarda, -yani gerek Ayı’n dünya göğünde, Merkür’ün ikince gökte, Venüs’ün üçüncü gökte, Güneş’n dördüncü gökte olduğu konuda, gerekse naklettiği başka konularda astronomların görüş birliği içinde olmadıklarını ortaya koymaktadır. Çünkü eğer kesin delillere dayanmış olsalardı kendi aralarında ihtilâfa düşmeyeceklerdi. Onların, bu anlatılanlar konusunda ittifak ettiklerini bir an için varsayalım; ancak bu görüş birliği de yine bir kanıta dayanmayacaktır. Çünkü onlar masum değildirler. Bilâkis masum (hatasız) görüş birliği İslâm âlimlerine mahsustur. Buna ilişkin olarak Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır: «Her asırda ümmetimden bir grup, doğru görüş üzerinde bulunacaktır.  Onlar Allah’ın yardımına mazhar olacaklardır.».

Dolayısıyla İslâm âlimleri eğer bir hüküm üzerinde –susarak değil-, kesin surette bir görüş birliği ortaya korlarsa, hiç şüphesiz onlar hak üzerindedirler. (yani bu doğru görüştür.). Çünkü onlar Allah’ın yardımına mazhar olmuşlardır. Hz. Peygamber (s), kıyamet kopuncaya kadar -her asırda, her zaman- böyle bir grubun hak yolda ve doğru görüş üzerinde bulunacağını haber vermişlerdir.

Yukarıdaki kanıtların dıştan anlaşılabilir yönüyle ifade ettiği, keza ilim erbabından birçoğunun, ya da Nesefi’nin ve Âlûsî’nin söylediği gibi çoğunluğun ortaya koyduğu görüşe göre: Güneş ve Ay da dahil olmak üzere bütün yıldızlar semanın (göğün) altında bulunmaktadırlar; onun dahilinde, herhangi bir yerde değildirler. Bu sebeple de bilinmektedir ki; yıldızlarla gök arasında –füzelerin seyredebileceği- bir boşluğun bulunuyor olmasına aykırı bir düşünce yoktur. Tabiatıyla böylece füzeler’in, gerek Ay’ın gerekse diğer yıldızların yüzeyine inmesi de mümkündür. Dolayısıyla üzerinde hükme varılabilecek şer’î bir delil bulunmadıkça bunun imkânsız olduğunu söylemek caiz değildir. Aynı şekilde doğru söylediğine ilişkin bilimsel bir kanıtı bulunmadıkça, Ay’ın ya da başka yıldızların yüzeyine ulaştığını söyleyen birini doğrulamak da yine caiz değildir. Hiç şüphe yok ki insanlar, gerek uzay, gerekse astronotlar hakkında farklı bilgilere sahiptirler. Bu nedenle, Amerika’lı astronotların Ay’a ulaştıklarına ilişkin iddialarının doğruluğunda rasathaneler veya başka araçlar yardımıyla bilgilenerek ikna olmuş bulunan kimse mazurdur. Bu konuda yeterli bilgilere sahip olamamış kimseye gelince onun kendini tutması (susması) gerekir. Ta ki yukarıda açıklanan delillere göre doğrulanması ya da yalanlanması gereken kanıtlara sahip oluncaya kadar.

Yıldızlara çıkılabileceğini doğrulayan kanıtlardan biri de Allah Teâlâ’nın, Cin Suresi’nde onlardan (bu konuya ilişkin) verdiği bilgidir. Cinlerden naklen buyuruyor ki «Gerçekten biz göğü yokladık, onu dehşetli nöbetçilerle ve ateşten kamçılarla dolu bulduk. Doğrusu biz daha önceleri orada gözetleme yerlerinde oturur konuşulanları dinlerdik. Ne var ki şimdi kim dinleyecek olursa kendisine isabet edecek bir ateşle karşılaşacaktır.»[24]

Peki, cinler göğe dokunup onu yoklayabilecek şekilde oralara kadar tırmanabilmiş ve orada oturmuş olduklarına göre, –özellikle bilim ve buluşların oldukça ilerlemiş bulunduğu bu çağda ve hatta ne insanların ne de bizzat bu buluş sahiplerinin vaktiyle böylesi bir ilerlemeyi akıllarının ucundan geçirmemelerine rağmen- insanın oraya çıkması niçin imkansız olsun?!

Şu kurulu göklere gelince onlar, kapıları ve nöbetçileri sayesinde korunmuş durumdadırlar. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi oralara ne insan, ne de cin unsurundan şeytanlar asla giremeyeceklerdir. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: «Biz göğü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise kanıtlarımızdan yüz çeviriyorlar!»[25] Ayrıca şöyle buyurmaktadır: «Biz göyüzünü o küstah şeytanların tümünden koruduk.»[26]

Sahih hadislerde rivayet olunduğu üzere Rasulullah (s), Cebrail aleyhisselâm ile birlikte göğe çıkarıldığı sırada O bile dünya göğünden ve sonraki semalardan içeriye ancak izinle alınmıştır. Tabiatıyla ondan başkaları için elbette ki izin öncelikle söz konusudur. 

Allah Teâlâ’nın Rahman Suresi’nde «Ey cin ve insan topluluğu, eğer göklerin ve yerin çapları dışından sızıp gidebilirseniz gidin; Ne var ki bunu, süper bir güç sayesinde ancak becerebilirsiniz.»[27] meâlindeki sözüne gelince, bu âyet-i Kerime, yıldızlara çıkılabileceğine ilişkin açık bir anlam taşımamaktadır. Çünkü bu âyetin açıktan anlaşılan mânâsına ve ondan önceki ve sonraki âyetlere göre, Allah Teâlâ, esasen cinler ve insanlar âleminin göklerin ve yerin çapından dışarı sızamayacaklarını açıklamayı istemiştir.

Gerek b. Cerir gerekse başka tefsir âlimleri bu âyet-i Kerime’nin yorumunda bazı ifadeler kullanmışlardır ki bunların en iyisi iki tanedir:

Birincisi şudur: Bu âyetten amaç kıyamet günüdür. Allah Teâlâ, cinler ve insanlar âlemine mensup olanların , kıyamet gününde o günün dehşetinden asla kaçamayacaklarını ifade buyurmuştur. Bin Cerir, tefsirinde bu sözü öne almış, sonraki âyette de aynen zikretmiştir ki O’nun  bu görüşü tercih ettiğini göstermektedir.

İkincisi ise âyetten amaçın bu iki âleme mensup varlıkların ölümden asla kaçamayacaklarıdır. Çünkü onların kıyamet dehşetinden kaçma imkânları bulunmadığı gibi, (ondan önce) ölümden kaçabilecek bir imkânları da yoktur. Hal böyle olunca her iki görüşe göre de (Âyet-i Kerime’de geçen «sultan» kelimesi güç yetirmek anlamına gelmektedir. İşte bu açıklamalarımızdan anlaşıldığı üzere, âyetin, yıldızlara çıkılabileceğini, ya da ilim anlamına geldiğini ileri süren kişinin delili bulunmamaktadır. Keza anlaşılmaktadır ki bu görüşler arasında kabulü uygun olan seçenek, amacın kıyamet günü olduğuna dair olandır. Böylece Allah Teâlâ, cinlerin ve insanların, o gün –ilâhî kudret karşısındaki- çaresizliklerini yüzlerine vurarak onların derdest edilmiş olduklarını, artık kaçacak hiç bir yerleri bulunmadığını söyleyeceğini bu şekilde haber vermiştir. Dolayısıyladır ki hemen ardından şöyle buyurmuştur: «-Böyle bir girişimde bulunmanız halinde- siz her iki grup üzerin de alevli bir ateş ve erimiş bakır püskürtülecektir. Hiçbir yardım da göremeyeceksiniz.»[28] Anlamı ise –doğrusunu Allah bilir- şudur: Siz her iki grup eğer o kıyamet gününde firar etmeye kalkışırsanız, üzerinize alevli ateş ve erimiş bakır salınacak, bundan korunmak ve kurtulmak için de hiçbir yardım bulamayacaksınız. Bu dünya da ise zaten hiç kimse şu kurulu göklerin çapları dışına çıkamayacaktır. Çünkü onlar, biraz önce de açıklandığı üzere nöbetçileri tarafından ve kapılarıyla korunmaktadır. Elbette ki doğrusunu ancak Allah Teâlâ bilmektedir.

Allah Teâlâ’nın salâtı, selâmı ve tebrikleri O’nun kulu ve elçisi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, âl ve ashabının üzerine olsun.

Abdulaziz bin Abdillah bin Baz
İslâm Üniversitesi Rektörü.     




Giriş


Allah’a hamd olsun. O’ndan yardım diliyor, O’ndan mağfiret diliyor, nefislerimizin şerrinden ve kötü davranışlarımızdan O’na sığınıyoruz. Allah her kimi doğru yola iletirse kimse onu saptıramaz; Allah kimi saptırırsa onun da kimse doğru yola iletemez.

Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Yedi kat gökleri direksiz ayakta tutan O’dur. Yeryüzünü kullarının yararı için dümdüz hale getirmiş ve onu direklerle (dağlarla) yerli yerine oturtmuştur. Güneş’i ve Ay’ı hizmete amade kılmıştır. İkisi de kıyamet gününe kadar dönüp duracaklardır.

Keza şahadet ederim ki Efendimiz Hz. Muhammed O’nun kulu, elçisi ve vahyinin emini, yaratıklarının en hayırlısıdır. O peygamberlerin en şereflisi ve kullara en çok öğüt verendir. Allah’ın salât ve selâmı O’nun, hayırlı yüce sahabilerinin ve kıyamete kadar izinde olanların üzerine olsun.

Bu girizgâhlardan sonra derim ki: yazarlar, akademisyenler ve öğrenciler arasında «Güneş’in hareketsiz, dünyanın ise döndüğü» yolundaki düşünce yaygınlaşınca ben bu düşüncenin aleyhinde bir makale yazdım. Bu tezin çarpıklığı ve batıl olduğuna ilişkin aklî ve naklî delilleri ve bunu ileri sürenin yanlışlığı hakkında açıklamada bulundum. Bu makalede «Güneş sabittir, hareket etmemektedir» demenin küfür ve dalâlet olduğunu açıkladım. Bu makale hicri 1385 yılında mahalli gazetelerde yayınlandı. Şeyh Muhammed Mahmud es-Savvaf bana, bu görüşümü reddettiğini ve aksine eğilim gösterdiğini içeren bir mektup gönderdi. Ben de söylemiş olduklarımın doğruluğuna ilişkin bazı kanıtları içeren bir mektupla ona özet bir cevap verdim. Bu mektupta «Güneş’in hareketsiz olduğu, yerin ise döndüğü» yolundaki kuşkuların batıl olduğunu söyledim. İkna olmadı. O da görüşlerini bazı mahalli gazetelerde yayınladı. Bunun üzerine O’na ayrıntılı şekilde reddiye yazdım. Bu reddiyem hemen yayınlandı. Amaç, ümmete öğüt mahiyetinde hak ve doğru diye inandığımızı açıklamak, Allah’ın kitabını, elçisinin sünnetini savunmak ve bu meseleye ilişkin olarak bildiklerimizi yaymaktı. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Allah, kendilerine kitap vermiş olanlardan kesin söz almıştır: Mutlak surette onu insanlara açıklayacak, ondan hiçbir şey gizlemeyeceksiniz.»[29] keza şöyle buyuruyor: «Deliller ve hidayet olarak indirdiklerimizden, insanlara biz kitapta açıkladıktan sonra kimler onları gizleyecek olursa, hem Allah hem de lânet edicilerin tümü onlara lânet edeceklerdir»[30]

Sonra bu konuda yazdıklarımı, genelin yararı için bir kitapçıkta toplamak istedim; ta ki Allah’ın dilediği okuyucular de ondan istifade etsinler. Aynı zamanda her iki makaleye de göz atanlar gerçeğin ta kendisini öğrenme imkânını bulsunlar; içinde Güneş’in mutlak suretti döndüğünü, yerin ise durgun olduğunu kanıtlayan akli ve hissi delillere muttali olabilsinler; buna aykırı konuşanların sözlerinin de batıl olduğunu bu suretle öğrenmiş olsunlar.

Bu amaçla, yerel gazetelerde yayınlanan her iki makaleyi, -onlara hiçbir şey ilave etmeden ve hiçbir şey çıkarmadan- buraya yerleştirmek istedim. Sadece ikinci makaleye, H. 429 da vefat eden Abdulkahir bin Tahir el-Bağdadi’nin el-Fark beyn’el Firak adlı eserinde naklettiği «Yerin durgun olduğuna ilişkin, ehl-i Sünnet vel-cemaatten çoğunluğun görüş birliğinden» bazı şeyler ekledim. Bunu, çok faydalıdır diye yaptım. Ve ey okuyucu! İşte sana her iki makale birden.  

Başarı Allah’tandır. O bize yeter ve ne güzel vekildir.

Yazar
Abdulaziz bin Abdillâh bin Bâz.







Allah’a hamd, Rasulullah (s)’a salât ve selâm olsun.

Sonra şunu ifade etmek istiyorum: Bu asırda, birçok yazar, müellif ve öğretim üyesi arasında, «yerin kendi etrafında döndüğü, Güneş’in ise hareketsiz olduğu» şeklinde bir kanaat yayılmış bulunmaktadır. Birçok insan tarafından da bu kanaat kabul görmüş, hakkında sorular çoğalmıştır. Dolayısıyla bu sözün batıl olduğuna ilişkin kanıtlar konusunda okuyucuyu aydınlatmak ve bu meselede gerçeği öğrenmesine yardımcı olmak üzere özet bir şeyler söylemeyi vazife saydım.

Diyorum ki; Kurân-ı Kerim, hadis-i şerif, icma (İslâm ulemasının görüş birliği) ve göz önündeki gerçek Güneş’in kendi feleğinde –Allah’ın onu amâde kıldığı şekilde- cereyan etmektedir. Yer ise sabit ve hareketsizdir. Allah Teâlâ onu yaymış, kulları için bir döşek ve beşik haline getirmiş, onu dağlar vasıtasıyla park ettirmiştir ki sarsılıp dönmesin, onların başını döndürmesin. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kâfirler görmüyorlar mı ki gökler ve yer, vaktiyle yapışıkken biz ikisini birbirinden söküp ayırdık ve bütün canlıları sudan yarattık. Onlar hâlâ mı inanmıyorlar? Yer yüzüne kazıklar (dağlar) diktik ki yer onları sarsmasın (başlarını döndüdmesin), aralarına da geniş yollar bıraktık. Göğü koruyucu bir tavan yaptık. Ne var ki onlar kanıtlarımızdan yüz çeviriyorlar. Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Hepsi (bütün gezegenler) bir uzayda yüzerler »[31] keza, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Gökleri, -gördüğünüz gibi- direksiz yükselten; sonra Arş üzerine istiva buyuran; belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ayı buyruğu altına alan; olayları yürütüp yöneten; âyetleri ayrıntılı açıklayan Allah’tır. Ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız. Yer yüzünü yayan, orada dağlar, nehirler var eden (...) O’dur.»[32] Yine şöyle buyuruyor: «Irgalanmayasınız diye yeryüzüne dağlar, nehirler ve yollar serpiştirmiştir.»[33] keza şöyle buyuruyor: «Allah, gökleri –gördüğünüz gibi- direksiz yaratmış. Sizi sarsar diye yeryüzüne kazıklar (dağlar) dikmiş; oraya her türlü canlıyı yaymıştır...»[34] keza şöyle buyuruyor: «Allah geceyi gündüze katar ve gündüzü de geceye katar; güneşi ve ayı –hizmete- âmâde etmiştir. Onların her biri belli bir süre için tur atacaklardır. Onları yöneten işte bu Rabb’iniz olan Allah’tır. Hükümranlık O’nundur.»[35] Keza şöyle buyuruyor: «Güneş kendi yörüngesinde tur atmaktadır. Bu izzetli ve her şeyi bilen Allah’ın yasasıdır. Ay için de –sonunda kuru bir hurma dalı gibi gözükeceği- konaklar belirlemişizdir. Ayın hizasına gelmek, güneş için gerekmez; gece de gündüzü geçemez. Her biri ayrı bir yörüngede tur atar.»[36] Keza şöyle buyuruyor: «Gökleri ve yeri gerçekten yaratan O’dur. Geceyi gündüze dolar; gündüzü de geceye dolar. Her biri belirli bir süreye kadar yörüngesinde tur atan güneş ve ayı, hizmete âmâde kılmıştır. Dikkat edin Aziz ve çok bağışlayıcı olan O’dur.»[37] Keza şöyle buyuruyor: «Baktığında güneşin, mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, onlara dokunmadan sol tarafından battığını; onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduklarını, görürdün...»[38] Bütün bu âyet-i kerîmeler güneşin sabit ve hareketsiz değil, bilakis döndüğünü, yerin ise sakin ve durağan olduğunu gösteren kesin birer delil ve parlayan birer burhandırlar ki Allah Teâlâ onu yüksek dağlarla kazıklamış kulları için uzatıp yaymış, onlar için bir döşek ve beşik haline getirmiştir; ta ki onun üzerinde karar kılabilsinler ve onun içinde yarattıklarından faydalanabilsinler. Bu hususta da şöyle buyuruyor: «Yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.»[39] Keza ‏şöyle buyuruyor: «Yeryüzünü sizin için durak kılan O’dur»[40] Yine şöyle buyuruyor: «Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?»[41] Bu anlamda âyetler çoktur. Allah kendilerine rahmet eylesin, İbn. Cerîr, Bağavî, İbn. Kesir, Qurtubî ve diğer tefsir âlimleri bu âyetlerin, Güneş’in hareket ettiği ve yörüngesi içinde doğup battığı, yerin ise durağan olduğu konusunda açıklamada bulunmuşlardır. Tanınmış ve güvenilir İslâm âlimleri gerek bu bapta, gerekse başka konularda işte bu şekilde Kur’an-ı Kerim’in delâlet ettiği üzere Güneş’in ve Ay’ın cereyan ettiklerini ve Allah’ın düzenlediği sisteme uygun olarak yörüngelerinde tur attıklarını, yerin ise durgun olduğunu, Allah’ın onu dağlar vasıtasıyla park ettirdiğini, dağları onun için kazıklar haline getirdiğini izah etmişlerdir. Onun için her kim ki bunun aksine iddiada bulunur, Güneş’in hareketli değil, sabit olduğunu ileri sürerse O, hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’yı ve –ne başında ne de sonunda kendisine batıl bir şey bulaşmayan- O’nun Yüce Kitabını yalanlamış olur. O kitap, hikmet sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir. «Allah’tan daha doğru söz söyleyen kim olabilir!»[42] «Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?!»[43] «De ki: siz mi daha iyi bilirsiniz, yok sa Allah mı?»[44] «Onları ne göklerin, ne de kendilerinin yaradılışında hazır bulundurdum.»[45]

Onun için her kim yukarıdaki iddiada bulunursa o, Küfre ve dalâlete saptıran bir söz söylemiş olur. Çünkü böyle bir iddia Allah-ı, Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Muhammed’i yalanlamaktadır. Böyle bir insan kâfirdir, sapıktır, saptırıcıdır; kendisine, önce tövbe teklif edilir; kabul ederse ne âlâ, yoksa kâfir ve mürted olarak öldürülür; İslâm hukukunun mürted hakkındaki yasasına göre, İlim ve iman ehli tarafından hükme bağlandığı gibi malı da (Beytülmal’e), İslâm devletinin hazinesine devredilir. Aynı zamanda bu batıl söz, Kur’an ve sünnet nasslarına aykırıdır. Gözle görülen ve duyular yardımıyla bilinen gerçeklere de aykırıdır. Böylece akıl, mantık ve gerçek karşısında küstahça direnmektir. Müslüman olsun kâfir olsun, insanlar güneşin hareket ettiğini, yerin de sabit ve hareketsiz olduğunu sürekli görüp duruyorlar. Aynı zamanda her yerleşim merkezini ve her dağı, ait olduğu yönde görüyorlar. Bunlarda hiç bir şey değişmiş değildir. Eğer ileri sürdükleri gibi yeryüzü gerçekten dönüyor olsaydı, şehirler, dağlar, ağaçlar, nehirler ve denizler yerlerinde durmayacaklardı. Ve yine insanlar batı yönünde bulunan şehir ve ülkeleri doğuda, doğudakileri de batıda göreceklerdi. Böylece insanlar için kıble değişecek, kararsız kalacaktı. Dolayısıyla özet olarak bu söz (bu iddia) uzun uzun sayılabilecek birçok yönden batıldır (geçersizdir).

Yerin döndüğünü, aynı zamanda Güneş’in de hareket ettiğini söyleyenlerin ifadesine gelince bu, Güneş’in hareketsiz olduğunu ileri sürenlerin sözünden daha anlaşılabilir kolaylıktadır; (daha akla yakındır). Ancak bu da açık bir yanlıştır ve gerek geçen âyetlere, gerekse duyumlara ve gerçeklere aykırıdır. Bu aynı zamanda Güneş’in dönmediği anlamına da gelmektedir. Halbuki Allah Teâlâ, demin zikredilen âyetlerde yerin insanları ırgalamaması için dağları diktiğini ifade buyurmaktadır. «Meyd»[46] sarsıntı, ırgalanma ve sallanma demektir. Aynı zamanda tefsir alimleri ve dilciler bu konuyu böyle işlemişlerdir. Ancak bu tezi ileri sürenin sözünde bir görüş vardır. Çünkü yerin durağan ve sabit olduğuna ve dönmediğine ilişkin deliller güneşin döndüğüne ve durgun olmadığına dair deliller kadar açık değildir. Ve çünkü yerin döndüğünü ileri sürenler öyle kanıtlar getirmişlerdir ki böyle diyenlere kâfir demekten çekinmek gerekir. Güneşin döndüğünü inkâr eden kimseye gelince (buna ilişkin delillerin çok açık olması sebebiyle) böyle birinin kâfir olduğundan şüphe yoktur. Yerin döndüğünü söyleyenlerin uyandırdığı kuşkunun sebebi şudur: Derler ki, Allah Teâlâ’nın, (engellediğini) söylediği sarsıntı yani «meyd», esasen dünyanın kendi etrafında yaptığı hareketten farklı bir olaydır. «Meyd» başka, dünyanın kendi etrafında attığı tur da başka bir harekettir. «Meyd», sarsıntı, ırgalanma ve istikrarsızlık demektir; tur ise başka bir harekettir, gizlidir ve hissedilmez. İşte bu iddia batıldır, saptırıcı bir kuşkudur. Gerek tefsir alimleri, gerekse dilbilimciler aşağıda okuyucuya nakledeceğimiz gibi «meyd»in sarsıntı, hareket ve tur demek olduğunu kaydetmişlerdir.

Bazı kimseler, aşağıdaki ayet-i Kerime’yi yorumlamışlardır.. Ayet şöyledir «Dağları görür, onları durgun sanırsın; oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler. Bu, her şeyi yerli yerinde yaratan Allah’ın sanatıdır. Gerçek şu ki O, işlediklerinizi bilir.»[47] Ayet bu kadar açıkken onu çarpık yorumlayanın sözleri onun bilgisizliğini, Allah’ın kitabı hakkındaki basiretsizliğini gerçekler hakkındaki cehaletini ortaya koyan saptırıcı bir kuşkulandırmadan ibarettir. Esasen Allah Teâlâ bu ayet-i Kerime’yi kıyamet gününü anlatmak için irad buyurmuştur. Bu ise ondan önceki ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü bundan önceki ayet de şöyledir: «Sur’a üfleneceği gün –Allah’ın diledikleri hariç-, göklerdekiler ve yerdekiler paniğe düşeceklerdir. Herkes O’nun huzuruna küçülmüş sinmiş olarak gelecektir.»[48] 
               
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ««Dağları görür, onları durgun sanırsın; oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler.»[49] önceki ayetlerden ve bu ayetlerin akışından da anlaşıldığı üzere Allah Teâalâ bununla sura üfleneceği günü işaret buyurmaktadır. Şu ayette olduğu gibi «Dağları yürüteceğimiz gün yeri çırılçıplak olarak göreceksin. Onların tümünü bir araya toplayacağız da birini bile atlamayacağız.»[50] keza şöyle buyuruyor «Dağlar hakkında sana soru yönelteceklerdir; de ki: Rabbin onları savurup darmadağın edecektir.»[51] Keza şöyle buyurmaktadır «Hiç şüphe yok ki hüküm günü vakit olarak belirlenmiştir; sura üfleneceği gün bölük bölük geleceksiniz; sema açılacak kapılar oluşacaktır; dağlar yürütülecek, serap olacaktır.»[52] bu anlamda ayetler çoktur.

Sonra (açıklamak gerekir ki dünyanın hareket ettiği yolunda yukarıda bahsi edilen) bu söz, gözlemlenen ve duyumsanan gerçeğe aykırıdır. İşte insanlar dağları bulundukları yerde görüyor; onlar hiç de yürütülmemektedirler. Mesela şu Mekke’deki Nur dağı yerinde duruyor. Ve işte Ebuqubeys Dağı, o da yerinde duruyor. Keza Medine’deki Uhud Dağı yine yerinde duruyor. Aynı şekilde dünyanın bütün dağları yerlerinde duruyorlar. Hiç biri de yürütülmemektedir. Dolayısıyla o sözü duyan her insan, onun batıl olduğunu, onu telaffuz eden kişinin sözlerinin fasit olduğunu, böyle bir kimsenin, aklını ve fikrini kullanmaktan uzak olduğunu, yönetimini aynen hayvanlar gibi başkalarının eline verdiğini anlar. Bu münasebetle, bilgimiz olmadan Allah adına bir şey söylemekten Ona sığınırız. Kabullenenleri alçaltan ve onları insanlık mertebesinden hayvanlık derekesine indiren kör taklitten de Allah’a sığınırız. Allah Teâlâ «Yeri görür onu durgun sanırsın» dememiştir ki! Bilakis «Dağları görürsün» demiştir. Şu halde Müslüman kişi âyeti, ifade etmediği bir anlama dayanarak nasıl kanıt gösterebilir?  Bu ayetle, amaçlananı açıkça kanıtlayan ayetleri, nasıl bir kenara atabilir! Çünkü tefsir alimleri arasında öteden beri uyulan temel kural şudur: ayetler birbirini açıkladığı sürece buna uymak kesinlikle gereklidir.[53] Bundan sapıp başka kurallara dayanmak doğru değildir.

Ey okuyucu ve ey gerçeği arayan kişi! İşte ben faydayı tamamlayıcı olarak sana, dilbilimcilerin ve tefsir alimlerinin konuya ilişkin, hakikatı açıklayıcı sözlerinden nakledeceğim. Allah Teâlâ istediğini doğru yola erdirir. O bize yeter ve bizim en iyi vekilimizdir.

Cewheri[54] sıhah adlı eserinde şunları kaydediyor: «made’ş-şey’u, yemîd’u meyd’en», yani şey kımıldadı. «made’til-Ağsan’u» yani dallar eğildi; «made’tir-raculu», yani adam kibirlenerek yürüdü demektir.

İbn Manzur da Lisan’ul Arab adlı eserinde «made’tiş-şey’u, yemid’u meyd’en», yanı bir şey kımıldadı, yana eğildi diye açıklama yapmıştır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: «Allah yeryüzünü yarattığında onu meyd ettirdi.» , yani onu sarstı. Fakat dağlarla onu park ettirdi. Sonra Ebu’l Abbas, yani dilcilerden Su’lebe adlı zat da «en temîde bikum»[55] ayet-i kerimesyle ilgili olarak diyor ki «Allah yeryüzüne dağları serpti ki sarsılıp sizi ırgalamasın», Yine dilcilerden Ferra diyor ki: «Arapların şöyle dediklerini duydum: Meyd şu kimselere denir ki başları döner.». Kamusta da şöyle diyor: «Mad’e yemîd’u meyd’en ve meyedan’en, yani sarsıldı ve yan yattı.»    

      Müfessirlerin şeyhi İmam Ebu Cafer bin Cerîr de Ra’d Suresi’nde geçen [«Allah güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır, onların her biri belli bir süre tur atacaklardır.»[56] mealindeki ayet-i kerime ile ilgili olarak aynen şunları kaydediyor: “Güneşi ve ayı –kullarının faydası için- gökte âmâde kılmıştır. Yarattıklarının faydası için onları zelil kılmıştır, ta ki onların turları sayesinde senelerin sayısını ve hesap yapmasını bilsinler. Böylece gece ile gündüzün arası da ayrılmıştır.”

“Ayet-i Kerime’de, «Her biri belli bir süre tur atacaktır.» mealindeki sözlerin anlamı şudur: Onların her biri, beli bir süre semada dönüp duracaktır. Yani Allah tarafından bilinen bir vadeye kadar döneceklerdir. O vade de dünyanın son bulacağı, kıyametin kopacağı zamandır, ki güneşin harareti o zaman yok olur; ay kararır ve yıldızlar söner”

Yazar, daha sonra Allah Teâlâ’nın «Yeryüzünü uzatan ve içine dağlar ve nehirler koyan » meâlindeki sözlerine ilişkin olarak aynen şunları kaydediyor:

“Allah ki O’nun zikri yücedir, “yeryüzünü uzatan Allah’tır” buyuruyor. Gerçekte O, yeryüzünü enine boyuna yaymış bulunmaktadır. “onun içine dağlar koymuştur” meâlindeki ilâhî sözde O şunu buyurmuştur: yer üzerine sabit (kımıldamaz) dağlar dikmiştir. Âyette dağlar anlamına kullanılan “rawâsî” kelimesi “rasiye” nin çoğuludur. Ravasî, sabit duranlar, kımıldamayanlar demektir. Bu cümleden olarak Arapça “Ersey’tu-l-Wetid’e” denir ki bunun anlamı çadırın kazığını çaktım demektir. Şair de bu meâlde “cariye, sanki onun kazığını taşla çakmış” diyerek “erset’hu” fiilini, “onu sabitleştirdi anlamında kullanmıştır.”

Allah O’na rahmet eylesin, Nahl Suresi’nde “sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar serpiştirmiştir” meâlindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken aynen diyor ki:

“Ey insanlar! Yüce Allah’ın size ihsan buyurduğu nimetlerden biri de O’nun yeryüzüne dağları serpiştirmiş olmasıdır. Âyette geçen “rawâsî”, “rasiye” nin çoğuludur. O da yerin üzerinde sabit duran dağlardır. Âyette geçen “En temîd’e bikum”, (ki sizi sarsmasın), aslında “en lâ temid’e bikum”,(sizi sarsmasın diye) anlamına gelmektedir.”

Allah’ın şu buyruğunda da aynı özellik vardır: “Yubeyyinullah’u lekum en tadıllû” yani “En lâ tadıllû” demektir.

Özet olarak Allah Teâlâ, dağları yer üzerine dikmiştir ki onun sırtı üzerinde bulunan yaratıkları sarsılmasın. Çünkü dağlar dikilmeden önce ırgalanıp dururdu. (yazar bundan sonra bazı bilgiler daha aktarıyor ve diyor ki) “Meyd”, çalkantı ve o yana bu yana yalpa yapmak demektir. Örneğin, Arapça “Madet’is-sefîne’tu, temîd’u meyd’en” demek, gemi, üzerindekilerle çalkalandı ve yana meyletti, anlamına gelir. Bu cümleden olarak gemi yolcusunun uğradığı baş dönmesine de Arapça’da yine “Meyd” denilmiştir]

Bin Cerîr de –Allah rahmet eylesin- Yasîn Suresi’nde geçen «Wa kul’lun fi Felek’in Yesbehûn» (Hepsi bir boşlukta yüzerler) âyet-i kerimesine şöyle anlam veriyor:

[“Güneş, ay, gece ve gündüz diye sözünü ettiklerimizin hepsi bir felekte yüzerler”

Bağawî de –Allah rahmet eylesin- Nahl Suresi’nde geçen «Sarsılmayasınız diye yeryüzüne dağlar dikmiştir.» meâlindeki âyeti aynen şöyle açıklamaktadır.

Meyd etmesin, yani kımıldamasın. «Meyd» sallantıdır, o yana bu yana sarsılıp durmaktır. Bu cümleden olarak gemi yolcusunun çarpıldığı baş dönmesine «Meyd» denilmiştir.”

Müfessir, Enbiya Suresi’nde geçen «Hepsi bir felekte yüzerler» âyet-ı kerimesi için de şunları kaydediyor:

«Yüzerler, yani hareket ederler; suda yüzen gibi hızla yol alırlar. İbn Kesir de -Allah rahmet eylesin-, Enbiya Suresi’nde geçen “Yer yüzünde dağlar peyda ettik” meâlindeki âyet için şunları kaydediyor:»

«”Yani, yeryüzünde dağlar dikmiştir, yeri onlar sayesinde park ettirmiş, yerleştirmiş ve ağırlaştırmıştır; ta ki insanları ırgalayıp durmasın; sallanıp sarsılmasın;” Çünkü böyle olursa insanlar yer yüzünde karar kılamaz (düzgün ve rahat duramazlar»

Müfessir bu şekilde sözlerini sürdürerek, nihayet, «geceyi ve gündüzü O yaratmıştır» âyet-i kerimesi için de şunları söylüyor:

«Geceyi, karanlığı ve durgunluğu ile; gündüzü de ışığı ve teselli edici özelliği ile O yaratmıştır. Bazen uzar, bazen kısalır; onun da tersine gece uzar ve kısalır.»

«Keza Güneş ve Ay... Birinin kendine has nuru ve kendine ait yörüngesi, belli bir süresi, hareketi ve özel bir seyri vardır; öbürünün de yine bir nuru, yörüngesi ve seyri vardır. Başka bir takdir de şudur: hepsi bir boşlukta yüzerler. Yani tur atarlar. Yasîn Suresi’nde geçen «Hepsi bir boşlukta yüzerler» meâlindeki âyet-i kerime’ye ilişkin olarak diyor ki, yani gece, gündüz, Güneş ve Ay hepsi gök boşluğunda dönüp dururlar. İbn Abbas, İkrime, Dahhak, Hasan, Katade ve Ata’ul Horosanî böyle demişlerdir.»

«Qurtubî, -Allah rahmet eylesin- Ra’d Suresi’nde geçen “Güneş’i ve Ay’ı hizmete amâde kılmıştır.” meâlindeki âyet-i kerimeye ilişkin olarak şunları kaydediyor: “yani onları, yaratıklarının ve kullarının faydası için emre boyun eğer hale getirmiştir. Aslında her yaratığın boynu, yaratıcının karşısında eğiktir.»

«”Her biri, belli bir süre için dönüp durur”. Yani malum bir sürenin sonuna kadar tur atar. O da dünyanın yok olacağı, Güneş’in, hararetini kaybedeceği, ayın kararacağı, yıldızların söneceği ve patır patır döküleceği gündür. İbn Abbas –Allah’ın rızası O’nun üzerine olsun- buyuruyor ki: ayette geçen “ecel” sözcüğünden, Allah Teâlâ, Güneş’in ve Ay’ın derecelerini ve ötesine geçemeyecekleri menzillerini amaçlamıştır. Bir görüşte de denmiştir ki âyette geçen “ecel-i müsemma”’nın anlamı şudur: Ay yörüngesini bir Ay zarfında, Güneş ise bir yılda tamamlar.

«”Yeri uzatan da odur.” meâlindeki âyetin açıklamasında ise aynen şunları ifade ediyor: Allah Teâlâ, gökler hakkındaki âyetleri beyan ettikten sonra bu kez yerle ilgili olan ayetleri beyan etmiştir. Yani yeryüzünü enine boyuna yaymış, onun üzerine (rawâsî), yani sabit ve kımıldamaz dağlar dikmiştir. (Rawâsî)’nin tekili “râsiye”’dir. Çünkü yer onunla rüsû kazanır. Yani sabitlenir, kımıldamaz hale gelir. “irsa” sübût demektir.»

Cahiliye şairlerinden Antere bin Şeddâd (bu kelimeyi bir beytinde kullanarak) şöyle diyor:

«Bilerek özgürce sabrettin
Korkağın nefsi çekince rüsû edersin»[57]

Sonra yazar diyor ki:
«Gerek Müslümanlar, gerekse ehl-i kitab, yerin durgun ve düz olduğunu, ancak normalde bir depremle sallandığını söylemişlerdir.»

Qurtubî, Enbiya Suresi’nde geçen «Yerin üzerinde rawâsîler peyda ettik» ayet-i kerimesinin açıklamasında diyor ki:

«Rawâsî sabit dağlar demektir. Ta ki yeryüzü hareketlenip sizi sarsmasın ve üzerinde istikrar mümkün olsun bunu, Kûfe Ekolüne mensup alimler söylemişlerdir. Basra Ekölüne bağlı müfessirler ise “onları sarsmak istemediği için” şeklinde bir yorum getirmişlerdir. “Meyd” hareket ve deveran demektir. Örneğin “Mad’e re’suhu” başı döndü demektir.

Nihayet «geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur; hepsi bir boşlukta yüzerler» meâlindeki ilâhî sözü tefsir ederken müfessir şöyle diyor:

«Geceyi yaratmıştır ki onlar sükûnet bulsunlar. Gündüzü de yaratmıştır ki geçimleri için uğraşsınlar. Böylece onlara başka bir nimeti hatırlatmaktadır. Güneş ve ay derken, Güneş’i gündüz için bir âyet, Ay’ı da gece için bir âyet yapmıştır, ta ki ayların ve yılların hesabı bilinsin. Bütün bunlar, yani Güneş, Ay, yıldızlar, galaksiler, gece ve gündüz bu boşlukta yüzerler. Yani hareket ederler, suda yüzen gibi süratle mesafe alırlar.»

«Doğruların en doğrusu olan Allah Tâlâ buyuruyor ki “Was-Sabihat’i Sebhan”, yani yüzdükçe yüzenlere and olsun! Çünkü koşarken ön ayaklarını ileri doğru fırlatan at için “sâbih”, yani “yüzücü” denir.»

Müfessir –Allah rahmet eylesin- Yasin Suresi’nde “Hepsi bir boşlukta yüzerler” mealindeki ayet-i kerimesini tefsir ederken de diyor ki:

«Bunlar, yani Güneş, Ay ve yıldızlar cereyan ederler. Ya da söylendiği üzere dönerler. Fiil burada “Yesbahûn” şeklinde gelmemiştir. Çünkü sözü edilen Güneş, Ay vs. akıllılara mahsus fiillerle nitelenmişlerdir».

Allah rahmet eylesin, Şevkânî de Nahl suresi’nde geçen «Yeryüzüne zirveler  dikmiş ki sizi sarsmasın» mealindeki ayet-i kerimenin, Basra Ekolü mensuplarının dediği üzere «sizi sarsmasını istemediği için»; ya da Kûfe Ekolü mensuplarının ileri sürdüğü üzere «ki sizi sarsmasın» anlamlarına gelebildiğini tefsirinde ifade etmiştir.

Ona göre de «meyd», sağa sola sallanmak demektir. Arapça «meyd’eş-şey’u yemîd’u meyd’en», hareket etti demektir. «Mâd’et-il-ağsan’u», dallar meyletti anlamına gelir. «Mâd’er-racul’u», havalı yürüdü demektir.

Enbiya Suresi’nde geçen «yeryüzüne dağlar diktik ki» sizi sarsmasın mealindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken de şunları söylüyor: «meyd» hareket ve deveran demektir. Bu tabirde ayet, “yeryüzü hareket ederek onları döndürüp durmasın”; ya da “böyle olmasını istemediğim için” dağları diktik demektir.

Bütün bunlar biraz önce –Allah rahmet eylesin- Qurtubî’den aktardıklarımıza uymaktadır.

Allah rahmet eylesin, İbn Kayyım da Miftâh’u Dâr’is-Saâdeh adlı eserinin bir faslında şunları kaydetmektedir: 

«Sonra iyi düşün ki, Allah Teâlâ bugünkü durumuyla yeryüzünü –hayvan, bitki ve eşya için durgun ve sakin bir beşik olarak- yaratmıştır; ta ki hayvanlar ve insanlar onun üzerinde amaçları için yürüyebilsin; rahat etmek için üzerinde oturabilsin; sükûnet bulmak için üzerinde uyuyabilsinler; onun üzerinde işlerini yapabilsinler. Eğer yeryüzü sallantılı olsaydı, bir oyana bir buyana inip kalksaydı, üzerinde ne durabilir, ne de rahat edebilirlerdi. Üzerinde hiçbir bina sabit duramazdı; insanlar onun üzerinde hiçbir sanat icra edemezlerdi, hiçbir ticaret yapamazlardı, çift süremezlerdi, hiçbir faydalı iş yapamazlardı. Eğer yeryüzü onların altında titreyip dursaydı, üzerinde hayatın keyfini nasıl çıkarabilirlerdi? Birazcık devam eden deprem durumunda insanların başına geleni bir düşünüver; nasıl da evlerini terk edip kaçarlar. İşte Allah Teâlâ bu noktaya dikkat çekerek buyurmuştur ki “yeryüzüne zirveler dikmiştir ki sizi sallayıp durmasın”. Ayrıca şöyle buyurmuştur “Allah, yeryüzünü sizin için bir karargâh kılmıştır”; “Allah, yeryüzünü size (mehd) beşik yapmıştır” başka bir kıraatta da “mihad’en” diye geçer. Gerek Tirmizî’nin Cami’ adlı kitabında, gerekse başka kaynaklarda İmam Enes bin Malik’den rivayet olunan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah Tâlâ, yeryüzünü yaratınca, önceleri  sallanmaya başladı. Ondan sonra dağları yarattı. Bunun üzerine melekler dağların şiddetini görünce hayret ettiler ve dediler ki:”»

«Allah’ım, mahlûkatın arasında dağlardan daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, demirdir, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında demirden daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, ateştir, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında ateşten daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, rüzgârdır, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında rüzgârdan daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, Âdemoğludur, çünkü sağ eliyle iyilik yapar, -riyadan kaçınmak için- onu sol elinden gizler, diye cevap verdi.»

Allah rahmet buyursun, ibn Kayyım Miftâh’u Dâr’is-Saâdeh adlı eserinde diyor ki: «Güneş’in dünya üzerine doğması olayına bir ibret gözüyle bak, Aziz ve Alîm olan Allah’ın bu olayı nasıl takdir buyurduğunu düşün. Eğer Güneş semanın herhangi bir yerinde doğduktan sonra orada kımıldamadan dursaydı, ışınları birçok yere ulaşmayacaktı. Çünkü yerkürenin bir yanına ait gölgesi, güneşin, onun öbür yanına ışınlarını ulaştırmasına engeldir. İşte bu durumda Güneşi görmeyen yüzey ebediyyen karanlıkta kalacaktı; güneşi gören yüzey de ebediyyen gündüz olarak devam edecekti. Her iki tarafta yaşayanlar da fesada ve zarara uğrayacaklardı. Onun için ilâhî hikmetin ve rabbanî inayetin gereği olarak Güneş, günün ilk anında doğudan doğarak ilerisindeki bölgeyi batı ufkundan itibaren aydınlatır. Ondan sonra da peyderpey dünya yüzeyini aydınlatarak batı ufkuna doğru ilerler. Böylece günün ilk saatlerinden itibaren –gece aydınlatmadığı- yerleri aydınlatmış olur. Bu suretle de dünyanın muhtelif yerlerinde bulunan insanlar farklı saatlerde geceler ve gündüzlerler. İşleri de bu disipline göre bir düzene girmiş olur. Dolayısıyla eğer alimlerin bu konuda şimdiye kadar söyleyip anlattıklarını aktaracak olursak söz çok uzayacak ve özet olmaktan çıkacaktır. Umarım bu söylediklerimiz yeterli olacak ve hakkı savunanları ikna edici bulunacaktır. Doğru yola erdiren ise Allah Taâlâ’dır. Şeriatine sarılabilmemiz için Ondan bizi ve tüm müslümanları başarıya ulaştırmasını, bize bilgi ihsan buyurmasını, şeriata aykırı olandan yüz çevirmemize yardımcı olmasını, hakkı hak olarak bize gösterip ona uymamız için lütufta bulunmasını, batılı da bize batıl gösterim ondan korunmamız için yardım buyurmasını diliyoruz. O cömert ve kerîmdir. Allah’ın salât ve selamı O’nun kulu ve elçisi Hz. Muhammed’in üzerine olsun»

Medine-i Münevere, İslâmî İlimler Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Abdülaziz b. Abdillah bin. Bâz.


***



Güneş’in hareketli, yerin ise sabit olduğuna ilişkin, geçen makalem hakkında Kardeş Muhemmed Mahmud es-Sawwaf’ın yazdıkları üzerine bir kritik.



Allah’a hamd olsun. Salat ve selam Rasulullah’ın ve O’nun Âl ve ashabının üzerine olsun.

Bu girişten sonra derim ki:

Güneş’in hareketli, yerin ise sabit olduğuna ilişkin makalemin hicri 1385 yılı Ramazan ayında mahalli gazetelerde yayınlanması üzerine kardeşim Muhterem Şeyh Mahmud Muhammed es-Sawwaf’’ın bu makale hakkındaki yorumunu içeren ve «Davet» Gazetesi’nin hicri 1386 yılı 10/2, 17/2 ve 24/2 sayılarında yayınlanan, bana yönelik hitabını okudum.

Gazetelerde yayınlanmadan önce, Muhterem Beyefendi, makalesini bana göndermişti. Ona özet bir cevap verdim. Fakat O’nun makalesi sözü edilen gazetede yayınlanınca, okuyucuların aydınlanması için cevabın da ayrıntılı olarak yine gazetede yayınlanmasını, delillerin açıklanmasını, şüpheli yerlerinin ortaya serilmesini uygun gördüm. Başında da sonunda da bu yazıdan amaç, kanıtlarıyla birlikte gerçeği açıklamak ve gerçeğe aykırı olan şeyi de çürütmektir. Bunu bildiğimiz naklî deliller ışığında açıklayarak boynumuza borç olan nasihat ve tebliği yerine getirmek için yaptım. Başarıyı ihsan eden Allah Teala’dır.

Söz konusu mektubu baştan sona kadar inceledim. Güneş’in hareketli fakat yerin sabit ve sakin olduğu gerçeğinin kardeş Mahmud Muhammed es-Sawwaf gibi biri tarafından bilinmemesine çok şaşırdım. Bu gerçeğe ve o açık delillerine rağmen O’nun bunu kabul etmekten kendini engellemesine hayret ettim. Hiç şüphe yok ki bu olay, -rızıklarını aralarında taksim ettiği gibi, ilimlerini, kavrayış güçlerini ve huylarını da aralarında taksim buyuran- Allah Teâlâ’nın ayetlerindendir. Bu ise Onun birliği’nin, kemalinin, hikmetinin, ilim ve kudretinin delillerindendir. O’ndan başka ilah yoktur.

Değerli okuyuculara, önce kardeş Sawwaf’ın konuya ilişkin sözlerini aktaracağım; ondan sonra gerçeği ortaya koyacak, şüpheyi giderecek, kitap ve sünnet ışığında, duyular ve duygular yardımıyla delillere dayanarak meseleyi açıklayacak eleştirilerimi yazmak istiyorum.

Bütün bunlara ek olarak, ayrıca İslam alimlerinden, Arap dilcilerinden, Müslüman astronom ve fizikçilerden, ayrıca başkalardan da yapacağım alıntılarla konuya açıklık getirmek istiyorum. Sonra Allah izin verirse bunu makalenin içeriğine  ilişkin bir özetle sonuçlandıracağım. Beni, kardeşim Sawwaf’ı ve bütün Müslüman kardeşlerimizi söz ve amelde isabet kaydetmeleri için başarıya ulaştırmasını Allah’tan diliyorum. Keza hepimizi, nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüklerinden, bilgisizce O’nun adına konuşmaktan bizi korumasını diliyorum. O, buna kadirdir. O bize yeterdir ve bizim en iyi vekilimizdir. O istemeden hiçbir şey asla değişemez ve hiçbir güç Ona karşı direnemez.  O, yüceler yücesidir; O azametlidir.      

Şeyh Sawwaf, mektubunun başında aynen şunları söylüyor:

«Senin, “Güneş hareket ediyor. Yer ise sabittir” başlığı altındaki değerli makaleni okudum. Aynı zamanda bu makalenin ilim çevrelerinde ve kültürel topluluklar arasında  kopardığı büyük gürültüyü de gördüm. Bu makale, kulislerin, gelen gidenin dedikodusu haline geldi. Kimisi onu kabul etti, kimisi de reddetti. Aslında makalenin konusunda bir gariplik yoktur. Bu hususta eskiden de ihtilaf vardı, şimdi de vardır. Fakat gürültünün kopmasına neden olan şey, makalede ileri sürülen tekfir, sapıklıkla suçlama ve insanların riddetine (İslam’dan çıktıklarına ilişkin verilen hükümdür. Çünkü –Allah seni korusun- bazı deliller ileri sürdükten sonra diyorsun ki:»

“İşte tananmış ve güvenilir İslam alimleri  ve de başkaları bu konuda Kura’n-ı Kerim’in delalet ettiği üzere Güneş’in ve Ay’ın Cenabı Hak tarafından düzenlendiği gibi kendi yörüngelerinde tur attıklarını, yerin ise durgun olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah onu dağlar sayesinde park ettirmiş, durdurmuştur. Dağları onun için kazıklar haline getirmiştir. Şu halde her kim ki bunun tersini söyler, yani Güneş’in sabit olduğunu, hareket etmediğini ileri sürerse o kişi (haşa!) Allah Teâlâ’yı, ayrıca, –ne başından, ne de sonundan, batılın asla kendisine yanaşmadığı, Hakîm ve Hamîd olan Allah katından inmiş Kur’an-ı Kerim’i yalanlamış olur.” Sonra –Allah seni korusun- yine diyorsun ki:»

«“Kim bu sözü söylerse o, küfre girmiş, dalalete sapmış olur. Çünkü bu, Allah Teâlâ’yı, Kur’an-ı Kerim’i ve Hazreti Rasulullah’ı yalanlamaktır vesair...” Kardeşim! İşte gürültü buradan koptu. Öyle ki ilim ufkunda bir toz bulutu meydana getirdi. Bunun bize faydası da olmadı. Bu fetva, özellikle milyonlarca genci ve çağımızda İslam’a gönül vermiş insanları çarptı. Çünkü bunlar günümüzde bu gibi görüşlerin artık bilimsel olarak kanıtlanmış bulunduğuna inanmaktadırlar. O kadar ki, bu konuda iki kişi bile artık tartışmamaktadır. Öyle ise bu, kesin bir şekilde nasıl reddedilebilir; böyle diyen kişi nasıl kâfirlikle suçlanabilir, nasıl mürted olduğuna, malının ve canının mübah olduğuna nasıl hükmedilebilir?!  Evet gerçek şudur ki: sizin de makalenizde ifade ettiğiniz gibi, Allah Teâlâ’yı, Rasulünü ve kitabını yalanlayan kimse kâfirdir, mürteddir, suçlu ve günahkârdır; ben de bunu aynen söylüyorum ve diyorum ki Allah’ın gazabı ve laneti kıyamet gününe kadar bu tip insanın üzerine olsun!!! Fakat “yerin hareket ettiğini ve Allah’ın takdiri ile Güneş’in etrafında tur attığını; Güneşin ise sabit, ancak yine Allah’ın emriyle kendi ekseni etrafında dönüp durduğunu” söyleyen kişi acaba Allah’ı, Rasûlü’nü ve Kitabını yalanlayıcı olur mu ki böyle bir kimsenin riddetine ve küfrüne hükmedilebilsin? İşte ben burada duraksıyorum; bu gibi hükümlerde acele etmek istemiyorum. Çünkü bu gibi meseleler için, en azından zannî’dir (yani sanaldır) kesin değildir demek gerekir. Bu konularda durmak (herhangi bir hüküm vermemek), meseleyi Yüce ve Kudretli olan Allah Teâlâ’ya havale etmek daha güvenli olur. Fakat görüyorum ki biraz sabretmeniz gerekirken bu meselede acele etmişsiniz. Sevgili kardeşim, yüce ilminiz ve üstünlüğünüz gözönünde bulundurulursa yorum yapmakta kurduluş var idi.» Sawwaf’ın sözleri burada bitiyor.

Cevabına gelince şöyle denebilir:

Hiç şüphesiz Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’i, insanlara helâl, haram, küfür, iman hak ve batıl konusunda inen emirleri açıklamak için göndermiştir. Onlara neyi helâl neyi haram kıldığını beyan etmiştir. Onlara, imanın ilkelerini, neyin küfre, neyin nifaka sebep olduğunu açıklamıştır. Oun için bilgi sahibi olan kimselere gereken şey, insanlara dinleri konusunda, kafalarını karıştıran meseleleri açıklamak, kanıtlarıyla birlikte gerçeği izah etmek, muhalif olanları reddetmek ve şüphesini ortaya sermek suretiyle Hz. Peygamber’in yolunda yürümektir; «ta ki mahvolan kimse, niçin böyle bir sonla karşılaştığını bizzat kanıtı ile birlikte bilsin, aynı zamanda yaşayan insan da neden yaşamayı başardığını yine kanıtıyla bilsin.» [58]

Halk arasında, kültürel çevrelerde ve başka yerlerde «Güneş’in sabit, yerin ise dönüp durduğu» kanaati yaygınlık gösterince benim gibi birinin bu meselede, gerçeği delilleriyle birlikte açıklamasının zorunlu olduğunu gördüm. Ta ki gençlerimiz bu konuda bilgilensin, aydınlansınlar. Ancak ben, ne yerin dönüp durduğunu söyleyen bir kimseyi tekfir ettim, ne de Güneş’in kendi etrafında döndüğünü söyleyeni... Ben sadece Güneşin sabit olduğunu, hareket etmediğini söyleyenlerin kâfir olduğunu açıkladım. Geçen makalede mevcut olan işte budur. Tabiatıyla böyle konuşanın –Kitaba göre de Rasulullah’ın sünnetine göre de- küfrü apaçıktır. Çünkü Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Güneş, kendisine ait bir istikrargâhta cereyan etmektedir.» İbn Mes’ûd ve bir topluluk «limustekarr’in leh’a» yerine «Lâ müstekarre leh’a» şeklinde bu ayet-i kerimeyi okumuşlardır. Cenâb-ı Hak kitabının birden çok yerinde «Allah Güneş’i ve Ay’ı hizmete amâde kılmıştır, her biri belli bir vadeye kadar cereyan edip durur.» buyurmuştur. Şu halde «Güneş sabittir, hareket etmiyor» diyen insan, açık bir şekilde Allah Teâlâ’yı yalanlayıcı söz söylemiş, O’na itiraz etmiş olur. Aynı zamanda Allah’ın, kullarını üzerinde yaratmış bulunduğu fıtratı, insanların gözleriyle gördüğü gerçekleri de yalanlamış olur. İşte bu son derece önemli meselede nakil, fıtrat ve insanların bizzat gözlemleri gibi kesin deliler bir araya gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bunu inkâr eden kimse nasıl kâfir olmaz?!!

Ancak, «Güneş, kendi ekseni etrafında dönmektedir; bununla birlikte değirmen taşı gibi, ya da tavanda asılı bir vantilatör gibi  belli bir yerde sabittir» şeklindeki söze gelince, -bunun batıl ve yanlış olduğuna inanıyor olmakla birlikte- ben makalede bu noktaya ne olumsuz, ne de olumlu bir şekilde hiç dokunmadım. Böyle bir söz söyleyenin kâfir olduğuna ilişkin bir ifade de kullanmadım. Böyle bir söz, aziz Kitab’ın açık anlamlarına, ve sahih sünnete, ayrıca gözle müşahedeye aykırı olmasına ve Allah Teâlâ’nın sözlerini kayda bağlıyor olmasına rağmen, ben hiçbir itirazda bulunmadım. Allah Teâlâ, «Tecrî» (yani cereyan etmektedir) diyor, o ise «sabittir, fakat kendi ekseni etrafında dönmektedir» diyor. Bu ne kadar büyük bir hatadır ve Hz. Peygamber’in sözlerine ne kadar da aykırıdır! Peki Allah’ın sözlerini bu şekilde kayda bağlamın ne gereği vardır! Dört mevsime göre, menzillerinin değişikliği hasebiyle Güneş, farklı şekilde doğudan batıya ilerlerken insanlar bu olayı gözleriyle gördükleri halde yukarıdaki sözü söylemenin sebebi nedir?! «Cery» kelimesi Arapça’da mutlaktır ve seyir anlamına, yani bir mekândan öbürüne intikal anlamına gelir. Allah Teâlâ’nın şu ayet-i kerimede buyurduğu gibi: «Nuh (a.s.)dedi ki:»

«-İçine binin, onun yüzmesi de demir atıp durması da –ancak- Allah’ın adıyla mümkündür. Şüphesiz Rabb’im mağfiret edici ve çok merhametlidir. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu»[59] Bu ayet-i kerimede Allah Teâlâ, «cery» kelimesini «irsâ’» kelimesine karşıt olarak zikretmiştir. «irsâ’» sübut ve istikrardır (yani durgunluk ve karar kılmaktır); «cery» ise seyir ve intikaldır. İşte yeryüzü durdurulmuştur, sabittir; Güneş ise cereyan etmektedir, seyredip bir menzilden öbürüne, bir burçtan ötekisine intikal edip durur.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Onda iki çeşme vardır ki, ikisi de cereyan ederler»[60] (yani akarlar). Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: «Karada da denizde de sizi yürüten O’dur. Ta ki siz geminin içinde bulunup, gemi de tatlı bir rüzgârla cereyan ederek sizi götürmekte iken neşelenirsiniz; oysa ansızın bir fırtına kopar ve her taraftan dalgalar sizi sarar»

Sahih hadisler içinde Hz. Peygamber’den şu sözler rivayet edilmiştir: «Şeytan, Âdemoğlun’da, kan mecrasında cereyan eder».[61] Vantilatör, değirmen ve benzeri şeylerin cereyan etmesine gelince, bunlar özel bir turdur, mutlak cereyan değildir. Onun için bu iki şey arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Çünkü gerçekte vantilatör kendi yerinde sabittir. Onun aynı yerde gözlenmesi süreklidir. Değirmen taşı da öyledir.  Eğer Güneş de seyrinde vantilatör ve değirmen taşı gibi olsaydı bölgelere ve ülkelere göre gece ve gündüz değişmeyecekti. Gece ve gündüz tekdüze kalacaktı. Halbuki Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar».[62] Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurur: «Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüz arasındaki farkta akıl sahibi olanlar için çarpıcı ibretler vardır»[63]. Daha birçok ayet-i kerimede de Allah Teâlâ, gece ile gündüz arasındaki farkın, ibret verici çok büyük hadiseler olduğunu, bunun da O’nun rububiyetini, birliğini ve üstün kudretini ispat ettiğini kullarına anlatmaktadır.
Eğer gerçekten Güneş durgun olsaydı, dört mevsim diye bir şey olmayacaktı. Vakit, her ülkede değişmeden aynı olacaktı. Halbuki gerçek bunun tam tersidir. Keza eğer Güneş sabit olsaydı, Allah Teâlâ, ona mahsus birçok doğuş ve batış noktaları bulunduğunu haber vermeyecekti. Bilakis onun bir tek doğuş ve bir tek batış noktası olacaktı. Allah Teâlâ yüce kitabında «İki maşrıkın ve iki mağribin Rabbi»[64] buyuruyor. Keza başka bir ayet-i kerimede de «Maşrıkların ve mağriplerin Rabbi’ne yemin ederim»[65] buyuruyor; başka bir ayet-i kerimede yine «Maşrıkın ve mağribin Rabbi O’dur; Ondan başka ilâh yoktur; Onu vekil edininiz.»[66] buyuruyor.

Allah rahmet eylesin, Hâfiz bin Kesir, Rahman Suresi’nde geçen «İki maşrıkın ve iki mağribin Rabbi» mealindeki ayet-i kerimenin tefsirinde aynen şunları söylemektedir:

«Bu, yazın ve kışın iki doğuş noktası ile yazın ve kışın iki batış noktasıdır. Başka bir ayette de, “Maşrıkların ve mağriplerin Rabbi’ne yemin ederim” buyurmuştur. Bu, da Güneş’in farklı noktalardan ve her gün değişik yerden doğarak insanlara gözükmesi sebebiyledir. Başka bir ayet-i kerimede de “Maşrıkın ve mağribin Rabbi O’dur; Ondan başka ilâh yoktur; Onu vekil edininiz” buyurmuştur. Bundan amaç ise maşrık ve mağribin cinsidir.» Allah’ın rahmetine nail olsun, İbn Kesir’in sözü böylece sona ermektedir.

Gerek İbn Hacer, Bağawî ve Qurtubî gibi O’nun emsali olan tefsir alimleri, gerekse başkaları bu üç ayet-i kerimenin tefsirinde işte böyle demişlerdir. Onun için ey okuyucu, biraz düşün bak bakalım bu manalar, «Güneş, değirmen ve vantilatör gibi sabittir» şeklindeki sözlere hiç uyuyor mu!  İlim arayan kişi işte bunu düşünürse yukarıdaki sözün batıl olduğu anlar; Güneş’in cereyan ettiğini, yol aldığını, menzilden menzile, doğuş ve batış noktalarına intikal ettiğini kesin surette bilmiş olur. İşte bu o mutlak cereyandır ki Allah Teâlâ, elçisi Hz. Muhammed’in lisanıyla muhkem kitabında onu nitelemiştir. Kaza Ebu Zer (r) rivayet ettiği bir hadiste şunu anlatıyor, diyor ki:

«Ben Hz. Peygamber’le birlikte Güneş’in batışı sırasında mescitte idim. Buyurdular ki:»

«- Ey Eba Zer! Güneş’in nereye battığını biliyor musun? Ben,»

«- Allah ve Rasulü bilir, diye cevap verdim. Bunun üzerine şöyle buyurdular:»

«-O, Arşın altında secde edinceye kadar gider. Allah Teâlâ’nın –Güneş için bir istikrargâh vardır- dediği, bunu anlatmaktadır”»

«Başka bir hadiste yine Ebu Zer’den şöyle rivayet edilmektedir: Güneş’in batmakta olduğu bir sırada Hz. Peygamber bana»

«- Onun nereye gittiğini bilir misin? Diye sordu.»

«- Allah ve Rasulü bilir, diye cevap verdim. Buyurdu ki,»

«- O, Arş’ın altına secde etmek için gidiyor, orada izin istiyor, kendisine izin veriliyor, ancak secde edince bir gün secdesi kabul edilmeyebilir. İzin almak isterken ona izin verilmeyebilir. İşte o zaman kendisine,»

«- Haydi nereden geldiysen şimdi oraya git, diye emredilir. O zaman battığı yerden doğar. İşte Allah Teâlâ’nın “Güneş, kendisine ait durağa doğru akmaktadır; O Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.” Mealindeki ayet-i kerimenin anlamı budur. »

«Bu da Buhari’nin sözüdür; Sahih-i Müslim’de de geçer. Yine Ebu Zer’den rivayet olunur. Diyor ki: bir gün Hz. Peygamber,»

«- Güneş’in nereye gittiğini biliyor musunuz, diye sordu. Hazır bulunanlar,»

«- Allah ve Rasulü bilir, diye cevap verdiler. Bunun üzerine şöyle buyurdu:»

«Şu var ya, Arş’ın altında karar kıldığı yere kadar gider. Orada secdeye kapanır. Kendisine,»

«- Haydi yüksel ve geldiğin yere dön, deninceye kadar öylece secdede kalır. Bunun üzerine döner ve tekrar doğmakta olduğu noktadan doğar. Sonra görüldüğü üzere seyrine devam eder. Bu nedenle insanlar onun hareketini garipsemezler; ta ki Arşın altında bulunan istikrargâhına gidinceye kadar. Orada yine kendisine »

«- Haydi kalk yüksel ve bu kez battığın yerden doğ, diye emredilir. İşte o zaman Güneş artık batıdan doğacaktır.»

«Sonra Hz. Peygamber şöyle sordu, buyurdu ki,»

«- Bu olayın ne zaman cereyan edeceğini bilin misiniz? Bu olay, bir nefsin, önceden eğer iman etmemişse, imanında hayır kazanmamışsa o gün iman etmesinin kendisine hiçbir faydası olamayacağı gündür.»

«Yine sahih hadislerde rivayet olunur. Ebu zer diyor k; Hz. Peygamber’e “wa’ş-Şems’u tajrî li mustaqarr’in leha = Güneş kendisi için belirlenmiş bir durağa doğru akmaktadır” ayet-i kerimesi hakkında soru yönelttim. Şu cevabı verdiler.»

«- Onun karar kıldığı yer Arş’ın altıdır.»

Ey okuyucu! Güneş’in, (seyretmek, bir yerden bir yere intikal etmek ve semanın ufuklarında gidip gelmek gibi bütün anlamları kapsayan) hareketi hakkındaki bu hadisin ne kadar açık seçik olduğunu bir düşün. Eğer Güneş bir noktada durgun bulunmuş olsaydı, bu şekilde cereyan ediyor olmayacak ve bu hitaba muhatap da bulunmayacaktı. İşte bütün bunlar, Güneş’in sabit (durgun) olduğu yolundaki sözün batıl olduğunu açıklamaktadır. Aynı zamanda şu da bir gerçektir ki Güneş’in hareketi, yerinden kımıldamayan değirmenin hareketine de benzemez. İşte Allah Teâlâ, kitabında Enbiya Suresi’nde iki ayette Güneş ve Ay’ın yörüngelerinde yüzdüklerini anlatmaktadır. Keza Yasin Suresi’nde de anlatmıştır. Bütün bunlar, onların seyrettiğini, aynen suda yüzen gibi yüzdüklerini kanıtlamaktadır. Eğer onlar sabit olsalardı, sadece kendi etraflarında dönüyor olmuş bulunsalardı, bu şekildeki azametli niteleme ile nitelenmeyeceklerdi ki onların bu durumu yaratıcılarının da azametli olduğunu ve mükemmel bir kudrete sahip bulunduğunu göstermektedir.

Allah Teâlâ, Enbiya Suresi’de şöyle buyurmaktadır: «Geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Hepsi bir felek içinde yüzerler.» Yasin Suresi’nde de şöyle buyuruyor: «Güneş, kendisi için belirlenmiş olan bir durağa doğru akmaktadır.  Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiri iledir. Ay için de menziller tayin buyurmuşuzdur; ta ki o eğilmiş bir hurma dalı gibi size gözükünceye kadar. Ne Güneş’in Ay’ı idrak etmesi, ne de gecenin gündüzü geçmesi gerekir. Hepsi bir felekte yüzerler»  

Sonra (şunu söyleyelim): insanlar her gün görüyorlar ki Güneş doğudan gelip seyrine devam etmekte, yükselip semanın ortasına gelmekte, sonra da menziller hasebiyle değişik yörüngelerine göre alçalarak batmaktadır.  Keza, gözlemlerine dayanarak kesin şekilde bilmektedirler ki bu olay sahih hadislerde ve Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde anlatılanlara tam anlamıyla uymaktadır. Bu olayı, duyularla müşahede etmeye karşı küstahça direnenler ve (kitap ile sünnetteki) naslara ters düşenler ancak inkâr eder.

Ben aslında Güneş’in seyrini, onun doğuş ve batış noktalarındaki hareketini izlemiş olan insanlardan biriyim. Daha gözlerimi kaybetmeden, ki o zaman on dokuz yaşında idim; (okuyucuya bunu, benim de semanın ve yerin ayetlerini bizzat gözlerimle uzun yıllar seyrettiğimi bilsinler diye söylüyorum ve onları uyarıyorum. Allah’dan da yardım dilmiyorum.). özetle ifade edeyim ki, Güneş’in sabit ya da kendi etrafında döndüğünü ileri sürenlerin sözü, gerek naklî, gerekse hissi delillere göre batıldır, geçersizdir. Bu deliller çoktur ve mevcuttur. Birçoğundan da yukarıda söz edilmiştir. İstiyorsan onlara başvurabilirsin.

Eğer denirse ki: “meşhur Tabii –Allah rahmet eylesin- Mücahid bin Cerir «Eş-Şems’u wa’l-Qmar’u bi’husbân» ayet-i Kerimesinin tefsirinde «O, değirmenin ekseni gibidir» demiş; bazı alimler de O’na uymuşlar; bu söz, Güneş’in kendi etrafında döndüğünü ileri sürenin ifadesine benzemektedir...” Bunun cevabı “evettir”. Bu söz, Buhârî’nin (Yaradılışın Başlangıcı) adlı kitabında söylediği gibidir. Aynen şöyle diyor:

«Eş-Şems’u wa’l-Qmar’u bi’husbân»’ın açıklaması: Mücahid diyor ki burada «Husbân», değirmenin ekseni gibidir. Ondan başkaları ise «Hesapladır» (yani Güneş’in ve Ay’ın hareketleri belli bir hesaba dayanır).  Onlar için belli menziller vardır, onu geçemezler. «Husban», hesabın çoğuludur. «şihab»ın, «şehban»ın çoğulu olduğu gibi...”

“Hafız bin Hacer de Feth’ul-Barî’de aynen şöyle diyor: Mücahid, “o değirmen eksenine benziyor.” Demektedir. Feryabî de bin Ebi Necih’in Mücahid’den rivayet ettiği yolla O’na uymaktadır. Amacı şudur: Güneş ve Ay, tıpkı değirmenin kendi etrafında dönmesine benzer harekette bulunurlar, o pizisyondadırlar.”

“Sonra diyor ki: başkaları «hesapladır, menzilleri vardır ve onları asla aşmazlar» diye anlam vermişlerdir.”

“Sağani’ye ait bir nüshada da İbn Abbas’tan böyle nakledilmektedir. Ebu Malik tarikiyle Abdu bin Hasid de O’na uymaktadır. Kendisi de O’nun gibi beni Gifâr Kabilesi’ndendir. Taberi de İbn Abbas’tan sağlam bir isnadla böyle nakletmiş, Ferra da kesinleştirmiştir.”

İşte bu mana, (yani âyette geçen Husban kelimesinin, değirmenin eksenine benzetilmesi yorumu), bir grup müfessir kanalıyla Mücahid’den nakledilmiştir. Bunlardan bazıları: İmam Ebu Cafer bin Cerir ve Ebu Abdillâh el- Qurtubî’dir; onlardan başkaları da vardır. Bildiğim kadarıyla böyle bir yorum, eski tefsir alimleri arasında O’nun dışında kalanlardan nakledilmemiştir.  -Allah rahmet eylesin- Buharî’nin anlaşılır sözleri, Mücahid’in bu yorumla yalnız kaldığını göstermektedir. Çünkü Buharî O’ndan bahsedince şöyle dediğini naklediyor: «O’ndan başkaları “hesapladır, menzilleri vardır ve onları asla aşmazlar”. Biz biraz önce Hafız’dan bahsederken dedik ki, bu ikinci yorumu Harbi ve Taberi –sahih bir isnadla- İbn Abbas’tan rivayet etmişlerdir. Hiç şüphe yok ki İbn Abbas –Allah ikisinden de razı olsun- Allah’ın yüce kitabını tefsir etme konusunda öğrencisi olan Mücahid’den çok daha bilgili idi. Aynı zamanda müfessirlerin cumhuru bu yorumda İbn Abbas’a muvafakat etmişlerdir. Bu yorumu tercih edenlerden ve “Onun bu ayeti tefsir ederken söylediği şeyler en uygun sözdür” diyenlerden biri de İmam Ebu Cafer bin Cerir’dir. O, ünlü tefsirinde aynen şöyle diyor:

«Bu konuda en doğru söz “Güneş ve Ay hesapla ve menzillere göre cereyan eder” diyenlerin sözüdür. Çünkü “Hüsban” kelimesi, örneğin “Hesabtu’hu hisab’en we husban’en” diyen birinin sözüne göre mastardır. Tıpkı “Kafartu’hu Kufran’en” ve “Gafartu’hu Gufran’en” gibi...» (Maksat bitmiştir.)

Bildiğim kadarıyla müfessirlerin çoğunun görüş birliği ettiği nokta şudur: bu ayet-i kerime aynen En’am Sure’sinde geçen «O, sabahı aydınlatandır; geceyi dinlenme zamanı, Güneş’i ve Ayı da hesap ölçüsü kılandır.»[67] mealindeki ayet-i kerime gibidir. Bu müfessirlere göre bu ayetin anlamı şöyledir: Güneş ve Ay, gayet ince yapılmış bir hesaba göre cereyan ederler. Alem son buluncaya kadar da bu hesaptan şaşmaz. Onu asla aşmazlar. Bu suretle okuyucu, Mücahid’in sözünün zayıf olduğunu anlamış ve onun, ne nakilden ne gözlemden bir kanıtı bulunmadığını öğrenmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Mücahid, bu görüşünü Ehl-i Kitab’a mensup bazı kimselerden de almış olabilir. Ben yine de şu meşhur ve sahih hadise dayanarak O’nun hakkında iyi niyet besliyorum. Hadis şöyledir: «İsrailoğulları’ndan bilgi naklediniz. Zararı yoktur.».

Fakat gerçek şu ki İsrailoğulları’na ait haberler üçe ayrılır. Bir kısmının doğruluğunu şeriatımız onaylamaktadır. Bu makbuldür. Çünkü şeriat onun doğru olduğuna delâlet etmiştir. İkinci bir kısım vardır ki şeriatımız onun batıl olduğuna delâlet etmiştir. Bu da merduttur (red edilmesi gerekir) çünkü şeriat onun batıl olduğuna delâlet etmiştir. Üçüncü bir kısım daha vardır ki şeriatımızda onun kabul ya da red edilebileceğine ilişkin bir hüküm yoktur. Böyle bir görüş mevkuf (yani durdurulmuş, hakkında herhangi bir karar bulunmayan bir görüş) olur. Tertemiz şeriatta onun kabul veya red edilebileceğine ilişkin bir hüküm bulununcaya kadar ne doğrulanır, ne de yalanlanır. Tabiatıyla böyle bir görüşü söz konusu etmenin herhangi bir engeli yoktur. İşte Hz. Peygamber’in sahih hadiste «Eğer kitap ehli size bir söz söyleyecek olurlarsa onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız; sadece bize de size de Allah katından indirilmiş olana inanırız, deyiniz» hadisindeki amaç budur.

İkinci kısma gelince, batıl olduğunu bilen kişinin onu konu etmemesi gerekir. Ancak emaneti yerine getirmek ve ümmete öğütte bulunmak maksadıyla o sözün batıl olduğuna ilişkin açıklama yapılabilir.

Yine -Allah rahmet eylesin- Mücahid’den, tefsirinde “Husban” kelimesine ilişkin olarak (müfessirlerin çoğunun görüşüne uygun düşen) şu sözler rivayet edilmiştir: bu söz İmam Ebu Cafer bin Cerir’den nekledilmektedir. Bu zat En’am Suresi’nde geçen «Weş-Şems’u we’l-Qamer’u bi’husbân» ayet-i kerimesine ilişkin olarak şunu ifade etmektedir:

«Kasım bize anlattı; O’na da Hüseyn, O’na da Haccac, O’na da bin Cüreyc anlatmıştır. Bu zat Mücahid’den şunları nakletmektedir: “Weş-Şems’u we’l-Qamer’u husbân’en” aynen “We kullun fi felek’in yesbahûn” ve “Weş-Şems’u we’l-Qamer’u bi’husbân” gibidir.» söz burada bitiyor.

Ebu Hayyan da “El-Bahr’ul-Muhıyt” adlı tefsirinde şunları söylemektedir:                         

«Mücahid diyor ki: “Husban” yuvarlak felektir. Onu, etrafında değirmen taşının döndüğü ahşap silindire benzetmiştir.» sözü burada bitiyor.

Allah rahmet eylesin Şeyhülislâm İbn Teymiyye , Ebulhasan Ahmed bin Cafer el- Munadâ, Ebumuhammed İbn Hazm ve Ebulfarac İbnilcevzi’den nakletmektedir ki, bunlar feleklerin yuvarlak olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bütün bunlardan da anlaşılmaktadır ki Mücahid’in feleği yuvarlak olarak nitelemesi cumhurun görüşüne aykırı değildir. Onun, “bihusban, değirmenin ekseni gibidir” sözünden amaç, ikisinin de (Güneş’in ve Ay’ın) şaşmaz bir hesapla yörüngelerinde seyrediyor olmalarıdır. Yani nasıl ki değirmen taşı eksenini aşmıyorsa onlar da yörüngelerini aşmıyorlar. Yoksa O, Güneş’in ve Ay’ın hareketlerinin her bakımdan değirmenin hareketine benzediğini amaçlamamaktadır. İşte bunu düşün ve uyan. Başarı Allah’tandır.

Böylece bizim son olarak İbn Cerir’den naklettiklerimiz, bu anlamı teyid etmekte, bu manaya gelmekte ve O’nun görüşünü açıklamaktadır. Mücahid’in, “el-Husban” kelimesinin tefsirinde birinci sözünden başka bir şey bulunmadığını farz edersek, O’nun maksadı, bugün bazı astronomlarca meşhur görüş haline gelmiş bulunan (Güneş’in sabit olduğu) anlamına gelmez; ancak değirmen taşı gibi kendi etrafında dönüyor anlamına gelir.

Burada vacip olan şey, bu sözün Kitap, Sünnet delileriyle ve gözlemle çatışmayacak şekilde doğru bir manaya hamledilmesidir. O da şöyle olur: denir ki, gerek O’nun, gerekse ilim erbabından O’na tabi olanların maksadı belki de şudur: Güneş’in ve Ay’ın birer ekseni ve kaidesi vardır. Buna dayanırlar ve uzaydaki çeşitli yörüngelerinde ince bir hesapla seyretmeleri ve onu aşmamaları bu şekilde meydana gelmektedir. Onların bu durumları Allah’ın tanzim buyurduğu üzere, ve insanlar tarafından gözlendiği gibi çeşitli menzillerinde doğup batmalarına ve yol almalarına engel değildir. İşte böyle denirse hem O’nun her iki görüşü de bir araya getirilmiş olur, hem de –Allah rahmet eylesin- İmam Mücahid hakkında iyi niyette bulunulmuş olur.

İlim erbabından O’nun bu görüşünü onaylayan kimsenin sözü, -tabiatıyla bu söz aynen bu mana üzere olursa- (yukarıda taksimatı yapılan üç hükümden) üçüncüsüne girer. Yalan veya doğru olduğuna ilişkin bilimsel kanıtlardan bir şey bulununcaya kadar ne doğrulanır, ne de yalanlanır.

Buradan da bilinmiş oluyor ki, tefsir, astronomi, fizik ve matematik bilginleri ihtilafa düştükleri zaman alimlerin sözleri, (yukarıda beni İsrail haberleri hakkında söylediğimiz gibi) üç kısma ayrılır. Bahsedilen «Beni İsrail haberleri» hakkındaki taksimattan bir grup ilim erbabı de söz etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı da İbn Teymiyye ve onun değerli öğrencileri olan Ebu Abdillâh bin El-Qayyim ve Ebu’l-Fidâ İsmail bin Kesir’dir.

Bilginlerin, ihtilâf konusunda tümdengelim prensibine göre inceleme yapmaları, ilim erbabına ait görüşlerin ilgili konuda, işte bu üç kısma ayrıldığını göstermektedir. Astronomi fizik ve matematik bilginlerinin görüşleri için de mesele öncelikle böyledir. Bu da çok faydalıdır ve önemli bir çözümdür. İlim öğrencisinin buna dikkat etmesi ve (deliller gizli kaldığında ya da görüşler çatıştığı zaman) bu çözüme dönmesi gerekir.

Alimler –Allah onlara rahmet eylesin-, görüşlerini şöyle kaydetmişlerdir ki: Şeriatla ilişkili olan meselelerde ihtilâfa düşüldüğü zaman vacip olan şey, Allah’ın kitabına ve O’nun güvenli olan Rasulü’nün sünnetine dönmektir. (Allah’ın salat ve selamı O’nun üzerine olsun). Bunun da gerekçesi şudur; Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ey iman edenler! Allah’a, O’nun Rasulü’ne ve sizden olan yöneticilere itaat ediniz; eğer bir konuda ihtilâfa düşecek olursanız –Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız- o konuyu Allah’a ve Rasul’üne götürünüz; bu, sizin için daha hayırlı ve daha güzel bir yorum olur.». İhtilâflı bir meseleyi Allah’a götürmenin, o sorunu O’nun yüce kitabının hakemliğinde çözümlemek anlamına geldiğini, alimler görüş birliği ile ifade etmişlerdir. Keza bir meseleyi Allah’ın Rasulü’ne götürmenin anlamı da O sağken bizzat kendisine, vefatından sonra ise O’nun sahih sünnetinden ilham alarak o meseleye çözüm bulmak demektir.      

Şüphe yok ki gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse sahih sünnette geçen, astronomi ile ilgili konular, aynı zamanda şer’î meselelerdir. Yüce Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünneti bunları ifade edip kanıtladığı üzere mü’minlerin bunlara inanması vaciptir. Mü’minler, sırf astronomların ya da başkalarının görüşleri için bundan sapmamalıdırlar. Bilakis Güneş, Ay ve onlardan başkaları hakkında astronomların görüşlerini Allah’ın kitabı ve sünnetle karşılaştırmaları gerekir. Tabiatıyla bu görüşlerden şeriata uyan olursa kabul edilmelidir; aykırı olanlar varsa kendilerine ret edilmelidir. Şu var ki ne Allah’ın kitabında, ne Rasulullah’ın sünnetinde ne de gözlem olarak, onlara ait görüşün ret veya kabul edilebileceğine ilişkin bir kanıt bulunmaz ise o zaman (yukarıda dikkat çekildiği üzere) o meselenin kabul veya ret edilebileceğine ilişkin bir delil bulununcaya kadar susulur.

Ayrıca her kim ki (astronomlarca ya da başka ilimlerin erbabı tarafından) kanıtlarıyla onaylanmış olduğu üzere uzay veya yeryüzü hakkında bir şekilde bir bilgiye sahip olur da bu bilgi nakli delillere aykırı bulunmaz ise; aynı zamanda o şahıs bu bilgiye inanır ve ikna olursa onun –kişisel olarak- böyle bir meseleyi tasdik etmesinde herhangi bir engel yoktur. Bu konu onun için artık makbul sayılır. Ancak o meselede ikna olamamış kimselerin ona uymaları lâzım gelmez. Bununla birlikte onun bu konuyu anlatması da caizdir.

«Astronomi ilmine ilişkin konularda ancak bu ilmin erbabına danışılabileceği, bu meseleye İslam alimlerinin giremeyeceği, bilakis onların astronomi bilginlerinin öğrencileri gibi davranmaları gerektiği...» şeklinde bazı kimselerin sarf ettiği sözler doğru değildir; tam tersine bunlar sözlerin en bozuğudur. Çünkü gerçekte astronomi ilminde öyle meseleler vardır ki şeriatla ilgilidir. Onu açıklayan şer’î deliller vardır. Bu kısma girenler konusunda ne İslam alimlerine, ne de onların dışındakilere, astronomi alimlerini taklit etmek caiz değildir. Bilakis onların, şeriatın delalet ettiği şekilde bu meselelere yapışmaları ve aykırı şeklin aleyhinde olmaları gerekir.

Hakkında, şeriatta bir açıklama bulunmayan meselelere gelince, bu konularda, gerektiğinde ibret için astronomi alimlerine müracaat edilebilir; onlardan yararlanılabilir. Fakat astronomi alimlerinin her konuda ve söyledikleri her sözde doğrulanmaları caiz değildir. Bilakis sözlerinin –yukarıda anlatıldığı gibi- üç kısımda incelenmesi lâzımdır. Yani doğru oldukları, ilmi delillerle sabit bulunanlar doğruları; delillerin yalanladığı meseleler yalanlanır; bunların dışında kalanların karşısında ise susulur, ne doğruların, ne de yalanlanır. Fakat ibret maksadıyla anlatılmasında bir mahzur yoktur.  Biraz önce uyarı amacıyla işaret edilen İsrailoğulları’nın söylentileri gibi. Doğru yola ileten ise yalnızca Allah Teâlâ’dır.

«Gece ve gündüzde Güneş’in doğuş ve batış noktalarında ve mevsimlerde meydana gelen değişikliklerin bütün sebepleri yerin, Güneş etrafında dönmesinden ileri gelmektedir» denilecek olursa deriz ki, bu söz temelden batıldır, (geçersizdir); hatta gerek naklî delillere ve gerekse müşahedeye ve duyuya dayanan delillere aykırıdır. Bu tezin batıl olduğunu ortaya koyan kanıtlar ise nakledilemeyecek kadar çoktur. Bunlar işte bu kısa cevapta özetlenmiştir. Daha önceki makalede bu sözün batıl olduğuna ilişkin bazı deliller zikretmiştim. Bu değişikliklerin kesin olarak Güneş sebebiyle ve onun menzillerindeki ve yörüngelerindeki farklardan meydana geldiğini ise biraz önce gerek naklî gerekse duyulara dayanan kanıtlardan örneklerle anlattım. (Bu konuda aydınlanmak için) yukarıda anlatılanlara göz at, gerçek bütün açıklığı ile sana belirecektir. Ayrıca şu da sana açık gözükecektir ki söz konusu olan mesele üç şeyden ibarettir.

Birincisi Güneş’in cereyan ediyor alması ve onun durgun bulunmamasıdır. İkincisi onun yerinde duruyor, fakat kendi etrafında dönüyor olmasıdır. Üçüncüsü ise, yerin dönüyor olmasıdır.

Ben geçen makalede, birinci ve üçüncü meseleye ilişkin olarak konuşmuştum. Bu makalede «Güneş sabittir, hareket etmemektedir» diyenlerin sözlerinin batıl olduğunu açıklamıştım; böyle bir sözün küfür, dalalet ve İslam’dan çıkmak olduğunu da söylemiştim. Keza yerin döndüğüne ve hareket ettiğine ilişkin sözün batıl olduğunu, bu sözün gerek nakli delillere, gerekse duyusal delillere aykırı bulunduğunu, aynı zamanda Güneş’in durgun olduğu ve cereyan etmediği şeklinde ileri sürülen söze de kapı açtığı için geçersiz olduğunu yine açıklamıştım. Fakat bu sözü söyleyeni kafirlikle suçlamaktan sakınmıştım. Yerin döndüğüne ilişkin söz ise bu cevapta ileride Allah’ın izniyle gelecektir.

İkinci meseleye gelince ki o da Güneş’in sabit olduğuna ve kendi etrafında döndüğüne ilişkin sözdür. Ben geçen makalede bu konuya ilişkin olarak olumlu ya da olumsuz herhangi bir şey söylemiş değilim; böyle söyleyenin kafir olduğunu da ileri sürmüş değilim. Oysa bu söz bana göre batıldır ve açık bir hatadır. Bunun batıl olduğuna biraz önce işaret edilmişti. İstersen bir daha oraya göz atabilirsin.

Kardeş Sawwaf’ın sözüne gelince O diyor ki: «Güneş’in aynen dağ gibi yerinde sabit ve hareketsiz olduğuna gelince, -bildiğim kadarıyla- hiç kimse böyle bir söz söylememiştir». Cevap şudur: denir ki, «Bir olayın meydana geldiğini bilmemek, o hadisenin gerçekten olup bitmediği anlamına gelmez». Oysa okullarda astronomi hocalarından nakledildiği üzere Güneş’in sabit ve hareketsiz olduğu hakkında onların söyledikleri sözler bize ulaşmıştır. Onun içindir ki biz makalede bu sözün batıl, küfür ve dalalet olduğuna, kitabı ve sünneti yalanlamak anlamına geldiğine ilişkin uyarıda bulunduk; ta ki insanlar korunsun, okuyucular dikkatli olsun ve bilsinler ki böyle bir söz açık bir çirkinliktir; Kitabın ve Sünnetin (Güneş’in hareket ettiğine ve sabit olmadığına ilişkin) verdiği anlamı yalanlamak manasına gelmektedir.

Sawwaf’ın şu sözüne gelince, diyor ki «Güneş’ın durgun olduğunu ifade edenler, onun aynı anda hem sabit hem de hareketli olduğunu söylemişlerdir: Allah’ın onu, üzerinde park ettirdiği ekseni üzerinde sabit ve bu eksenin etrafında hareketlidir.  Yani kendi etrafında dönmektedir. Onun durumu tavana asılı olan vantilatöre benzemektedir. Vantilatör tavanda sabittir; fakat kendi etrafında döner. Onun hareket etmesiyle de istenen hava akımı meydana gelir.»

Görüldüğü üzere bunlar Allah Teâlâ’nın «wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in leha» ayet-i kerimesine dayanmışlardır. Burada «mustaqar» kelimesini eksen diye yorumlamışlardır.  Sonra Kardeş Sawwâf bu tefsiri Mahmud Âlûsî’nin, (Kur’ân’ının Delâlet ettikleri) adlı kitabından nakletmiştir.

Yukarıda geçen naklî ve hissi delillerden hareketle cevap, bu tezin batıl olduğunu açıklamak ve bir müslümanın “Güneş hareketsizdir” demesinin hiçbir surette caiz olmadığını ifade etmektir. Çünkü bu, Kurânî ayetlerle, Nebevî sünnetle ve gözleme dayanan delillerle çatışır. Oysa Allah Teâlâ Kur’a-ı Kerim’de birçok ayette Güneş’in cereyan ettiğini ifade buyurmuştur. Onun sabit olduğunu bir kez bile söylememiştir. Allah Teâlâ İbrahim Suresi’nde Güneş’i ve Ay’ı kullarının hizmetine sürekli şekilde amâde kıldığını açıklamıştır. Öyle ise bütün bunlardan sonra onun sabit olduğunu söylemek hiçbir surette caiz olmaz.             

«Wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in leha» ayet-i kerimesinde geçen «mustaqar» sözcüğünün, Güneş’in üzerinde döndüğü eksen anlamında yorumlanmasına gelince bu, doğruluğunda ittifak bulunan gerek Ebuzr’in rivayet ettiği hadise, gerekse tefsir alimlerinin sözlerine aykırıdır. Çünkü Hz. Peygamber sözü edilen hadiste «mustaqar»’ı, Arş’ın altında Güneş’in secde ettiği yer diye açıklamıştır. Keza tefsir alimleri «mustaqar» konusunda öyle sözler söylemişlerdir ki ne Sawwaf’ın, ne de Âlûsî’nin söyledikleri, bunların arasında yoktur.

Ey okuyucu! Söylediklerimizin doğruluğunu kavrayasın diye ben şimdi Allah’ın izniyle tefsir alimlerinin söylediği bazı şeyleri ve Güneş’in üzerinde döndüğü eksene «mustaqar» diyenlerin; ayrıca Güneşin aynı zamanda hem sabit hem de hareketli olduğunu ileri sürenlerin sözlerinin batıl olduğunu nakledeceğim.

Müfessirlerin şeyhi İmam Ebucafer bin Cerir –Allah O’na rahmet eylesin- meşhur tefsirinde, Ra’d Suresi’nde geçen «Wa sakhhara’ş-Şems’e wa’l-qamara kull’un yejrî li’ejel’in musemmâ» ayet-i kerimesinin tefsirinde aynen şunları söylüyor:

«Allah Güneş’i ve Ay’ı, mahlukatının yararına –her birini belli bir süre için- semada cereyan ettirmiştir. Onların faydası için ikisine de boyun eğdirmiştir; ta ki ikisinin hareketi sayesinde yılların sayısını, hesabı ve gece ile gündüz arasındaki farkı ve ayrılığı bilsinler. Allah Teâlâ’nın –Kull’un yejrî li’ejel’in musemmâ- sözüne gelince, övgüsü yüce olan Allah şöyle buyuruyor: bütün bunlar belirlenmiş bir ecel için, yani belli bir süre için semada cereyan ederler ki o da dünyanın fani olacağı, kıyametin kopacağı, Güneş’in ve Ay’ın söneceği yıldızların matlaşacağı vakte kadardır.»

Yasin Suresi’nde geçen «Wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in leha» ayet-i kerimesinin tefsirinde de şöyle diyor:

«Allah Tâlâ buyuruyor ki, -Güneş, karar kılacağı yere cereyan etmektedir. Yani karar kılacağı yere doğru demektir. Bu konuda Hz. Peygamber’den de söz nakledilmiştir.»

Müfessir bundan sonra Ebuzer’in, yukarıda sözünü ettiğimiz hadisini aktarmakta, şöyle devam etmektedir:

«Bazıları, Bişr’in Yezid’den, O’nun da Said’den, O’nun da Qatâde’den rivayet edilen hadiste «Wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in leha» ayet-i kerimesinde geçen «mustaqar»’ın bir tek zaman olduğunu, Ğüneş’in onu geçemeyeceğini söylemişlerdir. Diğer bazıların da bunun, Güneşin kendisine has bir mecrada yarada yürüdüğü, yani batıdaki en uzak menziline doğru yol aldığı ve tekrar dönüp bunu geçmediği şeklinde bir mana ifade ettiğini söylemişlerdir. Demişlerdir ki, “çünkü Güneş her gece biteviye ilerler, ta ki en uzakta bulunan batış noktasına varıncaya kadar; sonra oradan döner.”» Müfessirin sözü burada bitiyor.

Ebu Abdillâh el Qurtubî de tefsirinde bu ayet-i kerime ile ilgili olarak Bin Cerir’in ifadesine yakın şeyler söylemekte ve şunu ilâve etmektedir:

«Dünyanın son bulacağı vakit, onun da müddetinin biteceği zamana kadar demişlerdir.»

«İbnu Mes’ûd  ve İbnu Abbas,«Wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in leha» ayet-i kerimesini «Wa’ş-Şems’u tejri lâ mustaqarr’e leha» şeklinde okumuşlardır. Yani gece ve gündüz durmadan hareket etmektedir; onun için durmak diye bir şey yoktur. Allah onu kıyamet gününde söndürünceye kadar onun karar kılacağı yoktur. Keza diyor ki «Li musteqqarr’in lehâ» yani «İlâ musteqarr’in leha». «Mustakar» ise karar kılınacak (durulacak) yer anlamına gelir»

Fahr-i Râzî de «Li’musteqarr’in» tabiri ile ilgili olarak tefsirinde çeşitli yorumlar yapmıştır. Ancak bunların arasında gerek Âlûsî, gerekse kardeşimiz Sawwaf tarafından söylenenler bulunmamaktadır. Sonra müfessir şunları söylüyor:

«Eğer denirse ki, sen birçok alternatifler saydın; ancak bunların arasında bir tercih yapmadın; acaba senin tercih ettiğin yorum hangisidir? Ben şu cevabı veririm: Müstekar kelimesinden maksat Güneş’in, durağına ulaşmak için hareket ettiği mekândır. O da kaydettiği irtifaın en yüksek noktası ile indiği en düşük noktalardır. Bu mesafe, bütün doğuş ve batış noktalarını, sapmayan mecrayı ve zamanı kapsamaktadır ki o da yıldır ve gecedir. Bu tamamlayıcı bir bilgidir. Bağawî ve Hazin de bu ayet-i kerime ile ilgili olarak tefsirlerinde Ebu Cafer bin Cerir ve Qurtubi’nin ifadesine benzer şeyler söylemişlerdir. Fakat tefsir erbabı içinde birinin, Âlûsî tarafından söylenenlere benzer bir şey ifade ettiğini kaydetmemişlerdir.»

«Hafız İbni Kesir bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Li’musteqarr’in»” tabiri hakkında iki görüş vardır; birincisi şudur; mekânla ilgili mustekardan amaç, yeryüzüne kadar aynı doğrultuda Arş’ın altıdır. Zaten nerede bulunuyor olursa olsun gerek Güneş, gerekse bütün yaratıklar Arşın altındadırlar. Çünkü Arş onların tavanıdır ve astronomların birçoğu tarafından uydurulduğunun tersine küre biçiminde değildir. Bilakis o, altında direkler bulunan bir kubbedir. Onu melekler taşır. O, insanların başından itibaren bütün kâinatın üzerindedir. Güneş, öğle vakitlerinde uzay kubbesindeyken Arş’a en yakın noktada bulunur. Bu makamla karşı karşıya gelmek üzere dördüncü feleğine döndüğü zaman –ki o sırada gece yarısıdır- Arş’a en uzak noktada bulunur. İşte o sırada secdeye kapanır ve hadislerde anlatıldığı üzere yeniden doğmak için izin ister.»

Ondan sonra ey okuyucu! Daha önce metnini verdiğimiz Ebuzer’den rivayet edilen hadisi Müfessir harfiyyen naklediyor. Aynı zamanda Abdullah bin Amr bin el-Âs’tan  -Allah onlardan razı olsun- Ebuzer’in hadisine benzer (mevquf) bir hadis rivayet ediyor.

Sonra İbnu Kesir diyor ki:

«Msutekar’den amaç, onun seyrinin nihayet bulmasıdır, denilmiştir. O da yazın Güneş’in en yüksek irtifada bulunmasıdır. Bu onun uç noktasıdır. Sonra da kışın onun en düşük seviyeye inişidir. Buna da Hadıyd denir. İkinci görüş ise şudur:  Mutekar’dan amaç, onun seyrinin tamamen durmasıdır ki o da kıyamet günüdür. O zaman Güneş’in seyri batıl olur; hareketi durur ve söner. Bu âlem sonuna ulaşmış olur. Bu onun zamansal mustekarrıdır

Qatade diyor ki: «Li’musteqarr’in leha», yani aşamayacağı bir vakit ve vadeye kadar. Keza denilmiştir ki bundan maksat, Güneş’in yazın belli bir süre için doğuş noktalarında, sapmadan intikal etmesidir. Aynı şekilde kışın yine belli bir müddet için doğuş noktalarında sapmadan intikal etmesidir. Bu görüş Abdullah bir Ömer’den rivayet edilmiştir, Allah ondan razı olsun. İbn Mes’ud, ve İbn Abbas –Allah onlardan razı olsun-  bu ayeti «Wa’ş-Şems’u tejri lâ mustaqarr’e leha» şeklinde okumuşlardır. Yani onun için bir karar yoktur, bir sükûnet de yoktur. Bilakis gece gündüz seyir halindedir. Allah Teâlâ’nın «O, Güneş’i ve Ay’ı daimi surette sizin emrinize âmâde kılmıştır» dediği gibi Hiç dinlenip durmazlar. Bu da Güneş’in ve Ay’ın hiç dinlenip durmadan kıyamet gününe kadar seyir halinde olacakları anlamına gelir.

İbn’ul Qayyım da –Allah O’na rahmet eylesin- «Miftah’u Dâr’is-Saadeh» adlı eserinde diyor ki :

«Güneş’in âlem üzerine doğmasındaki hikmeti bir düşün, Aziz ve Alîm olan Allah nasıl bunu takdir buyurmuştur! Çünkü eğer o göğün belli bir yerinden doğup, orayı hiç geçmeden durmuş olsaydı ışınları birçok yere ulaşmayacaktı. Çünkü yerküresinin bir tarafına ait gölge, bu ışınların öbür tarafa yansımasını önleyecek ve üzerlerine Güneş doğmayanların tarafında, daimi surette gece hakim olacaktı. Üzerlerine Güneş doğanların tarafında ise sürekli gündüz olacak, böylece hem bunların hem onların hayatı fesada uğrayacaktı. Halbuki ilahî hikmet ve rabbanî inayet, Güneş’in, günün ilk saatinde doğudan doğmasını takdir etmiştir ki Güneş batı ufkundan kendisini karşılayan yüzey üzerine doğar. Sonra orayı devamlı nurlandırır. Böylece batı ufkuna varıncaya kadar yeryüzünü bölge bölge kaplar. Daha önce gözükmediği yerleri günün ilk saatlerinden itibaren sıra ile ışıklandırır. Yeryüzündekiler de böylece sıra ile gece ve gündüzü yaşamış olurlar ve hayatları de bu suretle düzene girmiş olur.»

Merhum Seyyid Qutub da –Allah O’na rahmet eylesin- «Wa’ş-Şems’u tejri li’mustaqarr’in  leha» ayet-i kerimesiyle ilgili olarak aynen şunları kaydetmektedir:

«Güneş kendi etrafında döner. Onun, kendi etrafında döndüğü yerde sabit olduğu sanılıyordu. Halbuki durağan olmadığı, son zamanlarda anlaşılmış oldu. Bilakis o, fiilî bir şekilde cereyan etmektedir. Astronomların yaptıkları hesaba göre Güneş, kâinat fezasında saniyede 12 mil gibi korkunç bir süratle bir tek yönde yol almaktadır. Onun içyüzünü, hareketini ve uğrayacağı sonu bilen ancak Onun Rabbi olan Allah Tâlâ’dır. Onun bir mustekarra doğru cereyan ettiğini buyurmaktadır. Güneş’in, sonunda ulaşacağı bu mustekarrı, Yüce Allah’tan başkası bilemez. Zamanını da O’ndan başka kimse kestiremez. Güneşin hacmının, bizim bu yer küremizin bir milyon katı daha büyük olduğunu, bu korkunç kütlenin hareket ettiğini ve ona hiçbir şey yardım etmeden uzayda yol aldığını düşündüğümüzde bu varlığı yöneten kudret otoritesinin olağanüstü bir güce ve bilgiye sahip bulunduğunu hemen idrak ederiz.»

Müfessir «Wa kull’un fi felek’in yesbahûn» ayet-i kerimesinin tefsirinde de şunları söylemektedir:

«Bu gök cisimlerinin korkunç enginlikteki uzayda yaptıkları hareket, aynen geniş bir okyanusta yüzen birer geminin hareketine benzemektedir. Bunlar, olağanüstü büyüklüklerine rağmen, o korkunç enginlikteki uzay boşluğunda yüzen birer noktadan farklı değildirler. İnsan, sayılamayacak kadar çok olan, -uzaya serpilmiş ve engin okyanusta yüzen- bu milyonlarca dönüp duran yıldızlara ve yürüyen galaksilere baktıkça küçülüyor ve küçülüyor... Bu gök cisimlerinin etrafındaki boşluk çok geniş, oldukça engindir. Gökcisimleri ise, dev büyüklükte olmalarına rağmen, bu engin boşlukta kaybolmuş gibidirler.» Müfessirin sözü burada bitiyor.

«Güneş’in durağan olduğuna ve kendi etrafında döndüğüne» ilişkin astronomlar tarafından ileri sürülen görüşün kesin değil, sanal olduğu hakkında Seyyid Qutub’un bu sözlerinde okuyucuyu uyaran bir mesaj vardır. Bu bakımdandır ki Güneşin durağan değil, bilakis hareketli olduğu, aynı zamanda onun korkunç enginlikteki fezada bir tek yöne doğru fiili biçimde yol aldığı, onlardan bazılarınca artık anlaşılmış bulunmaktadır. Müfessirin «bir tek yöne doğru» sözünden amaç, Güneşin –Allah tarafından düzenlenmiş olan- burçları ve yörüngeleridir.

Gerek müfessirin, gerekse astronomların, Güneşin, yer küremize oranla hızı ve hacmı hakkında söylediklerine gelince, bu tür bilgilerin, –birçok delil elde eden ve onunla ikna olan kimseler için hariç- kesin şekilde tasdik edilmesi caiz değildir. Bunlar, mahlukatın çoğuna ilişkin olarak astronomların verdiği bilgiler cümlesinden üçüncü kısma girerler ki ne doğrulanabilir, ne de yalanlanabilirler. Bilakis bunları doğrulayacak, ya da yalanlayacak deliller bulununcaya kadar susulur. 

Bu gibi meselelerde Müslüman kişinin, bu cinsten haberleri –ne doğrulayarak, ne de yalanlayarak kendisini doğrulamaya ya da aksine götürecek deliller elinde toplanıncaya kadar- sadece erbabından nakletmesi yeterlidir. Ona bu noktada birden çok uyarıda bulunulduğu üzere...

Akıllı kişi bilir ki, Astronomlardan kimi kâfir, kimi Müslüman, kimi güvenilir, kimi ise güvenilmez insandır. Sonra yine bilinmektedir ki onlardan birçoğunun sözünde çelişki ve tutarsızlıklar vardır. Bazen bir şeyin kesin olduğunu söyler sonra da o sözden cayarlar. Keza bilinmektedir ki onlardan biri, kendisinden öncekinin tezine aykırı söz söylerken, ondan sonra biri gelir, bir öncekinin sözünü doğrular, kendisinden sonrakinin sözünü de yalanlar. Böylece iş uzar gider... onlardan kimisi de vardır ki sanal meseleleri müsellem hükümler olarak kabul eder; öğrencileri de onları kesin bilgiler olarak alırlar. Halbuki gerçek onun tam tersidir. Gerçeği arayanların, işte bu yollu bilgileri –erbabından müsellem olarak gelmiştir diye- almaları caiz değildir. Bilakis bu gibi bilgilere insanın ihtiyat gözüyle ibretle bakması ve onları nakli ve hissi delillerle test etmesi gerekir. Ta ki bu araştırma ile ikna olabilecek bir sonuç açığa çıkıncaya kadar.

Onun içindir ki Seyyid  Qutub, sözlerinin sonunda aynen şu ifadeyi kullanıyor: «Onun hareketinden ve ve uğrayacağı sondan ancak Rabb’i olan Allah Teâlâ haberdardır.»   

 «Onun bir mustekarra doğru cereyan ettiğini buyurmaktadır. Güneş’in, sonunda ulaşacağı bu mustekarrı, Yüce Allah’tan başkası bilemez. Zamanını da O’ndan başka kimse kestiremez.» şeklinde Seyyid  Qutub’un kullandığı ifadeye gelince,
ey okuyucu! Mustakkırrın, Arş’ın altı olduğuna ilişkin Ebuzer’den rivayet edilen ve sahih olduğunda ittifak bulunan hadisle bu nokta senin için subût etmiş bulunmaktadır. Güneşin secdeye kapandığı yer de işte burasıdır. Bu hadise başvur, bunun doğru olduğu ve Allah Teâlâ tarafından Rasulüne açıklandığı için gaybla alakalı olmadığı hususu sana açıkça gözükecektir.  Ancak Seyyid  Qutub gibi birinde garipsenen şey onun, -geniş ilmine rağmen- bundan sapmış olmasıdır. Allah Teâlâ bizi, O’nu ve bütün Müslümanları Af buyursun.

Farzedelim ki bazı astronomi alimlerinin ileri sürdüğü üzere, «Güneş’in bir ekseni vardır ve güneş ona döner.» Bu, (daha önce Mücahid’in, “eş-Şems’u wa’l-qamer’u bi’husbân” ayet-i kerimesine ilişkin tefsiri sırasında da açıklandığı gibi) Güneş’in sabit olmasını da, kendi etrafında dönmesini de gerektirmez. Çünkü Mücahid, burada “Husbân”, değirmen taşının ekseni gibidir diyor. Yukarıda bahsadileni bir kez daha gözden geçir, inşaallah gerçek sana açıkça gözükecektir.

Demin tefsir alimlerinden naklettiklerimizin tümü, hem Âlûsî’nin, (Kur’ân’ının Delâlet ettikleri) adlı kitabında söylediklerine, hem de Kardeş Sawwaf’ın, «Güneş aynı anda hem sabit, hem de hareketlidir; keza tavandaki vantilâtör gibi kendi etrafında döner» diyenlerden naklettiklerine kesin olarak aykırıdır.

Bütün bunlar, Güneş’in hareket ediyor olmasının, onun yol aldığı, menzilleri ile doğuş ve batış noktaları arasında yer değiştirdiği anlamlarına gelmektedir. Bu ise onun kendi etrafında döndüğü tezine aykırıdır. Çünkü Güneş’in kendi etrafında dönmesi onun, aynen değirmen ve vantilâtör gibi yerinde sabit olmasını gerektirir. Oysa yukarıda geçen bütün deliller bunu geçersiz kılmaktadır.  İşte alimlerden naklettiklerimiz böylece açık olarak bu sözü iptal etmektedir. dolayısıyla ey okuyucu! Yukarıda sunduğumuz delilleri ve alimlerin sözlerini iyice düşün; gerçeği ararken Allah’a olan rağbetinde samimi ol ki Allah’in izniyle doğruyu bulmakta başarılı olabilesin.

Güneş’in hareket ettiğine ilişkin sözler, burada sona ermektedir. Şimdiye kadar aktardıklarımızın ikna edici ve gerçeği arayanlar için yeterli olmasını diliyoruz.

Şimdi ikinci meseleye intikal edelim ki o da yerin döndüğü konusudur. Bununla ilgili olarak diyoruz ki: yerin döndüğünün batıl olduğu (yani yerin dönmediği) hakkında geçen makalede birçok deliller zikretmiştik. Bu tezin naklî, duyumsal ve müşahedeye dayanan delillere aykırı olduğunu, aynı zamanda bu tezin, Güneşin (sözde) sabit olduğu iddiası için de bir vesile teşkil ettiğini açıklamıştık. Bu konu ile ilgili olarak İslâm alimlerinin ve dilcilerin birçok sözünü de nakletmiştik. Yukarıda söylemiş bulunduğum şeylerden bazılarını burada okuyucuya tekrar etmek istiyorum. Buna ilaveten bazı nakiller daha yapmayı, şüpheleri gidermek ve gerçeğin ortaya çıkması için Kardeş Sawwaf tarafından zikredilen bazı sorulara da cevap vermeği de arzu ediyorum. Başarıya ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

Dünyanın döndüğünü ileri sürenler, (bunu söylemekle) eğer bu sınırda durmuş olsalardı mesele kolaydı. Fakat onlar bu sınırı geçerek Güneş’in durgun olduğunu ve dünyanın, onun etrafında döndüğünü iddia ettiler. Böylece güneşin, kendi etrafında döndüğü şeklinde insanların kafasını karıştırdılar. Bu suretle de şunu uydurdular ki: sözde «dünyanın iki hareketi vardır; biri günlüktür ve bu hareketin sonucu olarak Güneş’in doğuşu ve batışı ile gece ve gündüzün birbirini izlemesi olayları meydana gelmektedir; ikinci hareketinin sonucu olarak da dört mevsim meydana gelmektedir.» Bazı yazarlar, bütün astronomi alimlerinin bu konuda görüş birliği içinde olduklarını anlatıyorlar. Bu sözde bir karışıklık, açık bir yanlışlık ve gerek naklî, gerekse hissî delillere aykırılık vardır. Bu husus, konumu iyi düşünen, kanıtları iyice gözden geçiren, taklitten soyutlanmış ve delillerine sarılarak gerçeği bulmaya rağbetli olan kimseler için apaçıktır. Dolayısıyla halktan bazı kimselerin söylediği üzere: sözde bütün astronomi alimlerinin, (yerin iki hareketi olduğu konusunda) görüş birliği içinde olduklarına dair anlatımlarla aldanmamaları gerekir. Çünkü uydurulan bu (görüş birliği) meselesinde bir bakış bulunmaktadır.

Bunun cevabında, -gerek çağdaş, gerekse eski astronomi alimlerinin bazısından- bu tezi çürüten nakiller vardır ki ileride gelecektir ve aslında hadisenin bir görüş birliği meselesi olmadığını gösterecektir. Bilakis bu meselede ihtilâf vardır. Farz edelim ki son dönem astronomlarının görüş birliği içinde olduklarına dair söylenenler doğrudur, ancak onların bu görüş birliğinin dayandığı bir delil bulunmamaktadır. Çünkü onlar bu görüş birliğinde masum (yanılmaz) değildirler. Bilakis kendilerinde içtihat sıfatları oluşmuş, dindarlıkla, ahlak ve istikametle tanınmış İslâm alimleri ancak yanılmaz olabilirler. Astronomi alimleri ise böyle değildirler.  
      
Esasen bu astoromların, üzerinde görüş birliği ettiği hususu ortaya koymak, böylece öncelikle onların naklî ve hissi deliler üzerinde düştükleri ihtilafı ve sözlerini ayıklamak gerekir. Bunlardan delillere uygun düşenin kabul edilmesi, aykırı düşenin ise ret edilmesi lâzımdır. Şüpheli kalan ve kabul y a da ret edilmesine ilişkin delileri açıkça ortaya çıkmayanlar ise askıda kalması lâzımdır. Ta ki kabul veya ret edilebileceklerine dair kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar. Bu husus yukarıda birçok kez söz konusu edilmiştir. Yardım Allah’tandır.

Şimdi de yerin sabit ve hareketsiz olduğuna ve sözde döndüğü uydurmasına ilişkin bazı delilleri anlatmaya başlama zamanı gelmiş bulunmaktadır.

Allah Teâlâ Ra’d Suresi’de (meâlen) buyuruyor ki: «Yer yüzünü uzatan –yayan-, ve onun içine yüksek dağlar ve nehirler koyan O’dur». Nahl Suresi’nde de şöyle buyuruyor: «Allah yeryüzüne dağları serpti ki sarsılıp sizi ırgalamasın; ve nehirler ve yollar; ola ki hidayet bulursunuz». Enbiya Suresi’nde de şöyle buyuruyor: «Yeryüzünde dağlar yaptık ki sizi ırgalamasın». Lokman Suresi’nde de şöyle buyuruyor: «Allah, gökleri –gördüğünüz gibi- direksiz yaratmış, sizi sarsar diye yeryüzüne kazıklar (dağlar) dikmiştir». Neml Suresi’nde de şöyle buyuruyor: «Onlar mı yoksa yeryüzünü karar olarak yaratan ve içinde nehirler akıtan mı daha hayırlı?...». Mu’min Suresi’nde de şöyle buyurmaktadır: «Allah O yücedir ki yeryüzünü size karar olarak yaratmıştır». Nebe’ Suresi’nde de şöyle buyurmaktadır: «Biz yeryüzünü bir döşek ve dağları da birer kazık kılmadık mı?». Bu ayet-i kerimeler ve onlarla anlamdaş olan öbür bütün ayetler, Allah Teâlâ’nın, yeryüzünü kulları için bir döşek, bir karargâh olarak yarattığını ve onu sabit dağlarla park ettirdiğini kanıtlamaktadır. Bunu böyle yapmıştır ki kulları onun üzerinde karar kılabilsinler; onun sırtı üzerinde rahatlıkla ve güvenle işlerini gösünler ve rızıklarını aramak için üzerindeki yollarda seyrüseferde bulunsunlar. Onun yeryüzü durgun ve sabittir, ta ki onları sarsmasın.

«Meyd» kelimesi, taşıdığı bütün anlamlar bakımından hareket demektir. Allah Celle ve Alâ, yerle ilgili olarak «meyd»i olumsuzlaştırdığına göre onun hareketi, dönmesi ve sarsılması da bu olumsuzluğa girmektedir. Cehab-ı Hak bu suretle yeryüzünün sakin ve durgun olduğu hususunda kullarını irşad etmiştir, ta ki onun sırtı üzerinde mutmain (endişesiz) olsunlar. Dil ve tefsir alimleri «Meyd» kelimesinin anlamını işte bu şekilde açıklamışlardır.  

     Cewheri sıhah adlı eserinde şunları kaydediyor: «made’ş-şey’u, yemîd’u meyd’en», yani şey kımıldadı. «made’til-Ağsan’u» yani dallar eğildi; «made’tir-raculu», yani adam kibirlenerek yürüdü demektir. İbn Manzur da Lisan’ul Arab adlı eserinde «made’tiş-şey’u, yemid’u meyd’en», yanı bir şey kımıldadı, yana eğildi diye açıklama yapmıştır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: «Allah yeryüzünü yarattığında onu meyd ettirdi.» , yani onu sarstı. Fakat dağlarla onu park ettirdi. Sonra Ebu’l Abbas, yani dilcilerden Su’lebe adlı zat da «en temîde bikum»[68] ayet-i kerimesyle ilgili olarak diyor ki «yani hareket eder ve sallanır». Ferra diyor ki: «Arapların şöyle dediklerini duydum: Meyd şu kimselere denir ki başları döner.». Kamusta da şöyle diyor: «Mad’e yemîd’u meyd’en ve meyedan’en, yani sarsıldı ve yan yattı.»    

      Müfessirlerin şeyhi İmam Ebu Cafer bin Cerîr de –Allah O’na rahmet eylesin- «Yer yüzünü uzatan –yayan-, ve onun içine yüksek dağlar ve nehirler koyan O’dur» meâlindeki ayet-i kerimenin tefsirinde aynen şöyle diyor: «Zikri yüce olan Allah yeryüzünü meddetmiş, onu enine boyuna uzatıp yaymıştır.». «Onun üzerinde zirveler yaratmış» meâlindeki ayet-i kerimenin tefsirinde de şu açıklamayı yapıyor: «Senâ ve övgüsü yüce olan Allah, yeryüzü üzerinde sabit dağlar ve zirveler yaratmıştır. “Rawâsî”, “Rasiye”’nin çoğuludur. O da sabitleştirici demektir. Bu anlamda “ersey’tu-l-Wetid’e fi’l-Ard’i, iza esbettu’hu” yani: “kazığı yere çaktım, onu sabitleştirdiğim zaman”, demektir.» Nitekim şair bir deyişinde, “cariye, sanki onun kazığını taşla çakmış” diyerek “erset’hu” fiilini, “onu sabitleştirdi anlamında kullanmıştır.”

Müfessir, –Allah O’na rahmet eylesin- Nahl Suresi’nde geçen “sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar serpiştirmiştir” meâlindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken de aynen diyor:

«Zikri yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! O’nun size ihsan ettiği nimetlerden biri de yeryüzüne (râsiyeler), yani zirveler serpiştirmiş olmasıdır. (Rawâsî), (râsiye)’nin çoğuludur. Onlar, yeryüzü üzerinde sabit duran dağlardır. Cenab-ı Hakk’ın “en temîd’e bikum” sözü, esasen “en lâ temîd’e bikum” demektir ki sarsmasın anlamına gelmektedir. Bu tıpkı Allah Teâlâ’nın “Yubeyyinullah’u lekum en tadıllû” yani “En lâ tadıllû”sozüne benzemektedir. Bunun da açıklmaması şudur: Övgüsü yüce Allah, yeryüzü üzerine dağlar dikmiştir ki O’nun sırtında yaşayan yaratıkları sarsılmasınlar. Çünkü bu dağlar, dünya üzerine dikilmeden önce yer sallanıp duruyordu.

Müfessir daha sonra bazı hadisler zikretmekte, ondan sonra da şunları söylemektedir:

«Meyd», sallantı ve yalpa yapmak demektir. “Madet’is-sefîne’tu, temîd’u meyd’en” demek, gemi, üzerindekilerle çalkalandı ve yana meyletti, anlamına gelir. Bu cümleden olarak gemi yolcusunun uğradığı baş dönmesine de Arapça’da yine “Meyd” denilmiştir.» müfessirin sözü burada bitiyor.

İmam Bağawî de –Allah rahmet eylesin- Nahl Suresi’nde geçen «Sarsılmayasınız diye yeryüzüne dağlar dikmiştir.» meâlindeki âyeti aynen şöyle tefsir etmektedir:

Meyd etmesin, yani kımıldamasın. «Meyd» sallantıdır, o yana bu yana sarsılıp durmaktır. Bu cümleden olarak gemi yolcusunun çarpıldığı baş dönmesine «Meyd» denilmiştir.” Bağawî’nin de sözü burada sona ermektedir.

Qurtubî, Enbiya Suresi’nde geçen «Yeri uzatıp yayan ve Yer üzerinde dağlar ve nehirler meydana getiren Odur» ayet-i kerimesinin açıklamasında diyor ki:

«Gerek Müslümanların, gerekse ehl-i kitabın, üzerinde görüş birliği ettikleri hususlardan biri de yerin durağan, sakin ve düz olduğu noktasıdır. Onun hareket etmesi sadece adet üzere ona isabet eden depremlerde olur.» sözü burada bitiyor.

Enbiya Suresi’nde geçen, «Yeryüzünde rawâsîler peyda ettik» meâlindeki ayet-i kerimenin tefsirinde Müfessir, «bunlar sabit dağlardır» diyor. “En temîd’e bihim” tabiri için de “Liellâ temîde bihim” yani onları sarsmasın, onun üzerinde karar kılınabilsin demektir» diyor. Kûfe ekolüne mensup olanlar bu görüştedirler. Basra ekolüne bağlı olanlar ise «onların sarsılmasını istemediği için» demektir diyorlar. «Meyd» sarsıntı, ırgalanma ve sallanma demektir. Arapçada örneğin «Mâd’e re’su’hu», başı döndü demektir.

Fahr-i Râzî de ünlü tefsirinde «O Allah ki yeryüzünü sizin için döşek kılmıştır» ayet-i kerimesinin tefsirinde aynen şöyle diyor:

«Şunu bilmiş ol ki Allah Teâlâ, burada yeryüzünü döşek kıldığını söylemektedir. Buna benzer olarak yine “Yeri karargah kılıp üzerinde nehirler yapan O mu yoksa başkaları mı?”. Diyor; keza şöyle buyuruyor: “Yeryüzünü sizin için bir beşik kılmıştır.” Tekrar bilmiş ol ki yerin beşik olması bazı şartlara bağlıdır. Birincisi onun sakin (durgun) olmasıdır. Çünkü eğer hareketli olsaydı, ya aşağı doğru düz, ya da daire şeklinde olacaktı. O zaman da bizim için asla döşek olamazdı. Çünkü bu durumda örneğin yukarıdan düşen bir insan yere bir türlü ulaşamazdı; sebebine gelince hem dünya aşağıya doğru irtifa kaybediyor, hem düşen insan irtifa kaybediyor. Dünya daha ağır olduğuna göre, iki şey aynı anda irtifa kaybettiklerinde en ağır olanı, aşağıya doğru daha hızlı düşer. Hafif olanı ise süratle düşene ulaşamaz. İşte bu taktirde insanın bir türlü yere ulaşmaması gerekirdi. Dolayısıyla eğer yeryüzü aşağıya doğru düşüyor olsaydı bir döşek olamazdı. Yok eğer dünyanın hareketi daire şeklinde olsaydı, biz ondan doğru dürüst faydalanamazdık. Nitekim eğer yeryüzünün hareketi doğu istikametine doğru olsaydı, insan batıya doğru yürürken yerinde saymış olacaktı, çünkü sözde yerin hareketi daha hızlı olurdu. Bu durumda da insan hiçbir zaman istediği yere ulaşamayacaktı. İnsan bu imkâna sahip bulunduğuna göre yerin hareketsiz olduğunu, ne dairesel, ne de düz döndüğünü anlamış bulunmaktayız. Evet yeryüzü sakindir (hareketsizdir). Amaç burada sona ermiştir.

Hafız İbn Kesir,  Enbiya Suresi’nde «Yer yüzünde rawâsîler peyda ettik» mealindeki ayet-i kerimenin tefsirinde diyor ki:

«Yani bunlar, tesiriyle –Allah Teâlâ’nın- yeri durdurduğu dağlardır; dünyayı onlar yardımıyla sabitleştirmiş ve ağırlaştırmıştır, ta ki insanları sarsmasın, yani dengesizlik yapmasın. Çünkü hareketlenirse insanlar onun üzerinde karar kılamazlar.»

Allah O’na rahmet eylesin, Neml Suresi’nde de “Yeryüzünü sabitleştiren O mu yoksa başkaları mı?” meâlindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken de şunları kaydediyor:

«Yani yeryüzünü durgun, sakin ve sabit hale getirmiştir ki sallanmasın ve üzerindeki ehlini sarsmasın, onları titretmesin.  Çünkü eğer böyle olsaydı dünya üzerinde yaşamanın tadı tuzu kalmayacaktı. Bilakis Allah Teâlâ, onu lutuf ve ve rahmetiyle sabit bir beşik ve döşek haline getirmiştir. Bir ayet-i kerimede de buyurulduğu gibi o ne sarsılıyor, ne de hareket ediyor. Ayet meâlen şöyledir: “Allah Teâlâ O’dur ki yeri sizin için karar ve göğü de bina yapmıştır». Müfessirin sözü bitti.

Şevkânî –Allah rahmet eylesin-, Nahl Suresi’nde geçen  “sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar serpiştirmiştir meâlindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken, «sizi sarsmasını hoş görmediği için» demektir», diyor ve ekliyor: «Basra Ekolün’e mensup olanların ileri sürdüğü gibi. Ya da sadece “sizi sarmasın” anlamına gelebilir, Kûfe Ekolü’ne mensup olanların ileri sürdüğü gibi... “Meyd”, kaynaşma, (karmaşa, sallanma, sağa sola yalpalanma) anlamlarına gelir. «made’ş-şey’u, yemîd’u meyd’en», yani şey kımıldadı. «made’til-Ağsan’u» yani dallar eğildi; «made’tir-raculu», yani adam kibirlenerek yürüdü demektir.

Enbiya Suresi’nde geçen, «Yeryüzünde rawâsîler peyda ettik» meâlindeki ayet-i kerimenin tefsirinde Müfessir diyor ki: «”Mkeyd” hareketlenmek, dönmek demektir. Yani insanları sallayıp sarsmasın. Bunu hoş görmediği içindir». Burada sözü son bulmaktadır.

Bunlar, biraz önce Qurtubî’ye ait “Miftah’u dâri’s-Saade” adlı eserden naklettiklerimize uymaktadır. Bundan sonra düşün ki, Allah dünyayı var ettiğinde, onu hayvan bitki ve eşyaya mekân ve mustekar olmak üzere durgun ve sakin yarattı. Hayvanlar ve insanlar, bu suretle onun üzerinde işlerinin peşinde yürüyebilmeleri ve rahatları etmeleri için oturup dinlenme ve yatma imkânına sahiptirler. Bu sayede işlerini görebilmektedirler.

Aksine eğer dünya, o yana bu yana inip kalksaydı, dengesiz hareket etseydi, üzerindekiler ne durabilecek, ne rahat edebilecek, ne de yaptıkları binalar sabit kalabilecekti. Aynı zamanda onun üzerinde ne bir sanat icra edebilecek, ne ticaret yapabilecek, ne çift sürebilecek, ne de yararlı bir iş görebileceklerdi. Yer yüzü onların altında titrerken hayattan ve topraktan nasıl zevk alabilirler? İbretle düşün ki bir deprem meydana geldiğinde, çok kısa sürmesine rağmen insanlar evlerini nasıl da terk edip dışarıya kaçıyorlar! Onun için Allah Teâlâ bu noktaya dikkat çekerek buyuruyor ki «Sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar serpiştirmiştir». Keza şöyle buyuruyor: «Allah O’dur ki yeryüzünü sizin için kararlı kılmıştır». Yine buyuruyor ki «Allah O’dur ki yeryüzünü sizin için beşik yapmıştır».

Gerek Tirmizi’nin el-Jâmi’ adlı eserinde, gerekse başka kaynaklarda Enes bin Malik’den rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah Tâlâ, yeryüzünü yaratınca, önceleri  sallanmaya başladı. Ondan sonra dağları yarattı. Bunun üzerine melekler dağların şiddetini görünce hayret ettiler ve dediler ki:”»

«Allah’ım, mahlûkatın arasında dağlardan daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, demirdir, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında demirden daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, ateştir, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında ateşten daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, rüzgârdır, diye cevap verdi.». Bu kez,

«Allah’ım, mahlûkatın arasında rüzgârdan daha şedit bir şey var mıdır?» diye sordular.

«Allah Teâlâ – Evet, Âdemoğludur, çünkü sağ eliyle iyilik yapar, -riyadan kaçınmak için- onu sol elinden gizler, diye cevap verdi». Hadis burada bitiyor.

Bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten nakledilenler özet olarak El-Farq’u Beyn’el-Firaq adlı eserin 330 uncu sayfasında aynen şöyle geçmektedir:

«Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimleri, -dehrilerin, “dünya sürekli olarak aşağıya doğru düşmek suretiyle hareket halindedir” şeklindeki iddialarının tersine, yeryüzünün durgun ve sakin olduğu, ancak deprem gibi bir sebeple sallandığı noktası üzerinde görüş birliği içerisindedirler». Evet eğer dehrilerin dediği doğru olsaydı, bir taş attığımız zaman onun yeryüzüne asla düşmemesi gerekirdi. Çünkü ağır bir cisimle hafif bir cisim aşağıya doğru düştüklerinde hafif olan cisim ağır olana yetişemez.

Keza, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimleri gerek yeryüzünün, her yönden kenarlarının, gerekse gökyüzünün altı yönden de kenarlarının son derece geniş olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ben, -Allah rahmet eylesin- Qurtubî’den de nakletmiştim ki aynı zamanda gerek Müslümanlar, gerekse Ehl-i Kitab, yerin sakin (yani durgun) olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Bu ise icma gibidir. Şu halde Müslüman kişinin, Kitap ve Sünnetin açık hükümlerinden ilim ve tahkikle tanınmış İslâm alimlerinin görüşünden, gerek Müslümanlarca gerekse Ehl-i Kitap tarafından kabul gördüğü bilinen gerçekten sapması caiz olur mu?!Bu gerçek ise yeryüzünün durgun ve sakin olduğu gerçeğidir. Bu görüşe aykırı, hatta hem duyuya hem müşahedeye aykırı olan görüşe sapmak caiz olur mu!

Üstat Muhammed Ferid Vecdî, «Kenz’ul-Ulûm’i wa’l-Luğa» adlı kitabının 46’ıncı sayfasında, «Arz» maddesinde aynen şunları kaydetmektir:

«Dünyanın döndüğü meselesine gelince bu, ihtilâf konusudur. İhtilâf konusudur diyorum, çünkü yerin döndüğüne dair kanaatin yaygın olmasına ve bu görüşün karşıt savlara galebe çalmış bulunmasına rağmen, pozitif ilimlerde uzman kimseler arasında hâlâ şüphe konusudur.»

Aynı yazar bu kez «Daire’tul-Maarif» adlı kitabının 183’üncü sayfasında da -«Kenz’ul-Ulûm»’daki sözlerine benzer şeyler söyledikten sonra şu ifadeyi kullanmaktadır:

«Yunan felsefesi, eski Mısır ilminden ruhunu alarak ortaya çıkıp da Sokrates, Aristotales ve Platon gibi alimler yetişince Yunan ilmi Dünya hakkında ilerleme kaydetti. Çünkü bu bilginler, dünyanın küre şeklinde olduğunu ve ülkelerinin de bu dünyanın küçük bir parçası olduğunu ikrar etmeye başladılar. Hz. İsa’dan yaklaşık 500 yıl önce yaşamış olan filozofları Fisagor ’un, yerin Güneş etrafında döndüğünü söylediği rivayet edilmektedir. İnsanlar uzun zaman bu teoriyi kabul ettiler. Ta ki İskenderiye’li Batlaymus yetişinceye kadar. Bu kişi Hz. İsa’dan bir buçuk asır kadar önce yaşamıştır. “Dünya küre şeklinde olmakla birlikte sakindir hareketsizdir; o Güneş’in etrafında değil, Güneş onun etrafında dönmektedir” demiştir. Onun bu teorisi zihinlerde kabul gördü, yayıldı ve 16’ıncı milâdî yüz yılında Polonyalı Poincaré ortaya çıkıncaya kadar. Bu şahıs Fisagor’un teorisini savundu ve hesaplara dayalı delillerle de teyit etti. Astronomi alimleri bunu her yerde böyle algıladılar.»

Ferid Vecdî sonra diyor ki: «Copernic ortaya çıkmadan önce dünyanın döndüğü meselesi bazı İslâmî kitaplarda da zikredilmiştir. Örneğin hicrî 756’da ölen Adududdîn Abdurrahman bin Ahmed, “El-Mewaqıf” adlı kitabında bundan bahsetmiştir. “El-Mewaqıf”’ı şerh eden Ali bin Muhammed el-Curcânî (h. 816) de ona tabi olmuştur. Bunu, Bahauddîn El-Amilî “Tişrih’ul-Eflâk” adlı bir risalede zikretmekte ve şöyle demektedir: “Yeryüzünün hareket ettiğine dair deliller, Allame Poincaré’nin iddiasını kabul eden okuyucunun görüşüdür ki elimizde yerin döndüğüne ilişkin hissi bir delil bulunmamaktadır. Ancak elimizde hissî olmayan, sayılamayacak kadar delil bulunmaktadır. Hepsi de pozitif ilimlerin konusudur ve bu delillerin ne kadar güçlü olduğunu ancak pozitif ilimlerde uzman olan kimseler bilir. Onun için bu konuyu irdelemeden bir tarafa koyuyoruz. » 

Yine Üstat Muhammed Ferid Vecdî, bu kez de hicrî 1350’de basılmış olan «El-İslâm’u Fi Asr’il-İlm» adlı kitabının ikinci cilt, 137’inci sayfasında, aynen şunları kaydetmektir:

«Dünyanın Güneş etrafında döndüğüne ilişkin deliller hissî deliller niteliğine sahip değildir ki bu ilgiyle yerin küre şeklinde olduğu konusu tartışılabilsin. Onun için bir grup alim ve fizikçi görürsün ki bu koruda hâlâ tereddüt içindedirler ve başkalarını da tereddüde sevk etmektedirler. Monsieur Drouman, geçen Mayıs’ın 9’unda Paris’te yayınlanan Libre Parole gazetesi’nde diyor ki: “Copernic’in teorisini yayan Galileo’nun ileri sürdüğü üzere deliller şimdiye kadar dünyanın gerçekten döndüğünü ve onun Güneş sisteminin merkezi olduğunu doğrulanmamıştır. Ve şu Monsieur Poincaré ki Fransız hendese ve tabiat alimlerinin en büyüğüdür, şimdiye kadar dünyanın döndüğünü kesin olarak ileri sürmemiştir. Çünkü şöyle diyor: “Dünyanın döndüğünü söylüyorlar; ben onun döndüğüne bir engel görmüyorum, döndüğünü var sayarsak bunu kabul etmek kolay olur; bu suretle de dünyaların nasıl oluşup geliştiği keyfiyeti de anlaşılmış olur. Fakat bu öyle bir teoridir ki hissi delillerle ne ispatı ne de reddi mümkündür. Bu sonsuz uzay, hangi niteliktir ki yeri onunla irtıbatlandırsın, ta ki dönüp dönmediğini anlamak mümkün olabilsin! Buradan hareketle onların, yeryüzünün daire şeklinde olduğu yolunda kullandıkları ifadenin elbette anlamsız olduğunu görürsün. Çünkü bunun hissi biçimde denenerek ispat edilmesi, kimsenin gücü dahilinde değildir. Şu iki kelimeye bakın: Yer yuvarlaktır. En kolay şey yerin yuvarlak olduğunu var saymaktır. Bu sadece bir tek anlam ifade edebilir. Yeni bir anlam için de biri öbüründen farklı değildir. Geçen şubat ayının 17’sinde bazı yazarların imzasıyla yayınlanan Fransız Eclire Gazetisde şu sözler vardı “yerin döndüğü meselesi tam anlamıyla kesin bir gerçek değildir. Bununla birlikte yaygın bir görüştür ve çürütülmesi sanılmayan büyük bir ilmî imandır. Bununla birlikte genel yer çekimi teorisi bile yeniden tartışılmaktadır. Cayler kanunları da sanal öngörüler olarak ünlenmiştir.” Yazar şunu anlatmak istiyor: “Eğer yerin genel çekim meselesi ve Cayler kanunları henüz birer teoriden ibaret ise, neden dünyanın yuvarlak olduğu meselesi de böyle olmasın?!”»

Budan sonra Allame Muhammed Ferid Vecdî, «El-İslâm’u Fi Asr’il-İlm» adlı kitabının ikinci cildinin 137’inci sayfasından 140’ıncı sayfasına kadar olan bölümünde Flayo’nun sözlerini naklederek, yüksek ve büyük cisimlerin küçük cisimler etrafında (ki yeryüzüdür) dönemeyeceğine ilişkin delil ileri sürmektedir. Bu ifadeyi, –çok uzun ve faydası az olduğu için- ben nakletmeyi uygun bulmadım. Ama isteyenler onu kaynağından izleyebilirler.   

Bu sözlere karşı cevabımız şudur: Aziz ve alîm olan ve her şeye gücü yeten Allah Teâlâ’nın hikmeti, eğer şu büyük gök cisimlerinin, dünyanın etrafında döndürmesini gerektiriyorsa ve bunda insanların faydası varsa bunu engelleyecek ne olabilir? Çünkü O, kendisine ibadet edilsin, itaat edilsin, yüce şanı tazim edilsin, layık olduğu isim ve sıfatlarla anılsın diye dünyayı yaratmıştır. Keza yeryüzünde yaşayan insanlara peygamberler yollasın diye, ilâhî hakkını ve insanların faydalanma yollarını beyan etsin diye bu dünyayı yaratmıştır. Esasen bu peygamberler ve kitaplar, (söz ve amel olarak O’nun gerek hoşnut olduğu gerek sevmediği şeyleri, O’nu öfkelendiren hususları, ahiret hayatını, cenneti, cehennemi ve onlardan başkaca da  peygamberler ve kitaplar aracılığıyla inmiş olan) büyük gerçekleri açıklamışlardır. İşte bu suretledir ki mü’minler dünyada «Sırat-ı Mustakıym» üzerinde, doğru yolu izleyebilme imkanını bulmuşlardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratmış olan O’dur» keza şöyle buyuruyor: «Göklerde ve yerde ne varsa hepsini emrinize amâde kılan ve gizli, aşikar, nimetlerini sizin için bollaştıran O’dur.». Yine şöyle buyuruyor: «Göklerde ve yerde ne varsa hepsini emrinize amâde kılmıştır; Hepsi O’dandır; düşünebilen bir topluluk için bunda hikmetler vardır.». sonra şöyle buyuruyor: «Allah O’dur ki gökleri yedi kat yaratmıştır; yeryüzünü de onlar kadar; onların arasında emirlerini indirir; ta ki Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve ilmiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.». 

Öyle ise, gökleri, yeryüzünü ve aralarında bulunan alemleri yaratan ve bütün bunları kullarına amâde kılan bu Yüce İlâh’a bütün bunlar nasıl garip gelecek, O, bunlardan nasıl habersiz kalacaktır?!! Bunları yaratan Allah’ın, büyük gök cisimlerini dünyanın etrafında döndürmesi nasıl istinkâr edilebilir? Bu dünya ki Allah Teâlâ onu geçici olarak elçilerine ve dostlarına mesken kılmıştır. Ta ki O’na burada ibadet edilsin, O’nun hakkı yerine getirilmeye çalışılsın; şanına layık biçimde tazim ve iclâl edilsin ve çeşitli ibadetlerle O’na kulluk yapsın diye insanları irşad etsinler. bu ise astronomların arasındaki yaygın görüşle Güneş’in, Ay’ın ve aralarındaki farklı cesamette olsalar bile öbür gök cisimlerinin dünyadan kat kat büyük olduğu savına göredir. Biz bu durumda gök cisimlerinin iç yüzünü ve büyüklükleri hakkında bir bilgiye sahip bulunmadığımız için bu konuda onları ne yalanlayabilir, ne de doğrulayabiliriz. Bilakis daha önce birden çok kere ifade ettiğimiz gibi şunu söyleyebiliriz:

Gerek astronomlar, gerekse onlar gibi kimseler tarafından ileri sürülen savlar: Makbul, Merdud ve Mevkuf olmak üzere 3 kısma ayrılır.

Menkul olana gelince: bilimsel kanıtların, doğruluğunu teyit ettiği savlardır.
Merdud: bilimsel kanıtların, batıl olduğunu gösterdiği savlardır.
Mevkuf ise, bilimsel kanıtların kabul veya reddi konusunda bir sonuç belirlemediği savlardır. Dolayısıyla astronomi konularından herhangi birine nazarla bilgi arayışı içinde olan kimse, onu kabul ve ret edebileceği bir delil bulununcaya kadar, beklemek durumunda olduğu mesele mevkuftur. Başarı ise Allah’tandır.

Sonra ünlü yazar Muhammed Ferid Vecdi, Çok meşhur astronom üstat diye övdüğü, Fransa’da şu an İlk Fizikçi olarak tanınan zattan –dünyanın döndüğü iddiasını reddeden- uzun bir ifade naklederek  141’inci sayfanın sonunda aynen şunları söylemektedir:

«Bundan da görüyorsun ki onların –yer dönüyor- diye vurgu yaptıkları sözün hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bunu deneyle ispat edecek bir şey bulunmamaktadır.» söz burada bitiyor.

Bunda sonra Allame Muhammed Ferid Vecdi, şunları ifade etmektedir:

«Yeryüzünün en büyük bilginleri arasında bile bu fikirlerde, -tezi bedihi ilimlerden kılacak şekilde- Dünyanın döndüğüne ilişkin olarak  birçok çatışma ve uyuşmazlık bulunmaktadır. Meselâ büyük bilgin Poincaré bu sözü söylemeye cesaret edememiştir. Halbuki kendisine dünyanın en büyük astronomu demesek de O bugün Fransa’nın en büyük astronomi alimidir. O bile eğer söylediğine tam olarak inanmıyor ve savında bir delil üzerinde değilse mesele ortadadır. Eğer öğretmenler Tabiat bilgisi dersini verdikleri sırada bu konudaki bilgisizliği ikrar ederek alimlerin izlediği yolu izlemiş olsalardı, öğrencilerine doğa ile ilgili olarak ileri sürülen zayıf görüşleri açıklamış olsalardı öğrencileri için çok büyük bir hizmette bulunmuş olacaklardı. Çünkü onlar bu suretle, her şeyden önce öğrencilerini kişisel terbiyeye alıştırmış olacaklardı. Sonuçta bu öğrenciler de tevazuu, gönül alçaklılığını, haddini bilirliği öğrenecek buna alışacak ve kâinatın Yüce Rabbi’nin ve onun şekillendiren yaratıcısının azameti karşısında secdeye kapılacaklardı. Fakat ne çare ki onların çoğu, öğrencilerine şüpheli şeyleri ve henüz ispatlanmamış, tabiatla ilgili sanal bilgileri kanıtlanmış gerçekler niteliğinde öğretmeye çalışıyorlar. Bu ise o öğrencilerin yanlış bilgilerle aldanmasına ve sonuç olarak büyüdüklerinde küfre sapmalarına, ruhu ve ebedi hayatı inkar etmelerine yol açmaktadır. Bununla birlikte onlar, zanna tutunduklarını ve sırf zannın onlara bir yararı olmayacağını da bilmezler.» Allame Ferid Vecdi’nin sözleri burada sona ermektedir.

Diyorum ki Allame, öğretmenler hakkında ne güzel şeyler söylemiş! Elbette öğretmenlerin görevi, konuların iç yüzünü, gerçeğe uygun olarak, bilgilerinin sınırları içinde açıklamaktır. Aynı zamanda bilmedikleri şeyler konusunda bilgisizliklerini itiraf etmek suretiyle alimlerin yolunu izlemelidirler; ta ki öğrenci de bir meseleyi bilmediği zaman duraklasın, konuyu tespit etmeye çalışsın, kesin ile sanal bilgileri birbirinden ayırt etsin. Allah’a sığınıyoruz.

Hama Camii müderris ve hatibi, aynı zamanda İbn. Rüşd Lisesi Din dersi öğretmeni olan Allame Muhammed el-Hâmid, «Safsatalara reddiye ve bazı gerçeklerin billurlaştırılması» adlı kitabının 334’üncü sayfasında «Bilimsel teoriler karşısında Müslümanların tutumu» başlığı altında aynen şunları kaydetmektedir:

«Modern bilim, gün be gün bize yepyeni bir şey sunmakta, teorilerinin iç yüzünden bizi haberdar etmekte, birçok tabiat olayı üzerinde bulunan perdeyi kaldırmakta ve onu büyük bir takdirle karşıladığımız yardım ellerini bize uzatmaktadır. İslam dini gerçek ilmin kardeşidir, onun yandaşıdır. Kur’an-ı Kerim’e dikkat nazarı ile bakan ve onu basiretle tefekkürle ve aydınlanmak için okuyan kimseyi, öğretisiyle ve birçok nassıyla buna davet eder.»

şu noktada hiç kuşku yoktur ki kâinat olaylarını derinlemesine inceleyip araştırmak insanı imana davet eder; akideyi pekiştirir; onu ilmin kazıklarıyla tespit eder; ona öyle bir doyumluluk verir ki o imanın sahibi inancın bütün serinliğini içinde hisseder ve bilir ki Allah Teâlâ’dan başka (ibadete layık) bir ilah yoktur; yaratan, dizayn eden, takdir buyuran ve hidayete erdiren yalnızca O’dur. O, bütün gönüllerin kendisine yönelmeye ve ibadet etmeye layık olduğu Allah’tır. Ancak sahipleri tarafından zaman zaman bize açıklanmaya çalışılan şu teoriler, aslında ispatlanma bakımından farklıdırlar. Bazıları gerçekten inkâr edilemeyecek derecede kesindirler; bazıları henüz inceleme ve araştırma safhasındadırlar; bazıları ise yanlış oldukları için onlardan yüz çevrilmiştir. Halbuki bunlar vaktiyle sahiplerinin nazarında gerçeklerden sayılıyorlardı. Bu teorilerden bazılarına, Kur’an-ı Kerim red veya kabul babında dokunduğu için, Müslümanların bunlara, akide ve imana uygunluk perspektifinden yaklaşması gerekir. Batılın, ne önünden ne de arkasından kendisine asla yaklaşmadığı Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği hidayet doğrultusunda bunları ele almak lazımdır. Onun için Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in (bu teorilerden) tastik ettiğini doğrulamalı, olumsuz karşıladığını da ret etmelidirler. Kur’an-ı Kerim’in kabul veya ret etmediği hususları da ilmi araştırmaya bırakmalıdırlar. Çünkü yalnızca o kendisi, onu ret veya kabul etmenin töhmetini yüklenir. Öyle ise insanlar, heveslerine yenilmekten ve duygusal tahakkümlerinden kaçınsınlar. Ta ki kanıtlandığını müsellem kılan bir delil ortada yokken ve henüz dengesiz dururken yeni bir düşüncenin seviyesine asla Kur’an-ı Kerim’i indirmiş olmasınlar. Yok eğer onlar böyle yaparlar da daha sonra batıl olduğu ortaya çıkacak bir teoriyi, (acele ederek) ayet-i kerimelerle teyit etmeye kalkışırlarsa, bu suretle dinlerine çok büyük kötülük yapmış, ve İslam düşmanlarının ona dil uzatmalarına imkan vermiş olurlar. İslam düşmanları bu durumda «bakınız Kur’an batıldır, çünkü ayetleri batıl bir görüşü desteklemektedir» diyeceklerdir. Eğer bilgisizce konuşmanın bize neye mal olacağını Kur’an-ı Kerim’den heybetlenerek kestirirebilirsek, onun tehditlerini hesaba katarak bunu aklımıza yerleştirirsek, düşünmede dengeli bir yol izleyecek olursak Allah’ın izniyle bu suretle (dinimize iyilik yapalım derken) ona karşı işleyebileceğimiz cinayetten korunmuş oluruz.

Şimdi de bir tek örnek alalım ve yalnızca bir konuda bile teorilerin nasıl değiştiğini, onun üzerindeki görüşlerin nasıl yön değiştirdiğini önce görelim; sonra da Kur’an-ı Kerim’in kararlaştırdığı şekilde gerçeği ortaya koyalım ve bâtılı da duvarın yüzüne çalalım; zanları da bir kenara atalım.   

Eski astronomlar, dünyanın durgun olduğunu, Güneş’in ise onun etrafında döndüğünü ileri sürüyorlardı. Daha sonra dünyanın döndüğünü, Güneş’in ise sabit olduğunu ileri süren astronomlar zuhur etti. Bu düşünce geniş biçimde tutundu. Birçok insan bu düşünceye hiç tereddüt etmeyecek şekilde inandı. Sonra bazı akıllara bu konuda şüphe sızdı. Hatta yeni astronomlar arasında ilk görüşe tekrar dönüş oldu. Sonra Allame Ferid Vecdi’nin «İlim Çağında İslâm» adlı kitabından bazı nakiller burada zikredildi. Adı geçen kitaptan sana biraz önce anlattık. Ondan sonra da adı geçen Allame Şeyh Muhammed el-Hâmid aynen şöyle diyor:

«1926 yılında “Dünya dönmemektedir” adı altında Fransa’da bir kitap yayınlandı. Bu kitabın yazarı Rayau Fitche’dir. Yazar bu eserinde, dünyanın durgun olduğuna ilişkin bilimsel kanıtları anlatmakta, kitabı şöyle sonuçlandırmaktadır:»

«“Bütün bu deliller Güneş’in ve ayın dünya etrafında döndüklerini, yerin ise hareket etmediğini kanıtlamaktadır.” Bundan da anlaşılmaktadır ki dünyanın, sözde döndüğü düşüncesi, henüz üzerinde ittifak edilmiş bir kanaat değildir. Asla batılın bulaşmadığı Allah’ın ayet-i kerimeleriyle, doğrulanmamış bir şeyi doğru göstermek bir cürettir (küstahlıktır). Biz aslında bu astronomları bir kenara bırakalım. Onlar birbirlerini yalanlaya dursunlar. Biz inanarak ayet-i kerimeleri okuyalım; bilelim ki onlar haktır, onlarda şüphe yoktur. Allah Teâlâ, -kendisini suçladıkları konularda- insanlarla geçinmek için gerçek dışı bir şeyi haber vermez. Aralarında uzlaşamayan o kimseler kâinatın yaradılışını görmüş, seyretmiş değillerdi ki sözleri kanıt diye ileri sürülebilecek bir hüccet sayılsın. Ya da ışığında yol alınsın.... Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Ben onlara ne göklerin ve yerin yaradılışını, ne de kendilerinin nasıl yaratıldığını göstermedim. Sapıkları kendime yardımcı da yapmadım.»[69]

«Biz, içinde Allah Teâlâ’nın, dünya’dan, Güneş’ten, Ay’dan ve yıldızlardan söz ettiği ayetlere baktığımızda, gerek Hz. Peygamber’in, (s)’in, gerekse ashabının (r) anladığı biçimde onları anlamalıyız; ki haşa onlar bu ayetleri nasıl olur da yanlış anlamış; onların dışındakiler de nasıl olur da bu ayetleri doğru anlamış olabilirler?!!  Fakat bazı küstah insanlar Allah’a karşı baş kaldırmış, diyorlar ki: “Allah’ın –mealen- buyurduğu “Dağları görürsün, onları donuk sanırsın; oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler” ayet-i kerimesi dünyanın döndüğüne ve hareket ettiğine delalet etmektedir.” Halbuki bu kanıtlama yanlıştır ve makbul bir tefsir değildir. İşte sana gerçek açıklaması:»

«Dünyanın döndüğüne ilişkin olarak bu ayet-i kerimeleri kanıt gösterebilmek, onlardaki siyak ve sibakın, kanıtlayıcının anlamadığı biçimde olmamasına bağlıdır. Bununla birlikte, onunla çatışan bir nass da bulunmamalıdır. Her iki nokta da burada mevcuttur. O zaman kanıtlama yolu doğru değildir; görüş de isabetli değildir.»

«Birinci noktaya gelince sibak, ki sözün başlangıcıdır ve siyak ki o da sözün sonudur; ikisi de dağların aynen bulutlar gibi yürüdüğünü ifade etmektedirler; ancak bu kıyamet gününde olacaktır. Çünkü ayet o günü nitelemektedir. Nitekim Allah Teâlâ (bu ayetin –sibakında- yani başlangıcında) buyuruyor ki: “Sura üfleneceği gün, göklerde ve yerde kimler varsa hepsi korkar ürperirler -Allah’ın diledikleri hariç-; herkes O’nun huzuruna ezik (çekingen, korkulu ve küçülmüş) olarak gelir. O gün dağları görürsün, onları donuk (durmuş) sanırsın; oysa onlar aynen bulutlar gibi geçip giderler. Bu, her şeyi yerli yerinde yaratan Allah’ın sanatıdır. Gerçek şu ki O, işlediklerinizden haberdardır. (O gün amel olarak) Kim bir iyilik getirecek olursa ona, (ödül olarak) ondan daha hayırlısı vardır ve o günün dehşetinden emindirler. Ancak her kim ki (amel olarak) bir kötülük getirecek olursa onlar da ateşe yüz üstü atılacaklardır. Elbette ki işlediklerinizin karşılığından başkasıyla ceza (ya da mükâfat) görmeyeceksiniz.”»

«Açıkça görüldüğü üzere bu ayetler kıyamette olacaklardır, dünyada değil. Ayrıca nice ayetler vardır ki başlangıç ve sonlarından anlaşıldığı gibi Allah’ın, kıyamette ancak dağların yürüyeceğini, -yüce kitabının birçok yerinde- zikrettiğine ilişkin anlam vermektedir. Bunları başka türlü anlamak imkansızdır.»      

jAllah Teâlâ Kehf Sure-i Şerif’inde şöyle buyurmaktadır: “O öyle bir gündür ki dağları yürütürüz, ve yer yüzünü dümdüz görürsün; onları bir araya toplarız, onlardan birini bile atlamayız.”. Tekwîr Suresi’nde de şöyle buyurmaktadır: “Güneş dürüldüğünde, yıldızlar matlaştığında, dağlar yürütüldüğünde, hayvanlar bir araya getirildiğinde”»

«Bu beyanla anlaşılmaktadır ki, dünyanın hareket ettiğini ayetlerle kanıtlamak batıldır.»

«İkinci noktaya gelince o da, itiraz eden bir nassın bulunmamasıdır. Oysa biz bu düşünceye sırf şerî bir meseledir diye baktığımızda, Kur’an naslarının onu engelleyici hükümlerinden başka bir sonuca varamayız. Şöyle ki: Kur’an, yer yüzünün sabit olduğunu ifade etmektedir ki Allah Teâlâ’nın bu konuda şu sözünden daha açık bir şey bulunmamaktadır. Allah, «Yer yüzüne rawasîler serpiştirmiştir ki sizi sarsmasın», buyuruyor. Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: «Yer yüzüne rawâsîler koyduk ki onları sarsmasın». Bu ayette geçen «Meyd» kelimesi, hareketlenmek, sallanmak demektir. Arapça dil kuralları da bunu teyit etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Biz yer yüzünü bir beşik ve dağları da kazıklar haline getirmedik mi?». Bu ayetler, Allah Teâlâ’nın, yer yüzünü –hareket etmesin ve sallanmasın diye- dağlarla tesbit ettiğini açıkça kanıtlamaktadır.  “Tıpkı geminin dengesini korumak için ona ağır şeyler yüklemek gibi- yer yüzünün de –sallanmasın diye- dağlarla tespit edilmiş olması onun dönmesine engel değildir”, bir tekellüftür, soğuk bir zorlanmadır ve İslâmî zevke uymamaktadır. Kur’an’a özgü belagat da bunu kabul etmemektedir. Çünkü bu, yorumlama ile bir çıkmaz sokağa girilmekte ve nassı, gereksiz yere akla gelenin dışına çekmektedir. Bu ise hakikatte sıhhatli temellere dayanan bir yorum değil, oyun oynamaktır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, dünyanın durgun olduğunu kesin biçimde ifade ettiği gibi Güneş’in ve Ay’ın da hareket halinde olduklarını ve onun etrafında döndüklerini kesin şekilde ifade etmektedir. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmaktadır:»

«Geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Hepsi bir felekte yüzerler.». Bu ayette “Kul’lun” kelimesi üzerinde bulunan tenwin, iwaz’dır. Bu ise “Kul’lun minhuma”, (yani o ikisinden her biri) demektir. Bundan Güneş ve Ay kastedilmektedir. Dünya ile ilgili bir ifade yoktur. Güneş’e ve Ay’a ait (Huma) zamirinin burada çoğul olarak geçmesi, onların doğuş noktalarının çok olması itibariyledir. Esasen bu zamirin çoğul olarak gelmesi, bundan önceki ve sonraki ayet fasıllarına uymak bakımından güzeldir. Çünkü hepsi de waw ve nun’la bitmiş bulunmuktadır. Allah Teâlâ,şöyle buyuruyor:

«“Güneş, kendisi için belirlenmiş olan bir durağa doğru akmaktadır.  Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiri iledir. Ay için de menziller tayin buyurmuşuzdur; ta ki o eğilmiş bir hurma dalı gibi size gözükünceye kadar. Ne Güneş’in Ay’ı idrak etmesi, ne de gecenin gündüzü geçmesi gerekir. Hepsi bir felekte yüzerler”»
    
«Burada Güneş için bir cereyan tespit edilmiştir. Bu, intikalî bir harekettir. Onun değirmensel hareketine gelince (yani astronomların iddiasına göre onun eksen etrafındaki dönüşüne gelince), buna Arap dilinde cereyan değil, deveran denir. Halbuki Kuran’ın nassı bunu cereyan diye ifade etmektedir.»

«Bunun özeti şudur: Bu fasılda zikrettiklerimizin toplamından şöyle bir sonuç meydana çıkmaktadır: Bilimsel kanıt, dünyanın hareket ettiğini desteklememektedir. Bilakis onun durgun olduğunu, hareketin ise Güneş’e ve Ay’a ait bulunduğunu belirlemektedir. Eğer ayet-i kerimelerden bazıları, astronomların aleyhinde ve onları ret eder mahiyette olan ayetlerin çoğunun verdiği anlam dışında yorumlanır ise bu, Kur’an-ı Kerim’e karşı bilgisizce açık bir küstahlık olur. Efendimiz Hz. Rasulullah –Allah’ın selamı O’nun, Âl ve ashabının üzerine olsun- buyuruyorlar ki “Her kim ki Kur’an-ı Kerim’i aklına estiği gibi yorumlamaya kalkışırsa, cehennemde yerini hazırlasın!”. Hz. Ebubekr’den, “we fâkihe’ten we ebb’en” ayet-i kerimesindeki “Ebb” kelimesinin anlımı sorulduğunda, cevap vermedi ve şu sözleri söyledi: “Eğer ben Allah’ın kitabını aklımın estiği gibi yorumlamaya kalkışırsam acaba hangi gök beni gölgesine alacak ve hangi yer beni sırtında taşıyacaktır!!!”. Onun için Müslüman kişi, Allah’a karşı heybet duymalıdır; Allah’ın koymuş olduğu sınırlarda titizlikle durmalıdır. Gerçek şu ki sıratı mustakım’a (doğru yola) istediğini erdiren Allah Teâlâ’dır.». Allame Muhammed Hamid’in sözleri burada bitiyor.

Ey okuyucu! Sana naklettiğimiz bütün bu Kur’ânî ayetlerden, dil bilimcilerin, tefsir alimlerinin ve birçok astronomi alimlerinin sözlerinden yer yüzünün sabit ve durgun olduğu ve dönmediği sıhhatli biçimde açıklanmış bulunmaktadır. Bu mesele, -Allah rahmet eylesin- Qurtubî’nin, tefsirinde anlattığı üzere İslam alimlerinin, keza ehl-i kitab’ın, üzerinde görüş birliğine vardıkları bir husustur. Aynı zamanda, daha önce sana naklettiğim gibi, -Allah rahmet eylesin- Abdulqadir bir Tahir el-Bağdadî (el-Farq’u beyn’el-Firaq) adlı kitabında bu konuda ehl-i sünnetin icmaı bulunduğunu zikretmiştir. Aynı şekilde dünyanın döndüğüne dair sözlerin batıl olduğu, naklî ve hissi delillerle uyuşmadığı açıktır. Keza Güneş’in doğuş ve batışı, gece ile gündüzün birbirini izlemesi ile mevsimler arasındaki farkların hepsi –Allah’ın düzenlediği gibi- Güneş’in menzillerindeki ve yörüngelerindeki hareketlerinden doğmaktadır. Yoksa bazı astronomi alimlerinin delilsiz olarak ileri sürdüğü gibi yerin, Güneş etrafında dönüşünden dolayı değildir. Bu iki olayda esasen onların dayandığı bir delil yoktur. Keza bazı yazarlar tarafından, sözde astronomi alimlerinin görüş birliğine dayandığı ileri sürülerek, dünyanın iki hareketi bulunduğu, birinin günlük, öbürünün ise senelik olduğu yolundaki kanaat doğru değildir. Bilakis bu konu halâ tartışılmaktadır. Astronomi alimleri arasında bir konsept ve uzlaşma konusu değil, aksine bir kavga konusudur.

Sonra, onların görüş birliği içinde olduklarını teslim etsek bile kendilerinden önce yaşamış olan gerek İslam alimlerinin, gerekse astronomi alimlerinin (dünyanın dönmediğine dair) görüş birliği karşısında engellidirler. Nitekim insanlar asırlar boyu Batlaymus’un görüşüne bağlı olarak yaşadılar. Bu görüş dünyanın durgun olduğunu ve dönmediğini ileri sürmektedir. Bu görüş milattan öncesine aittir. Sana biraz önce naklettiğim ve Allame Ferid Vecdi’nin zikrettiği üzere Miladın 16. yüzyılında Plonyalı Astronom Poincaré ortaya çıkıncaya kadar bu görüş böyle devam etti. Ancak Poincaré, dünyanın döndüğünü ileri sürdü Fisagor’un görüşünü teyit etti.

Burada bir başka cevap daha vardır. Onu daha önce de sana hatırlatmıştım, o da şudur: astronomi alimlerinin görüş birliği teslim edilse bile, eğer nakli ve hissi delillere ters düşerse hüccet sayılmaz. Onun için dikkatli ol ve hataya düşmekten korun. Başarıya ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

Şimdi de Kerdeş Sawwaf’ın, yerin döndüğüne dair Âlûsî’den naklettiklerine dönelim.  Diyoruz ki Âlûsî –Allah rahmet eylesin- (Kur’ân’ının Delâlet ettikleri) adlı kitabının 67, 68 ve 69 uncu sayfalarında, yeni astronomi alimlerinin, yerin döndüğünü söylediklerini nakletmektedir. Aynı zamanda dünyanın iki çeşit tur attığını, birinin günlük, öbürünün ise senelik olduğu konusundaki görüşlerini aktarmaktadır. Keza dünyanın yuvarlak olduğuna dair görüşlerini de nakletmektedir. Sonunda da ayetlerde onların görüşüne ters düşen bir şey bilmediğini ifade etmektedir. Ona cevap olarak şunu deriz: yerin döndüğüne ilişkin olarak yeni astronomi alimlerine ait sözlerin batıl olduğu hakkındaki ayetler yukarıda geçti. Allame Âlûsî de –Allah rahmet eylesin- aynen öbürlerinin düştüğü hataya düşmüş bulunmaktadır. Sen geçen bilgilere bir kez daha baş vur. Bu meselede hem yeni astronomi alimlerinin, hem de Âlûsî’nin yaptığı yanlış sana apaçık gözükecektir. Bundan da anlayacaksın ki Âlûsî’nin –Allah rahmet eylesin- (Kur’ân’ının Delâlet ettikleri) adlı kitabında –yerle ve feleklerle ilgili meselelerde- söylediklerine güvenilemez. Ta ki delillerle karşılaştırılıncaya adar. Delillere uyanlar kabul edilir, uymayanlar ise ret edilir; kabul ya da ret edilmesi kesinleşmeyenler ise askıda kalır. Daha önce de bu konu birden çok kere geçmiş bulunmaktadır.

Allame Âlûsî’ye gelince –Allah rahmet eylesin-, bu zat da bütün ilim erbabı gibidir; onun da elbette ki gerçeğe uyan sözleri kabul edilir, uymayanlar ise bırakılır. İlim erbabının sözlerinden haberdar olan herkese malum olduğu üzere, alimlerden hiç kimse, ne Âlûsî, ne de başkası masum değildir.

Dünyanın küre biçiminde olduğu meselesine gelince, Ebulabbas bir Teymiyye –Allah rahmet eylesin- Ebulhasan Ahmed bin Cafer el-Münadi’den naklen İslam alimlerinin, Dünyanın yuvarlak olduğunu söylediklerini kaydetmektedir. Yukarıda, –Allah rahmet eylesin- Allame İbn Qayyım’dan da bu yolda söylediklerini nakletmiştim. Esasen dünyanın yuvarlak olması, onun insanlarla meskûn kısımlarının düz olduğuna ve Allah tarafından onlar için döşek ve beşik haline getirildiğine aykırı değildir. Tıpkı Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu gibi: «O’dur ki yeryüzünü sizin için döşek kılmıştır»[70] «Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?»[71]«Deveye bakmazlar mı ki nasıl yaratıldı? Gökyüzüne bakmazlar mı ki nasıl yükseltildi? Dağlara bakmazlar mı ki nasıl dikildiler? Yeryüzüne bakmazlar mı ki nasıl dümdüz hale getirildi?»[72]

Evet yeryüzü küre şeklindedir; âleme karşı olan dışa dönük yüzü ise -insanlar onun üzerinde karar bulabilsin ve içindekilerden faydalanabilsinler diye- düzdür. Nakli ve hissi deliller arasında buna aykırı bir şey bilmiyoruz. En doğrusunu ise ancak Allah Teâlâ bilir.


KARDEŞ SAWWAF’ın SORULARI VE ONLARA VERİLEN CEVAPLAR


Geçen makalede, dünyanın dönmediğin gösteren hissi delillerden aynen şu sözlerle bahsetmiştim: Bu söz batıldır. Yani dünyanın döndüğü iddiasında bulunmak akıl, mantık ve gerçek karşısında küstahça direnmektir. Müslüman olsun kâfir olsun, insanlar güneşin hareket ettiğini, yerin de sabit ve hareketsiz olduğunu sürekli görüp duruyorlar. Aynı zamanda her yerleşim merkezini ve her dağı, ait olduğu yönde görüyorlar. Bunlarda hiç bir şey değişmiş değildir. Eğer ileri sürdükleri gibi yeryüzü gerçekten dönüyor olsaydı, şehirler, dağlar, ağaçlar, nehirler ve denizler yerlerinde durmayacaklardı. Ve yine insanlar batı yönünde bulunan şehir ve ülkeleri doğuda, doğudakileri de batıda göreceklerdi. Böylece insanlar için kıble değişecek, kararsız kalacaktı. Yukarıda ifade ettiklerim böylece bitiyor. Keza geçen makalemde dünyanın döndüğünü iddia edenlerin sözlerinin şüpheli olduğunu söylemiştim. Şu ayeti nakletmiştim: «Dağları görür, onları durgun sanırsın; oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler. Bu, her şeyi yerli yerinde yaratan Allah’ın sanatıdır. Gerçek şu ki O, işlediklerinizi bilir.»[73] yerin döndüğünü bu ayet-i kerimeyle kanıtlamanın batıl olduğunu, bu ayet-i kerimeye yapışmalarının asılsız bir benzetmeyi amaçladığını ifade etmiştim. Çünkü bu ayette esas maksat kıyamet gününde cereyan edecek olaylardır. Bu da gerek bu ayetten, gerekse başka ayetlerden anlaşılmaktadır. Bundan amaç, dünyanın döndüğünü ve dağların yürüdüğünü –ayetin inmekte olduğu sırada- anlatmak değildir. Bu nokta, ayetin akışını düşünen ve öncesini bilen ilim erbabınca gizli değildir. Bu ayet üzerinde fikir yürüten tefsir alimleri de görüşlerini beyan etmişlerdir. Hissi delillere göre dünyanın sakin ve durgun olduğu ve bu durumun da onun dönmesini, şehirlerin, ülkelerin, dağların, nehirlerin, denizlerin ve kıblenin yer ve yön değiştirmesini gerektirdiği hakkında söylediklerime kardeş Sawwaf itiraz etmiş bulunmaktadır. Ondan sonra da aynen şu soruları yöneltmiştir:

«1. Şüphesiz cenaplarınız birden çok kez Suudî Havayolları’nın konforlu Boing uçaklarına binmiş bulunuyorsunuz. Bildiğiniz gibi bu uçaklarda sağlı sollu koltuklar bulunmaktadır. Yolcu bindikten sonra, uçak yükselip kuzeye ve güneye doğru yöneldiğinde acaba onun yeri hiç değişiyor mu, sağdaki koltuk sola, soldaki de sağa hiç fırlıyor mu?! Uçak bir yöne doğru intikal ettiğinde koltuklar da o yöne doğru yer mi değiştiriyor, yoksa hareket etmeden ve hiç kımıldamadan bu koltuklar oldukları yerde sabit mi kalıyorlar? Uçak doğu, batı, kuzey ve güney yönlerine doğru yüz kere bile hareket etse bu koltuklar yer değiştirir mi?»
 
«2. Ve biz ey kardeş! Allah Teâlâ’nın en güzel biçimde yaratmış bulunduğu insanlarız. Her birimizin bir sağ, bir de sol eli vardır. Her birimiz sağa, sola, doğuya ve batıya doğru günde yüz istikamete yönelir, koşar ve yürür. Biz böyle bir yerden öbürüne intikal ederken acaba sağ ellerimiz sola, ya da aksine hiç yer değiştirirler mi, yoksa günde bin kere bile yer değiştirsek sağ ellerimiz yine sağda ve sol ellerimiz de yine solda mı kalır?»

«3. Gemi yolcusu odasında yerini aldıktan sonra araç, dalgaları aşarak sağ ve sol yönlere doğru yol alırken yolcunun odası da acaba gemi yön değiştirdikçe yer mi değiştirir, yoksa olduğu yerde sabit mi kalır?  Hatta yolcunun bizzat kendisi de sakin ve rahat şekilde, genel olarak geminin hareketini bile hissetmeden odasında kalmaz mı? Tıpkı uçtuğunun farkında bile olmayan uçak yolcusu gibi... Halbuki uçak, müthiş uzaklıktaki mesafeleri süratle kesmektedir. »

«Bunlar üç örnek ya da üç sorudur. Bize, -Allah’ın kudretiyle dünyanın, günlük veya senelik turunu yaparken- üzerinde bulunan her şeyle birlikte dönüp durduğunu göstermektedir. Ancak her şey yine kendi yerinde durur. Ne Uhud dağı Ebuqubeys dağının yerine, ne Ebuqubeys Qıysûn’un yerine geçer; ne  de Qıysûn Alpler’in ya da Atlas dağlarının yerine geçer. Bu durum şehirler, ülkeler, ağaçlar, nehirler, denizler ve kıble için de aynen geçerlidir. İnsanlar için bunlar değişmez. Çünkü her şey yerli yerindedir. Çünkü hareketlerin hepsi yeryüzü ile ilgisi bakımından, her şey için ve herkes için birlikte olur.» Sawwaf’ın sözleri burada bitiyor.

Buna cevap olarak şöyle denebilir:

Ey Sawwaf kardeş bütün bu sorular senin ve «dünya dönüyor» diyen her kesin aleyhinde delil oluşturmaktadır. Aynı zamanda dünyanın döndüğünü inkâr eden, «dünya durgundur» diyen kimselerin de lehinde açık kanıttır. Ben bunu geçen makalemde açıklamıştım işte onun metni:

Müslüman olsun kâfir olsun, insanlar güneşin hareket ettiğini, yerin de sabit ve hareketsiz olduğunu sürekli görüp duruyorlar. Aynı zamanda her yerleşim merkezini ve her dağı, ait olduğu yönde görüyorlar. Bunlarda hiç bir şey değişmiş değildir vs...

Ey okuyucu! Bunları ben sana yakın geçmişte anlatmıştım. Bundan ortaya çıkan şey, bu hissi delilden amacın, yeryüzünün bütün yönlerinin, doğuya, batıya, güneye, kuzeye ve kıbleye göre aynen yerlerinde olduğun beyan etmektir. Onun için yukarıda «yerinde» değil, «ait olduğu yönde» diye bir tabir kullandım. Ta ki okuyucu tarafından amacın yer değil, yön olduğu anlaşılsın ve şunu da anlasın ki benim yukarıda geçen sözümden amacımın, (Kâbe’nin yer değiştirdiği, ya da doğudaki ülkelerin kendi kendilerine batıya veya aksine kaydıkları) şeklinde olmadığını bilmesidir. Aynı şey dağlar, denizler ve nehirler için de geçerlidir.

Esasen birinci makalemden naklettiğim sözlerimden ancak ve ancak amacım şudur: Dünyanın dönmesi, ülkelere, kıtalara ve başka şeylere göre yönlerin değişmesini gerektirmektedir. Bu noktayı hakkıyla düşünen herkes için mesele gayet açıktır. Eğer ileri sürdükleri gibi dünya gerçekten dönüyor olsaydı, örneğin, doğudaki şehir ve ülkeler için (doğuda) bir durgunluk ve istikrar söz konusu olamayacaktı; bilakis yerin dönmesiyle birlikte onlar da dönüyor olacaklardı, ona tabi olacaklardı; bir an için doğuda, bir an için güneyde, bir an için batıda ve bir an için kuzeyde olacaklardı.  Böylece gerek batıda, gerekse başka yerdeki ülke ve şehirler, aynen denizdeki gemi gibi, ya da havadaki uçak gibi olacaklardı. Böylece kıbleye olan yönleri de kararsız kalacaktı. Bu kez doğuda oturanların Kâbe’ye olan yönü batı olacak, batıda oturanların da bunun aksi olacaktı; kuzeyde oturanların kıblesi güney, güneyde oturanların kıblesi de aksi istikamette olacaktı. Eğer dünya dönüyor olsaydı yeryüzünde oturan insanların tümü için Kabe’nin artık belli bir yönü de olamayacaktı. Bununla birlikte her şey yerli yerinde bulunmaktadır. Ülkeler ve şehirler kendi yerlerinde, denizler kendi yerlerinde, dağlar kendi yerlerinde ve Kabe de kendi yerinde bulunmaktadır. Bizzat kardeş Savvaf’ın verdiği örnekler de bunları doğrulamaktadır. Yerin durgun olduğunu, dünyanın dönmediğini kanıtlamaktadır. Çünkü örneğin uçak Cidde’den Riyad’a doğru havalandığı zaman yolcularının kıblesi arkalarında kalıyor. Yüzleri ise doğuya dönüyor. Uçak, Riyad’dan Cidde’ye doğru havalandığı zaman ise, bu kez yolcuların yüzü batıya dönüyor, Kabe de onların ön istikametinde kalıyor. Bu sırada koltuklar yine yerlerindedirler; hiçbir şey de yerini değiştirmemiş oluyor. Durum gemi, tren ve başka araçlar için de aynen geçerlidir. İnsan da öyledir. Nitekim yönünü batıya çevirdiği zaman sağ tarafı kuzey, solu da güney yönünde kalır. Seyrini değiştirerek doğuya yöneldiğinde ise bu kez sağ tarafı güney, solu ise kuzey yönüne dönmüş olacaktır. Yüzü batıya dönükken bu kez doğuya dönecek, bununla birlikte elleri ve yüzü yine bulundukları yerde kalacaklardır.

Ey okuyucu! İşte bununla da anlaşılmış oluyor ki, dünyanın döndüğü iddiası batıldır. Onun sakin ve durgun olduğu ise doğrudur. Çünkü gerekçeler batıldır, dolayısıyla bu gerekçelere dayandırılan iddia da geçersiz kalmış oluyor.

Keza, yeryüzünün sözde döndüğüne ilişkin iddianın batıl olduğunu ortaya koyan hissî delillerden biri de şudur: Eğer dünya gerçekten dönüyor olsaydı, insanlar gemi, uçak ve diğer güçlü taşıt araçlarında olduğu gibi bunun da farkında olacaklardı. Dünya ile sözü edilen bu araçlar arasındaki büyüklük farkı, dünyanın döndüğünü hissetmemeye neden olamaz.  Bunu kanıtlayan delillerden biri de yeryüzünde en ufak şiddette bir deprem meydana geldiği zaman bile onun büyük yıkımlara ve çöküntülere neden olmasıdır. Bu (perişanlıklar), depremin şiddetine, uzunca sürmesine ya da olmamasına göre değişebiliyor. Bunlar, herkesin bildiği çok açık şeylerdir. Daha önce kendilerinden naklettiğim gibi gerek İbn Qayyım, gerekse Qurtubî bu noktaya dikkat çekmişlerdir.

«Dağları görür, onları durgun sanırsın; oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler...»[74] mealindeki ayet-i kerimeye dayanarak dünyanın döndüğünü ileri sürenlere reddiye babında yazdığım makaledeki sözlerime gelince ki şöyle demiştim: “İşte insanlar dağları bulundukları yerde görüyor; onlar hiç de yürütülmemektedirler. Mesela şu Mekke’deki Nur dağı yerinde duruyor. Ve işte Ebuqubeys Dağı, o da yerinde duruyor. Keza Medine’deki Uhud Dağı yine yerinde duruyor, vs...”. Ben bu sözlerimle, yukarıdaki ayet-i kerimeye dayanarak dünyanın döndüğünü iddia edenlerin sözlerini reddetmek istedim. Çünku bu ayet-i kerime’de Allah Teâlâ, dağların aynen bulutlar gibi geçip gittiklerini anlatmaktadır. Ben demiştim ki dağlar (halihazırda) seyretmemekte, bilakis kendi yerlerinde durmaktadırlar. Eğer Allah Teâlâ vahyini indirirken dağların o sırada yürüdüğünü anlatıyor olsaydı hadise, O’nun haber verdiği şekilde cereyan ediyor olacaktı ve insanlar da bulutların tıpkı mesafe kat ettikleri gibi dağların da yürüdüğünü göreceklerdi. Tabiatıyla böyle bir olay cereyan etmediği ve dağlar da yerlerinden kımıldamadıkları için insanlar böyle bir hadiseye tanık olmamışlardır; dolayısıyla Allah Teâlâ zaten vahyini indirdiği sırada dağların ne durumda olduğunu bildiği için uygun düşmeyecek haberi değil bilakis dağların kıyametteki durumları hakkında haber vermiştir. Ayet-i kerimeyi iyice düşünebilen kimse için bu gayet açıktır.

Aslında dünyanın, Güneş’in etrafında; Güneş’in de kendi ekseni etrafında döndüğü iddiası gerek naklî, gerekse hissî delillere aykırı olmanın yanı sıra akıllı insanların kendi duyguları ve onlardan faydalanıp faydalanamayacakları hakkında kuşkuya düşmelerine neden olmaktadır. Bununla birlikte kabulü aklen zorunlu olan gerçeklerin en ufak bir kuşku ile inkârına, peygamberleri yalanlamaya, onların verdiği haberlere güvenmemeye ve daha birçok tutarsızlıklara da yol açmaktadır. Allah Teâlâ’dan diliyoruz ki bizi ve bütün Müslümanları yüce dininde bilgilenmeye muvaffak kılsın. Heveslerin üşüştüğü sıralarda ağır basan akılla bu bilgiler üzerinde direnmek için bizlere başarı nasip etsin. Allah İslâm alimlerini ve liderlerini ıslah buyursun. Görevlerini yapmalarına yardımcı olsun. O elbette ki her şeye kadirdir.         
       
Kardeş Sawwaf’ın geçen makaleme verdiği karşılığa cevap olmak üzere söylemek istediğimiz son sözler bundan ibarettir. Tekrar ediyorum: (güneş hareket halindedir, dünya ise durgundur). Söylenenleri özetleyeceğimi bu makalenin başında okuyuculara  va’d etmiştim. Onun için şunları söylemek isterim:

Tüm geçen açıklamaların özeti:

1. Nakli ve hissi deliller göstermektedir ki Güneş kendi feleğinde, menzillerinde, doğuş ve batış noktalarında mutlak surette hareket etmektedir. Bu hareket menzillere ve mevsimlere göre çok dakik, hesaplı ve düzenli bir farklılık göstermektedir. Güneş bu düzeni asla aşmamakta ve onu dışına çıkmamaktadır. Onun hareketli değil, durgun olduğu sözüne gelince bu küfür ve dalalettir. Batıl bir sözdür, aklî ve hissî delillere aykırıdır. Daha önce de açıkladığım üzere Müslüman kişinin böyle inanması caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, aziz kitabının birçok ayetlerinde Güneşi, hareketli olarak nitelemiştir. Onu asla sabit olarak nitelememiştir. Aynı şekiyde Allah’ın elçisi de onu böyle vasıflandırmıştır. Dolayısıyla Güneş’i hareketsiz olarak nitelemek, Allah’ı ve Rasulünü tekzip etmektir. Bu, aynı zamanda gözleme ve nassa da aykırıdır.  

2. Birçok astronomun dediği gibi güneşin sabit ve aynı zamanda kendi etrafında döndüğü yolundaki söz batıldır; naklî ve hissî delillere aykırıdır. Bunun batıl olduğunu kanıtlayan şeylerden biri de Allah Teâlâ’nın, Güneş için bir doğuş ve bir batış yeri olduğuna, keza onun için doğuş ve batış noktaları bulunduğuna ilişkin sözüdür. Ayrıca daha önce bu cevabın başında dikkat çekildiği üzere, genel bir faydası olsun ve yeryüzü halkını aydınlatsın diye onun batıdan doğuya bir seyri daha vardır. Geçen makalemde bu meseleye, olumlu ya da olumsuz anlamda hiç dokunmadım. Böyle diyenleri de kâfirlikle suçlamadım. Dolayısıyla her kim ki geçen makaleme dayanarak böyle diyenleri tekfir ettiğimi ileri sürerse yanlış yapmış olur. Bununla birlikte bu sözün batıl ve gerek naklî, gerekse hissi delillere aykırı olduğundan; keza Müslüman kişinin, «Güneş sabittir» demesinin herhangi bir surette caiz olmadığından hiç kuşku duymuyorum. Çünkü bu, Kur’an’ın ve sünnetin nasslarıyla çatışmaktadır; gözleme de aykırıdır. Dolayısıyla böyle bir insandan küfür uzak değildir. Allah’a sığınırız.  

3. Dünyanın günlük ve yıllık olmak üzere sözde iki çeşit tur attığı sözünün batıl (asılsız) olduğunu yukarıda açıklamıştım. Keza dünyanın sakin ve müstekar olduğuna, dönmediğine, bilakis Allah’ın tanzim buyurduğu üzere kulların faydalanması için dünya etrafında dönmekte bulananın Güneş olduğuna ilişkin ilim erbabına, müfesirlere, onların dışındaki İslâm alimlerine ve astronomlara ait sözleri delil olarak yukarıda zikrettim. Aynı şekilde Allah yeryüzünü meddetmiş, onu enine boyuna uzatıp yaymıştır; onun üzerinde zirveler yaratmış» meâlindeki ayet-i kerimenin tefsirinde İmam Qurtubî’inin anlattıklarını naklettim ki şöyle diyor: «Yeryüzünün durgun olduğu sözü hem Müslümanların, hem de ehl-i kitabın ifadesidir.». Ben bunun bir icmâ ifadesi olduğunu söylemiştim. Ayrıca Abdulkahir bin Tahir el-Bağdadi’nin el-Fark beyn’el Firak adlı eserinde naklettiği «Yerin durgun olduğuna ilişkin, ehl-i Sünnet vel-cemaatten çoğunluğun görüş birliğinden» bazı şeyler naklettim. Bununla birlikte geçen makalemde, dünyanın döndüğünü ileri sürenleri tekfir etmedim. Bilakis böyle söyleyenin küfründe bir görüş vardır dedim. İşte sana geçen makalemde –bu konuya ilişkin olarak- söylediklerim:

« Yerin döndüğünü, aynı zamanda Güneş’in de hareket ettiğini söyleyenlerin ifadesine gelince bu, Güneş’in hareketsiz olduğunu ileri sürenlerin sözünden daha anlaşılabilir kolaylıktadır; (daha akla yakındır). Ancak bu da açık bir yanlıştır ve gerek geçen âyetlere, gerekse duyumlara ve gerçeklere aykırıdır. Bu aynı zamanda Güneş’in dönmediği anlamına da gelmektedir. Halbuki Allah Teâlâ, demin zikredilen âyetlerde yerin insanları ırgalamaması için dağları diktiğini ifade buyurmaktadır. «Meyd»[75] sarsıntı, ırgalanma ve sallanma demektir. Aynı zamanda tefsir alimleri ve dilciler bu konuyu böyle işlemişlerdir. Ancak bu tezi ileri sürenin sözünde bir görüş vardır. Vs...». Maksat burada bitiyor. Geçen makaledeki sebep dolayısıyla açıkladığım gibi, yerin döndüğünü söyleyen kimseye küfür isnad etmekten çekindiğimi kanıtlayan bu ibare açıktır. Hidayete erdiren ise ancak Allah Teâlâ’dır.

4. Bazı yazarlar tarafından, astronomlar arasında sözde dünyanın döndüğü konusunda görüş birliği bulunduğuna ilişkin nakledilen sözlerin doğru olmadığını yukarıda açıkladım. Bilakis mesele onlar arasında ittifak konusu değil, hâlâ kavga ve uyuşmazlık konusudur. Bu nokta yukarıda, astronomi alimlerinden yapılan alıntılardan da anlaşılmaktadır. Yine açıkladım ki onların görüş birliğini var saysak bile tezleri, onlardan önce yaşamış olan İslam alimlerinin ve astronomi alimlerinin hüccetleriyle geçersiz kılınmıştır. Keza açıkladık ki –oluştuğunu teslim etsek bile- onların görüş birliği bir hüccet değildir. Çünkü aralarında kafir de vardır, müslüman da vardır, güvenilir de vardır, güvenilmez de vardır. Ve çünkü onların çoğu sanal meseleleri kabul görmüş kesin yasalar saymaktadır. Bunu ben Allame Ferid Vecdi’nin «İlim Çağında İslâm» adlı kitabından aktarımlar yaparak sana açıkladım. Esasen muteber icmâ, içtihatta bulunma yetki ve niteliklerine sahip bulunan, dindarlık ve istikametle tanınan İslâm alimlerinin görüş birliğidir. Bu prensipleri aklında tutmaya çalış. Bunlar gerçekten çok önemlidir.

5. Yine yukarıda anlattım ki, gök cisimleri ve onların olağanüstü büyüklükleri, boyutları ve başka şeyler hakkında astronomi alimlerinin sözlerini; ayrıca yeryüzü hakkında ileri sürdüklerini biz üç kısma ayırmalıyız. Bunların bir kısmı vardır ki bilimsel kanıtlar bunları doğrulamaktadır. Bunlar makbuldür. Bir kısmı vardır ki bilimsel kanıtlar bunları doğrulamamaktadır. Bunlar merduttur. Bir üçüncü kısım daha vardır ki onları doğrulayan ya da yalanlayan bilimsel kanıtlar yoktur. Bunlar, ilim erbabı tarafından kabul veya ret edilir kanıtlara bağlanmadıkça mevkuftur, (yani muallaktır ve askıdadır). Bunları araştırıp incelemeden, sırf taklitle mutlak surette kabul etmek caiz değildir. Çünkü böyle bir inanış, sonuç olarak birçok (îmânî) tehlikelere, birçok meselelerde Allah ve onun yaratıkları hakkında bilgisizce hüküm vermeye sebep olabilir. Ayrıca, «gerek eski gerekse yeni İslâm alimlerinin astronomi konusundaki sözlerine perva edilmemeli» diyen ve «onların, astronomi meselelerinde bu alanın bilginlerinin öğrencileri gibi davranmalarını» savunan bazı yazarların sarf ettiği sözlerin doğru olmadığını açıkladım. Bu sözün batıl olduğunu, böyle inanmanın ve ifade etmenin caiz olmadığını, bilakis bu sözleri üçe ayırmak gerektiğini vurguladım.

Allah Teâlâ elbette ki her şeyi daha iyi bilen ve daha güzel hükmedendir. Allah’a hamd ediyorum ki güzel şeyler ancak O’nun nimetiyle tamamına erer. O yüceler yücesinden bizi ve bütün Müslümanları (ancak O’nun izniyle) hak konusunda ihtilafa girilen meselelerde hidayete erdirmesini diliyorum. O istediğini sırat-ı mustakime erdirir. O bize yeterdir ve bizim en iyi vekilimizdir. Allah Teâlâ kulu, elçisi ve yarattıklarının en hayırlısı olan efendimiz ve önderimiz Abdullah oğlu Hz. Muhammed’e salât ve selam buyursun. Allah nimetlerini O’nun varlığıyla tamamladı, dini O’nunla kemale erdirdi, ümmete O’nun hürmetine rahmet buyurdu ve elçiliğini tam anlamıyla yerine getirmeden O’nu almadı. Salat ve selam O’nun ashabının ve yolunu izleyenlerin hidayetine erenlerin de kiyamet gününe kadar üzerlerine olsun.

Medine-i Münevvere, İslâmî İlimler Üniversitesi Rektörü
Abdulaziz bin Abdillâh bin Bâz.      

 







[1] A’râf/33
[2] İsra/33
[3] Bakara/169, 170
[4] Hucurat/6
[5] Bakara/32
[6] Yunus/39
[7] Hicr/16, 17
[8] Furkan/61
[9] Saffât/6, 7, 8, 9
[10] Mulk/5
[11] Nuh/15, 16
[12] Mulk/16, 17
[13] Tevbe/2
[14] Şura/11
[15] İhlâs/4
[16] en-Nahl/74
[17] Bakara/21, 22
[18] Hacc/15
[19] İbrahim/24
[20] Enbiya/33
[21] Yasin/40
[22] Furkan/61
[23] Nuh/15, 16
[24] Cin/8, 9.
[25] Enbiya/32
[26] Hicr/17
[27] Rahman/33
[28] Rahman/35
[29] Al-i İmran/187
[30] Bakara/159
[31] Enbiya/30
[32] Ra’d/2
[33] Nahl/15
[34] Lokman/10
[35] Fatır/13
[36] Yasin/38, 39, 40.
[37] Zumer/5
[38] Kehf/17
[39] Bakara/29
[40] Mümin/64
[41] Nebe’/6, 7.
[42] Nisa/86
[43] Nisa/122
[44] Bakara/140
[45] Kehf/51
[46] «Meyd», âyet-i Kerime’de geçen «Temîde» fiilinin mastarıdır. Yazar bu fiilin Arapça sözlük anlamını açıklamaya çalışmaktadır.  
[47] Neml/88
[48] Neml/87
[49] Neml/88
[50] Kehf/47
[51] Tahâ/105
[52] Nebe’17, 18, 19, 20.
[53] Yani birbirini açıkladıkları şekilde ayetleri anlamak gerekir. Bunun da biraz daha geniş açıklaması şudur: eğer bazı ayetler başka ayetlerin anlamına açıklık getiriyorsa. Öncelikle bu açıklamalara bağlı kalmak lâzımdır. (Mütercim)
[54] Ünlü bir dilbilimcidir. Türk kökenlidir. Adı Ebu Nasr İsmail el-Farâbî’dir. Uzun yıllar Benî Rabîa ve Mudar gibi tanınmış Arap kabileleri arasında kalarak filoloji konusunda derin araştırmalar yaptı. Doğum tarihi bilinmemektedir. Milâdî 1005 tarihinde intihar ederek Nisabor’da öldü. Sıhah adlı eseriyle büyük şöhret kazanmıştır. Bu eserinden günümüze kadar ilim erbabı faydalanmaktadır. (Mütercim)
[55] Nahl/15; Enbiya/31; Lokman/10.
[56] Ra’d/2
[57] Yani sabit durursun.
[58] Enfal/42
[59] Hûd/41. Arapça bilmeyenler, biraz önce Abdullah bin Bâz’ın sözleri içinde geçen «Cery» kelimesi ile Hûd Suresi’nden nakledilen 41. âyet-i Kerime’nin Türkçe meali arasında bir ilişki kuramayabilirler. Dolayısıyla şu açıklamayı yapmamız zorunludur:

Bu âyetin metninde «Mecrâha» diye bir kelime geçmektedir. Bazı kıraatlarda «Mecriyha» şeklinde de okunabilir. İşte bu kelime, yukarıda geçen «cery» masdarından türemiştir. İlgiyi burada aramak lâzımdır.

Ayrıca, ayette, Kur’ânî belagatin çarpıcı bir örneği olarak gözlenen takdim ve te’hir sebebiyle anlamı kavramakta zorluk çekenler için şu gramatik analiz yararlı olabilir:

Mecrâha kelimesi muahhar (gecikmiş) mübtedâdır ve merfu’dur; raf’ının alâmeti ise mukadder zammedir; Çünkü bu isim maksûrdur. Sonundaki «hâ» (muttasıl zamir), sükûn üzirine mebni olup mahallen mecrûrdur. Çünkü muzafun iley’dir. (Mütercim)  

[60] Er-Rahman/50
[61] Buharî/1897; Müslim/4041.
[62] Hacc/61; Loman/29; Fatır/13; Hadid/6.
[63] Âl-i İmrân/190
[64] Rahman/17
[65] El-Mearic/40
[66] El-uzemmil/9
[67] En’am/96
[68] Nahl/15; Enbiya/31; Lokman/10.
[69] Kehf/51
[70] Bakara/22
[71] Nebe’/6, 7.
[72] Ğaşiye/17-20
[73] Neml/88
[74] Neml/88
[75] «Meyd», âyet-i Kerime’de geçen «Temîde» fiilinin mastarıdır. Yazar bu fiilin Arapça sözlük anlamını açıklamaya çalışmaktadır.