Bu Blog içinde Ara

20 Haziran 2012 Çarşamba

KUR'AN IŞIĞINDA TARİKATÇILIĞA BAKIŞ 1

Her şeyimizi Allah'a borçluyuz. Allah ne ya­parsa güzelini yapar. Elçisi Muhammed'e, ailesine ve onu yürekten izleyenlere salat ve selam ol­sun.
ÖNSÖZ
Bir Şeyh Efendi ve etrafında yer alan hoca­ların bazı görüş­leri bana so­ruldu, yanlış buldum. Onlardan birine dedim ki; sizin bana ulaşan görüş­leri­nizde yanlış­lıklar buluyorum, bir araya gelelim de bunları bana izah edin. O da konuyu kendile­rine yazılı olarak iletmemi ve yapacak­ları bir hazır­lık­tan sonra görüşmemizin uygun olacağını söy­ledi. Bunun üzerine onlara bir yazı gön­derdim.
Altı ay sonra, başta Şeyh Efendi olmak üzere tarikatın ileri gelen ho­caları ile Şeyh Efendi'nin odasında buluştuk. O görüşmeyi küçük ilavelerle yazılı hale getirdim. Bu yazı büyük bir ilgi gördü. Elden ele dolaştı. Fotokopi ile çoğaltıldı. Bazı dergiler ve gazeteler kısmen veya tümüyle bastı­lar. Türkiye'de ve Avrupa'da bir kitapçık şeklinde yayımlayanlar oldu. Bunların sayısının yüzbinleri geçtiği tahmin edilmektedir.
Elinizdeki kitapçık o görüşmeye yeni ilaveler yapmak suretiyle hazır­lanmıştır. Bunun içeri­sinde bir değil, bir kaç şeyhin görüşü vardır. Şeyhlerin dışındakilerinin görüşleri ve bana zaman zaman yapılan itirazlar da kitap­çıkta yer almıştır.
İkinci baskı yeniden gözden geçirilmiş ve Müslümanları Batıran Şirk bölümüne küçük bir ilave yapılmıştır. Bu ilave, II. Abdulhamid'in ulema ile ilgili bazı söz ve tespitle­rini ve Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaş'ına girme kararı ile ilgili belgelerin
de yer alan bir kısım ifadeleri kapsamak­tadır.
Şeyhlerin görüşleri ŞEYH EFENDİ,  diğer­leri MÜRİT başlığı ile verilmiştir. Bunlara cevabımız BAYINDIR başlığını taşımaktadır.
Burada, Kur'an-ı Kerim'e açıkça aykırı gördü­ğümüz hususlara yer verdik. Kendimize ait bir söz söylememeye gayret ettik. Ayet-i keri­meleri ve yer yer hadis-i şerifleri konuşturmaya çalıştık. Ama ne yaparsak yapalım, insan eseri kusursuz olmuyor. Hatalarımızı gösterirseniz, düzelteceğimizi ve bunu okuyucuya inşaallah ilan edeceğimizi ifade etmek isterim.
Birinci baskı "Kur'an Işığında Tarikatçılık" adıyla çıkmıştı. Bu isim kitabın muhtevasını tam yansıtmadığından "Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış" diye değiştirilmiştir.
Bu çalışma yararlı olmuştur. Saplantıları­na ve men­faatlerine  esir olmayanlar, her fırsatta bunu ifade etmektedirler.
Cennet'e giden yol açıktır, Cehennem'e gi­den yol da açıktır. İnsanlara Cehenneme gitme hürri­yetini veren Allah Teâlâ olduğu için o yol tıkana­maz. Bizim yaptığımız sadece gelece­ğinden en­dişe duyanları Kur'an ile uyarmak ve bir öğüt ver­mektir.
Yüce Rabbim'den başarı niyaz ederim.

                           Doç. Dr. Abdülaziz BAYINDIR

1 - TASAVVUF*
MÜRİT- Her şeyden önce şunu öğrenelim. Sen tasav­vufu kabul edi­yor musun, etmi­yor musun?
BAYINDIR - Bu, tasavvuftan ne kastedil­diğine bağlıdır. Tasav­vuf, Kur’an ve Sünnete uygun olarak müslümanlığı yaşa­mak için bir hocanın et­rafında bir araya gelmekse bunu güzel ve faydalı bulurum.
Şeyh Efen­di bir öğ­retmen, bir yol gösterici, ör­nek bir insan olmaya çalışmalıdır. Ama tutar onu Allah ile kul arasında bir yere yerleştir­meye, onu bir vesile ve vasıta[1] kılmaya, onun ruhaniyetin­den yardım istemeye, ma­nevi him­metin­den yarar­lanmaya kalkışırsanız aşı­rıya kaçmış olur­sunuz. Bizim karşı çıktığımız bu aşırılıklardır. Kur’an ve sünnetin çizgisi dı­şına taşan aşırı­lıkları kim, hangi ad altında yaparsa yapsın kabul etmemiz söz konusu olamaz.
MÜRİT- Bizim tasavvuf anlayı­şımızı sana oku­yayım. İmam Rabbanî Haz­retleri Mektûbât’ında şöyle bu­yuruyor:
“Şunu bil ki, şeriatın üç bölümü vardır; ilim, amel ve ihlas. Bu üç bö­lümün hepsi gerçekleş­medikçe şe­riat gerçekleşmez. Şe­riat gerçek­leşti mi, Hak Sübhanehû ve Teâlâ’nın rı­zasının ka­za­nıl­ması da gerçek­leşir. Bu rıza öyle bir şeydir ki, dünya ve ahiret mutluluklarının tama­mından üs­tün­dür. “Allah’ın bir rı­zası her şey­den büyüktür. (Tevbe 9/72) Şe­riat, dünya ve ahiretin tüm mutlu­lukla­rını garantile­miş olmak­tadır. Şeriatın öte­sinde ihti­yaç karşılayacak bir istek kalmaz.
Tarikat ve hakikat ki, sufiler bun­larla öne çıkmışlardır, üçüncü bö­lümü oluşturan ihlası ol­gun­laş­tırma hususunda şe­riatın emrinde­dir­ler. Bu iki şeyden her birinin gayesi şeri­atı mükem­mel­leştir­mektir. Şeriatın ötesinde bir şey yok­tur[2].”
BAYINDIR - Bu tasavvuf anla­yışını kabul edebiliriz. Ama sizin ortaya koyduğunuz şeyler buna aykırıdır.
MÜRİT- Bizim ona aykırı bir şeyimiz yok­tur.
BAYINDIR - Bizim karşı çıktığımız, sadece Kur'an'a açıkca aykırı olan şeylerdir. Eğer bun­lar Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş­‘ârî, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görü­şüne aykırı ol­saydı bunu gö­zümüzde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevâtir olma­yan hadis-i şe­riflere[3] aykırı bul­saydık üzerinde  bu kadar durmaz­dık. Siz Kur­‘an-ı Ke­rim’in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söy­lü­yorsu­nuz. Bunlar karşısında su­sarsak hesap gü­nünün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını ve­remeyiz.
2 - KABİR EHLİNDEN YARDIM*
Kabir ehli, kabirlerinde yatan ölülerdir.
MÜRİT- Şu hadisi kabul etme­diğini söylemiş­sin:
“İşlerinizde ne yapacağınızı şa­şırdığınızda kabir ehlinden yardım is­teyiniz[4].”
Bunun nesine karşı çıkıyorsu­n. Kabir ehlin­den yardım is­temek onlardan ibret almak demektir.
BAYINDIR - Öyleyse neden kabir ehlin­den ibret alın, denmiyor da onlardan yardım is­teyin deniyor. Hadis diye uydurul­muş o sö­zün Arap­çasında “ ” istiânede bulunun, yani yar­dım is­te­yin, ifadesi geçer. Halbuki Fatiha sure­sinde "Yalnız senden istiânede bu­lunuruz."  an­lamında  iy­yâke nestaîn, ” âyeti var­dır. Bu âyet, yardımı  tek bir yer­den, yani yalnız Allah’tan dilememiz gereğini ifade eder. O za­man yukarıdaki sözle bu âyet açıkca  çatışmıyor mu?
Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zih­nimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mu­dur?
Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e mal edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi Kur'an'ı anlatmak olan Hz. Muhammed'in Kur'an'a aykırı bir sözü olur mu? Sonra bu sözü Hz. Muhammed'den duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok.
Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda siz de bir şey getiremediniz. Çünkü olmayan şey ge­tirile­mez.
MÜRİT- Aclûnî'nin Keşf'ül-Hafâ adlı kita­bında varya. Onun kitabında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadis alimidir. O da İbn-i Kemâl'in el-Erbaîn'inden almış.
BAYINDIR- Aclûnî bu eserini, halk ara­sında hadis diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız ola­nını ortaya koymak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma ha­dis vardır. Aclûnî, kitabının başında Hafız ibn-i Hacer'in şu sözünü naklediyor: "Aslı olmayan hadisi kim nakletmişse   Buhârî'nin Sülasiyyat'ında  rivayet ettiği, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözü­nün kap­samına girer : "Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse Cehennem'de oturacağı yere hazırlansın.[5]"
Sonra alfabetik olarak hazırladığı kitabında hadislerin kaynaklarını veriyor. Ama bu sözle ilgili olarak sadece "İbn-i Kemal Paşa'nın el-Erbaîn'inde böyle geçmiştir." ifadesini kullanıyor. İbn-i Kemal Paşa'nın bu eserine baktığı­mızda da hadis diye söylediği o söz için hiçbir kaynak gös­termediğini görüyoruz[6]. Bu sebeple aslı astarı olmayan bu sözü hadis diye nakle­denlerin "Cehennem'de oturacakları yere hazır­lanmaları" gerekir.
MÜRİT - Yaşayan bir insandan yardım is­temi­yor mu­yuz? Bir veli ölünce ruhu, kı­nından çıkmış kılınç gibi olur[7] ve daha çok yar­dım yapma imkanı elde eder. Bunlar bir çok tasarruf­larda bulunur­lar.
BAYINDIR - Yaşayan insandan yardım isteme  konusuna biraz sonra geleceğiz[8]. Ama veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kur’an’dan ve Sünnetten bir daya­nağı var mı­dır? Hz. Muhammed de öl­müş­tür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziya­ret etti­ği­mizde ona salat ve se­lam getiririz. Yani Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun ol­sun deriz.  Böylece  Allah’tan, Peygam­beri­mize olan ikra­mını daha da artırmasını isteriz. Ama hiç bir du­amızda Hz. Muhammed'­den bir is­teğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hı­ristiyanların Hz. İsa’ya yaptı­ğını biz Hz. Muhammed'e yap­mış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey ol­maz.
Ölmüş bir velinin daha çok tasarrufta bulun­du­ğunu, yani daha çok iş çevirebildiğini ifade etti­niz. Bu konuda dayanağınız ne­dir?
MÜRİT- Bir veli ölünce ruhunun kı­nından çık­mış kılınç gibi olduğunu söyleyen bazı büyük alimler var.
BAYINDIR - Ama her şeyi bilen Allah’ın kita­bında bunun böyle olmadığına dair açık âyetler var­dır.
Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyen­le­rinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.(Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölüle­rin ruhunu, belli bir yerde, berzah ale­minde tutmaktadır.
Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor:
Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah di­le­diğine işit­tirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işitti­remezsin.  (Fatır 35/22)
Hz. İsa aleyhisselamın ahirette yapacağı ko­nuşmayı veren şu âyet üze­rinde dü­şünmek ge­rekir.
“ ... İçlerinde bulunduğum sü­rece onlara şahittim. Beni vefat ettirince artık onlar üze­rine gö­zetle­yici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.(Mâide 5/117)
Büyük Peygamber Hz. İsa öl­dük­ten sonra ümme­tinden habersiz olu­yorsa, ölen bir veli­nin ruhunun kı­nından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edi­lebilir?
Herhalde şu âyet konuya nokta koyacaktır.
“Allah’ın berisinden[9] Kıyamete kadar  kendi­sine cevap vere­mi­yecek olana dua edenden daha sapık kim olabilir? Oy­saki bunlar onların du­asın­dan habersizdirler. (Ahqâf 46/5)
Bazı meâller, âyetlerde geçen dua kelimesini iba­det diye tercüme ederek garip bir tutum içine gir­mişlerdir. Mesela bu âyette dua ma­nasına iki ifade vardır. Bunlar  ve  kelimeleridir. Bu ke­lime­leri (ya'budu) ve   (ibadet) diye ter­cüme etmek doğru olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de o iki kelime de ge­çer. Her şeyi bilen ve yerli yerine ko­yan Allah dileseydi burada o kelimeleri kulla­nırdı. Örnek olarak Hasan Basri ÇANTAY'ın ayete nasıl meal verdiğine ba­ka­lım.
"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyâmete kadar cevap vere­meye­cek kişiye (nesneye) tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar, onların tapmalarından  da ha­bersizdir­ler[10] ."
Bu gibi mealleri okuyanlar, âyeti puta tapan­larla sınırlayacak ve yaşadığı hayatla ilgilen­dir­meyecektir.
Arapça tefsirlerde duanın ibadet manasına ol­duğu  ifade edilir. Bir Arap için böyle bir açık­la­maya ihti­yaç vardır. Çünkü Hz. Muhammed salla­lahu aleyhi vesellem şöyle bu­yurmuştur: “Dua ibadetin kendisi­dir.”[11] “Dua ibadetin iliğidir, özü­dür.”[12] Arap o açıklamayı okuyunca duanın ibadet demek olduğunu öğ­renmiş olur. Ama yu­karıdaki meali okuyan bir Türk'ün böyle bir şeyi öğ­renmesi imkansızdır. Bu bakımından Türkçe meal yapan­ların bu gibi hu­suslara dikkat et­mesi gerekir.
Bu mealde, âyet metninde geçen "  = Allah'ın dunundan" ifadesi "Allah'ı bırakıp da..." şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme de yanlış anlamalara yolaçar. Yani bu tercümeden Allah'tan başkasına dua edenlerin Allah'ı büs­bütün devre dışı bıraktıkları anlaşılabilir. Halbuki Allah'tan başka velilere tutunanlar, on­ların hep Allah'a çok yakın olduğuna inanmış­lardır. Hiç bir kâfir veya müşrik, hiç bir gayri­müslim Allah'ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından ve­rilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah'a boyun eğer gibi onlara da boyun eğer­ler.
Ateistler Allah'ı inkar ettiklerini söylerler ama başları daralınca Allah'a sığınırlar. Bu, onların in­karda samimi olmadıklarını gösterir.
MÜRİT-   Kabirlere giderek hastalıklarına şifa bulanlar var. Bunlar en güvenilir zatların ağzından anlatılıyor, ona ne diyeceksin?
BAYINDIR- Benim bu gibi konularda bir şey söylememe gerek yok. Çünkü okuduğumuz ayet­ler bunun olamayacağını haykırıyor.
MÜRİT- Bir değerli büyüğümüz bayram soh­betinde şöyle demiş:
"Benim bir hemşirem (kızkardeşim) vardı, yü­rüyemezdi. Adana'da o zaman bulunan bütün dok­torlara gittik, dışarıda hepsine gösterdik çare bu­lamadılar. Nihayet bize dediler ki, Toroslarda bir zatın türbesi var, hastayı götürün orada bir gece durdurun. Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur. Biz artık her türlü tıbbî ümidimiz kesildikten sonra oraya annemle birlikte hemşiremi sırtımızda götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryad etti. Annem, acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor, korkuyor mu? diye hemen yanına fırladı. Hemşirem halâ bağırıyordu. "İyi oldum, iyi oldum, yürüyorum, aman Allah'ım" diye haykırı­yordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük. Sırtımızda götürdü­ğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi[13]."
Bu de­ğerli zatın sözü ve tecrübesi bizim için önemlidir. Bu konuda sen ne diyeceksin?
BAYINDIR- Kabir ehlinden yardım istenebile­ceği kabul edildikten sonra arkasından ister iste­mez böyle şeyler gelecektir. Hz. Muhammed sal­lallahu aleyhi ve sellem buyurmuyor mu ki, "İnsan ölünce ameli yani işi biter. Üç kişi bunun dışın­dadır. Sadaka-i câriyesi olan, yararlanılan bir ilim bırakan ve kendi için dua eden salih bir evladı olan[14]."
Sadaka-i câriye, cami, çeşme ve köprü gibi halkın yararlandığı şeylerdir. Bunlardan insanlar yararlandıkça bu şahsın işi devam etmiş olur ve onun sevabından alır.
Yararlanılan ilim de sadaka-i câriye gibidir. Yaptığı bir ilmî çalışmadan insanlar yararlanıyor­larsa bu şahsın işi o konuda devam ediyor de­mektir ve bunun sevabından yararlanır. Hayırlı evlat da böyledir. Bunların hepsi hayatta iken yaptıkları işlerin birer devamıdır. Yoksa insan ölünce yapacağı bir işi kalmaz.
Anlattığınız olayda "Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur." diye bir söz geçti. Ölülerin diriler için duacı olmaları diye bir şey yoktur. Bu olabilseydi herkes hastasını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kabrine götürürdü. Her halde onun dua ve ruhaniyeti daha etkili olurdu.
Her türlü tıbbî ümidin kesilmesinden sonra bir ölünün kabrine gidip ondan şifa beklemek akıl kârı mıdır? Hiç düşünmez misiniz, dirilerin yapamadığı şeyi ölüler nasıl yapar?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah diledi­ğine işit­tirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işitti­re­mezsin.(Fatır 35/22) 
Aslı astarı olmayan işleri halkın değer verdiği kişilerin yapması, üstelik iyi bir şey yapmış gibi tutup onu insanlara anlatması ne kötü.
MÜRİT- Ben bu zatın doğru söylediğine bütün kalbimle inanıyorum.  Sen şimdi bunun olma­dığını mı iddia ediyorsun?
BAYINDIR- Benimkisi bir iddia değildir, ayet ve hadislerin hükmüdür.
O hasta orada gerçekten şifa bulmuş olabilir. Ama bir ölünün şifaya vesile sayılması asla kabul edilemez. Dünyada sadece bu olay olmuyor ki, her türlü olaylar oluyor. Önemli olan bunların doğru yorumunu yapmaktır.
Aslında biz sırat köprüsünü bu dünyada geçi­yoruz. Yanlış bir yorum ayağımızı kaydırabilir. Mesela Kadirî tarikatına mensup kişiler vucutlarına şiş batırırlar. Bazıları bunu, o tarikata mahsus bir keramet sayar. Diğer taraftan Hintliler özel dini günlerinde vücutlarına kılıç saplarlar. Keser sapı kalınlığındaki kamışları bir yanaklarından sokup diğer yanaklarından çıkarırlar. Eğer Kadirilerinki kerâmet ise bunun mucize sayılması gerekir. Aslında her ikisinin de dinle bir ilgisi yoktur. Yanlış olan onu din ile ilgilendirmektir. Bu bir hipnoz ola­yıdır. Hipnoz sayesinde bazı ameliyatlar uyuş­turulmadan yapılıyor da hasta bundan dolayı bir acı hissetmiyor. Ben televizyonda bu şekilde bir açık beyin ameliyatı gördüm. Doktor ameliyatla meşgul iken hastaya, bir acı duyup duy­madığı soruluyor, o da gıdıklanma gibi bir şeyler hissettiğini ama acı duymadığnı söylüyordu.
MÜRİT-  Öyleyse kabrin başında şifa bulma olayını da izah et.
BAYINDIR-  Bakın Kur'an-ı Kerim'de şeytan çarpmasından bahsedilir. Şöyle buyurulur: "Faiz yiyenler, sersemliklerinden dolayı başka değil, sadece şeytan çarpmış kimseler gibi doğrulur­lar."(Bakara 2/275)
Şeytan çarpmış kimselerin nasıl doğrulduğu bilindiği için ayette bunun izahı yapılmamıştır. Şeytan çarpması elektrik çarpması gibi bir şeydir. İnsanı felç edebilir. Bazı organlar çalışamaz hale gelebilir. Tam doğrulamaz, yürüyemez, sersem gibi olur. Tıp buna çare bulamaz.
O hanımefendiyi de şeytan yani cin çarpmış olabilir. Çünkü şeytan cinlerin kâfir olanıdır.
Şeytan onların, bir kabir başına gelip, ölüden medet umduklarını görünce hastayı bırakmış ola­bilir. Çünkü şeytan tecrübesiyle bilir ki kabir başları insanların duygu yüklü oldukları yerlerdir.Onlar burada kolayca saptırılabilirler.
Şeytan insanı saptırmak için her yolu kullanır. Zira o, Allah'tan yetki alınca şöyle demişti:
İşte se­nin beni azgın­lığa uğ­ratmana karşılık andol­sun ki, ben de senin doğru yolun üze­rinde oturacağım.
Sonra önle­rinden arka­ların­dan, sağ­larından solların­danlara soku­lacağım. Sen de on­ların pek çoğunu artık sana şükreder bulamayacaksın." (Araf 7/16-17)
Mutlaka böyle olmuştur demiyorum ama bu kuvvetli bir ihtimaldir. Fakat o ölünün dua ve ru­haniyeti ile şifa bulmanın ihtimali yoktur.
Buna benzer konulara sık sık girilecektir. Vesile ve tevessül konusu da bunlardandır.
3 - VESİLE VE TEVESSÜL*
Vesile, birini diğerine yaklaştıran şey, aracı; tevessül de bir şeyi vesile yapmak, aracı kılmak demektir.
Bazı tarikatlarda veli ve şeyh ruhları­nın Allah ile kul ara­sında vesile ve vasıta ol­duğu kabul edilerek dua sırasında onların ruhaniye­tinden yardım istenir.
ŞEYH EFENDİ - Sen vesileyi kabul etmi­yor­sun. Vesileye dair delilimiz vardır. Bir zatın göz­leri âmâ olmuştu. Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme geldi, ona dua etmesini söy­ledi. O da ona, "Abdest al, iki rekat namaz kıl ve "Ya Rabbi  elçini ve­sile ede­rek senden şifa istiyo­rum.” diye dua et, buyurdu. O şahıs bu dua ile beraber “Ya Rabbi peygambe­rini hak­kımda şefaatçi kıl.” dedi. Bu sahih ha­distir. Bu hadisi kabul etmezsen biz de seni kabul etme­yiz.
BAYINDIR- Bu hadis-i şerif, hadis kitapla­rından Tirmîzî’de, İbn Mâce’de ve Ahmed b. Han­bel’in Müsned'inde geçer.
“Gözleri kör bir adam Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­leme gelir ve şöyle der:
- Allah’a dua et, bana şifa versin. Allah'ın elçisi buyurur ki,
-İstersen dua ederim, istersen durumuna sab­redersin daha iyi olur. Adam der ki;
- Dua et.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ona, güzelce abdest al­masını, iki rekat namaz kıl­masını ve şöyle dua etme­sini emreder: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet peygam­beri Muhammed ile birlikte sana yö­neliyorum.
- Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Al­lah’a yö­neldim. Ya Rabb! onu benim hakkımda şefaatçi kıl[15].”
Bu bir dua isteğidir. Her mümin başkası için dua edebilir. Burada Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lem o şahıs için dua etmeye söz ve­riyor ve onun da kendisiyle birlikte dua ederek şöyle demesini istiyor:
Nebi keli­mesinin başındaki bâ harf-i cerri yanıl­tıcı olabilir. Bu harf ilsâq anlamı verir. İlsaq yapış­tırmak ve bir şeyi öbürünün parçası haline getirmek demektir. Bu se­beple duanın doğru ma­nası şudur: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet  elçisi Muhammed ile birlikte sana yöneliyorum. 
Aksini düşünmek şu âyete aykırı olur:
"(Ya Muhammed) De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben ken­dime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim."  (Araf 7/188)
ŞEYH EFENDİ - Şu âyet hakkında ne diye­ceksin? Bu da tevessülün delilidir:
“...Eğer onlar kendilerine zulmet­tikleri zaman sana gelseler ve Al­lah’­tan bağışlanmayı dile­se­lerdi, Resul de onların bağış­lanması için dua et­seydi Allah’ın tevbeleri kabul ettiğini ve mer­hametli olduğunu gö­recek­lerdi.(Nisa 4/64)
Onlar Hazreti Muhammed'e geli­yorlar, Hazreti Muhammed de Allah'tan onları bağışla­masını isti­yor. İşte insanlar da evliyaullaha ge­lir, onlar da Al­lah’ın onları bağışlamasını ister. Çünkü evli­ya Haz­reti Peygambe­rin varisi­dir. Peygamberin yap­tığını onlar da yaparlar.
BAYINDIR- Bilirsiniz, tevbe dönüş yap­mak, is­tiğ­far da bağış di­lemektir. Kişinin yap­tığı günah­tan pişmanlık duyup onu bir daha işle­memeye karar vermesi tevbedir. Allah’dan ba­ğış dilemesi de is­tiğfardır.
Bizde, Hıristiyanlar gibi günah çıkarma yoktur. Tevbe için bir hocanın yanına gitmek de gerek­mez.
Okuduğunuz âyet tevbe ve istiğfardan bah­sediyor. Yanlış bir iş yaptıkları zaman on­ların Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­leme gelmeleri, pişman olmaları demektir. Bu bir tevbedir. Allah'tan bağış dilemeleri de is­tiğ­fardır. Hz. Muhammed'in Allah'tan onları bağış­lamasını iste­mesi ise onlar için duada bulun­masıdır. Allah'ın Elçisinin duasını almak pek gü­zeldir. 
Burada bir aracılık sözko­nusu değildir. Allah'ın tevbeleri kabul ettiği ve çok merhametli olduğu zaten Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde vurgu­lanmaktadır.
Ayetin tamamı şöyledir:
Biz ne elçi göndermişsek Allah’ın iz­niyle sırf kendisine boyun eğilsin diye göndermişiz­dir. Onlar kendi­lerini kötü duruma düşürdükle­rinde sana gel­seler ve Allah’dan bağış dileselerdi, Resul de onla­rın bağış­lanması için dua etseydi, Allah’ın tevbeleri kabul ettiğini ve ne kadar merha­metli olduğunu  elbette görürlerdi.(Nisa 4/64)
ŞEYH EFENDİ - Siz ne derseniz deyin, biz Allah ile kullar arasında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm[16] hazerâtının ruhlarının vasıta ol­duğuna ina­nı­rız. Onların ruhaniyetinden istim­dâd eder, isti­ânede[17] bulu­nuruz.
BAYINDIR - Peki ya “iy­yâke nestaîn,  = yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) âyeti ne­rede kaldı? Günde en az kırk kere niçin bu âyeti oku­yup duruyoruz?
Allah Teâlâ bir de şöyle buyuru­yor: Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıl­da­dığını biliriz. Biz ona şah dama­rından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
Allah bize şah damarımızdan daha yakın oldu­ğuna göre velilerin ve büyük şeyhlerin ruhları nerede boş­luk buluyor da araya giri­yorlar?
ŞEYH EFENDİ - İlahiyat Fakültesinden iki kız talebe geldi ve bana aynı şeyi sordular. Dediler ki, “Allah bize şah damarı­mızdan daha yakın ol­duğuna göre neden şeyhler araya giriyor­lar?” Ben de dedim ki, “Siz Kur­‘an okuyor musunuz?” “Evet de­diler.” Dedim ki, “Kur’an’ı size kim oku­tu­yor?” “Kur’an hocası.” dediler. Allah size Kur’an hoca­sından daha yakın değil mi, ne­den o okutmu­yor da Kur’an öğrenmek için bir baş­kasına ihtiyaç du­yuyorsunuz? diye sordum, “Tamam, haklı­sın.” dediler.
BAYINDIR - Birisine Kur'an öğ­retmenin Allah ile kul arasında ara­cılık yapmakla ne ilgisi var? Bunun nesi tevessüldür? Bir başkasına bir şey öğreten herkes Allah ile kul arasında vesile kılın­mış mı olur?
Ben Kerim olan Allah'ın verdiği aklı, öncelikle dinimi anlamak için kullanmayı tercih ederim.

4-  VELİ
ŞEYH EFENDİ- Biz velilerden bahsediyo­ruz, sıradan insanlardan değil. Herkes Allah'ın velisi, hakiki Allah dostu olamaz. 
BAYINDIR-  Kim Allah'ın velisidir?
ŞEYH EFENDİ- İşte anlatıyorum dinle. Veli ol­manın başlangıcı kul ile Mevla arasına giren dü­şüncelerin, ve kulun, Allah'a olan yabancılı­ğının ortadan kaldırılmasıdır.
Mevlanın ikramıyla Allahü Teâlâ‘nın dışında kalan herşey sâlikin[18] gözünden silinir, Allah’tan başkasını görmez hale gelirse, fenafil­lah yani Allahü Teâlâ’da eriyip gitme adı verilen devlet hasıl olur ve ta­rikat hali sona erer. Böylece seyr-i ilallah yani Mevla’ya doğru olan manevi yürüyüş tamam­lanmış olur.
Bundan sonra seyr-i fillah (Allah'da yürü­yüş) denilen ispat makamına girilir ve kalbe sadece Allah (Celle celâluh) yerleşir. İşte bun­ları ka­zanan kişiye “veli”, yani ha­kiki Allah dostu demek doğru olur.
Nefsi emmare (sürekli kötülük emreden ne­fis) mutmain­neye dönü­şür; küfründen ve inka­rından vazge­çer. O Mevlasından, Mevlası da on­dan razı olur. Nefsin tabiatında bu­lunan iba­detlere karşı olan isteksizlik hali ortadan kal­kar[19].
BAYINDIR- Fenafil­lah'dan, seyr ilallah'dan ve seyr fillah'dan bahsediyor ve bunları önemli birer mertebe gibi gösteri­yorsu­nuz. Bunun Kur’an’da ve Sünnette bir delili var mıdır? Asr-ı Saadette[20] böyle bir şeyden bah­seden olmuş mudur?
Mevlaya doğru olan manevi yürüyüşün daha hayatta iken ta­mamlanmış olması ne ile açıklana­bilir? Her neyse. Şimdi bunlardan bah­setmek is­temiyorum. Allah fırsat verirse bunları bir başka görüşmede ele alırız.
Veli Allah dostu olduğuna göre, kendi dostu­nun kim olduğunu en iyi bilen Allah Teâlâdır. O, bu ko­nuda şöyle buyu­ruyor:
İyi bilin ki Allah’ın velilerine korku yoktur. Onlar üzülecek de değiller­dir. Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir.(Yunus 10/62-63)
Demek ki, inanıp takva ehli olanlar Allah’ın ve­lisidir.
Takva ehli olanların kimler ol­duğu da Bakara suresinin baş tara­fında bildirilmiştir. Bu âyetlere göre  Onlar gayba inanan, namaz kılan, kendi­le­rine verilen rı­zıktan yerli yerince harcayan, Hz. Muhammed'e ve on­dan önceki elçilere indirilen­e inanan, ahireti kesinkes kabul eden kimse­ler­dir.(Bakara 2/2-4)
Kur’an’da veli tanımı bu iken siz niçin başka bir tanım yapıyorsunuz?
Veli, dost demektir. Karşıtı düş­mandır. Bütün müminler Allah’a dost yani Allah'ın velisidir.
Kimileri şeytanı da veli edinir. “Kim Allah’ın berisinde şey­tanı da veli edinirse doğrusu açık bir biçimde kaybetmiş olur. (Nisa 4/119)
Dostluk karşılıklı olur. Mü’minler Al­lah’ın ve­lisi olduğu gibi Allah da mü­’minlerin ve­lisidir. Şeytan da ken­dini veli bilenlerin velisidir.
Allah mü’minlerin velisidir, on­ları karanlıklar­dan aydın­lığa çıka­rır. Allah’ı tanımazlık edenlerin ev­liyası da zorbalardır. Bun­lar onları aydınlık­tan ka­ranlık­lara sokarlar. Onlar cehen­nem­lik kimse­ler­dir. Orada de­vamlı kalacaklardır. (Bakara 2/257)
Allah’a andolsun ki, biz senden önceki toplu­luklara da elçiler­ göndermiştik. Ama şeytan onların yaptıkları işleri kendilerine güzel gös­termişti. O, bugün de onların ve­lisidir. Onlar için acıklı bir azap var­dır.(Nahl 16/63)
Şeytanları inanmayanların evli­yası kıldık.(Araf 7/27)
“Onlar Allah’ın berisinden şeytanları  kendi­le­rine evliya edindi­ler. Zannediyorlar ki, doğru yol­dadırlar.(Araf 7/30)
Müminler birbirlerinin velisidir­ler.
Sakın ola mü’minler, mü’minlerin berisinden  kafirleri kendile­rine veli edinmesinler. Her kim böyle yapa­cak olursa artık Al­lah’tan hiç bir şey bekle­mesin. Ancak bunu onlardan korunmak için yap­mışsa o başka.(Al-i İmran 3/28)
Bu konuda çok âyet vardır.
Dostluğun derece­leri olur. Öyle insanlar vardır ki, Allah'a iyi bir kul olmak için elinden geleni yapar; ma­lını, canını ve her şeyini onun yo­luna koyar. Tabii ki, Al­lah’ın böylelerine olan dostluğu fazla olur.
“Sana vahyettiğimiz Kitap ger­çeğin ta kendi­sidir. Kendin­den ön­ceki­leri de doğrulamaktadır. Allah kullarından, kesinkes haberdardır ve on­ları görmektedir.
Sonra bu Kitab’ı kullarımız için­den seçtikle­ri­mize bırak­tık. Onlar­dan kimi kendini yanlışa sü­rük­ler, kimi orta yolu tut­turur, kimi de Al­lah’ın iz­niyle hayırlarda öne geçmek için yarı­şır. İşte fazi­letin büyüğü budur. (Fatır 35/31-32)
Bu büyük fazileti elde edenler her zaman Allah’ı kendile­riyle be­ra­ber hissetmenin huzu­runu ve mutlu­lu­ğunu yaşarlar. Karşılaştıkları güç­lük­ler­i gözlerinde bü­yüt­mez, Al­lah’ın izniyle üstesinden ge­lecekle­rini bilir, Allah’a dayanarak yollarına de­vam ederler. Bunların sıkıntıları hep görünüştedir, içleri da­ralmaz.

5-EVLİYÂNIN YARDIMI*
ŞEYH EFENDİ- Abdülkadir Geylânî haz­retleri bir şiirle­rinde bu­yu­rurlar ki:
“Müri­dim ister doğuda olsun is­ter batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada”
BAYINDIR- Bu, Kur’an-ı kerimin çok sa­yıda âyetine açıkca ay­kı­rıdır.
Darda kalmış kişi dua ettiği za­man onun yar­dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü­nün hakimleri ya­pıyor? Allah ile be­raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu­nuz..“ (Neml 27/62)
Güç yetirilemeyen konularda Allah’­dan baş­ka­sından yardım istenir, o da yardıma koşarsa ar­tık kim Allah’a sığınma ihti­yacı duyar?
ŞEYH EFENDİ - Sen Abdülkadir Geylani’ye inanmıyorsan se­ninle konuşaca­ğımız bir şey yok­tur.
BAYINDIR - Abdülkadir Geylaniye inanmak imanın şartlarından değil­dir ama Kur’an-ı Ke­rim’e inanmak gerekir.
Bana göre bu zat­larla ilgili bilgi­lerin çoğu uy­durma­dır. Yukarıdaki şiir o uy­durmalardan biridir. Allah’ın Pey­gam­beri için milyonlarca hadis uy­du­ranlar Abdülkadir Gey­lani için, Mevlânâ için, İmam Rabbânî için niye bir şey­ler uydurmasınlar ki?
 Ama Abdülkadir Geylani’nin kendisi gelip bu sözü söylese, bir bildiği vardır, demez te­reddüt­süz reddederiz. Çünkü biz ahi­rette Abdülkâdir Geylani’­den değil, Kur‘an’dan he­saba çekileceğiz.


6- ŞEYHİN HİMMETİ
Himmet Arapça'da bir işi yapmaya azmetmek ve güçlü bir kararlılık içinde olmak anlamlarına gelir. Türkçede ruhânî ve manevi yardım, kayırma ve lutuf anlamlarında kullanılır.
Tarikatlarda şeyhin müritlerine olağan dışı yol­larla yardımda bulunduğuna ve onların bazı sı­kıntılarını giderdiklerine inanılır.
MÜRİT- Sen şeyhin himmetini de mi kabul etmiyorsun. İster inan, ister inanma, şeyhimin himmeti sayesinde her yerde işlerim gayet iyi gi­diyor. Ben bunu görüyor ve yaşı­yorum.
BAYINDIR- Şeyhinizin himmeti derken onun size özel ilgi göstermesini kasdetmiyor­sunuz her halde. Kasdınız onun size  olan manevi yardı­mıdır, değil mi?
MÜRİT- Evet doğru. Mesela ben hacca git­ti­ğimde Arafat'tan inerken şeyhimin himmetini gör­düm. Halbu ki, o Türkiye'deydi. Arafat'tan o kadar kolay indim ki, Şeytanı da taşladıktan sonra sabah'ın sekizinde otelde idim.
BAYINDIR- Niye Allah’ın yardımı değil de "Şeyhinizin himmeti?”
MÜRİT- Şeyhimin Allah katındaki de­ğe­rin­den dolayı Allah onun müritlerine yar­dım edi­yor. 
BAYINDIR- Peki ya saat sekizden önce otele gelenlere kim himmet etti?
Bu konuda çok âyet geçti ama biraz da şu âyetler üzerinde düşünelim:
De ki, Allah’ın dışında kuruntu­sunu ettikle­rinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gi­dermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablarına hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahme­tini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (İsrâ 17/56-57)
 Siz şeyhi­nizin ahirette size şefaat edeceğine de inanıyor­sunuz. Eğer şeyhler müritlerini hem dünyada hem de ahirette kur­ta­rabi­liyorlarsa onlar için şeyhlerini memnun etmek her şeyden önemli olur. Artık Allah’a yalvarma gereği orta­dan kalkar.
Bu batıl bir yoldur. Eğer hak yola gelmezseniz sonunuzun çok kötü olaca­ğından endişe ederim.
7- YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE
MÜRİT- Bazı büyük zatların yüzü suyu hür­metine duamızı kabul etme­sini Allah’tan is­temiyor mu­yuz? “Yarabbi Hz. Muhammed hakkı için veya ev­liya-i kiram, şehitler ve salih­ler hürmetine duamı kabul et.” diye dua etmi­yor muyuz?
BAYINDIR - Evet böyle dua edenler vardır. Bunlar Süleyman Çele­bi’nin mevlidi gibi kitaplarda da  yer alır. Ama böyle dua olmaz. Bu konuda Hanefî alim­ler­den İbn Eb’il-İzz şöyle diyor:
“Kişinin, Allah’tan başkasını du­asının kabulüne sebep kılması ve onunla tevessülde bu­lun­ması caiz değildir... O şöyle demek ister, “Fa­lanca senin salih kullarından olduğu için duamı kabul eyle.” Onun Allah‘ın salih kulu olma­sıyla berikinin du­ası arasında ne ilgi, ne bağlantı olabilir? Bu, duada taşkınlık yapmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Rabbinize için için ve yal­vararak dua edin. O, taşkınlık yapanları gerçekten sevmez.” (Araf 7/55)
Bu ve benzeri dualar, sonradan uydurul­muş­tur. Böyle bir dua ne Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lemden, ne sahabiden, ne tabiînden, ne de imamların birinden ak­tarılmıştır. Allah onların hepsinden razı olsun. Bu, ancak cahille­rin ve bazı tarikatçıların yazdığı tılsımlarda bulunabilir[22].”

8- OLAĞANDIŞI YOLLARLA YARDIM
MÜRİT- İnsanlar birbirinden yardım istemezler mi? Bu da Allah’tan başkasından yardım iste­mek olmaz mı?
BAYINDIR- Yardımlaşmayı emreden çok sa­yıda âyet ve hadis-i şerif vardır. Ama herkes bilir ki, ruhanîlerden beklenen yardım farklıdır. Onlardan insanların güç yetiremediği konularda ve  olağandışı yollarla yardım istenir. Bu, ya bir kor­kudan kurtulmak veya bir isteğe kavuşmak için olur.
Mesela İstanbul'da Tuzla'da bindikleri otomo­bille sele kapılıp sürüklenenlerden biri, "Ya Seyyidenâ Hamza!" diye Hz. Hamza'yı yar­dıma çağırıyor[23]. Eğer bu zat orada bulunan kişi­leri yardıma çağırsaydı yadırganmazdı. Ya da her şeyi her an görüp gözeten Allah Teâlâ'dan yardım is­teseydi güzel bir şey yapmış olurdu. Ama o, İstanbul'dan binlerce kilometre uzaktaki kabrinde yatan Hz. Hamza'yı yardıma çağırıyor. Demek ki Hz. Hamza'nın çağrıyı işittiğine ve derhal oraya gelip kendisini kurtaracak güç ve kuvvete sahip olduğuna inanıyor. Yoksa dar zamanında Hz. Hamza'yı hatırlar mıydı? Demek ki, bu zat, Hz. Hamza'da bazı insan üstü sıfatların var olduğunu hayal ediyor. Bunlar hayat, ilim, semi, basar, irade ve kudret sıfatlarıdır.
Hayat dirilik demektir. Bu zat Hz. Hamza'yı diri saymasaydı yardıma çağırmazdı.
MÜRİT- Ama şehitler ölmez.
BAYINDIR- Doğru, şehitler ölmez. Ayette şöyle buyuruluyor:"Allah yolunda öldürülen­lere ölüler deme­yin, zira onlar di­ridirler, ama siz bunu anlayamazsınız."  (Bakara 154)
Bu, bizim anlayabileceğimiz bir dirilik değil­dir. Eğer anlayabileceğimiz  gibi olsaydı, Hz. Hamza'nın şehit olmasına Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem o kadar üzülür müydü? Çağırınca geliyorsa, zaman zaman onu çağırır ve ondan bazı şeyler is­terdi.
Abdullah b. Mes'ud diyor ki; Biz Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Hz. Hamza'ya ağla­dığı kadar  bir şeye ağladığını görmedik. Onu kıbleye doğru koydu, cenazesinin ba­şında durdu ve sesli olarak hıçkıra hıçkıra ağ­ladı[24]."
Hz. Hamza'yı şehid eden Vahşî, yıllar sonra müslüman olunca Hz. Muhammed ondan kendi­sine görünmemesini istemişti[25].
Şehitler konusuna tekrar değineceğiz.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ölünce, Allah ondan razı olsun Hz. Ebubekr'in yaptığı önemli bir  konuşma vardır. Abdullah b. Abbas'ın bildirdiğine göre Hz. Ebubekr bu konuşmasında şöyle dedi:
"Bakın, sizden kim Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme kulluk ediyorsa işte Muhammed ölmüş­tür. Kim de Allah'a kulluk ediyorsa şüphesiz o di­ridir, ölmez. Allah Tealâ buyuruyor ki: "Muhammed sadece bir  elçidir. Ondan önce de nice  elçiler ge­lip geçmiştir. O ölür veya öldürü­lürse gerisin ge­riye mi döneceksiniz? Her kim geri­sin geriye dö­nerse, o Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükre­denlere mükafat verecektir." (Al-i İmrân 3/144) 
Abdullah b. Abbas diyor ki, " Ebubekr okuyuncaya kadar Allah Teâlâ'nın böyle bir âyet indirdiğini sanki hiç kimse bilmiyordu. Artık insanlar­dan kimi dinlesem bu âyeti okuyordu. Saîd b. el-Müseyyeb de bana, Ömer'in şöyle dediğini bil­dirdi: "Vallahi Ebubekr'in o âyeti okuduğunu işi­tince öyle oldum ki, kendimden geç­tim. Ayaklarım beni taşıyamaz oldu. Ayeti okuduğunu duyunca yere yığıldım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gerçekten öl­müştü[26]."
Şu iki âyet de Hz. Muhammed ile ilgilidir:
"Senden önce hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü olacaklardır?" (Enbiya 21/34)
"Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öle­cek­lerdir. "(Zümer 39/30)
Buna göre Hz. Hamza'nın anlayabileceğimiz manada diri olduğunu kim söyleyebilir?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğu­nuzu bilir.
Allah'ın berisinden çağırdıkları ise bir şey ya­ratmazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
 Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirile­ceklerini de bilemezler.  (Nahl 16/19-21)
Maalesef kendi kötü emellerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi alet edenler bile vardır. Bunlar, insanlar üzerinde kurdukları baskının devam etmesi için habire yalan ve iftira ile meşgul olurlar. Bunca âyete rağmen Hz Peygamberin sağ olduğunu ve onunla görüştüklerini ileri sürerek in­sanları saptırırlar. Hatta haşa onun, başmüfettiş gibi etrafındaki insanları teftiş ettiğini ve yaptığı hizmetleri denetlediğini iddia edenler dahi vardır. Evliya ölünce ruhu kınından çıkmış kılınç gibi olur, diyen veya bir kısım ruhanilerden yardım isteyen kişilerden başka ne beklenebilir?
Gözlerini hırs bürümüş bu insanların uslanması zor ama birazcık aklını kullananlar için Hz. Ömer'in şu sözünü naklet­mek isterim:
"İsterdim ki, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yaşasın da bizden sonra ölsün. Her ne kadar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ger­çekten ölmüş ise de Allah aranıza bir nur koymuş­tur, onunla hak yolu bulursunuz. Allah Muhammed'i de onunla hak yola sokmuştur[27]."
O nur Kur'an-ı Kerim'dir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de veda hutbesinde konuya değinerek şöyle buyur­muştur: 
"Aranızda, sıkı sarılırsanız artık sapıtmayaca­ğınız bir şey bıraktım, Allah'ın kitabını"[28].
İşte hak budur. "Hakkın  ötesi sapıklık de­ğildir de ya nedir?"  (Yunus 10/31-32)
Sözügeçen şahsın Hz. Hamza'da varsay­dığı sıfatların ikincisi ilim sıfatıdır. İlim, bilmek ve kav­ramak demektir. İnsanda da ilim sıfatı vardır ama bu, onun öğrenebildiği ve kavrayabildiği şeylerle sınırlıdır. Onları da zamanla unutur. Allah'ın ilmi sınırsızdır. O, her şeyi en ince ayrıntısına kadar en doğru biçimde bilir ve asla unutmaz.
Istanbul'a hiç gelme­miş olan Hz. Hamza'nın çağrıldığı yere gelmesi için, olayın geçtiği İstanbul Ankara yolunun Tuzla'daki bölümünü bilmesi gerekir. Bu şahıs Hz. Hamza'nın bilgisinin, şüphesiz Allah Teâlâ'nın bilgisi gibi sınırsız olduğunu kabul etmez. Ama onu böyle bir yere çağırdığına göre Hz. Hamza'yı Allah Teâlâ'ın sınırsız bilgi­sinin bir bölümüne ortak saymış olur.
Üçüncü sıfat semi'dir. Semi', işitme gücüdür. Allah insana işitme gücü vermiştir, ama bu, belli mesafeden ve belli titreşimdeki seslerin işitilme­siyle sınırlıdır. Hele Hz. Hamza gibi ka­birde bulu­nanlara bir şey işittirmeye bizim gü­cümüz yetmez. Her şeyi işiten Rabbimiz, elçisi Hz. Muhammed'e hitaben şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah diledi­ğine işit­tirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işitti­re­mezsin.(Fatır 35/22) 
Allah her şeyi işitir. En gizli sesler, hareket­ler, içten yakarışlar ve her şey onun tarafından işitilir. Şimdi bu zat, İstanbul'dan, "Ya Seyyidena Hamza ! " dediği zaman Hz. Hamza'nın bu sesi işittiğini hayal ettiğine göre onu Allah'ın işitme sıfa­tına ortak etmiş olmaz mı? Çünkü bu şekilde bir işitme, Allah'tan başkası için sözkonusu değil­dir.
Dördüncü sıfat basar'dır. Basar, görme gücü demektir. İnsanlarda da görme gücü var­dır, ama bu çok sınırlıdır. Allah Teâlâ, en küçük şeyleri bile en ince ayrıntısına kadar görür.
Kilometrelerce uzakta, kabirde yatan birini yar­dıma çağıran kişi, onun kendini gördüğünü kabul etmiş olur. Yoksa onun durumunu nasıl kavrayıp yardım edebilir? Bu şekilde bir görme, yanlız Allah'a mahsus olduğun­dan bu şahıs Hz. Hamza'yı Allah'ın görme sı­fatına da or­tak saymış olur.
Beşincisi irade, altıncısı da kudret sıfatıdır. İrade, dilemek ve tercih etmektir.
Kudret de bir şeye güç yetirme anlamına gelir. İnsanın iradesi de kudreti de sınırlıdır. Ölünce bu konuda hiç bir şeyi kalmaz. Bu şa­hıs Hz. Hamzanın, kendi çağrısını kabul ettiğini ve gerekli yardımı yapabildiğini hayal ettiğine göre Hz. Hamza'ya bu iki sıfatı da vermektedir. Bu, olağan dışı bir irade ve kudret yakıştırma­sıdır. Bu an­lamda irade ve kudret sahibi tek varlık Allah Teâlâ'dır. Demek ki o şahıs Hz. Hamza'yı Allah'ın  bu iki sıfatına da ortak saymış olmaktadır.
"Hiç bir şey yaratamayan ama kendileri yara­tılmış olanı ortak mı sayıyorlar?
Oysa bunların onlara yardımda bulunmaya güçleri yetmez. Bunların kendilerine bile yar­dımı olmaz.
Onları doğru yola çağırırsanız, size uymaz­lar; çağırmanız da, susmanız da sizin için birdir.
Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım.
Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırma­yın."
"Çünkü benim velim Kitabı indiren Allah'tır.  O, iyilere velilik eder."
"O'nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler."  (Araf 7/191-197)
“Belki kendilerine yardımları do­ku­nur diye Alla­h’ın berisinden tanrı­lar edindi­ler. Ama onların yar­dıma güçleri yetmez. Oysaki kendi­leri onlar için hazır as­kerdirler. (Yasin 36/74-75)
Kendilerine dayanak olsun diye, Allah'ın berisinden tanrılar edindiler.
Tam tersi; onlar bunların ibadetlerini tanıma­yacak ve bunlara düşman olacaklardır. (Meryem 19/81-82)
İşte şirk budur. Yani Allah'ın vermediği yetkileri, bir kısım varlıklarda veya ruhanîlerde var sayıp onlardan yardım istemek şirktir.  
 "De ki, Allah'ın berisinden çağırdıklarınıza ba­kın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir or­taklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz bu konuda  bana, bundan önce gelmiş bir kitap  veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım."
Allah’ın yakınından kendisine Kıyamete kadar cevap vere­miyecek olanı yardıma çağı­randan daha sa­pık kim olabilir? Oy­saki bunlar onla­rın çağrısından habersizdirler.(Ahqâf 46/4-5)
MÜRİT- Allah istese Hz. Hamza'ya bu özellik­leri veremez mi?
BAYINDIR-  Allah'ın gücü her şeye yeter ama Allah'ın gücü ile delil getirilmez. Bunca âyet varken Hz. Hamza'ya özel bir güç verildiğini kim iddia edebilir? Bakın, Allah'ın elçileri de dahil hepimiz Allah'ın kulu, yani kölesiyiz. Allah da bizim Rabbımız, yani Efendimizdir. Köle efendisi karşı­sında hiç bir yetkiye sahip değildir. Bu sebeple  elçiler de dahil hiç bir insanın Allah karşısında bir yetkisi olmaz. Allah'ın verdiği yetkiler olursa o başka. Hele yukarıdaki âyet­lerde olduğu gibi Allah'ın kimseye yetki verme­diğini açıkça belirttiği  bir konuda bazılarını yetkili saymak affedilemeye­cek bir suç olur.
MÜRİT- Ama bu zat, bir başka yerde Hz. Hamza'nın yardıma geldiğini bizzat görmüş. Diyor ki, "Cin diyebileceğim bir yaratık beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı. Çok bunal­dım. Birden istim­dad ile "Ya Hz. Hamza!" de­dim. O şanlı sa­habi benim davetime icabet etti ve adeta odanın içinde beliriverdi.. Cin   onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kay­boldu[29]."
BAYINDIR- Her dara düşene yardım eden Allah Teâlâ, demek ki, onun da sıkıntısını gide­rince, Hazreti Hamza'nın yardıma geldiğini sanı­yor. Yaşayan ya da ölmüş bir kişinin ru­haniyetin­den yardım iste­mek on­lara, Allah'ın vermediği bir yetkiyi vermeye kalkışmak olmaz mı?
"Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ın yakının­dan[30] bir takım ortak­lar çağıranlar neyin pe­şin­dedirler? Bunların peşine takıl­dığı belli bir ku­runtudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sa­dece saçmalamadır."  (Yunus 10/66)

a- Gücün kaynağı
MÜRİT- "Ya Seyyidenâ Hamza" diyerek Hz. Hamza'yı çağı­ran kişi  onun kendinden kaynakla­nan bir gücü olmadığını biliyor. Onun istediği Allah Teâlâ'nın yardıma Hz. Hamza'yı gön­dermesidir. Bunun Allah'tan  başkasını tanrı edinmekle ne il­gisi var?
BAYINDIR- O sözü inceleyelim:
1- O zat bir yerde diyor ki, "Büyük ve mu­kad­des ruhlardan istimdâd (yardım talebi) ola­bilir[31]."
Fakat her dara düşene yardım eden Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"De ki: " Sizi karanın ve denizin ka­ranlıkla­rın­dan kurtaran kim­dir? Bundan bizi kurtarırsan şük­reden­lerden olacağız diye ona gizli gizli yalvarır yakarır­sınız."
De ki: "Allah sizi ondan ve her sı­kıntıdan kur­tarır, sonra da ona ortak koşarsınız."  (En'am 6/63-64)
 2- Hz. Hamza'nın bu gücü Allah'tan aldığını hayal etmek neyi değiştirir?  Çünkü Hz. Hamza'nın elinde bir şey yoktur. Onun bu çağrı­dan haberi bile olmaz. Ahqaf Suresinin yukarıda meali verilen 4 ve 5. âyetleri bunun delilidir.
Müşrikler, tanrılarının gücünü Allah'tan aldı­ğını hayal ederlerdi. Ama bu, dayanaksız bir iddiaydı. Müşriklerle ilgili şu âyetleri biraz dü­şünmek gerekir.
"Desen ki: 'Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmenin ve gözlerin sahibi kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi düzenleyen kim?' Onlar: 'Allah'tır!' di­yeceklerdir. Deki; 'O halde O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'
İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Hakkın  ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da çevrili­yor­sunuz?"  (Yunus 10/31-32)
Müşrikler Kabeyi tavaf ederken  şöyle der­lerdi:
 
"Lebbeyk lâ şerîke lek illâ şerî­kun huve lek temlikuhu ve mâ me­lek"
"Emret Allah'ım, Senin  hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetki­le­rinin de sahibi sensin."
Bunu bize nakleden İbn Abbas diyor ki, onlar "Lebbeyk lâ şerîke lek = Emret Allah'ım, Senin  hiçbir ortağın yoktur." dediklerinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, "Yazıklar olsun size burada kesin, burada ke­sin." derdi[32].
Allah'ın vermediği bir yetkiyi putlarında var say­maları müşrik olmaları için yetiyordu. Puta bu yet­kiyi verenin Allah olduğunu söylemeleri bir şeyi değiştirmiyordu.
Ayette şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan önce[33] öyle şeye tapıyorlar ki, Allah onun hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. Zalimlerin yardımcısı olmaz."  (Hacc 22/71)
MÜRİT- Bu zat o çağrısından sonra "Adeta Hz. Hamza odada beliriverdi." diyor. Bir de şöyle bir hatırasını naklediyor: "Eski bir dostumun hanımı rahatsızdı. Çare aramadıkları yer kalmamıştı. İçinde Bedir savaşına katılan sahabilerin isimleri de bulunan bir dua mecmuasını vereyim diye kendilerine gittim. Geleceğimden kimsenin ha­beri yoktu.
Ben merdivenlerden çıkarken bacımız trans[34] halinde imiş. Cinler ona, "Hoca geliyor; fakat biz onun hakkından da geliriz" diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında gö­rünce çok şaşırdı.
-"Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde ta­şı­sın, mutlaka faydası olur, cinler yanına soku­lamaz­lar." dedim ve geçtim salona oturdum.
Sonra arkadaşım, bu dua mecmuasını ha­nımı­nın üzerine koymuş. Trans halindeki ba­cımız, "Nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsu­nuz de­ğilmi?" diye bağırmaya başlamış[35]."
Şimdi bütün bunlar yalan mı?
BAYINDIR- Bunlar yalan değil ama yan­lış. Hem o zatın, hem de o hanımın gözüne böyle bir şey gözükmüş olabilir. Ama bu sa­dece şeytanın bir oyunudur.


b-Ruhânîlerin hayatı
MÜRİT- Ben hâlâ tatmin olmuş değilim. Bildiğim kadarıyla beş çeşit hayat vardır.
Birincisi bizim hayatımızdır.
İkincisi Hz. Hızır ve İlyas aleyhimesselam'ın hayatıdır. Bir vakitte pek çok yerde bulunabilir­ler. İsterlerse bizim gibi yerler, içerler.
Üçüncüsü Hz. İdris ve İsa aleyhimesselâ­mın hayatıdır. Bu, melek hayatı gibi nurani bir hayattır.
Dördüncüsü şehitlerin hayatıdır.
Beşincisi kabirdekilerin hayatıdır.
Şehitler hayatlarını Allah yolunda feda ettik­leri için Allah da onlara berzah aleminde, dünya ha­yatına benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir ha­yat ihsan eder.   Onlar kendilerini ölmüş bil­mez, daha iyi bir yere gitmiş bilirler. Çok mutlu olurlar. İşte şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza da böyle bir hayat yaşamaktadır. Kendine sı­ğınan insanları koruması, dünya ile ilgili işlerini görmesi ve gör­dürmesi mümkün olabilir[36].
BAYINDIR- Şehitlerin bir hayatı olduğu doğru, ama Allah Teâlâ, " Siz onu anlayamaz­sınız." de­diği halde anladığımızı iddia etmemiz nasıl bağış­lanabilir? Şehitlerle ilgili ayrı bir bö­lüm gelecektir.
Hz. Hamza'nın, kendine sığınanlara yardım edemeyeceği konusunda hala şüpheniz varsa lütfen yukarıdaki âyetleri bir daha, yavaş ya­vaş ve düşünerek okuyun. Eğer inanıyorsanız böyle bir şeyi aklınızın ucundan bile geçiremezsiniz.
MÜRİT- Bizim yaşadığımız hayat malum, onda bir ihtilaf yok. Şehitler konusu da anla­şıldı. Hayatın diğer üç çeşidi için ne diyeceksi­niz?
BAYINDIR- Soruyu benim sormam gere­kir. Siz, Hz. Hızır ve Hz. İlyas Hz. İdris ve Hz. İsa aley­himüsselâmın hâlâ hayatta olduklarını söylerken neye dayanıyorsunuz?
MÜRİT- Bunları ben kendim uydurmuyo­rum. Bunları söyleyen zat, böyle bir hayatın varlığını keşif sahibi evliyanın tevatür derece­sine varan gözlemine dayandırmaktadır.
BAYINDIR- Gayb ile ilgili bir konu, hiç bir ilmi değeri olmayan keşfe dayandırılamaz. Keşif konusu ayrıca gelecektir, ona girmiyorum. Adı geçen dört peygamberden yalnız Hz. İsa aleyhissela­mın şimdiki durumunu biliyoruz. Onu da şu ayetten anlıyoruz.
“ ... İçlerinde bulunduğum sü­rece onları gö­zeti­yordum. Beni vefat ettirince artık onlar üze­rine gö­zetle­yici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.(Mâide 5/117)
Burada Hz. İsa'nın vefat ettiği ve ümmetin­den habersiz olduğu bildiriliyor. Artık onun için de bir hayat çeşidi hayal etmenin gereği yoktur.
Hz. İsa henüz hayatta iken Allah Teâlâ ona şöyle demişti: "Ey İsâ, ben seni vefat ettireceğim, seni bana yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim..." (Al-i İmrân 3/55)

c- Ölüm bir uykudur
MÜRİT- Kabir hayatı konusunda ne diye­cek­sin?
BAYINDIR- Allah Teâlâ ölümü uykuya benze­terek şöyle buyuruyor: 
Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyen­le­rinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.(Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölüle­rin ruhunu, belli bir yerde tutmaktadır.
"Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yap­tığınızı bilen odur. Sonra belirli süre doluncaya kadar gündüzün  sizi kaldırır."  (En'am 6/60)
Kıyamet'in kelime anlamı kalkıştır. Öldükten sonraki dirilme yataktan kalkışa, Sura üflenmesi de kalk borusunun çalınmasına benzer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sura üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler.
"Yazık oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? diyeceklerdir." (Yasin 36/51-52)
Kur'an'a göre ölüm bir uyku, kabir bir uyuma yeri, öldükten sonra dirilme de uykudan uyan­ma­dan başka bir şey değildir. Hadis-i şeriflerde belirti­len kabir azabı da uykuda görülen kötü rüyalar gibi olmalıdır.
Uyuyan kişi, aradan ne kadar zaman geçti­ğini anlamaz. Ölenin durumu da aynıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de biri ölen, diğeri uyu­yanla ilgili iki örnek vardır.
Ashab-ı Kehf mağarada tam 309 yıl uyumuştu[37]. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor:
"Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" diye sordu. "Bir gün, belki de daha az kaldık" dediler." (Kehf 18/19)
Ölümle ilgili âyet de şudur:
"Şuna da bakmaz mısın[38]? O, tavanları çök­müş, duvarları üzerlerine yıkılmış bir kente uğradı da "Allah burayı ölümünden sonra nasıl dirilte­cek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra kaldırdı ve "Ne kadar kal­dın?" diye sordu, o da  "Bir gün, belki de bir günden az." dedi. Allah buyurdu ki; "Yok, tam yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak­sana, bozulmamışlar bile. Bir de şu eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret yapalım diye bunu yaptık. Kemiklere bak, on­ları nasıl birleştirecek, sonra onlara et giydirece­ğiz." Bunlar apaçık belli olunca şöyle dedi; "Ben artık anladım ki, Allah'ın gücü gerçekten her şeye yeter." (Bakara 2/259)
Yüz sene ölü kalıp dirilen de 309 sene uy­kuda kalanlar da "Bir gün veya bir günden az." kaldık­larını sanıyor.
İşte kabir hayatını anlamak isteyenler bu âyetlerden ders alabilirler.
Uyuyan kişi, vücudundan nasıl habersizse ölü de habersizdir. Uyuyan kişinin ruhu gelip tekrar aynı bedene gireceği için bedeni diri kalı­yor. Ölenin ruhu geri dönmeyeceğinden bedeni ölüyor. Ahirette yeniden yaratılan bedene gelen ruh kendini uykudan uyanmış gibi hissediyor ve  "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? " (Yasin 36/51-52) di­yor. Beden toprakta çürü­müş, yeniden yaratılmış, ama o bunun farkında değil. O, uyuyup uyandı­ğını zannediyor. Aradan geçen zamanın da far­kında değil. İşte ölüm bize bir uyku kadar, kıyamet de uykudan uyanmak kadar yakındır.
Uyku, ha­yatta bir kesinti değil, süreklilik için zorunlu bir dinlen­medir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kıyametteki kalkışın da dünya hayatının devamı gibi olacağını bildirmektedir:
"Her kul, ne üzere öldüyse o şekilde dirilti­lir[39]."
Veda Haccında birisi bineğinden düşmüş boynu kırılmıştı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, onu su ve sidr ile yıka­yın, iki parça bez içinde kefenleyin, koku sür­meyin ve başını örtmeyin. Çünkü Kıyamet günü telbiye[40] getirir durumda kaldırılacaktır[41]."
Bu hadis gerçekten düşündürücüdür. Burada o şahsın ölümünü ihramlı[42] bir hacının uyuması gibi saymıştır. İhramlı koku sürünmez, uyurken başını örtmez. Uykudan kalkınca telbiye getirir.
MÜRİT- O zaman kabrin cennet bahçele­rinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olmasını nasıl izah edebiliriz?
BAYINDIR-  Kabir hayatını rüyaya benzete­biliriz. Güzel rüya gören rüyanın hiç bitmemesini ister. Sıkıntılı rüya görenler  de uyanınca  iyi ki, rü­yaymış diye şük­rederler. Doğrusunu Allah bilir.

9- MÜSLÜMANLARI BATIRAN ŞİRK
MÜRİT- Yetmiş yıldır bu ülkede yeterli dini eği­tim yapılamadığı için hocalarımız bazı yan­lışlar yapabiliyor. Biliyorsunuz 1924'te şeriat kaldırıldı. Bütün yasalar batıdan alındı. Bir za­manlar din eğitimi tamamen yasaklandı. Ezan Türkçe okundu. Bunları uzatmak mümkün.
BAYINDIR- Bütün suçu başkasının üs­tüne at ve sen aradan çekil. Ne kolay bir yaklaşım tarzı! Yetmiş yıl önceki şartlara durup dururken mi ge­lindi? İslam alemi Birinci Dünya Savaşında batı karşısında niye kesin bir yenilgi aldı?
MÜRİT-  Bunun siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri bir çok sebebi var. Şimdi sen bunu da mı tarikatlara bağlıyacaksın?
BAYINDIR- Bunu tarikatlara bağlamak da ko­laya kaçmak olur. Bu yenilginin siyasi, sos­yal, ekonomik ve askeri sebeplerini uzmanla­rına bıra­kalım. Biz burada Kur'an'a uyma ye­rine Kur'an'ı kendimize uydurmadan bah­sediyoruz.
Kur'an'a taban tabana zıt nice sözler hadis diye ortaya atılabilmiş ve müslümanlar ara­sında kabul görmüştür. Şu söz onlardan biridir:
 “İşlerinizde ne yapacağınızı şa­şırdığınızda kabir ehlinden yardım is­teyiniz[43].”  Bu sözü hadis diye ortaya atan, Yavuz Sultan Selim'in meşhur Şeyhülislamı İbn-i Kemal Paşazadedir. O, bu sözü hadis diye or­taya atmakla kalmamış, doğruluğunu ispat için fel­sefi izahlara girmiştir. Bu sebeple sıkıntımız ağırdır. Bu konu Kabir Ehlinden Yardım başlığı altında anlatılmıştı.
İslam alemi Kur'an'dan uzaklaşalı asırlar oluyor. Şeyhler gibi mezhep imamları da kutsal­laştırılmış, onların sözleri Kur'an ve sünnetin yerini almış ve müslümanlar Kur'an ve sünnet ışığında yeni fikirler üretmeyi büyük günahlar­dan sayar hale gelmiş­lerdir. Son bölümde, Kur'an'a Dönmek başlığı al­tında bu konuya da girilecektir.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki kesin yenilgi bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Sizin o yetmiş yıllık uygulama diye tenkit ettiğiniz şeyler de bir sonuç­tur. Birinci Dünya Savaşında olan yenil­giyi bir as­keri yenilgi sayamak kolaycılık olur. O, kendine güvenini yitirmiş olan bir toplumun yenil­gisidir.
MÜRİT- Kendine güvenden ne anlıyorsunuz? Bir müslüman kendine değil, Allah'a güvenir. Yoksa Allah'a olan güven mi kayboldu?
BAYINDIR- Kendine güvenden maksadım, kişinin inandığı değerlere güvenmesi ve bu değerlerin kendine yüklediği görevi iyi bilmesidir. Bu çok önemlidir. Zaten inandığı değerlere güvenmeyenin imanı da olmaz.
MÜRİT- Bunu biraz daha açar mısınız?
BAYINDIR- Bakın, Hz. Muhammed Allah'ın Elçisi olduğunu söyleyince ona gülenler, deli diyenler, sihirbaz diyenler, onu alaya alanlar ve hakaret edenler olmuştu. Eğer, bu dav­ranışlar onun inandığı değerlere olan güvenini sarssaydı da bunun etkisiyle "Ya bunlar haklıysa?" de­seydi halkın içine çıkıp bir iş yapabilir miydi?
Ona salat ve selam olsun, Hz. Muhammed'in inandığı değerlere güvenmesi ve Allah'ın Elçisi olduğu konu­sunda kuşkuya düşmemesi için çok sayıda ayet inmiştir. Onlardan bir kısmı şöyledir:
"Hikmetle dolu Kur'an hakkı için
İşte sen, kesinkes elçi olarak görevlendirilmiş olanlardansın.
Dosdoğru bir yol üzerindesin." (Yasin36/2-4)
"Durma, öğüt ver; Rabbinin nimeti saye­sinde sen, ne bir kâhinsin ne de bir deli.
 Yoksa şöyle mi diyorlar: " O bir şairdir, başına gelecekleri bekliyoruz."
De ki: "Bekleyin, zaten ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
Yoksa bunu kendilerine akılları mı em­rediyor. Ya da onlar azgın bir takım mı­dırlar?
Yoksa "Onu kendi uydurdu" mu diyor­lar? Hayır, aslında bunlar inanmıyorlar.
Öyleyse bunun dengi bir söz getirseler ya. Eğer doğruysalar (getirirler)". (Tur 52/29-34)

Nun; kalem ve yazdıkları şey hakkı için,
 Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli olamazsın.
Sana, tükenmek bilmeyen kesin bir ödül vardır.
Sen gerçekten büyük bir ahlaka sa­hipsin.
Yakında sen de görürsün, onlar da gö­rürler.
Deliliğin hanginizde olduğunu.
Doğrusu senin Rabbin, yolundan sa­panın kim olduğunu iyi bilir; o, yola gelenleri de çok iyi bilir.
O halde yalanlayanlara boyun eğme.
İstedikleri şudur: Keşke sen yağcılık yapsan da onlar da sana yağcılık yapsalar. (Nun  68/1-9)
Sen Rabbinin hükmüne katlan; balığın yuttuğu (Yunus) gibi olma, hani o nefesi  kesilmiş bir şekilde yakarmıştı.
Eğer ona Rabbinden bir nimet yetişmiş olma­saydı boş bir yere fena bir halde atılacaktı.
Ama Rabbi onu seçip iyilerden yaptı.
O inkar edenler, Kuran'ı dinledikleri zaman ner­deyse seni gözleriyle devireceklerdi. "O delidir" diyorlardı.
Oysaki Kuran, herkes için bir öğütten başka bir şey değildir. (Nûn 68/48-52)
Bu ayetler Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme daima güven tazeletiyordu. Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda çok ayet vardır. Allah Teâlâ, geçmiş elçilerin karşılaştıkları sıkıntıları  Kur'an'da dile getirerek onu teselli etmiştir. Yoksa o büyük işi nasıl başarabilirdi?
Müslümanlar da hayatın her an değişen ve gelişen olayları karşısında kendilerine ve dinlerine olan güvenlerini taze tutabilmek için Kur'an'ı sık sık ve üzerinde düşünerek okumak zorundadırlar. Bunu yapmadıkları için inandıkları değerlere olan güvenleri azal­mış, nefislerini ıslah etme adına kendilerini hakir görmüşler, ama kimi şahısları da olduğundan bü­yük görmeye ve onlar için  hayali makamlar uy­durmaya koyulmuşlardır. Sonra da bu şahısların kendilerine manevi yardım yapacağına inanmış­lardır. Bu inanç, toplumu kanser gibi sarmış ve Birinci Dünya Savaşı'nda o koskoca gövdenin ta­rihe gömülme sebeplerinden olmuşur. Geride ka­lanlar, o yanlış inancın bağlıları olmaya devam etmektedirler.
Ayette şöyle buyurulur: "Bir millet kendinde olanı bozmadıkça Allah onlarda olanı bozmaz. Allah bir millete ceza vermek istedimi artık onun önüne geçilemez. Zaten onların ondan başka bir koruyucuları da yoktur." (Ra'd 13/11)
MÜRİT-  Yönetimde bozulma olduğu doğru.
BAYINDIR- Bana göre asıl suç alimlerindir.  Onlar, Kur'an'ı anlayıp yaşadıkları çağı ona göre yorumlama yerine sırf eski alimlerin eserleri ile meşgul olmuşlardır. Eğer Kur'an'ı anlamak için uğraşsalardı zorunlu olarak Hadis-i şeriflerden de yeterince yararlanacaklardı. İşte o zaman eski alimlerin eserleri doğru anlaşılacak ve ufuk açıcı olacaktı. Çünkü müctehid islam alimlerinin yaptığı, kendi çağlarını Kur'an'a göre yorumlamaktan ibarettir.
Yaşadığı çağı Kur'an'a göre yorumlama zorunda olan bir âlim, çağının bilimsel, teknik ve sosyal gelişmelerini de iyi bilmek zorunda olur. Yapılacak yorumlar her kesi tatmin edeceğinden kimse bir başka arayış içinde olmazdı.
Ama onlar, şartlarını iyi bilmedikleri bir çağı yorumlamak için yazılan kitaplarla meşgul oldukları için o kitapları bile gereği gibi anlamaktan mahrum kalmışlardı. Böylece, Kur'an'a, sünnete ve çevresine kapalı, çağın gerisinde bir ilim anlayışı ile kendi intiharlarını hazırlamışlardır.
Sultan II. Abdulahmid'in bu konu ile ilgili çok acı hatıraları nakledilir.
Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, kendisini ziyarete gelir. İmparatorundan özel bir mektup getirir. Ondan İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini açıklayacak güçte bir dînî-ilmî heyet ister. Sultan, Japonya'da İslam'ın yayılması için maddi sahada mümkün olan her şeyi yapar ama İmparator'un istediği dinî-ilmî heyeti gönderemez. O, Sultan'ın içinde hicran olmuş bir hatıradır. Bunun sebebini şu cümlelerle ifade eder:
" Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim Japonlardan evvel kendi milletimin ve halife olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim..."
Sultan'a göre o alimlerin ilmî kudretleri kadar dünyayı algılama tarzları da İslam'ın geleceği üzerinde bu kadar büyük etki yapacak bir konuyu ele almaya ve sonuçlandırmaya müsait değildir. O, bunun sebebini şöyle açıklar:
" Japon İmparatorunun istediği müslüman din alimlerini yetiştirecek feyyaz menbâlar da artk mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu..[44]"
MÜRİT- Öyleyse tarikatlara bu kadar yüklen­mek doğru olmaz. Alimlerin Kur'an'dan uzaklaştığı bir yerde tarikat mensuplarının yanlışları görmez­likten gelinebilir.
BAYINDIR- Allah'ın kabul etmeyeceği bir özrü biz kabul edemeyiz. Çünkü alim ve cahil ayırımı olmadan herkes, Kur'an'a  aykırı davranışlarının hesabını Allah'a verecektir. Alimlerin suçu tabii ki, daha ağırdır.
Kur'an'dan uzaklaşmak alimleri de zamanla hurafelere alıştırmış ve onların Kur'an'a temelden aykırı nice şeyleri normal görür hale gelmelerine sebep olmuştur. Buna, şu çarpıcı örneği verelim:
 Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi ile ilgili resmi belgelerde, savaşı kazanmak için Allah'ın yanında Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin de yardımı beklendiği görülmektedir. Sanki o, Allah'ın elçisi değildir de haşa, Allah'ın yanında ikinci bir tanrıdır. Sanki o, ölmemiştir de diridir. Sanki o, kendine yapılan çağrıları işitme, olayın geçtiği yeri görme ve istediğine istediği yardımı yapma yetkisine sahiptir[45]. 
Allah Teâlâ bu şekilde yardım bekleyenleri sapık sayıyor.
“Allah’ın berisinden[46] Kıyamete kadar  kendi­sine cevap vere­mi­yecek olanı çağırandan daha sapık kim olabilir? Oy­saki bunlar onların çağrısın­dan habersizdirler. (Ahqâf 46/5)
Şimdi belgelerdeki ifadelere bakalım:
a- Sultan Reşad'ın savaş ilanı ile ilgili beyan­nâmesinin son bölümünde yer alan ifadeler:
"...Hak ve adl bizde zulüm ve udvan düşman­larımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek içün Cenab-ı âdil-i mutlakın inâyet-i samadâniyesi ve Peygamber-i zîşânımızın imdâd-ı maneviye­sinin bize yâr u yaver olacağında şüphe yoktur..,[47]"
Bu ifadeyi şöyle sadeleştirebiliriz:
" Biz haklı ve dürüst, düşmanlarımız ise zalim ve saldırgan olduğundan düşmanlarımızı yere sermek için adaleti şaşmaz olan Allah'ın yüce desteğinin ve şanlı Peygamberimizin manevi yardımının bize yar ve yardımcı olacağında şüphe yoktur..."
b-Başkumandan vekili[48] Enver Paşa'nın beyannamesi şu ifadelerle başlamaktadır:
"Allah'ın inayeti, Peygamberimizin imdâd-ı ruhâniyesi ve mübarek Padişahımızın hayır duasıyla ordumuz düşmanlarımızı kahredecekdir."
Beyannâme'nin orta kısımda şu ifadeler vardır:
"...Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda peygamberimizin ve sahabe-i güzîn efendilerimi­zin ruhları uçuyor...[49]"
Bu ifadeler şöyle sadeleştirilebilir:
"Allah'ın desteği, Peygamberimizin ruhânî yar­dımı ve mübarek Padişahımızın hayır duasıyla ordumuz düşmanlarımızı yere serecektir.." "...Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve onun seçkin arkadaşlarının ruhları uçuyor.."
c- İslam ülkelerini cihada davet beyannamesi:
Bu beyanname Meclis-i Ali-i İlmî ((Yüksek ilim Kurulu) tarafından hazırlanmış ve Halife sıfatıyla Sultan Reşad tarafından imzalanmıştır. Beyannamenin altında en üst seviyeden toplam 34 alimin imzası da vardır. Bunların arasında üçü eski birisi görevde olmak üzere dört şeyhülislam ve Fetva Emini Ali Haydar Efendi de vardır. 
Beyannamenin dördüncü paragrafı şu ifade­lerle bitmektedir:
"... Dîn-i mübîn-i ilâhîsi namına cihada şitâbân olan müslimîni her bir hususta mazhar-ı fevz ve nusret buyuracağı inâyet ve eltâf-ı celîle-i samâ­dânîden mev'ûd ve şeriat-ı garrây-ı Ahmediyenin i'lây-ı şânı içün fedây-ı cân ve mal eyleyen üm­met-i nâciyesine zahîr ve destgîr olmak içün ru­hâniyet-i mukaddese-i nebeviyye hazır ve mev­cuddur."  
Beyannâme'nin son paragrafı da şöyledir:
" Ey mücâhidîn-i İslâm Cenab-ı Hakk'ın nusret ve inâyeti ve Nebiyy-i muhteremimizin meded-i ruhâniyetiyle a'dây-ı dîni kahr ve tedmîr ve kulûb-i müslimîni sermedî seâdetlerle tesrîr eylemeniz va'd-ı celîl-i İlâhî ile müeyyed ve mübeşşerdir[50]."
Bu ifadeleri şu şekilde sadeleştirebiliriz:
"Allah'ın açık dini adına hızla savaşa çıkan müslümanları her konuda başarılı kılıp yardım edeceğine onun yüce lutuflarıyla söz verilmiştir. Hz. Ahmed'in[51]  aydınlık şeriatını yüceltmek için canını ve malını feda eden ümmet-i nâciyesine[52] arka çıkıp elinden tutmak için Hz. Peygamberin muhakaddes  ruhu hazır ve mevcuttur..."
"... Ey İslam mücahitleri! Allah teâlâ'nın yardımı ve desteği, muhterem Peygamberimizin ruhaniye­tinin yardımı ile din düşmanlarını yere serip yok etmeniz ve müslümanların kalplerini sonsuz mutlu­luklarla sevindirmeniz Yüce Allah'ın verdiği söz ile teyid edilmiş ve müjdelenmiştir."
MÜRİT- Müslümanlar kafirlere karşı cihada çı­kıyorlar. Bu, Hz. Peygamberi memnun edecek bir davranıştır. Elbette o, ruhaniyetiyle müslümanlara yardım edecektir. Onun seçkin sahabelerinin ruh­larının müslümanların başları ucunda uçması da yadırganamaz. Çünkü bu savaşta sahabiler de yer almak isterler.
BAYINDIR- Eğer Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun seçkin arkadaşları hayatta olsaydı elbette bundan çok memnun olur ve müslümanların başarısı için ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Ama artık onlar ölmüşlerdir. Bizim yapmamız gereken, kendi hayallerimize göre davranmayı bı­rakıp Hz. Muhammed'in getirdiği Kur'an-ı Kerim'e uymaktır. Allah Teâlâ kendinden başka­sının yardıma çağrılmasını Kur'an'da  şirk saymış ve kesinkes yasaklamıştır.
İşte böyle. Kuşkusuz Allah haktır ve O'ndan başkasını çağırmanız ise batıldır. (Hac 22/62)
Zaten Allah'tan başka yardıma çağrılan kim olursa olsun onun hiçbir şeye gücü yetmez.
İşte Rabbiniz olan Allah, hakimiyet onundur. Ondan başka çağırdıklarınız bir çekirdek zarına bile hükmedemezler. 
Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyi bilen Allah gibi, haber vermez.  (Fatır 35/13-14)
Allahtan başkasını olağan dışı yollarla yardıma çağırmak şirktir. Allah böylelerine yardım etmez.
 İnananlar ve imanlarını şirkle[53] bulandırma­yan­lar var ya işte güven onların hakkıdır; doğru yolu tutturan­lar da onlar­dır.(En’am 6/82)
Birinci Dünya Savaşı'nda müslümanlarla sa­vaşan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar da zafer için Allah'a dua etmiyorlar mıydı sanki. Ama onlar, hırıstiyan oldukları için Allah'ın yanında Hz. İsa'yı da yardıma çağırıyor­lardı. Öyleyse müslü­manlarla onların ne farkı kaldı? Üstelik onların elin­deki kitap bozulmuş, müslümanların Kur'an'ı hiç bozulmamıştır. Hem Kur'an'a göre Allah'tan baş­kasını yardıma çağır­mak, doğru yola girmişken ge­riye çevrilmek ve açık arazide şaşkına dönmektir.
De ki: Allah'ın berisinden bize ne bir fayda ne de za­rar verecek olanı çağıralım da Allah bizi doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevirilmiş mi olalım? Tıpkı şeytanların açık araziye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, "Bize gel." diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Bize verilmiş emir alemlerin Rabbine teslim olmamız içindir. (En'am 6/71)
MÜRİT- Müslümanlar tarih boyunca çok ye­nilgi­ler almışlardır. Bu Allah'ın onları bir imtihanıdır. Nitekim Hz. Muhammed'in ordusu da Uhud sava­şında yenilmişti. Ama onun gayret­leriyle daha sonra durum lehlerine çevrilmişti.
BAYINDIR- Burada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir komutan olarak büyük gayret göstermiş ve durumu lehine çevirmeyi başarmıştır. Fakat  " Ben Allah'ın elçisiyim. Benim duam ve manevi desteğimle bu savaş kazanılır." dememiştir. Bütün savaşlarında, bir komutan olarak yapılabilecek her şeyi yapmıştır.
Yenilgi dedik ya, cephede yenilmek o kadar önemli değildir. Toparlanır düşmana daha büyük bir darbe vurabilirsiniz. Asıl ye­nilgi içten yenil­gidir. İşte o zaman yapacağınız bir şey olmaz.
Müslümanlar içten yenilmişlerdir. Onlar kendi siyasi, sosyal, iktisâdî askerî düzen­lerine olan güvenlerini çoktan yitirmişlerdir.  Bunların yerine batılı sis­temleri ikame etme çaba­ları hep bu güvensizli­ğin sonucudur. Bunu daha iyi anlamak isteyen­ler, müslümanların hararetle desteklediği okul­larda hangi sistemin öğretildiğine baksınlar. Büyük maddi imkanlarla desteklenip Avrupa'ya ve Amerika'ya gönderilen öğrenciler, hangi sis­temi öğrenmeye gidiyorlar? Kendi siste­mimizi öğretmek için harcadığımız çabayı bununla kı­yaslarsak korkunç bir fark ortaya çıkar. İşte bunlar Batı karşısında kafamızı dik tutmamızı en­gellemektedir.
MÜRİT- Sen tarikatlardan ne istiyorsun. Türkiye'de tarikatlar resmen kapalıdır.
BAYINDIR-  Halka mal olmuş sosyal bir kurumu resmen kapatmak işi bitirmez. Hurafeler yok ol­maz. Burada asıl iş ilim adamlarına düşer. Onlar halkı eğitmelidirler. Zihinler hurafelerden temizlen­meli ve doğru bilgilerle donatılmalıdır. İşte bu sa­hada yeterli çalışma yoktur. Halkımızın önemli bir bölümünün hurafelere kanmaları bundandır.  Bir de bu çalışmalar sürekli olmalıdır. Küçük bir ihmal, hurafelere kapı açmak olur.
MÜRİT- Bilgisi, sosyal ve ekonomik durumu iyi olan nice insan da bunlara katılmakta ve destek olmaktadır. Bu sizin tezinizi çürütmez mi?
BAYINDIR-  Bakın bu insanlar bir çok konuda bilgili olabilirler ama dinlerini iyi bilmedikleri için kandırılmaları kolay olur. Öyleyse herkese doğru din bilgisi vermek gerekir. Bu, dindar olanların hurafelere kanmalarını önler. Dinlerini yaşamak istemeyenler de hurafe ile doğru dini ayırarak hurafeye karşı çıkıyorum diye dindar insanları üzecek davranışlara girmezler.
MÜRİT- Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bunca alim yanlış da sen mi doğrusun? Senin ilmin onla­rın ilimlerinden daha mı fazla?
BAYINDIR- İlmin fazlalığı veya noksanlığından çok o ilmi ne maksatla kullandığınız önemlidir. Eğer insanlar üzülecek veya size karşı gelecekler diye doğruları söylemezseniz ilminizin büyüklüğü verdiğiniz zararı artırmaktan başka bir işe yara­maz. Tanınmış bir alim bana şöyle dedi:
- Abdülaziz Bey, tasavvuf ve tarikat ko­nusu ile uğraşmayı bırak. Hurafe olmazsa ta­savvuf da olmaz.
Dedim ki;
- Bu hurafelerle mücadele etmek bizim temel görevimiz değil mi? Bunlar insanları şirke sok­mu­yor mu?
Dedi;
- Doğru; şirke sokuyor ama bunlar seni din­le­mezler, ıslah olmazlar.
Dedim;
- İnsanlar ıslah olmaz diye mücadeleyi bıra­kan bir  Allah elçisi var mı? Bizim örneğimiz on­lar değil mi?
Dedi;
- Tamam ama ben senin iyiliğin için söylüyorum. Sen gençsin, istikbalin parlak, bunlar ise çok güçlüdür. Sen bunlarla başa çıkamaz­sın. Senin geleceğini karartırlar.
Dedim;
- Benim bunlardan beklediğim bir şey yok ki. Ben Allah'a dayanıyorum, Allah'tan güçlüsü de yoktur.
Dedi;
- Ben senin için endişe ediyorum.
Dedim;
- Asıl ben sizin için endişe ediyorum. Sizin durumunuz cumartesi yasağını çiğneyen yahudi­lere karşı mücadeleden kaçınanların durumuna benziyor.
Bilindiği gibi Yahudilerde cumartesi günü av yasağı vardır. Davûd (a.s.) zamanında sahil kenti olan Eyle'de Yahudiler yaşıyordu. Yılın bir ayında her taraftan oraya ba­lıklar akın ediyor, balıkların çokluğundan neredeyse su görün­müyordu. O ayın dışında ise sadece cumartesi günleri balıklar geliyordu. Derken deniz kena­rında ha­vuzlar kazdılar ve arklar açtılar. Balıklar cumartesi günü havuz­lara doldu ve pazar günü onları avladılar. Kendilerince yasağı çiğneme­miş oldular. Cezalanacakla­rından korka korka balıklardan ya­rarlandılar. Zamanla evlatları ba­balarının yo­lundan gittiler. Mal mülk edindiler. Şehirden bu işi hoş karşılamayan bazı gruplar onları bundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da vazgeçmediler. Dediler ki, "Ne zamandır biz bu işi yapıyoruz, bunun için Allah'tan hiçbir ceza gelmedi." Onlara denildi ki, "Aldanmayın, belki size bir azap gelir, yok olursu­nuz." Bun­lar bir sabah alçak maymunlar haline geldiler. Üç gün böyle yaşadılar, sonra he­lâk olup gittiler[54].
Bakara sûresinin 65 ve 66. âyetlerinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurul­maktadır.
İçinizden cumartesi günü taşkınlık edenleri el­bette öğrenmişsinizdir. Onlara "Aşağılık maymun­lara dönün" demiştik.
Bunu yaptık ki, hem orada olanlar ve olmayan­lar için caydırıcı bir ceza, hem de sakınanlar  için  bir öğüt  olsun.
Bir bölük insan yasağı çiğneyenlerle müca­dele ederken, "Aralarından bir (başka) bölük şöyle di­yordu: "Allah'ın yok edeceği veya şid­detli azaba uğratacağı bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz?" Öğüt verenlerin buna cevabı şöyle olmuştu: "Bu, Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilme­miz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar" 
Ayetler şöyle devam ediyor:
Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fe­nalıktan menedenleri kurtardık ve zalimleri, Allah' a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.
Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: "Aşağılık birer maymun olun" dedik." (Araf 7/165-166) 
Siz de bu mücadelede bana destek olacağınıza, suçlulara ilişmememi istiyorsunuz. Onların başına gelenlerin sizin başınıza da geleceğinden emin olabilir misiniz?
Dedi;
- Bilmem kardeşim, ben senin iyiliğini düşünü­yorum.
Dedim;
- Bakın, bir nefes alacak kadar ömrümün kaldığını bilsem, o bir nefesi bu gibi  yanlışları düzelt­mek için harcamak isterim.
Bu kitabın birinci baskısı yayınlandıktan sonra bu zat beni tebrik etti ve şöyle dedi:
"Büyük hizmet doğrusu. Böyle bir kitap yayınlamaya kimse cesaret edemez. Çok önemli bir işi başardın."
MÜRİT- Evet  bu konuda haklısınız. Bazı alimler bile bile mücade­leden kaçınıyorlar. Ama eskiden gerçek ilim sa­hipleri vardı.
BAYINDIR- Gerçek ilim sahibi olmak yet­mez. O ilmi yerli yerinde kullanmak da gerekir. Bu konuda Allah Teâlâ bize Hz. Ademi örnek veriyor. 
Onun öğretmeni bizzat Allah Teâlâ idi. Çünkü o, "Adem'e bütün isimleri öğretmiş ve on­ları (insanın yaratılmasından hoşlanmayan) meleklere göstere­rek  "Eğer doğruysanız bunların isim­lerini bana söyleyin" demişti.
Onlar da "Sen yücesin, bizim senin öğrettiğin­den başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilen de sensin hakîm olan da, demişlerdi.
Allah "Ey Adem onlara varlıkların adlarını bildir." dedi. Adem onların adlarını bildirince Allah şöyle buyurdu: "Ben size dememiş miydim ki, göklerde ve yerde görünmeyeni bilirim, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bi­lirim."  (Bakara 31-33)
Allah Hz. Adem'i ve eşini Cennete yerleş­tirmiş ve şeytanı göstererek;
"Bak Adem! Bu,  senin ve eşinin gerçek düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın" demişti.
Ama şeytan ona vesvese verip: "Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? deyince[55] bu cazip teklif karşısında o her şeyi unuttu ve Adem ile Havva'dan "Her ikisi de o ağacın meyvasından yedi. Hemen ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla ör­tünmeye ko­yuldular. Adem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu  şaşırdı."  (Taha 20/121)
Hiçbir alim Hz. Adem'den daha iyi şartlara sa­hip olamaz. Ebediyet ağacı ve çökmesi ol­mayan saltanat arzusu nasıl Hz. Adem'i yanlışa sokmuş ve yolunu şaşırtmışsa ünlü olma ve dünyalık arzusu da nice alimi, yanlışa sokar ve yolunu şaşırtır. 
Gerçek ilim, helâl mala benzer. Helal malıyla kötülük yapanlar gibi ilmiyle halkı saptıranlar da vardır. Gerçek alim, doğru davranan, karşı koyulacağını bile bile doğruları söylemekten çekinme­yen ve yürekten davranan alimdir. Doğru­ları bilen çoktur ama söyleyen azdır. Yoksa bizim söylediklerimiz kimsenin bilmediği şeyler değil­dir.
MÜRİT-  Sen müslümanların Batı karşı­sında kesin yenilgiye uğradığını söyledin. Bir Batılıyı müslümandan üstün göremezsin. Allah Teâlâ, "Eğer inanıyorsanız en üstün sizsi­niz.[56]" buyur­muyor mu?
BAYINDIR- Batılıları müslümandan üstün gören de kim? Ben müslümanların müslümanlık­tan uzak­laştığından bahsediyorum. Madem gayrimüslimle­rin uydusu ha­line gelmişiz ve bir asırdan fazladır bu böyle devam ediyor, öyleyse bu işte bir yan­lışlık var. Okuduğun âyet yanlış olamaya­cağına göre yanlışlık bizim müslümanlığımızda olmalıdır. İçinde bulunduğu­muz durumu da Allah'ın bize verdiği bir ceza ola­rak kabul et­memiz gerekir.
Allah Teâlâ Kur'an'ı Kerim'de cezaya çarpı­lan kavimleri anlattıktan sonra şöyle buyuru­yor:
Sana anlattıklarımız, o ülkelerin başından ge­çenlerdir. Onlardan ayakta duranlar da var­dır, biçi­lip gitmiş olanlar da.
Biz onlara kötülük yapmadık, fakat onlar kendilerine kötülük yaptılar. Rabbinin buyruğu gelince, Allah'ın be­ri­sinden çağırdıkları tanrıları  onlara hiç bir iş gör­medi.  Onların kayıplarını artırmaktan başka bir şey yapamadılar.  (Hud 11/101-102)
Müslümanlar Allah'tan başkasından manevi yardım is­temeye devam ederlerse kurtuluşları mümkün olmaz.
MÜRİT-   Hep müşriklerle ilgili âyetleri örnek ve­riyorsun. Bu yaptığın doğru mu? Senin mu­hatap­ların müşrik değil ki, hepsi de müslüman.
BAYINDIR-  Kur'an'ın büyük bir bölümü şirkle ilgili âyetlerle doludur. Bu konuda sadece Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme müşriklerden olmamayı tenbihleyen şu âyet üzerinde düşünseniz bize hak verirsi­niz.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra sa­kın seni onlardan çevirmesinler. Rabbine çağır, sakın ha! müşriklerden olma.  Allah'la beraber başka tanrıyı çağırma. O'ndan başka tanrı yoktur. Her şey yok olacak yalnız onun zatı kalacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. (Kasas 28/87-88)
Bu tenbih bizzat Hz. Muhammed'e yapıl­dığına göre bize hak vermeniz gerekir. Her müslümanın bu konuda birbirini daima uyarması gerekir.
Müslümanlar bugün layık oldukları konumda değillerse bunun ciddi sebepleri vardır. Çünkü Allah Teâlâ hiç bir topluluğu boşuna helak et­mez. Şu âyetler her şeyi ortaya koyuyor :
"Sizden önceki devirlerde yaşayanlardan biri­kimi olanlar, ortalıktaki kokuşmuşluğa karşı çıkmalı değiller miydi? Kendilerini kurtardığımız pek azı bunu yapmıştır.  O zalimler, kendilerine verilen  refahın peşine takıldılar  da suçlu  kim­seler oldular.
Yoksa senin Rabbin, halkı iyi duruma gel­miş­ken,  o ülkeleri  şirk [57] yüzünden helak edecek değildi ya?"  (Hud 11/116-117)

10-ŞEHİTLERİN SAVAŞMASI
MÜRİT- Peki savaşlara katılan şehit ruhları için ne diyeceksin? Bunu düşmanlar bile ka­bul edi­yor. Şehitler ölmediğine göre bu ola­maz mı? Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah yolunda öl­dürülen­lere ölüler deme­yin, zira onlar di­ridirler."  (Bakara 2/154)
BAYINDIR-  Ayetin sonunu da okuyun lütfen. Şehitlere büyük ik­ramı olan Allah Teâlâ buyuruyor ki, "..onlar diridirler ama siz bunu anla­yamazsınız." Allah'ın "anlaya­mazsınız."  dediği bir konuda akıl yü­rütmek, her şeyi bilen Allah'a karşı bilgiçlik taslamak olmaz mı?
Allah Teâlâ müslüman orduları şehitlerle değil, meleklerle des­tekler. Bedir savaşında bu olmuştur:
"Doğrusu siz Bedir'de düşkün bir du­rumda iken Allah size yardım etmişti. Allah'tan sakının ki şük­redebilesiniz.
O gün sen müminlere şunu diyor­dun: Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle yardım et­mesi size yetmez mi?"
Evet, yeter. Eğer sabreder ve sakı­nırsanız onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle yardım eder.
Allah bunu size, sırf bir müjde olsun ve böy­lece kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Yoksa zafer, ancak güçlü ve Hakim olan Allah katından olur."  (Al-i İmrân3/123-126)
 "O gün Rabbin meleklere şunu vah­yedi­yordu: "Ben sizinleyim, haydi inananlara destek olun; ben inkar edenlerin kalplerine korku salaca­ğım. Haydi vurun boyunların üstüne! Vurun onların her  parmağına."  (Enfal 8/12)
Bedir savaşına katılanlardandan Ebû Davud el-Mâzinî diyor ki, Bedir'de müşrik erkeklerden bi­rini vurmak için peşine düşmüştüm. Daha kılıcım boynuna inmeden başı yere düştü. Anladım ki, onu bir başkası öldürdü[58].
Bedir savaşında Ebu Cehil, Abdullah b. Mes'ûd'a şöyle demişti: "Bana öldürücü darbeyi sen mi vurdun yani? Bana bu darbeyi vuran, bütün gayretime rağmen mızrağımın ucu, atının tırnağına yetişmeyen kişi­dir[59]."
Kurtubî, yukarıdaki âyetle ilgili ola­rak şunu söylüyor: Düşman karşı­sında direnen ve Allah rızasını gözeten her ordunun yanına melekler gön­derilir ve onlarla birlikte savaşır­lar[60].
MÜRİT- Şehitler ölmediğine göre savaşlara niye katılmasınlar ki? Onların hayatını tam olarak anlayamazsak bir bölümünüde mi anla­yamayız?
BAYINDIR-  Böyle bir konuda konuşmak için ya Kur'an'a ya da sahih hadislere dayan­mak ge­rekir. Geçmiş  peygamberlerin veya eski­den şehit olmuş müminlerin ruhları­nın Hz. Muhammed ile veya ashabıyla birlikte savaşa katıldıklarına dair tek bir delil yoktur.
Şehitlerle ilgili olarak şöyle buyu­ru­luyor: ".. on­lar Rableri katında rızıklanmaktadırlar.
Allah kendilerine bol bol verdiği için sevinç­lidir­ler. Arkalarından  he­nüz kendilerine katıl­mamış olanlar hakkında korkulacak bir şey ol­ma­dığı ve onlar üzülmeyeceği  için  de mutlu­durlar.
Allah'ın nimetinden, onlara vere­ceği ikramiye­den, ve Allah'ın, mü­minlerin ecrini zayi etmiyece­ğinden ötürü de mutludurlar." (Al-i İmran 3/169-171)
İkramı bol olan Allah, kendi yolunda ölenleri di­ğer ölülerden ayırıp özel olarak ağırlıyor. Bunların sa­vaşa gönderildiğini kabul etmek için delil gerekir. Böyle bir delil olmadığına göre şehitlerin savaşlara katıl­dığını kabul edemeyiz. Çünkü âyet­lere göre savaşa katılanlar melek­lerdir.
11- GAİB ERENLERİ
      (rical'ül-gayb)
MÜRİT- Sen şimdi üçler, yedi­ler, kırklar, kutup­lar ve gavsları da mı kabul etmiyorsun?
Sen bilmez misin, velîlerin üstün vasıflı olanla­rına “evtâd” (direkler) denir. Onların üs­tünde “revâsî” (dağlar) vardır. Bir felaket za­manında kullar evtâd'a yönelir, evtâd da revâs­îye yönelir. Revâsî’yi kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” denir. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn kutbun hükümle­rine, imam-ı yesâr da haki­katine maz­hardır. Kutup ölünce onun yerini imam-ı yesâr alır. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Kutup en büyük velîdir. Bütün erenlerin başı, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir.
Gavs: Darda kalındığında sığınılan ve istimdâd edilen yani yardım istenilen kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınır­lar. Gavs, istimdad edene yardım elini uzatır. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı a’zam” lakabıyla ünlüdür.
Ancak bütün bu sığınma ve istimdâdlar, zahirde gavsa ise de ha­kikatte Allah’adır. Çünkü alemde yegane mutasarrıf Allah Teâlâ’dır. Ondan başka fail-i mutlak yoktur. “Gavs” olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharıdırlar.
Bunlardan başka, sayıları bir ri­vayette se­kiz, diğer bir rivayette kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on, ya da üçyüz olan “nukabâ” denilen ve in­san­ların iç dünyalarından haberdar olan şahsiyetler vardır.
Genel olarak ricâlü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu Hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine sırayla kendisinden sonraki yükseltilir[61].
BAYINDIR- Bu konuda bir dayanağınız var mı? Bunları neye dayandırıyorsunuz?
Bir de "Kutup en büyük velidir, bütün eren­lerin başıdır ve Allah'ın izniyle kâinatta tasarruf sahi­bidir" diyorsunuz. Bu tanımınız Mekke müşrikleri­nin Kabe'yi tavaf ederken, "Emret Allah'ım, Senin  hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetkilerinin de sahibi sensin[62]." demeleri gibi olmuyor mu?
MÜRİT- Allah dünyanın cismânî düzenini sağ­lamak için bazı insanların bir takım görevler üstlen­mesini murâd ettiği gibi, alemdeki manevî ve ru­hanî düzenin korun­ması, hayırların temini, kötülük­lerin giderilmesi için de sevdiği bazı kul­larını görev­lendirmiştir. Bunlar bü­yük peygam­berlerin yerine, onlar­dan bedel[63] kişi­lerdir. “Allah’ın yeryü­zünü kendilerine musahhar kıl­dığı” kimseler olarak değer­lendirilmiştir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ettiklerine inanılır[64].
BAYINDIR- Bunlar, “Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı” kimselerdir diyorsunuz. Ama ifade tarzınızdan buna pek inana­madığınız anlaşılıyor.
Musahhar kılma, belli bir hedefe doğru zorla sürükleme[65] demektir. Türkçe karşılığı boyun eğ­dirmektir.
Bütün varlıklara hâkim olan Allah şöyle bu­yu­ruyor:
"Denizi size musahhar kılan Allah'tır. İçinde gemilerin, buyru­ğuyla akıp gitmesi ve onun bol ver­gisin­den payınızı aramanız için. Belki şük­re­dersiniz..
"Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa on­ların hepsini size o musahhar kılmıştır. İşte bunda dü­şünenler takımı için esaslı dersler vardır."  (Câsiye 45/12-13)
Allah'ın musahhar kılması ile denizde, gök­lerde ve yerde ne varsa hepsinden yararlanı­rız. Bu, devletin bir köprü yaptırıp vatandaşın emrine sunmasına benzer.
Ayetlerde belirtilen şeyler bütün insanlara musahhar kılınmıştır. Bunlara karşılık Allah'ın bizden istediği ona şükretmektir. Bugün bu ni­metlerden gayrimüslimler daha çok yararlan­mak­tadırlar.
Siz musahhar kılma işini kimi şahıslara ta­nınmış bir üstünlük sayıyorsunuz. Bu, tıpkı önlerinden geçen ana yol üzerine köprü yapı­lan köy hal­kının durumuna benzer. Açılışa ge­len yetkili; "Bu köprüyü yapıp sizin emrinize sun­duk." dediği için, "Madem bu köprü emrimize verilmiştir, öyleyse onu kullandırma yetkisi köyün ağasınındır. Ağa köprüden geçişleri bir düzene bağlamalı, bizim yaylamıza teca­vüz eden komşu köyün halkını buradan geçirmeme­lidir." diye karar alıp uygu­lamaya geçmesine ben­zer. Bu karar kabul edi­lemez. Çünkü o köprü yal­nız o köyün değil, o yoldan geçen herkesin hiz­metine sunulmuş, herkese musahhar kılınmıştır. 
MÜRİT- Üçler, yediler, kırklar, kutuplar ve gavslar sıradan in­san­lar değil ki. bü­yük peygam­berlerin yerine, on­lar­dan bedel kişilerdir.
BAYINDIR- Madem öyle, hangi  peygam­bere "alemdeki manevî ve ruhanî düzenin ko­runması, hayırla­rın temini ve kötülüklerin gide­rilmesi" görevi verilmiştir?
İnsanlara sınırlı yetki veren Allah, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme şöyle emrediyor:
" De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından  hiçkimse kurta­ramaz. Ben O'ndan başka bir sığınak da bula­mam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, O'nun gön­derdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
"Alemdeki manevî ve ruhanî dü­zenin korunması, hayırların temini ve kötülüklerin giderilmesi" yalnız ve yalnız Allah'ın elindedir. Bu konuda birilerini yetkili saymak şirk olur.
Eğer Hz. Muhammed'in gücü yetseydi kâfir­leri imana zorla­mak için her şeyi yapardı. Yüce Rabbımız bu konuda şöyle buyuruyor:
"Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince yeri delmeye veya göğe merdiven dayamağa gücün yetseydi  onlara bir mucize geti­rirdin. Eğer Allah dileseydi onları doğru yolda top­la­yıverirdi. Sakın ha, cahillerden olma." (En'am 6/35)
Mucize göstermek  elçinin elinde değildir. Allah ne zaman isterse muci­zeyi o zaman yaratır.
"And olsun ki, senden önce bir çok  elçi gönder­dik; onların kimini sana anlat­tık, kimini  de anlat­madık. Hiçbir  elçi, Allah'ın izni olma­dan bir mucize getiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş ger­çekten biter. İşte o zaman, boşa uğraşanlar hüsranda kalırlar. " (Mümin 40/78)
12-YÜCE VE SÜFLİ RUHLAR
Yaşayan insanı kutsallaştırmak zordur ama iyi bir ad bırakarak ölmüş olan kolayca kutsallaştırı­labilir. İşte yüce ruhlar derken kastedilen bu gibi kişilerin ruhlarıdır. Bunlara âlî ve temiz ruhlar da denir. Kötülerin ruhları ise süflî ruhlardır. Bunlara habis ve şerîr ruhlar da denir. Şeytanlar bu kap­sama sokulur.
MÜRİT-  Bir hocamız bu ko­nuda şöyle di­yor:
"Âli ve temiz ruhlar insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken hâbis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her­şeyi yaparlar. Bunlar, aynı zamanda insan­lara hasım ve düşmandırlar. Bütün şer­lerin ve kötü şerarelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kul­lanırlar[66].
BAYINDIR- Çok ağır bir iddia, hayır ve şer Allah'ın elindedir. Ama "Âli ve temiz ruhların insan­lar için koruyucu­luk vazifesi yaptığını, hâbis ve şerîr ruhların da insanlara zarar ver­mek için ellerinden gelen herşeyi ya­ptığını" söylemek, hayırı yüce ruhlardan, şerri de süflî ruhlardan beklemek olur.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sana ne iyilik gelse Allah'tan gelir. Sana ne kötülük gelse kendinden gelir. Seni in­sanlara elçi olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter." (Nisa 4/79)
"De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (Araf 7/188)
Allah, göklerin ve yerin hakimdir. Onları koruma yetkisini kimseye vermemiştir. Her namazın sonunda okuduğumuz âyet'el-kürsîde şöyle buyuruluyor:"Onun hakimiyet alanı gökleri de kaplar yeri de. Her ikisini de korumak kendine ağır gelmez. O yücedir, uludur." (Bakara 2/255)
"De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı olma­yan, acizlikten ötürü bir veliye ihtiyacı bulun­mayan Allah'a hamdolsun." O'nu bü­yükledikçe büyükle."  (İsra 17/111)
Demek ki, Allah'ın bir veliye ihti­yacı yok­muş.
Hayırları bir grup ruhaniden, şerleri de bir başka grup ruhaniden beklemek, hayır tanrıları ve şer tanrıları uyduranlara benzemek olur.
Şimdi Allah'ın elçileri ile ilgili âyetlere bakıp ho­canızın sözü üzerinde biraz zihin yoralım.

13- KUR'AN'DA ELÇİLER
    
Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme şöyle buyuruyor:
Seni in­sanlara resul olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter." (Nisa 4/79)
Arapça'da bir sözü ve elçiliği yüklenen ki­şiye resul denir[67]. Bir fıkıh terimi ola­rak resul, işe kendini karıştırmadan birinin sözünü bir başkasına ulaş­tırmakla görevli kişidir[68].  Dini te­rim olarak da Allah'ın hüküm­lerini halka ulaştır­mak üzere görevlendirdiği insana resul denir[69]. Bunun Türkçe karşılığı elçidir.

a- Görevleri
Allah Teâlâ elçilerinin görevini üç şekilde belir­lemiştir:
1) Emri yerine ulaştırma (tebliğ): Rabbımız şöyle buyuruyor: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?"  (Nahl 16/35)
"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçili­ğini yapmamış olursun"  (Maide 5/67)
2) Emri açıklama (beyân):
Ayette şöyle buyuruluyor:
"Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkı­nın diliyle gönderdik ki, onlara açık açık an­latsın."  (İbrahim 14/4)
"Biz Kitabı sana, başka değil, sadece ayrılığa düştük­leri şeyi onlara açıklayasın ve bir de inanan kimselere yol gösterici ve rahmet olsun diye indir­dik." (Nahl 16/64)
3) Müjdeleme ve uyarma:
Bu konuda şöyle buyuruluyor:
"Biz  elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur,  ve onlar üzülmeye­ceklerdir."  (En'am 6/48)
"Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir."  (Sebe 34/28)

 b- Elçinin yetkisiz olduğu durumlar:
1) Elçinin koruma görevi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Eğer yüz çevireceklerse çevirsinler, biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir." (Şura 42/48)
2) Elçinin vekillik görevi yoktur. Ne halka karşı Allah'ın vekilliğini, ne de Allah'a karşı hal­kın vekilli­ğini yapar.
Vekilimiz Allah şöyle buyuruyor:
"Allah dile­seydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin." (En'am 6/107)
 "Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır."   (Hud 11/12)
3) Elçi kimseyi yola getiremez. Bizi yoluna kabul eden Rabbımız şöyle buyuruyor:
"Sen, sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola getirir. Doğru yola girecekleri en iyi o bilir."  (Kasas 28/56)
Elçi sadece doğru yolu gösterir: Hz. Muhammed'e çok değer veren Allah şöyle buyu­ruyor:
"Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu göste­rir­sin."  (Şura 42/52)
4) Elçi baskı yapmaya yetkili değildir. İnsanlara tam bir inanç hürriyeti tanıyan Allah şöyle buyu­ruyor:
"Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçü­sün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin."  (Ğaşiye 88/21-22)
5) Elçi kalpten geçen­leri bilmez. Şu âyetler onu gösteriyor.
"Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz bili­riz. Onlara iki defa azap ede­ceğiz; sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe 9/101)
"Münafıkları gördüğün zaman kalıpları ho­şuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinler­sin. Onlar da­yalı odunlara ben­zerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sa­kın. Allah onları kah­retsin, nasıl dön­dürülüyorlar."  (Münafikûn 63/4)
6) Elçi gaybı bilmez, o sadece Allah'ın ken­dine vahyettiği şeyleri bilir.
"De ki: "Ben size, Allah'ın ha­zineleri yanım­dadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, "İşte ben bir meleğim." de demiyorum. Ben bana vah­yolu­nandan başkasına uymam." De ki: "Görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısı­nız?" (En'am 6/50)
"De ki: "Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyi­lik yapmak isterdim ve bana kötülük de gelmezdi. Ben, inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim."  (Araf 7/188)
Peygamberler bu durumda ise ya veliler ne durumda olur?
14-  GAYBI BİLME
Gayb, duyulardan uzak olan ve kişinin hak­kında bilgisi olmayan şeye denir[70].
Toplam yıldız sayısının ne olduğu gibi Allah'tan başkasının bilemeye­ceği şeylere gayb-ı mutlak denir.
Bir başka kişinin bildiği şey gayb-ı mutlak ol­maz. Mesela içinizden ne geçtiğini ben bil­mem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur, size göre olmaz.
Şeyhler gaybı bildiklerini iddia ederler. Hatta daha ileri giderek kıyametin ne zaman kopaca­ğını, yarın ne olacağını ve nerede ölece­ğini bildi­ğini söyleyenler bile vardır. Şimdi bu konuda Kur'an'ın nasıl hiçe sayıldığına bir ör­nek verelim:
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Kıyamet saatinin bilgisi kuşkusuz Allah'ın kendisindedir. Yağmuru o indirir, dölyatakların­dakini o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haber­dardır." (Lokman 31/34)
Konuyla ilgili olarak Ahmed b. el-Mübârek şeyhi Abdülaziz ed-Debbağ'a soruyor:
"-Efendim zahir alimlerinden hadisçiler ve başkaları Kur'an'da Lokman suresinde geçen gaybla ilgili beş şeyi Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bilip bilemediği konusunda ihti­laf etmişlerdir.
Şöyle cevap veriyor:
- Gaybla ilgili bu beş şey nasıl Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize meçhul kalır? Onun ümmetinden tasarrufa yet­kili[71] birinin ta­sarrufta bulunabilmesi için mutlaka bu beş şeyi bilmesi gerekir[72]."
Demek ki, bunlar yarın ne olacağını, nerede öleceklerini ve kıyametin ne zaman kopacağını bi­liyorlar. O zaman yukarıdaki ayeti, haşa hüküm­süz sayıyorlar. Şimdi bir de şu ayetlere bakalım:
"Sana, kıyametten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye. De ki; onun bilgisi yalnız Rabbimin kendisindedir. Onu vaktinde ortaya çı­karacak olan da ondan başkası değildir. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramıyacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. Sanki haberin varmış gibi tutup sana soruyorlar, de ki: "Onun bilgisi sadece Allah'ın kendisindedir, ama insan­ların çoğu bunu bilmezler." (Araf 7/187)
"Sana, kıyametten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye.
Sen nerede, onu bilmek  nerede?
Onun bilgisi Rabbine aittir.
Sen sadece ondan korkanı uyaran kişisin."  (Naziat 79/42-45)
Abdülaziz ed-Debbâğ gibi Kur'an'ı hiçe sa­yan ve kendini Kur'an'ın üstünde gören burnu ­büyükle­rin sözlerini buraya almak istemezdim ama ne ya­zık ki müslümanların inançları bu gibi sözlerle hala  kirletilmektedir.
Öğrenci iken Hasan Basri ÇANTAY'ın hazır­ladığı "Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm" adlı Kur'an me­alini çok okurdum. O meâlde Abdülaziz ed-Debbâğ'a kutsallık verilmekte onun sözlerini içeren el-İbrîz adlı kitaptan alıntı yapılarak bazı ayetler açıklanmaktadır. Bu se­beple el-İbrîz, çok merak et­tiğim ve okumak istediğim kitaplar arasına girmişti.
 Kitabı, kendisine saygı duyduğum Celal YILDIRIM'ın yaptığı tercümeden okudum. Celal YILDIRIM da önsözünde el-İbrîz'i kutsallaştır­mak­tadır. Ona göre, ".. aynı konudaki diğer eserler arasında el-İbrîz, katıksız ve karışıksız altın niteliğindedir. Çünkü Abdülaziz ed-Debbâğ, kemâl derecesinde büyük bir velidir. İlim adamlarını şaşırtan, akıllara durgunluk veren, tasavvuf erbabını hayrete düşüren ledünnî[73] bir ilme ve irfana sahiptir. O, bu kitapta Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yüce ruhuyla yaptığı görüşmeleri, Misal ve Melekût alemindeki gözlemlerini perde perde sergilemektedir...[74]"
 Misal alemi, rüyalar alemi anlamına gelir. Melekût alemi ise meleklerin ve ruhların bulunduğu ve duyularla algılanabilen bütün varlık türlerinin ötesinde olan alem anlamına gelir. Her ikisine birden gayb alemi denebilir.  Bu, Platon'un ideler alemi anlayışının tasavvufa yansımasıdır. Bir kişinin misal ve melekut aleminde gözlemlerde bulunması ile Allah'ın elçisinin ruhuyla konuştuğu iddiası kabul edilemez. Rüya görme olayı bunun dışındadır. Doğru rüyayı herkes görebilir.
el-İbrîz, Kur'an-ı Kerim'e taban tabana zıt iddialarla doludur. Bu iddiaları bir kısım felsefi izahlara sığınarak ve sır perdeleri arkasına saklanarak doğru gösterme çabası kime ne kazandırır? Bu çabayı Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmiş kişilerin göstermesi ne kötüdür.
Şimdi siz varın, Kitabı okuduğumda ne hale geldiğimi düşünün. Okumayı çok istediğim ki­tabın, Kur'an'a açıkca aykırı sözleri bir marifet sayma­sına mı yanayım, yoksa Kur'an-ı Kerim'i tefsir eden kişilerin, Kur'an'ı gö­zardı eden çirkin sözlerle dolu bir kitabı kutsal­laştırmasına mı?
Müslümanlar bugünki hale durup dururken gel­mediler elbet.
Şimdi gaybla ilgili görüşmeye geçelim.
ŞEYH EFENDİ- Evliyaullahın insanın kal­bin­den geçeni bilmesi haktır ve vakidir; buna keşfi-i zamâir, keşf ma fil-kulûb" derler. Bir çok ta­savvuf kitabında, evliya terceme-i halinde misalleri bol bol vardır. Batılı âlimler dahi buna benzer olağa­nüstü olayları bilimsel olarak tespit etmişlerdir.
"İçini okumak", "telepati", "malum olmak" gibi isimlerle halkımız da bilir. Bendeniz hocamdan bu­nun pekçok misalini gördüm, yaşadım.
Bize Sure-i En'am'ın 50. âyetini delil getirmeye kalkışıyorsun. Sen hem de fetva komis­yonunda vazifelisin[75]. Hayret ettim, hem acıdım, hem de ayıpladım doğrusu! İslâmî ilimler artık bu kadar da geriledi mi diye teessüf ettim.
Bu şeriate aykırı değildir. Meşhur Kurb-ı nevâfil hadisinde Yüce Peygamberimiz Allahu Tealânın  " ...  O abid ve zahid ku­lumu sevdi­ğim zaman onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum; be­nimle görür, benimle işi­tir, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür" buyurduğunu bildiriyor ya işte o haldir![76]
BAYINDIR- İslâmî ilimler bu kadar da geri­ledi mi diye teessüf ediyorsunuz ya, işte onda haklısı­nız. İslâmî ilimlerin kaybolup yerine hura­fele­rin geçtiğini bana siz öğretmiş oldunuz.
Rahmetli  Mehmed Zahid KOTKU,  Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabında, bir kimseyi kâfir eden sözleri ve halleri belirtirken şunları yazı­yor:
"Gaybı biliyorum" iddiasında bulunanı tas­dik eyleyen.
Ben çalınan malları bilirim, diyen.
Bana cinler haber verir diyen ve onun bu sö­zünü tasdik eyleyenler (kâfir olurlar). Zira gaybı ne ins (insan) bilir, ne cin bilir. Bilâkis yalnız Cenab-ı Hakk bilir"[77].
Şimdi siz varın "Evliyaullahın insanın kal­bin­den geçeni bilmesi haktır ve vakidir." diyen kişinin yerini tayin edin. Sizin derhal tevbe et­meniz ge­rekir[78].
Keşif konusu aşağıda gelecektir.
ŞEYH EFENDİ- Sen gayb kelimesinin anlamını ve gaybın çe­şitlerini bilmeden konu­şuyorsun. Mutlak gaybı ancak Allah celle celalühu Hazretleri bilir, bildirmezse peygamberler de, evli­yaullah da bile­mez; ama Rabb'ül-âle­mîn bildirirse herşey bi­linir söy­lenir. Bir kimsenin kalbindeki, zih­nindeki, niyetinde, içinde sakladığı şey "gayb-ı mutlak" değildir, biline­bi­lir, adetâ okunabilir[79].
BAYINDIR- Allah'tan başkasının bilemeyeceği şeyler gayb-ı mutlaktır. Bir şeyi Allah'ın dışında bir başkası da biliyorsa o gayb-ı mut­lak olmaz. Mesela karşımdakinin içini ben bil­mem ama kendisi bilir.
Münafıkların kalplerinde olanlar gayb-ı mut­lak değildir. Çünkü onlar kendi içlerini iyi bilirler. Ama âyet-i kerime Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onların kalplerinde olanı bil­mediğini açıkca ifade ediyor. Şöyle buyurulu­yor:
"Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz bili­riz."  (Tevbe 9/101)
ŞEYH EFENDİ- Bir konuda araştırma yapılır­ken konu ile ilgili bütün detaylar toplan­mazsa doğru sonuca ve hakikate ulaşıla­maz. Bir âyet-i kerimeyi delil olarak ileri sürüp o konudaki başka âyetleri nazar-ı dikkate almamak nâkıslıktır, kusur­dur, suçtur, manevi bakımdan da büyük tehlikedir. Evet En'am Suresi'nin 50. âyet-i kerimesinde:
"De ki: "Ben size, Allah'ın ha­zine­leri yanımdadır, demiyo­rum. Gaybı da bilmem. Size, "İşte ben bir meleğim." de demiyorum. Ben bana vah­yolu­nandan başkasına uymam..."  buyuruluyor ama;
Yusuf Suresinin 96. âyetinde Hz. Yakub aleyhisselam'ın;
"... ve ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (bana bildirildiği için) biliyorum." de­diği anlatılıyor[80].                            
BAYINDIR- Kendi sözlerinizi kendiniz çürütüyorsunuz. "Bir kimsenin kalbinde, zih­ninde, niyetinde, içinde sakladığı şey biline­bilir, adetâ oku­nabilir", ise Yakub aleyhisselam Hz. Yusuf'u ku­yuya atmaya karar verdikten sonra[81] götürmek için izin isteyen oğullarına onu neden teslim etti?
Hadi o zaman gafletine geldi diyelim. Peki ya Yusuf'u kuyuya attıktan sonra ağlayarak yanına gelen oğullarının kalplerinde olanı oku­yup da bur­nunun dibindeki oğlunu neden kurtaramadı?
Biraz düşünseniz Yusuf Suresi'nin 96. âye­tinin de size delil ol­madığını anlarsınız.
Sure'nin başında Hz. Yusuf, gördüğü bir rüyayı babası Hz. Yakub'a anlatıyor. O da onun  Allah'ın elçisi olacağını anlıyor. Elçilik he­nüz gerçekleşmediği için onun bir gün ortaya çıkacağına inanıyordu. Ayetler şöyledir:
Yusuf babasına: "Babacığım! Rüyamda on bir yıldızı, güneşi ve ayı bana secde ederken gör­düm" demişti.
 Babası dedi ki; "Yavrucuğum! Rüyanı kar­deş­lerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır".
"Rabbin seni rüyan­daki gibi (elçi) seçecek, sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak'a nimetlerini ta­mamla­dığı gibi, sana ve Yakup soyuna da ta­mamlayacaktır. Doğrusu Rabbin bilir, hakimdir."  (Yusuf 12/4-6)
Rüyadaki 11 yıldız Hz. Yusuf'un 11 kardeşi, güneş ve ay da anne-babası olarak  yorumlanmıştı[82]. Gün gelecek, bunlar onun karşısında saygıyla eğileceklerdi. Hz. Yakub rüya­nın gerçek­leşmesini bekliyordu.
"Müjdeci gelip, gömleği Yakup'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup "Ben size, Allah katından sizin bilmedi­ğinizi biliyorum dememiş miydim?" dedi."  (Yusuf 12/96)
Gaybı bilmeye delil getirdiğiniz âyet işte bu durumu ortaya koyuyor.
Sizin sözleriniz müritleri iyice şaşırtıyor[83]. Mesela Medine-i Münevvere’de hacılarla soh­bet eder­ken gaybı Allah’tan başka kim­senin bilemeyeceğinden bahsettim. Müridelerinizden bir hanım dedi ki, “ Siz öyle söylüyorsunuz ama ben biliyorum ki, benim Şeyhim gece ya­takta kaç kere sağa sola döndü­ğümü bile bilir.”
ŞEYH EFENDİ - (Birden ileri atılarak) Allah bildirirse bi­lemez mi? Allah’ın buna gücü yet­mez mi?
BAYINDIR - Allah'ın gücünün yetmediği ne var ki? Ama Allah’ın gücüyle delil getirilmez. Al­lah dilerse Hz. Muhammedi Cehen­neme, Şeytanı da Cennete koyamaz mı? Onun buna gücü yetmez mi?
ŞEYH EFENDİ - Elbette yeter.
BAYINDIR - Ama bunu yapma­ya­cak. Çünkü bize, Şeytanı Cehenneme koyacağını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi de Cennette Makâm-ı Mahmud de­nen en üst ma­kama getirece­ğini bildirmiştir[84].
Bütün gaybı bilen Rabbımız şöyle buyuruyor: "Allah size gaybı bildire­cek değildir." (Al-i İmran 3/179)  O böyle dedikten sonra  artık kim bunun aksini iddia edebi­lir?
ŞEYH EFENDİ - Ama Allah Teâlâ bir de şöyle buyuruyor: “O bütün gaybı bi­lir, gaybını kimseye açıkla­maz. Ancak dilediği elçi bunun dışında­dır.(Cin 72/26-27)
Evliya Allah'ın Elçisinin varisi olduğu için Allah'ın Elçisine açıklanan onlara da açıklanır.
BAYINDIR - O âyetler, Allah'ın elçilerine vahyin geliş şekliyle ilgi­lidir. Doğru anlaşılması için âyetlerin tamamının okunması gerekir.
Allah bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz.
Dile­diği elçi bunun dışın­dadır. Onun  da önüne ve arkasına gözcüler diker.
Böylece o (elçi) bilsin ki, onlar Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırmış, (kendisi de) onların yanında olanı kav­ramış ve her şeyi bir bir say­mıştır. (Cin 72/26-28)
Allah'ın elçisine şeytan da gelebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzula­dığı za­man, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şey­tanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîm­dir.(Hacc 22/52)
Bazı tefsir kitaplarında En'am Suresi'nin inişi ile ilgili olarak Enes b. Malik'ten gelen şöyle bir rivayetten bahsedilir: "Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: Kur'an'dan En'am Suresinin dışında bir sure bana toptan in­medi. Şeytanlar bu sure için toplandıkları ka­dar hiç bir sure için toplanmamışlardı. Bu sure bana, Cebrail ile beraberinde ellibin melek ol­duğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler[85]."
Elçinin, ken­dine gelenin me­lek olduğuna ve söylediği söze şeytan vesvesesi karış­madı­ğına güvenmesi gerekir. Cenab-ı Hakkın va­hiy esna­sında  elçinin etrafına melekler di­zmesi bundandır.
Vahyin gelişi ile ilgili bir âyeti alıp gaybın bi­li­nebileceğine delil getirmeye imkan var mıdır?
15- ŞEYHLERE VAHİY*  
Vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamlarına gelir. Allah insanlar arasından kendi elçi­lerini seçer ve emirlerini onların aracılığı ile insanlara duyurur. Elçilere Allah'ın emirlerini Cebrâil aleyhis­selam getirir. Meleğin gelişini elçiden başkası gör­mez, konuşmasını da ondan başkası duymaz. Cebrail'in konuşması insan­lardan gizli olduğu için adına vahiy denir.
Vahiy ilham anlamına da gelir. Çünkü ilham, Allah'ın insanın içine doğurduğu şeye denir. O da vahiy gibi gizlidir.
Kur'an-ı Kerim'de vahiy kelimesi her iki an­lamda da kullanılmıştır. Ancak vahiy denince hemen an­laşılan, Allah'ın emirlerinin elçilerine ulaşmasıdır. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile elçi­lik sona erdiğinden artık vahiy kapısı kapanmıştır.
Elçilik, Allah'ın emirlerini insanlara ulaştırma gö­revi olduğu için Hz. Muhammed'e gelen va­hiy müslümanları bağlar. Ama ilham kişiseldir, kimseyi bağlamaz. Müslüman kâfir herkes il­ham alabilir. Bu konu ileride gelecektir.
ŞEYH EFENDİ - Allah bazı şeyleri şeyh­lere vahyeder. Allah Teâlâ Hz. Musa’nın annesine vah­yetmedi mi? Ayet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
Musa’nın annesine onu emzir diye vahyettik...” (Kasas 28/7)
MÜRİT- Allah arıya bile vahyetmiştir, şeyhlere niye et­mesin. O, şöyle buyuruyor:
"Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin;
sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü"  (Nahl 16/68-69)
BAYINDIR - O âyetlerde geçen vahiy ke­lime­leri ilham an­lamı­nadır. Yani Allah'ın onların içine böyle bir duygu verdiğini bildiriyor.
Bu tavrınızla siz çok tehli­keli bir işe girdiniz. Gaybı bilemeyeceğinizi bir türlü hazmedeme­diği­niz için, Allah’ın gaybını bil­dirdiği  elçilerin yerine geçmeye çalışıyorsunuz.


* -Bu kısımdaki görüşler Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede dile getirilmiştir..
[1]- Vesile konusu ileride gelecektir.
[2]- İmam Rabbânî, Mektûbât,36. mektup. Arapça nüsha, c. I, s.50.
[3]- Mütevâtir hadis, yalan söylemek için bir araya gel­meleri düşünüle­meyecek topluluklar zinciri ile bize ulaşan hadistir. Böyle bir sözü Peygamberimizin söylemiş olduğunda kuşku olmaz.. 
*- Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[4]- Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhu'l-Furkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, 82.
[5]- İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf'ul-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.
[6]- İbn-i Kemal, Paşa, el-Erbeûn, v. 360. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 1694.
İbn-i Kemal, Yavuz Sultan Selim'in meşhur Şeyhülislamı'dır. 1469'da Tokat'ta doğmuş, l534'te İstanbul'da ölmüştür. Peygamberimizle ara­sında 900 seneden fazla bir fark varken hiç bir kaynak göster­meden ve anlamı da Kur'an'a taban tabana zıt olan bir sözü hadis olarak önümüze sürmesi kabul edilemez. İbn-i Kemal bu eserinde , kaynak gösterme yerine, bu sözün hadis olduğunu ispat için hiç bir dini dayanağı olmayan felsefi izahlara girmiştir. 
[7]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 67.
[8]- Bu konu, "Olağandışı Yollarla Yardım" bölümünde incelenmiştir.
[9]- Ayette  geçmektedir. kelimesi 'in zıddıdır, en üst merte­beden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur. Bazıları bunun  ke­limesinin maklubu oldu­ğunu, yani son iki harfinin yer değiştirmesi ile oluştu­ğunu söylemiştir. 
Kelime = başka manasına da gelir. Akreb manasına olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına denir.
= önce manasına olur.
  Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca  de­nir. (Firuzabâdî, Kamus Tercümesi, Mütercim Asım. Bahriye Matbaası l305.)
Türkçemizde buna, beri kelimesi karşılık olabilir
Beri (veya berû), bu tarafta, yakında ve daha yakın anlamlarına gelir. (Şemseddin Sami, Kamus-i Türkî, İst.1319 tarihli nüshadan ofset)
Buna göre ayette geçen  Allah'ın dunundan ifadesi Allah'ın en yakınından yani berisinden demek olur. Zaten Allah'tan başka veli­lere tutunanlar hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır. 
[10]- Hasan Basri ÇANTAY, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul 1974.
[11]- Tirmizî, Dua 1, 3372 nolu hadis.
[12]- Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.
[13]- Bir Bayram Sohbeti, Altınoluk Mecmuası, Şubat l997, s. 13.
[14]- Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Davud Vesâyâ 14; Neseî, Vesâyâ 8.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[15]- Tirmizî, Deevât, ll9. Hadis no 3578. Tirmiz hadisin sonuna şu notu düşmüştür: "Bu hasen, sahih, ga­rib bir hadistir. Hadisi sadece bu vecih­ten biliyoruz, Hatmî'li Ebu Cafer  hadisinden.
İbn Mace,  İkâmet'us-salat (hacet namazı), l89, no 1385; Ah­med b. Hanbel, c.IV s.l38.
[16]- Evliyaullah, Allah'ın veli kulları, meşâyih-i izâm da büyük şeyhler anlamına gelir.
[17]- İstimdâd ve istiâne yardım isteme anlamına gelir. Demek ki bunlar veli bildikleri ölülerin ruhlarından yardım istiyor, onları Allah ile kendi aralarında vesıta sayıyorlar. Bunların kim olduğu, Ruhu'l-Furkan, C.II, s.86'da  daha açık bir şekilde geçmektedir.
[18]- Sâlik, tarikata girmiş kimsedir.
[19]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63.
[20]- Asr-ı saadet, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin elçilik görevini yürüttüğü döneme denir.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[21]- Bu şiir, Said-i Nursî'nin "Sikke-i Tasdîk-i Gaybî adlı kitabında geç­mektedir. Bkz. Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1995, c.II, s. 2083.
[22]- Ali b. Muhammed b. Ebî'l-izz ed-Dimaşkî, (öl. 792h./1390m.) Şerh'ül-akîdet'it-Tahâviyye, Beyrut, 1408/1988, c.I, s.295-297.
[23]-  Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[24]- Safiyy'ur-Rahmân el-Mebar Kefûrî, er-Rahik'ul-mahtûm, Beyrut 1408/1988, s. 255-256.
[25]- Buhârî, Meğâzî, 23.
[26]- Buhârî, Meğâzî, 83.
[27]- Buharî, Ahkâm, 51.
[28]- Müslim, Hac, bab 19, Hadisi no 147-(1218).
[29]- Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[30]- Ayette  kelimesi geçmektedir. 9 numaralı dip­notta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf ol­duğu açıklanmıştı.
[31]-Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[32]- Müslim, Hacc, 22. Hadis no 1185.
[33]-  kelimesi = önce manasına da gelir. Bu ke­lime ile ilgili ola­rak 9 numaralı dipnota bakılabilir.
[34]- Trans Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelimedir. Anlamı şudur: Kendinden geçme, uyaranlara karşı duyarlığın yok olduğu ve çevrede olup bitenlerin algılanmadığı bir tür uyku durumu.
[35]-Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[36]- Said Nursî, Mektubat, 1. Mektup, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1994, c.I, s. 347.
[37]- Kehf suresi 18/25
[38]- Bu ayet, bir önceki ayetin başındaki "Görmedin mi?" ifadesi üzerine atfedildiği için o meale "Şuna da bakmaz mısın?" ilavesini yaptık.
[39]- Müslim, Cennet, 19, Hadis no 83-(2878).
[40]- Telbiye, hac veya umre için ihrama giren kişilerin okuduğu şu zi­kirdir: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, leb­beyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne'l-hamde v'en-nimete leke v'el-mülk, lâ şeîke leke.
[41]- Buhârî, Cenâiz, 20.
[42]- İhram, hac veya umreye niyet edip telbiye getir­dikten sonra bu iba­detlerle ilgili yasakların başlaması anlamına gelir. Erkeklerin ihram sü­resince başlarını örtmeleri yasaktır.
[43]- Ruhu'l-Furkan Tefsiri, c. II, s. 82.
[44]- Fethi OKYAR, Üç Devirde Bir adam, İstanbul 1980, s.101-103.
[45]- Bu konu ile ilgili geniş bilgi, "Olağan Dışı Yollarla Yardım" başlığı altında verilmiştir.
[46]- Ayette geçmektedir.Bu, 'nin zıddıdır, en üst mertebeden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur. (9 nolu dipnot.a bakınız.) 
[47]- 22 Zilhicce, 1332 tarihli Beyannâme-i Hümâyûn, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 436.
[48]- Başkumandan padişah olduğu için Enver Paşa padişahtan sonra en yetkili askerdir.
[49]-Başkumandanlık Vekaletinin Beyannamesi, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 436 ve 437.
[50]- 4 Muharrem 1333 (23 Kasım 1914) tarihli Beyannâme, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 456 ve 457.
[51]- Ahmed, Hz. Muhammed'in isimlerinden biridir.
[52]- Ümmet-i nâciye, Kur'an'ın istediği inanç ve davranış içinde bulunan ümmet anlamınadır.
[53]- Ayette şirk diye tercüme edilen kelime "zulüm" dür. Bu anlam hem bir önceki ayetten, hem de Lokman suresinin 13. ayetindeki "Şirk gerçekten büyük bir zu­lümdür." ifadesinden anlaşılmaktadır.
[54]- Fahrüddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, Matbaa-i Amire,1307, c.1 s.553.
[55]- Taha 20/117-120.
[56]- Al-i İmran 3/139.
[57]-  Şirk diye tercüme ettiğmiz kelime "zulüm" dür. Çünkü Lokman suresinin 13. ayetinde "Şirk en büyük zulümdür." buyuruluyor.
[58]-  Ebû cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîr'ut-Taberî Beyrut 1412/1992, c.3, s. 423-424.
[59]- Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Cami' li Ahkâm'il-Kur'an, Beyrut 1408/l988, c. III, s.125.
[60]- Kurtubî, a.g.e. c.III, s. 125.
[61]- Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık l995 sayısı.
[62]- Müslim, Hacc, 22. Hadis no 1185.
[63]- Bedel, bir şeyin yerini tutabilen şeye denir. Büyük peygamber­lerden bedel olmak da onların yerini tutabilmek demektir.  
[64]- Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995 sayısı.
[65]- Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, Beyrut 1412/1992, s. 402.
[66]- Yüce ve Süflî ruhlar, Zaman Gazetesi, 29 Eylül 1993.
[67]- Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, s.353.
[68]- Mecelle m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir.
Ol kimseye resul ve ol kimesneye mirsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)
[69]- Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Curcânî, et-Tarifât, tarih ve yer yok. s.110.
[70]- Rağıb el-Isfahânî, el- Müfredât, s.616.
[71]- Tasarruf yetkisi iddiası Kur'an'a temelden karşıdır ve Allah'a ortak koşmadan başka bir şey değildir. Bu konu Gaib Erenleri başlığı altında incelenmiştir.
[72]- Abdülaziz Debbâğ, el-İbrîz, (Tercüme Celal YILDIRIM) İstanbul 1979, c. I, s.521-522.
[73]- Ledünnî ilim, yani ilm-i ledün konusu 19 numaralı başlıkta incelenecektir.
[74]-  Celâl YILDIRIM'ın el-İbrîz tercemesine yazdığı önsözün kısa bir özeti.
[75]- Bu tartışmanın olduğu tarihlerde İstanbul Müftülüğü Fetva Komisyonu Başkanıydım. Cenab-ı Hak Ağustos l976'dan 17 Şubat l997'ye kadar Müftülüğün fetva işlerini yürütme nimetini bana lutfetmiştir. Ona sonsuz hamd ve senalar ederim (Bayındır).
[76]- Esat COŞAN (Halil NECATİOĞLU takma adı ile), Evliyanın Kerameti Haktır, Başyazı, İslam Dergisi, Ağustos l992, Sayı 108.
Bu yazı, Süleymaniye Camiin'de yaptığım bir vaaza ce­vap olarak kaleme alınmıştır. Sayın COŞAN İslam ede­biyatı profesörüdür ve Nakşi tarikatının Halidi kolu şeyhlerindendir.  Bu tarikat, İstanbul'da İskenderpaşa Camii imamı merhum M. Zahit KOTKU'nun devamı ol­duğu için İskender Paşa Cemaati diye de anılır.
O gün Prof. COŞAN ve cemaatinden ileri gelenler, ben­den önce Camiye gelerek mihrabın önüne yerleşmiş ve yaptığım vaazdan fazlasıyla rahatsız olmuştu. O güne kadar tasavvuf ve tarikatlar hakkında yeterli bil­giye sahip değildim. Sayın COŞAN'ın bu yazısı benim tasavvuf ve tarikatlarla yakından ilgilenmeme sebep oldu. Elinizdeki kitapçık o zaman başlayan, sonra ge­nişleyen tartışmaların ürünüdür. Diğer tartışmalar daha sonra olmuştur.
[77]- Mehmed Zahid KOTKU, Ehl-i Sünnet Akaidi, Küfrü Mucip Sözler ve Haller, Seha Neşriyat, İst. 1992, s. 134.
Bu kitabı yayınlayan Sayın COŞAN'dır. Demek ki, böyle önemli bir konuda kendi hocasının yazdığını bile okumamış. 
[78]- Esat COŞAN, Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabın ba­şına, rahmetli  KOTKU ile ilgili olarak şunları yazmış: "...İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sorma­dan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muh­taç olduğu şeyi bağışlardı..." Bunlar  aynı kitabın 134. sayfasından yaptığımız alıntıya göre inanarak söyle­yeni kâfir eder.
[79]- Esat COŞAN (Halil NECATİOĞLU takma adı ile),  İslam Dergisi, Ağustos l992, Sayı 108.
[80]-  Esat COŞAN, yukarıdaki yazının devamı.
[81]- Kardeşlerinin babalarından izin koparıp Yusuf'u götürmeleri ve kuyuya atmaları Yusuf Suresinde şöyle anlatılır: Kardeşleri: "Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf'u ve kardeşini daha çok seviyor. Babamız gerçekten apaçık bir yanlışlık içindedir.
Yusuf'u öldürün veya onu bir yere bırakıverin ki ba­banız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursu­nuz" dediler.
İçlerinden biri: Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur" dedi.
 Bunun üzerine "Ey babamız! Yusuf'un iyiliğini istedi­ğimiz halde, onu niçin bize güvenmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın, biz onu iyi koruruz" dediler.
Babaları, "Onu götürmeniz beni üzüyor; siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım" dedi.
Dediler ki, "Biz bu kadar kişi olduğumuz halde yine de kurt onu yerse artık yazıklar olsun bize." (Yusuf 12/8-13)

[82]- Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîr'üt-Taberî, Beyrut 1412/1992, c. VII, s.149.
[83]- Bundan sonraki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[84]- Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak faz­ladan namaz kıl. Bakarsın Rabbin seni makam-ı mah­mûda yükseltir. (İsra 17/79)
[85]- Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili, İst. 1936, c. II, s. 1861-1862.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.