Her şeyimizi Allah'a borçluyuz. Allah ne yaparsa güzelini yapar. Elçisi Muhammed'e, ailesine ve onu yürekten izleyenlere salat ve selam olsun.
ÖNSÖZ
Bir Şeyh Efendi ve etrafında yer alan hocaların bazı görüşleri bana soruldu, yanlış buldum. Onlardan birine dedim ki; sizin bana ulaşan görüşlerinizde yanlışlıklar buluyorum, bir araya gelelim de bunları bana izah edin. O da konuyu kendilerine yazılı olarak iletmemi ve yapacakları bir hazırlıktan sonra görüşmemizin uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine onlara bir yazı gönderdim.
Altı ay sonra, başta Şeyh Efendi olmak üzere tarikatın ileri gelen hocaları ile Şeyh Efendi'nin odasında buluştuk. O görüşmeyi küçük ilavelerle yazılı hale getirdim. Bu yazı büyük bir ilgi gördü. Elden ele dolaştı. Fotokopi ile çoğaltıldı. Bazı dergiler ve gazeteler kısmen veya tümüyle bastılar. Türkiye'de ve Avrupa'da bir kitapçık şeklinde yayımlayanlar oldu. Bunların sayısının yüzbinleri geçtiği tahmin edilmektedir.
Elinizdeki kitapçık o görüşmeye yeni ilaveler yapmak suretiyle hazırlanmıştır. Bunun içerisinde bir değil, bir kaç şeyhin görüşü vardır. Şeyhlerin dışındakilerinin görüşleri ve bana zaman zaman yapılan itirazlar da kitapçıkta yer almıştır.
İkinci baskı yeniden gözden geçirilmiş ve Müslümanları Batıran Şirk bölümüne küçük bir ilave yapılmıştır. Bu ilave, II. Abdulhamid'in ulema ile ilgili bazı söz ve tespitlerini ve Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaş'ına girme kararı ile ilgili belgelerin
de yer alan bir kısım ifadeleri kapsamaktadır.
Şeyhlerin görüşleri ŞEYH EFENDİ, diğerleri MÜRİT başlığı ile verilmiştir. Bunlara cevabımız BAYINDIR başlığını taşımaktadır.
Burada, Kur'an-ı Kerim'e açıkça aykırı gördüğümüz hususlara yer verdik. Kendimize ait bir söz söylememeye gayret ettik. Ayet-i kerimeleri ve yer yer hadis-i şerifleri konuşturmaya çalıştık. Ama ne yaparsak yapalım, insan eseri kusursuz olmuyor. Hatalarımızı gösterirseniz, düzelteceğimizi ve bunu okuyucuya inşaallah ilan edeceğimizi ifade etmek isterim.
Birinci baskı "Kur'an Işığında Tarikatçılık" adıyla çıkmıştı. Bu isim kitabın muhtevasını tam yansıtmadığından "Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış" diye değiştirilmiştir.
Bu çalışma yararlı olmuştur. Saplantılarına ve menfaatlerine esir olmayanlar, her fırsatta bunu ifade etmektedirler.
Cennet'e giden yol açıktır, Cehennem'e giden yol da açıktır. İnsanlara Cehenneme gitme hürriyetini veren Allah Teâlâ olduğu için o yol tıkanamaz. Bizim yaptığımız sadece geleceğinden endişe duyanları Kur'an ile uyarmak ve bir öğüt vermektir.
Yüce Rabbim'den başarı niyaz ederim.
Doç. Dr. Abdülaziz BAYINDIR
1 - TASAVVUF*
MÜRİT- Her şeyden önce şunu öğrenelim. Sen tasavvufu kabul ediyor musun, etmiyor musun?
BAYINDIR - Bu, tasavvuftan ne kastedildiğine bağlıdır. Tasavvuf, Kur’an ve Sünnete uygun olarak müslümanlığı yaşamak için bir hocanın etrafında bir araya gelmekse bunu güzel ve faydalı bulurum.
Şeyh Efendi bir öğretmen, bir yol gösterici, örnek bir insan olmaya çalışmalıdır. Ama tutar onu Allah ile kul arasında bir yere yerleştirmeye, onu bir vesile ve vasıta[1] kılmaya, onun ruhaniyetinden yardım istemeye, manevi himmetinden yararlanmaya kalkışırsanız aşırıya kaçmış olursunuz. Bizim karşı çıktığımız bu aşırılıklardır. Kur’an ve sünnetin çizgisi dışına taşan aşırılıkları kim, hangi ad altında yaparsa yapsın kabul etmemiz söz konusu olamaz.
MÜRİT- Bizim tasavvuf anlayışımızı sana okuyayım. İmam Rabbanî Hazretleri Mektûbât’ında şöyle buyuruyor:
“Şunu bil ki, şeriatın üç bölümü vardır; ilim, amel ve ihlas. Bu üç bölümün hepsi gerçekleşmedikçe şeriat gerçekleşmez. Şeriat gerçekleşti mi, Hak Sübhanehû ve Teâlâ’nın rızasının kazanılması da gerçekleşir. Bu rıza öyle bir şeydir ki, dünya ve ahiret mutluluklarının tamamından üstündür. “Allah’ın bir rızası her şeyden büyüktür.” (Tevbe 9/72) Şeriat, dünya ve ahiretin tüm mutluluklarını garantilemiş olmaktadır. Şeriatın ötesinde ihtiyaç karşılayacak bir istek kalmaz.
Tarikat ve hakikat ki, sufiler bunlarla öne çıkmışlardır, üçüncü bölümü oluşturan ihlası olgunlaştırma hususunda şeriatın emrindedirler. Bu iki şeyden her birinin gayesi şeriatı mükemmelleştirmektir. Şeriatın ötesinde bir şey yoktur[2].”
BAYINDIR - Bu tasavvuf anlayışını kabul edebiliriz. Ama sizin ortaya koyduğunuz şeyler buna aykırıdır.
MÜRİT- Bizim ona aykırı bir şeyimiz yoktur.
BAYINDIR - Bizim karşı çıktığımız, sadece Kur'an'a açıkca aykırı olan şeylerdir. Eğer bunlar Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş‘ârî, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görüşüne aykırı olsaydı bunu gözümüzde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevâtir olmayan hadis-i şeriflere[3] aykırı bulsaydık üzerinde bu kadar durmazdık. Siz Kur‘an-ı Kerim’in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söylüyorsunuz. Bunlar karşısında susarsak hesap gününün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını veremeyiz.
2 - KABİR EHLİNDEN YARDIM*
Kabir ehli, kabirlerinde yatan ölülerdir.
|
MÜRİT- Şu hadisi kabul etmediğini söylemişsin:
Bunun nesine karşı çıkıyorsun. Kabir ehlinden yardım istemek onlardan ibret almak demektir.
BAYINDIR - Öyleyse neden kabir ehlinden ibret alın, denmiyor da onlardan yardım isteyin deniyor. Hadis diye uydurulmuş o sözün Arapçasında “ ” istiânede bulunun, yani yardım isteyin, ifadesi geçer. Halbuki Fatiha suresinde "Yalnız senden istiânede bulunuruz." anlamında “iyyâke nestaîn, ” âyeti vardır. Bu âyet, yardımı tek bir yerden, yani yalnız Allah’tan dilememiz gereğini ifade eder. O zaman yukarıdaki sözle bu âyet açıkca çatışmıyor mu?
Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mudur?
Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e mal edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi Kur'an'ı anlatmak olan Hz. Muhammed'in Kur'an'a aykırı bir sözü olur mu? Sonra bu sözü Hz. Muhammed'den duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok.
Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda siz de bir şey getiremediniz. Çünkü olmayan şey getirilemez.
MÜRİT- Aclûnî'nin Keşf'ül-Hafâ adlı kitabında varya. Onun kitabında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadis alimidir. O da İbn-i Kemâl'in el-Erbaîn'inden almış.
BAYINDIR- Aclûnî bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız olanını ortaya koymak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Aclûnî, kitabının başında Hafız ibn-i Hacer'in şu sözünü naklediyor: "Aslı olmayan hadisi kim nakletmişse Buhârî'nin Sülasiyyat'ında rivayet ettiği, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözünün kapsamına girer : "Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse Cehennem'de oturacağı yere hazırlansın.[5]"
Sonra alfabetik olarak hazırladığı kitabında hadislerin kaynaklarını veriyor. Ama bu sözle ilgili olarak sadece "İbn-i Kemal Paşa'nın el-Erbaîn'inde böyle geçmiştir." ifadesini kullanıyor. İbn-i Kemal Paşa'nın bu eserine baktığımızda da hadis diye söylediği o söz için hiçbir kaynak göstermediğini görüyoruz[6]. Bu sebeple aslı astarı olmayan bu sözü hadis diye nakledenlerin "Cehennem'de oturacakları yere hazırlanmaları" gerekir.
MÜRİT - Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur[7] ve daha çok yardım yapma imkanı elde eder. Bunlar bir çok tasarruflarda bulunurlar.
BAYINDIR - Yaşayan insandan yardım isteme konusuna biraz sonra geleceğiz[8]. Ama veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kur’an’dan ve Sünnetten bir dayanağı var mıdır? Hz. Muhammed de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiririz. Yani Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun deriz. Böylece Allah’tan, Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını isteriz. Ama hiç bir duamızda Hz. Muhammed'den bir isteğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını biz Hz. Muhammed'e yapmış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey olmaz.
Ölmüş bir velinin daha çok tasarrufta bulunduğunu, yani daha çok iş çevirebildiğini ifade ettiniz. Bu konuda dayanağınız nedir?
MÜRİT- Bir veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunu söyleyen bazı büyük alimler var.
BAYINDIR - Ama her şeyi bilen Allah’ın kitabında bunun böyle olmadığına dair açık âyetler vardır.
“Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.” (Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölülerin ruhunu, belli bir yerde, berzah aleminde tutmaktadır.
Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Hz. İsa aleyhisselamın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu âyet üzerinde düşünmek gerekir.
“ ... İçlerinde bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (Mâide 5/117)
Büyük Peygamber Hz. İsa öldükten sonra ümmetinden habersiz oluyorsa, ölen bir velinin ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edilebilir?
Herhalde şu âyet konuya nokta koyacaktır.
“Allah’ın berisinden[9] Kıyamete kadar kendisine cevap veremiyecek olana dua edenden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların duasından habersizdirler. (Ahqâf 46/5)
Bazı meâller, âyetlerde geçen dua kelimesini ibadet diye tercüme ederek garip bir tutum içine girmişlerdir. Mesela bu âyette dua manasına iki ifade vardır. Bunlar ve kelimeleridir. Bu kelimeleri (ya'budu) ve (ibadet) diye tercüme etmek doğru olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de o iki kelime de geçer. Her şeyi bilen ve yerli yerine koyan Allah dileseydi burada o kelimeleri kullanırdı. Örnek olarak Hasan Basri ÇANTAY'ın ayete nasıl meal verdiğine bakalım.
"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek kişiye (nesneye) tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler[10] ."
Bu gibi mealleri okuyanlar, âyeti puta tapanlarla sınırlayacak ve yaşadığı hayatla ilgilendirmeyecektir.
Arapça tefsirlerde duanın ibadet manasına olduğu ifade edilir. Bir Arap için böyle bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Çünkü Hz. Muhammed sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Dua ibadetin kendisidir.”[11] “Dua ibadetin iliğidir, özüdür.”[12] Arap o açıklamayı okuyunca duanın ibadet demek olduğunu öğrenmiş olur. Ama yukarıdaki meali okuyan bir Türk'ün böyle bir şeyi öğrenmesi imkansızdır. Bu bakımından Türkçe meal yapanların bu gibi hususlara dikkat etmesi gerekir.
Bu mealde, âyet metninde geçen " = Allah'ın dunundan" ifadesi "Allah'ı bırakıp da..." şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme de yanlış anlamalara yolaçar. Yani bu tercümeden Allah'tan başkasına dua edenlerin Allah'ı büsbütün devre dışı bıraktıkları anlaşılabilir. Halbuki Allah'tan başka velilere tutunanlar, onların hep Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır. Hiç bir kâfir veya müşrik, hiç bir gayrimüslim Allah'ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah'a boyun eğer gibi onlara da boyun eğerler.
Ateistler Allah'ı inkar ettiklerini söylerler ama başları daralınca Allah'a sığınırlar. Bu, onların inkarda samimi olmadıklarını gösterir.
MÜRİT- Kabirlere giderek hastalıklarına şifa bulanlar var. Bunlar en güvenilir zatların ağzından anlatılıyor, ona ne diyeceksin?
BAYINDIR- Benim bu gibi konularda bir şey söylememe gerek yok. Çünkü okuduğumuz ayetler bunun olamayacağını haykırıyor.
MÜRİT- Bir değerli büyüğümüz bayram sohbetinde şöyle demiş:
"Benim bir hemşirem (kızkardeşim) vardı, yürüyemezdi. Adana'da o zaman bulunan bütün doktorlara gittik, dışarıda hepsine gösterdik çare bulamadılar. Nihayet bize dediler ki, Toroslarda bir zatın türbesi var, hastayı götürün orada bir gece durdurun. Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur. Biz artık her türlü tıbbî ümidimiz kesildikten sonra oraya annemle birlikte hemşiremi sırtımızda götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryad etti. Annem, acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor, korkuyor mu? diye hemen yanına fırladı. Hemşirem halâ bağırıyordu. "İyi oldum, iyi oldum, yürüyorum, aman Allah'ım" diye haykırıyordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük. Sırtımızda götürdüğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi[13]."
Bu değerli zatın sözü ve tecrübesi bizim için önemlidir. Bu konuda sen ne diyeceksin?
BAYINDIR- Kabir ehlinden yardım istenebileceği kabul edildikten sonra arkasından ister istemez böyle şeyler gelecektir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuyor mu ki, "İnsan ölünce ameli yani işi biter. Üç kişi bunun dışındadır. Sadaka-i câriyesi olan, yararlanılan bir ilim bırakan ve kendi için dua eden salih bir evladı olan[14]."
Sadaka-i câriye, cami, çeşme ve köprü gibi halkın yararlandığı şeylerdir. Bunlardan insanlar yararlandıkça bu şahsın işi devam etmiş olur ve onun sevabından alır.
Yararlanılan ilim de sadaka-i câriye gibidir. Yaptığı bir ilmî çalışmadan insanlar yararlanıyorlarsa bu şahsın işi o konuda devam ediyor demektir ve bunun sevabından yararlanır. Hayırlı evlat da böyledir. Bunların hepsi hayatta iken yaptıkları işlerin birer devamıdır. Yoksa insan ölünce yapacağı bir işi kalmaz.
Anlattığınız olayda "Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur." diye bir söz geçti. Ölülerin diriler için duacı olmaları diye bir şey yoktur. Bu olabilseydi herkes hastasını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kabrine götürürdü. Her halde onun dua ve ruhaniyeti daha etkili olurdu.
Her türlü tıbbî ümidin kesilmesinden sonra bir ölünün kabrine gidip ondan şifa beklemek akıl kârı mıdır? Hiç düşünmez misiniz, dirilerin yapamadığı şeyi ölüler nasıl yapar?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Aslı astarı olmayan işleri halkın değer verdiği kişilerin yapması, üstelik iyi bir şey yapmış gibi tutup onu insanlara anlatması ne kötü.
MÜRİT- Ben bu zatın doğru söylediğine bütün kalbimle inanıyorum. Sen şimdi bunun olmadığını mı iddia ediyorsun?
BAYINDIR- Benimkisi bir iddia değildir, ayet ve hadislerin hükmüdür.
O hasta orada gerçekten şifa bulmuş olabilir. Ama bir ölünün şifaya vesile sayılması asla kabul edilemez. Dünyada sadece bu olay olmuyor ki, her türlü olaylar oluyor. Önemli olan bunların doğru yorumunu yapmaktır.
Aslında biz sırat köprüsünü bu dünyada geçiyoruz. Yanlış bir yorum ayağımızı kaydırabilir. Mesela Kadirî tarikatına mensup kişiler vucutlarına şiş batırırlar. Bazıları bunu, o tarikata mahsus bir keramet sayar. Diğer taraftan Hintliler özel dini günlerinde vücutlarına kılıç saplarlar. Keser sapı kalınlığındaki kamışları bir yanaklarından sokup diğer yanaklarından çıkarırlar. Eğer Kadirilerinki kerâmet ise bunun mucize sayılması gerekir. Aslında her ikisinin de dinle bir ilgisi yoktur. Yanlış olan onu din ile ilgilendirmektir. Bu bir hipnoz olayıdır. Hipnoz sayesinde bazı ameliyatlar uyuşturulmadan yapılıyor da hasta bundan dolayı bir acı hissetmiyor. Ben televizyonda bu şekilde bir açık beyin ameliyatı gördüm. Doktor ameliyatla meşgul iken hastaya, bir acı duyup duymadığı soruluyor, o da gıdıklanma gibi bir şeyler hissettiğini ama acı duymadığnı söylüyordu.
MÜRİT- Öyleyse kabrin başında şifa bulma olayını da izah et.
BAYINDIR- Bakın Kur'an-ı Kerim'de şeytan çarpmasından bahsedilir. Şöyle buyurulur: "Faiz yiyenler, sersemliklerinden dolayı başka değil, sadece şeytan çarpmış kimseler gibi doğrulurlar."(Bakara 2/275)
Şeytan çarpmış kimselerin nasıl doğrulduğu bilindiği için ayette bunun izahı yapılmamıştır. Şeytan çarpması elektrik çarpması gibi bir şeydir. İnsanı felç edebilir. Bazı organlar çalışamaz hale gelebilir. Tam doğrulamaz, yürüyemez, sersem gibi olur. Tıp buna çare bulamaz.
O hanımefendiyi de şeytan yani cin çarpmış olabilir. Çünkü şeytan cinlerin kâfir olanıdır.
Şeytan onların, bir kabir başına gelip, ölüden medet umduklarını görünce hastayı bırakmış olabilir. Çünkü şeytan tecrübesiyle bilir ki kabir başları insanların duygu yüklü oldukları yerlerdir.Onlar burada kolayca saptırılabilirler.
Şeytan insanı saptırmak için her yolu kullanır. Zira o, Allah'tan yetki alınca şöyle demişti:
“İşte senin beni azgınlığa uğratmana karşılık andolsun ki, ben de senin doğru yolun üzerinde oturacağım.
Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarındanlara sokulacağım. Sen de onların pek çoğunu artık sana şükreder bulamayacaksın." (Araf 7/16-17)
Mutlaka böyle olmuştur demiyorum ama bu kuvvetli bir ihtimaldir. Fakat o ölünün dua ve ruhaniyeti ile şifa bulmanın ihtimali yoktur.
Buna benzer konulara sık sık girilecektir. Vesile ve tevessül konusu da bunlardandır.
Vesile, birini diğerine yaklaştıran şey, aracı; tevessül de bir şeyi vesile yapmak, aracı kılmak demektir.
Bazı tarikatlarda veli ve şeyh ruhlarının Allah ile kul arasında vesile ve vasıta olduğu kabul edilerek dua sırasında onların ruhaniyetinden yardım istenir.
ŞEYH EFENDİ - Sen vesileyi kabul etmiyorsun. Vesileye dair delilimiz vardır. Bir zatın gözleri âmâ olmuştu. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme geldi, ona dua etmesini söyledi. O da ona, "Abdest al, iki rekat namaz kıl ve "Ya Rabbi elçini vesile ederek senden şifa istiyorum.” diye dua et, buyurdu. O şahıs bu dua ile beraber “Ya Rabbi peygamberini hakkımda şefaatçi kıl.” dedi. Bu sahih hadistir. Bu hadisi kabul etmezsen biz de seni kabul etmeyiz.
BAYINDIR- Bu hadis-i şerif, hadis kitaplarından Tirmîzî’de, İbn Mâce’de ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned'inde geçer.
“Gözleri kör bir adam Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelir ve şöyle der:
- Allah’a dua et, bana şifa versin. Allah'ın elçisi buyurur ki,
-İstersen dua ederim, istersen durumuna sabredersin daha iyi olur. Adam der ki;
- Dua et.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ona, güzelce abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını ve şöyle dua etmesini emreder: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet peygamberi Muhammed ile birlikte sana yöneliyorum. “
- Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah’a yöneldim. Ya Rabb! onu benim hakkımda şefaatçi kıl[15].”
Bu bir dua isteğidir. Her mümin başkası için dua edebilir. Burada Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem o şahıs için dua etmeye söz veriyor ve onun da kendisiyle birlikte dua ederek şöyle demesini istiyor:
Nebi kelimesinin başındaki bâ harf-i cerri yanıltıcı olabilir. Bu harf ilsâq anlamı verir. İlsaq yapıştırmak ve bir şeyi öbürünün parçası haline getirmek demektir. Bu sebeple duanın doğru manası şudur: “Allah’ım senden istiyorum, rahmet elçisi Muhammed ile birlikte sana yöneliyorum.“
Aksini düşünmek şu âyete aykırı olur:
"(Ya Muhammed) De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (Araf 7/188)
ŞEYH EFENDİ - Şu âyet hakkında ne diyeceksin? Bu da tevessülün delilidir:
“...Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler ve Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, Resul de onların bağışlanması için dua etseydi Allah’ın tevbeleri kabul ettiğini ve merhametli olduğunu göreceklerdi.” (Nisa 4/64)
Onlar Hazreti Muhammed'e geliyorlar, Hazreti Muhammed de Allah'tan onları bağışlamasını istiyor. İşte insanlar da evliyaullaha gelir, onlar da Allah’ın onları bağışlamasını ister. Çünkü evliya Hazreti Peygamberin varisidir. Peygamberin yaptığını onlar da yaparlar.
BAYINDIR- Bilirsiniz, tevbe dönüş yapmak, istiğfar da bağış dilemektir. Kişinin yaptığı günahtan pişmanlık duyup onu bir daha işlememeye karar vermesi tevbedir. Allah’dan bağış dilemesi de istiğfardır.
Bizde, Hıristiyanlar gibi günah çıkarma yoktur. Tevbe için bir hocanın yanına gitmek de gerekmez.
Okuduğunuz âyet tevbe ve istiğfardan bahsediyor. Yanlış bir iş yaptıkları zaman onların Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelmeleri, pişman olmaları demektir. Bu bir tevbedir. Allah'tan bağış dilemeleri de istiğfardır. Hz. Muhammed'in Allah'tan onları bağışlamasını istemesi ise onlar için duada bulunmasıdır. Allah'ın Elçisinin duasını almak pek güzeldir.
Burada bir aracılık sözkonusu değildir. Allah'ın tevbeleri kabul ettiği ve çok merhametli olduğu zaten Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde vurgulanmaktadır.
Ayetin tamamı şöyledir:
“Biz ne elçi göndermişsek Allah’ın izniyle sırf kendisine boyun eğilsin diye göndermişizdir. Onlar kendilerini kötü duruma düşürdüklerinde sana gelseler ve Allah’dan bağış dileselerdi, Resul de onların bağışlanması için dua etseydi, Allah’ın tevbeleri kabul ettiğini ve ne kadar merhametli olduğunu elbette görürlerdi.” (Nisa 4/64)
ŞEYH EFENDİ - Siz ne derseniz deyin, biz Allah ile kullar arasında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm[16] hazerâtının ruhlarının vasıta olduğuna inanırız. Onların ruhaniyetinden istimdâd eder, istiânede[17] bulunuruz.
BAYINDIR - Peki ya “iyyâke nestaîn, = yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) âyeti nerede kaldı? Günde en az kırk kere niçin bu âyeti okuyup duruyoruz?
Allah Teâlâ bir de şöyle buyuruyor: “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre velilerin ve büyük şeyhlerin ruhları nerede boşluk buluyor da araya giriyorlar?
ŞEYH EFENDİ - İlahiyat Fakültesinden iki kız talebe geldi ve bana aynı şeyi sordular. Dediler ki, “Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre neden şeyhler araya giriyorlar?” Ben de dedim ki, “Siz Kur‘an okuyor musunuz?” “Evet dediler.” Dedim ki, “Kur’an’ı size kim okutuyor?” “Kur’an hocası.” dediler. Allah size Kur’an hocasından daha yakın değil mi, neden o okutmuyor da Kur’an öğrenmek için bir başkasına ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sordum, “Tamam, haklısın.” dediler.
BAYINDIR - Birisine Kur'an öğretmenin Allah ile kul arasında aracılık yapmakla ne ilgisi var? Bunun nesi tevessüldür? Bir başkasına bir şey öğreten herkes Allah ile kul arasında vesile kılınmış mı olur?
Ben Kerim olan Allah'ın verdiği aklı, öncelikle dinimi anlamak için kullanmayı tercih ederim.
4- VELİ
ŞEYH EFENDİ- Biz velilerden bahsediyoruz, sıradan insanlardan değil. Herkes Allah'ın velisi, hakiki Allah dostu olamaz.
BAYINDIR- Kim Allah'ın velisidir?
ŞEYH EFENDİ- İşte anlatıyorum dinle. Veli olmanın başlangıcı kul ile Mevla arasına giren düşüncelerin, ve kulun, Allah'a olan yabancılığının ortadan kaldırılmasıdır.
Mevlanın ikramıyla Allahü Teâlâ‘nın dışında kalan herşey sâlikin[18] gözünden silinir, Allah’tan başkasını görmez hale gelirse, fenafillah yani Allahü Teâlâ’da eriyip gitme adı verilen devlet hasıl olur ve tarikat hali sona erer. Böylece seyr-i ilallah yani Mevla’ya doğru olan manevi yürüyüş tamamlanmış olur.
Bundan sonra seyr-i fillah (Allah'da yürüyüş) denilen ispat makamına girilir ve kalbe sadece Allah (Celle celâluh) yerleşir. İşte bunları kazanan kişiye “veli”, yani hakiki Allah dostu demek doğru olur.
Nefsi emmare (sürekli kötülük emreden nefis) mutmainneye dönüşür; küfründen ve inkarından vazgeçer. O Mevlasından, Mevlası da ondan razı olur. Nefsin tabiatında bulunan ibadetlere karşı olan isteksizlik hali ortadan kalkar[19].
BAYINDIR- Fenafillah'dan, seyr ilallah'dan ve seyr fillah'dan bahsediyor ve bunları önemli birer mertebe gibi gösteriyorsunuz. Bunun Kur’an’da ve Sünnette bir delili var mıdır? Asr-ı Saadette[20] böyle bir şeyden bahseden olmuş mudur?
Mevlaya doğru olan manevi yürüyüşün daha hayatta iken tamamlanmış olması ne ile açıklanabilir? Her neyse. Şimdi bunlardan bahsetmek istemiyorum. Allah fırsat verirse bunları bir başka görüşmede ele alırız.
Veli Allah dostu olduğuna göre, kendi dostunun kim olduğunu en iyi bilen Allah Teâlâdır. O, bu konuda şöyle buyuruyor:
“İyi bilin ki Allah’ın velilerine korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir.” (Yunus 10/62-63)
Demek ki, inanıp takva ehli olanlar Allah’ın velisidir.
Takva ehli olanların kimler olduğu da Bakara suresinin baş tarafında bildirilmiştir. Bu âyetlere göre “Onlar gayba inanan, namaz kılan, kendilerine verilen rızıktan yerli yerince harcayan, Hz. Muhammed'e ve ondan önceki elçilere indirilene inanan, ahireti kesinkes kabul eden kimselerdir.”(Bakara 2/2-4)
Kur’an’da veli tanımı bu iken siz niçin başka bir tanım yapıyorsunuz?
Veli, dost demektir. Karşıtı düşmandır. Bütün müminler Allah’a dost yani Allah'ın velisidir.
Kimileri şeytanı da veli edinir. “Kim Allah’ın berisinde şeytanı da veli edinirse doğrusu açık bir biçimde kaybetmiş olur.” (Nisa 4/119)
Dostluk karşılıklı olur. Mü’minler Allah’ın velisi olduğu gibi Allah da mü’minlerin velisidir. Şeytan da kendini veli bilenlerin velisidir.
“Allah mü’minlerin velisidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Allah’ı tanımazlık edenlerin evliyası da zorbalardır. Bunlar onları aydınlıktan karanlıklara sokarlar. Onlar cehennemlik kimselerdir. Orada devamlı kalacaklardır. “ (Bakara 2/257)
“Allah’a andolsun ki, biz senden önceki topluluklara da elçiler göndermiştik. Ama şeytan onların yaptıkları işleri kendilerine güzel göstermişti. O, bugün de onların velisidir. Onlar için acıklı bir azap vardır.” (Nahl 16/63)
“Şeytanları inanmayanların evliyası kıldık.” (Araf 7/27)
“Onlar Allah’ın berisinden şeytanları kendilerine evliya edindiler. Zannediyorlar ki, doğru yoldadırlar.” (Araf 7/30)
Müminler birbirlerinin velisidirler.
“Sakın ola mü’minler, mü’minlerin berisinden kafirleri kendilerine veli edinmesinler. Her kim böyle yapacak olursa artık Allah’tan hiç bir şey beklemesin. Ancak bunu onlardan korunmak için yapmışsa o başka.” (Al-i İmran 3/28)
Bu konuda çok âyet vardır.
Dostluğun dereceleri olur. Öyle insanlar vardır ki, Allah'a iyi bir kul olmak için elinden geleni yapar; malını, canını ve her şeyini onun yoluna koyar. Tabii ki, Allah’ın böylelerine olan dostluğu fazla olur.
“Sana vahyettiğimiz Kitap gerçeğin ta kendisidir. Kendinden öncekileri de doğrulamaktadır. Allah kullarından, kesinkes haberdardır ve onları görmektedir.
Sonra bu Kitab’ı kullarımız içinden seçtiklerimize bıraktık. Onlardan kimi kendini yanlışa sürükler, kimi orta yolu tutturur, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte faziletin büyüğü budur.” (Fatır 35/31-32)
Bu büyük fazileti elde edenler her zaman Allah’ı kendileriyle beraber hissetmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarlar. Karşılaştıkları güçlükleri gözlerinde büyütmez, Allah’ın izniyle üstesinden geleceklerini bilir, Allah’a dayanarak yollarına devam ederler. Bunların sıkıntıları hep görünüştedir, içleri daralmaz.
5-EVLİYÂNIN YARDIMI*
ŞEYH EFENDİ- Abdülkadir Geylânî hazretleri bir şiirlerinde buyururlar ki:
“Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada”
BAYINDIR- Bu, Kur’an-ı kerimin çok sayıda âyetine açıkca aykırıdır.
“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..“ (Neml 27/62)
Güç yetirilemeyen konularda Allah’dan başkasından yardım istenir, o da yardıma koşarsa artık kim Allah’a sığınma ihtiyacı duyar?
ŞEYH EFENDİ - Sen Abdülkadir Geylani’ye inanmıyorsan seninle konuşacağımız bir şey yoktur.
BAYINDIR - Abdülkadir Geylaniye inanmak imanın şartlarından değildir ama Kur’an-ı Kerim’e inanmak gerekir.
Bana göre bu zatlarla ilgili bilgilerin çoğu uydurmadır. Yukarıdaki şiir o uydurmalardan biridir. Allah’ın Peygamberi için milyonlarca hadis uyduranlar Abdülkadir Geylani için, Mevlânâ için, İmam Rabbânî için niye bir şeyler uydurmasınlar ki?
Ama Abdülkadir Geylani’nin kendisi gelip bu sözü söylese, bir bildiği vardır, demez tereddütsüz reddederiz. Çünkü biz ahirette Abdülkâdir Geylani’den değil, Kur‘an’dan hesaba çekileceğiz.
6- ŞEYHİN HİMMETİ
Himmet Arapça'da bir işi yapmaya azmetmek ve güçlü bir kararlılık içinde olmak anlamlarına gelir. Türkçede ruhânî ve manevi yardım, kayırma ve lutuf anlamlarında kullanılır.
Tarikatlarda şeyhin müritlerine olağan dışı yollarla yardımda bulunduğuna ve onların bazı sıkıntılarını giderdiklerine inanılır.
MÜRİT- Sen şeyhin himmetini de mi kabul etmiyorsun. İster inan, ister inanma, şeyhimin himmeti sayesinde her yerde işlerim gayet iyi gidiyor. Ben bunu görüyor ve yaşıyorum.
BAYINDIR- Şeyhinizin himmeti derken onun size özel ilgi göstermesini kasdetmiyorsunuz her halde. Kasdınız onun size olan manevi yardımıdır, değil mi?
MÜRİT- Evet doğru. Mesela ben hacca gittiğimde Arafat'tan inerken şeyhimin himmetini gördüm. Halbu ki, o Türkiye'deydi. Arafat'tan o kadar kolay indim ki, Şeytanı da taşladıktan sonra sabah'ın sekizinde otelde idim.
BAYINDIR- Niye Allah’ın yardımı değil de "Şeyhinizin himmeti?”
MÜRİT- Şeyhimin Allah katındaki değerinden dolayı Allah onun müritlerine yardım ediyor.
BAYINDIR- Peki ya saat sekizden önce otele gelenlere kim himmet etti?
Bu konuda çok âyet geçti ama biraz da şu âyetler üzerinde düşünelim:
“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablarına hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (İsrâ 17/56-57)
Siz şeyhinizin ahirette size şefaat edeceğine de inanıyorsunuz. Eğer şeyhler müritlerini hem dünyada hem de ahirette kurtarabiliyorlarsa onlar için şeyhlerini memnun etmek her şeyden önemli olur. Artık Allah’a yalvarma gereği ortadan kalkar.
Bu batıl bir yoldur. Eğer hak yola gelmezseniz sonunuzun çok kötü olacağından endişe ederim.
7- YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE
MÜRİT- Bazı büyük zatların yüzü suyu hürmetine duamızı kabul etmesini Allah’tan istemiyor muyuz? “Yarabbi Hz. Muhammed hakkı için veya evliya-i kiram, şehitler ve salihler hürmetine duamı kabul et.” diye dua etmiyor muyuz?
BAYINDIR - Evet böyle dua edenler vardır. Bunlar Süleyman Çelebi’nin mevlidi gibi kitaplarda da yer alır. Ama böyle dua olmaz. Bu konuda Hanefî alimlerden İbn Eb’il-İzz şöyle diyor:
“Kişinin, Allah’tan başkasını duasının kabulüne sebep kılması ve onunla tevessülde bulunması caiz değildir... O şöyle demek ister, “Falanca senin salih kullarından olduğu için duamı kabul eyle.” Onun Allah‘ın salih kulu olmasıyla berikinin duası arasında ne ilgi, ne bağlantı olabilir? Bu, duada taşkınlık yapmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Rabbinize için için ve yalvararak dua edin. O, taşkınlık yapanları gerçekten sevmez.” (Araf 7/55)
Bu ve benzeri dualar, sonradan uydurulmuştur. Böyle bir dua ne Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden, ne sahabiden, ne tabiînden, ne de imamların birinden aktarılmıştır. Allah onların hepsinden razı olsun. Bu, ancak cahillerin ve bazı tarikatçıların yazdığı tılsımlarda bulunabilir[22].”
8- OLAĞANDIŞI YOLLARLA YARDIM
MÜRİT- İnsanlar birbirinden yardım istemezler mi? Bu da Allah’tan başkasından yardım istemek olmaz mı?
BAYINDIR- Yardımlaşmayı emreden çok sayıda âyet ve hadis-i şerif vardır. Ama herkes bilir ki, ruhanîlerden beklenen yardım farklıdır. Onlardan insanların güç yetiremediği konularda ve olağandışı yollarla yardım istenir. Bu, ya bir korkudan kurtulmak veya bir isteğe kavuşmak için olur.
Mesela İstanbul'da Tuzla'da bindikleri otomobille sele kapılıp sürüklenenlerden biri, "Ya Seyyidenâ Hamza!" diye Hz. Hamza'yı yardıma çağırıyor[23]. Eğer bu zat orada bulunan kişileri yardıma çağırsaydı yadırganmazdı. Ya da her şeyi her an görüp gözeten Allah Teâlâ'dan yardım isteseydi güzel bir şey yapmış olurdu. Ama o, İstanbul'dan binlerce kilometre uzaktaki kabrinde yatan Hz. Hamza'yı yardıma çağırıyor. Demek ki Hz. Hamza'nın çağrıyı işittiğine ve derhal oraya gelip kendisini kurtaracak güç ve kuvvete sahip olduğuna inanıyor. Yoksa dar zamanında Hz. Hamza'yı hatırlar mıydı? Demek ki, bu zat, Hz. Hamza'da bazı insan üstü sıfatların var olduğunu hayal ediyor. Bunlar hayat, ilim, semi, basar, irade ve kudret sıfatlarıdır.
Hayat dirilik demektir. Bu zat Hz. Hamza'yı diri saymasaydı yardıma çağırmazdı.
MÜRİT- Ama şehitler ölmez.
BAYINDIR- Doğru, şehitler ölmez. Ayette şöyle buyuruluyor:"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler, ama siz bunu anlayamazsınız." (Bakara 154)
Bu, bizim anlayabileceğimiz bir dirilik değildir. Eğer anlayabileceğimiz gibi olsaydı, Hz. Hamza'nın şehit olmasına Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem o kadar üzülür müydü? Çağırınca geliyorsa, zaman zaman onu çağırır ve ondan bazı şeyler isterdi.
Abdullah b. Mes'ud diyor ki; Biz Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Hz. Hamza'ya ağladığı kadar bir şeye ağladığını görmedik. Onu kıbleye doğru koydu, cenazesinin başında durdu ve sesli olarak hıçkıra hıçkıra ağladı[24]."
Hz. Hamza'yı şehid eden Vahşî, yıllar sonra müslüman olunca Hz. Muhammed ondan kendisine görünmemesini istemişti[25].
Şehitler konusuna tekrar değineceğiz.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ölünce, Allah ondan razı olsun Hz. Ebubekr'in yaptığı önemli bir konuşma vardır. Abdullah b. Abbas'ın bildirdiğine göre Hz. Ebubekr bu konuşmasında şöyle dedi:
"Bakın, sizden kim Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme kulluk ediyorsa işte Muhammed ölmüştür. Kim de Allah'a kulluk ediyorsa şüphesiz o diridir, ölmez. Allah Tealâ buyuruyor ki: "Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Her kim gerisin geriye dönerse, o Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlere mükafat verecektir." (Al-i İmrân 3/144)
Abdullah b. Abbas diyor ki, " Ebubekr okuyuncaya kadar Allah Teâlâ'nın böyle bir âyet indirdiğini sanki hiç kimse bilmiyordu. Artık insanlardan kimi dinlesem bu âyeti okuyordu. Saîd b. el-Müseyyeb de bana, Ömer'in şöyle dediğini bildirdi: "Vallahi Ebubekr'in o âyeti okuduğunu işitince öyle oldum ki, kendimden geçtim. Ayaklarım beni taşıyamaz oldu. Ayeti okuduğunu duyunca yere yığıldım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gerçekten ölmüştü[26]."
Şu iki âyet de Hz. Muhammed ile ilgilidir:
"Senden önce hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü olacaklardır?" (Enbiya 21/34)
"Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir. "(Zümer 39/30)
Buna göre Hz. Hamza'nın anlayabileceğimiz manada diri olduğunu kim söyleyebilir?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğunuzu bilir.
Allah'ın berisinden çağırdıkları ise bir şey yaratmazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler. (Nahl 16/19-21)
Maalesef kendi kötü emellerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi alet edenler bile vardır. Bunlar, insanlar üzerinde kurdukları baskının devam etmesi için habire yalan ve iftira ile meşgul olurlar. Bunca âyete rağmen Hz Peygamberin sağ olduğunu ve onunla görüştüklerini ileri sürerek insanları saptırırlar. Hatta haşa onun, başmüfettiş gibi etrafındaki insanları teftiş ettiğini ve yaptığı hizmetleri denetlediğini iddia edenler dahi vardır. Evliya ölünce ruhu kınından çıkmış kılınç gibi olur, diyen veya bir kısım ruhanilerden yardım isteyen kişilerden başka ne beklenebilir?
Gözlerini hırs bürümüş bu insanların uslanması zor ama birazcık aklını kullananlar için Hz. Ömer'in şu sözünü nakletmek isterim:
"İsterdim ki, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yaşasın da bizden sonra ölsün. Her ne kadar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gerçekten ölmüş ise de Allah aranıza bir nur koymuştur, onunla hak yolu bulursunuz. Allah Muhammed'i de onunla hak yola sokmuştur[27]."
O nur Kur'an-ı Kerim'dir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de veda hutbesinde konuya değinerek şöyle buyurmuştur:
İşte hak budur. "Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir?" (Yunus 10/31-32)
Sözügeçen şahsın Hz. Hamza'da varsaydığı sıfatların ikincisi ilim sıfatıdır. İlim, bilmek ve kavramak demektir. İnsanda da ilim sıfatı vardır ama bu, onun öğrenebildiği ve kavrayabildiği şeylerle sınırlıdır. Onları da zamanla unutur. Allah'ın ilmi sınırsızdır. O, her şeyi en ince ayrıntısına kadar en doğru biçimde bilir ve asla unutmaz.
Istanbul'a hiç gelmemiş olan Hz. Hamza'nın çağrıldığı yere gelmesi için, olayın geçtiği İstanbul Ankara yolunun Tuzla'daki bölümünü bilmesi gerekir. Bu şahıs Hz. Hamza'nın bilgisinin, şüphesiz Allah Teâlâ'nın bilgisi gibi sınırsız olduğunu kabul etmez. Ama onu böyle bir yere çağırdığına göre Hz. Hamza'yı Allah Teâlâ'ın sınırsız bilgisinin bir bölümüne ortak saymış olur.
Üçüncü sıfat semi'dir. Semi', işitme gücüdür. Allah insana işitme gücü vermiştir, ama bu, belli mesafeden ve belli titreşimdeki seslerin işitilmesiyle sınırlıdır. Hele Hz. Hamza gibi kabirde bulunanlara bir şey işittirmeye bizim gücümüz yetmez. Her şeyi işiten Rabbimiz, elçisi Hz. Muhammed'e hitaben şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Allah her şeyi işitir. En gizli sesler, hareketler, içten yakarışlar ve her şey onun tarafından işitilir. Şimdi bu zat, İstanbul'dan, "Ya Seyyidena Hamza ! " dediği zaman Hz. Hamza'nın bu sesi işittiğini hayal ettiğine göre onu Allah'ın işitme sıfatına ortak etmiş olmaz mı? Çünkü bu şekilde bir işitme, Allah'tan başkası için sözkonusu değildir.
Dördüncü sıfat basar'dır. Basar, görme gücü demektir. İnsanlarda da görme gücü vardır, ama bu çok sınırlıdır. Allah Teâlâ, en küçük şeyleri bile en ince ayrıntısına kadar görür.
Kilometrelerce uzakta, kabirde yatan birini yardıma çağıran kişi, onun kendini gördüğünü kabul etmiş olur. Yoksa onun durumunu nasıl kavrayıp yardım edebilir? Bu şekilde bir görme, yanlız Allah'a mahsus olduğundan bu şahıs Hz. Hamza'yı Allah'ın görme sıfatına da ortak saymış olur.
Beşincisi irade, altıncısı da kudret sıfatıdır. İrade, dilemek ve tercih etmektir.
Kudret de bir şeye güç yetirme anlamına gelir. İnsanın iradesi de kudreti de sınırlıdır. Ölünce bu konuda hiç bir şeyi kalmaz. Bu şahıs Hz. Hamzanın, kendi çağrısını kabul ettiğini ve gerekli yardımı yapabildiğini hayal ettiğine göre Hz. Hamza'ya bu iki sıfatı da vermektedir. Bu, olağan dışı bir irade ve kudret yakıştırmasıdır. Bu anlamda irade ve kudret sahibi tek varlık Allah Teâlâ'dır. Demek ki o şahıs Hz. Hamza'yı Allah'ın bu iki sıfatına da ortak saymış olmaktadır.
"Hiç bir şey yaratamayan ama kendileri yaratılmış olanı ortak mı sayıyorlar?
Oysa bunların onlara yardımda bulunmaya güçleri yetmez. Bunların kendilerine bile yardımı olmaz.
Onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar; çağırmanız da, susmanız da sizin için birdir.
Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım.
Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın."
"Çünkü benim velim Kitabı indiren Allah'tır. O, iyilere velilik eder."
"O'nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler." (Araf 7/191-197)
“Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysaki kendileri onlar için hazır askerdirler. “ (Yasin 36/74-75)
Kendilerine dayanak olsun diye, Allah'ın berisinden tanrılar edindiler.
Tam tersi; onlar bunların ibadetlerini tanımayacak ve bunlara düşman olacaklardır. (Meryem 19/81-82)
İşte şirk budur. Yani Allah'ın vermediği yetkileri, bir kısım varlıklarda veya ruhanîlerde var sayıp onlardan yardım istemek şirktir.
"De ki, Allah'ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım."
“Allah’ın yakınından kendisine Kıyamete kadar cevap veremiyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların çağrısından habersizdirler.“ (Ahqâf 46/4-5)
MÜRİT- Allah istese Hz. Hamza'ya bu özellikleri veremez mi?
BAYINDIR- Allah'ın gücü her şeye yeter ama Allah'ın gücü ile delil getirilmez. Bunca âyet varken Hz. Hamza'ya özel bir güç verildiğini kim iddia edebilir? Bakın, Allah'ın elçileri de dahil hepimiz Allah'ın kulu, yani kölesiyiz. Allah da bizim Rabbımız, yani Efendimizdir. Köle efendisi karşısında hiç bir yetkiye sahip değildir. Bu sebeple elçiler de dahil hiç bir insanın Allah karşısında bir yetkisi olmaz. Allah'ın verdiği yetkiler olursa o başka. Hele yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi Allah'ın kimseye yetki vermediğini açıkça belirttiği bir konuda bazılarını yetkili saymak affedilemeyecek bir suç olur.
MÜRİT- Ama bu zat, bir başka yerde Hz. Hamza'nın yardıma geldiğini bizzat görmüş. Diyor ki, "Cin diyebileceğim bir yaratık beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı. Çok bunaldım. Birden istimdad ile "Ya Hz. Hamza!" dedim. O şanlı sahabi benim davetime icabet etti ve adeta odanın içinde beliriverdi.. Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu[29]."
BAYINDIR- Her dara düşene yardım eden Allah Teâlâ, demek ki, onun da sıkıntısını giderince, Hazreti Hamza'nın yardıma geldiğini sanıyor. Yaşayan ya da ölmüş bir kişinin ruhaniyetinden yardım istemek onlara, Allah'ın vermediği bir yetkiyi vermeye kalkışmak olmaz mı?
"Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ın yakınından[30] bir takım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır." (Yunus 10/66)
a- Gücün kaynağı
MÜRİT- "Ya Seyyidenâ Hamza" diyerek Hz. Hamza'yı çağıran kişi onun kendinden kaynaklanan bir gücü olmadığını biliyor. Onun istediği Allah Teâlâ'nın yardıma Hz. Hamza'yı göndermesidir. Bunun Allah'tan başkasını tanrı edinmekle ne ilgisi var?
BAYINDIR- O sözü inceleyelim:
1- O zat bir yerde diyor ki, "Büyük ve mukaddes ruhlardan istimdâd (yardım talebi) olabilir[31]."
Fakat her dara düşene yardım eden Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"De ki: " Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Bundan bizi kurtarırsan şükredenlerden olacağız diye ona gizli gizli yalvarır yakarırsınız."
De ki: "Allah sizi ondan ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da ona ortak koşarsınız." (En'am 6/63-64)
2- Hz. Hamza'nın bu gücü Allah'tan aldığını hayal etmek neyi değiştirir? Çünkü Hz. Hamza'nın elinde bir şey yoktur. Onun bu çağrıdan haberi bile olmaz. Ahqaf Suresinin yukarıda meali verilen 4 ve 5. âyetleri bunun delilidir.
Müşrikler, tanrılarının gücünü Allah'tan aldığını hayal ederlerdi. Ama bu, dayanaksız bir iddiaydı. Müşriklerle ilgili şu âyetleri biraz düşünmek gerekir.
"Desen ki: 'Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmenin ve gözlerin sahibi kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi düzenleyen kim?' Onlar: 'Allah'tır!' diyeceklerdir. Deki; 'O halde O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?'
İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da çevriliyorsunuz?" (Yunus 10/31-32)
Müşrikler Kabeyi tavaf ederken şöyle derlerdi:
"Lebbeyk lâ şerîke lek illâ şerîkun huve lek temlikuhu ve mâ melek"
"Emret Allah'ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetkilerinin de sahibi sensin."
Bunu bize nakleden İbn Abbas diyor ki, onlar "Lebbeyk lâ şerîke lek = Emret Allah'ım, Senin hiçbir ortağın yoktur." dediklerinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, "Yazıklar olsun size burada kesin, burada kesin." derdi[32].
Allah'ın vermediği bir yetkiyi putlarında var saymaları müşrik olmaları için yetiyordu. Puta bu yetkiyi verenin Allah olduğunu söylemeleri bir şeyi değiştirmiyordu.
Ayette şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan önce[33] öyle şeye tapıyorlar ki, Allah onun hakkında hiçbir kanıt indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. Zalimlerin yardımcısı olmaz." (Hacc 22/71)
MÜRİT- Bu zat o çağrısından sonra "Adeta Hz. Hamza odada beliriverdi." diyor. Bir de şöyle bir hatırasını naklediyor: "Eski bir dostumun hanımı rahatsızdı. Çare aramadıkları yer kalmamıştı. İçinde Bedir savaşına katılan sahabilerin isimleri de bulunan bir dua mecmuasını vereyim diye kendilerine gittim. Geleceğimden kimsenin haberi yoktu.
Ben merdivenlerden çıkarken bacımız trans[34] halinde imiş. Cinler ona, "Hoca geliyor; fakat biz onun hakkından da geliriz" diyorlarmış. Kapıyı çaldım. Arkadaşım beni karşısında görünce çok şaşırdı.
-"Bu dua mecmuasını bacımız üzerinde taşısın, mutlaka faydası olur, cinler yanına sokulamazlar." dedim ve geçtim salona oturdum.
Sonra arkadaşım, bu dua mecmuasını hanımının üzerine koymuş. Trans halindeki bacımız, "Nasıl, Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değilmi?" diye bağırmaya başlamış[35]."
Şimdi bütün bunlar yalan mı?
BAYINDIR- Bunlar yalan değil ama yanlış. Hem o zatın, hem de o hanımın gözüne böyle bir şey gözükmüş olabilir. Ama bu sadece şeytanın bir oyunudur.
b-Ruhânîlerin hayatı
MÜRİT- Ben hâlâ tatmin olmuş değilim. Bildiğim kadarıyla beş çeşit hayat vardır.
Birincisi bizim hayatımızdır.
İkincisi Hz. Hızır ve İlyas aleyhimesselam'ın hayatıdır. Bir vakitte pek çok yerde bulunabilirler. İsterlerse bizim gibi yerler, içerler.
Üçüncüsü Hz. İdris ve İsa aleyhimesselâmın hayatıdır. Bu, melek hayatı gibi nurani bir hayattır.
Dördüncüsü şehitlerin hayatıdır.
Beşincisi kabirdekilerin hayatıdır.
Şehitler hayatlarını Allah yolunda feda ettikleri için Allah da onlara berzah aleminde, dünya hayatına benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayat ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmez, daha iyi bir yere gitmiş bilirler. Çok mutlu olurlar. İşte şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza da böyle bir hayat yaşamaktadır. Kendine sığınan insanları koruması, dünya ile ilgili işlerini görmesi ve gördürmesi mümkün olabilir[36].
BAYINDIR- Şehitlerin bir hayatı olduğu doğru, ama Allah Teâlâ, " Siz onu anlayamazsınız." dediği halde anladığımızı iddia etmemiz nasıl bağışlanabilir? Şehitlerle ilgili ayrı bir bölüm gelecektir.
Hz. Hamza'nın, kendine sığınanlara yardım edemeyeceği konusunda hala şüpheniz varsa lütfen yukarıdaki âyetleri bir daha, yavaş yavaş ve düşünerek okuyun. Eğer inanıyorsanız böyle bir şeyi aklınızın ucundan bile geçiremezsiniz.
MÜRİT- Bizim yaşadığımız hayat malum, onda bir ihtilaf yok. Şehitler konusu da anlaşıldı. Hayatın diğer üç çeşidi için ne diyeceksiniz?
BAYINDIR- Soruyu benim sormam gerekir. Siz, Hz. Hızır ve Hz. İlyas Hz. İdris ve Hz. İsa aleyhimüsselâmın hâlâ hayatta olduklarını söylerken neye dayanıyorsunuz?
MÜRİT- Bunları ben kendim uydurmuyorum. Bunları söyleyen zat, böyle bir hayatın varlığını keşif sahibi evliyanın tevatür derecesine varan gözlemine dayandırmaktadır.
BAYINDIR- Gayb ile ilgili bir konu, hiç bir ilmi değeri olmayan keşfe dayandırılamaz. Keşif konusu ayrıca gelecektir, ona girmiyorum. Adı geçen dört peygamberden yalnız Hz. İsa aleyhisselamın şimdiki durumunu biliyoruz. Onu da şu ayetten anlıyoruz.
“ ... İçlerinde bulunduğum sürece onları gözetiyordum. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (Mâide 5/117)
Burada Hz. İsa'nın vefat ettiği ve ümmetinden habersiz olduğu bildiriliyor. Artık onun için de bir hayat çeşidi hayal etmenin gereği yoktur.
Hz. İsa henüz hayatta iken Allah Teâlâ ona şöyle demişti: "Ey İsâ, ben seni vefat ettireceğim, seni bana yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim..." (Al-i İmrân 3/55)
c- Ölüm bir uykudur
MÜRİT- Kabir hayatı konusunda ne diyeceksin?
BAYINDIR- Allah Teâlâ ölümü uykuya benzeterek şöyle buyuruyor:
“Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.” (Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölülerin ruhunu, belli bir yerde tutmaktadır.
"Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yaptığınızı bilen odur. Sonra belirli süre doluncaya kadar gündüzün sizi kaldırır." (En'am 6/60)
Kıyamet'in kelime anlamı kalkıştır. Öldükten sonraki dirilme yataktan kalkışa, Sura üflenmesi de kalk borusunun çalınmasına benzer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sura üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler.
"Yazık oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? diyeceklerdir." (Yasin 36/51-52)
Kur'an'a göre ölüm bir uyku, kabir bir uyuma yeri, öldükten sonra dirilme de uykudan uyanmadan başka bir şey değildir. Hadis-i şeriflerde belirtilen kabir azabı da uykuda görülen kötü rüyalar gibi olmalıdır.
Uyuyan kişi, aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamaz. Ölenin durumu da aynıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de biri ölen, diğeri uyuyanla ilgili iki örnek vardır.
"Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" diye sordu. "Bir gün, belki de daha az kaldık" dediler." (Kehf 18/19)
Ölümle ilgili âyet de şudur:
"Şuna da bakmaz mısın[38]? O, tavanları çökmüş, duvarları üzerlerine yıkılmış bir kente uğradı da "Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra kaldırdı ve "Ne kadar kaldın?" diye sordu, o da "Bir gün, belki de bir günden az." dedi. Allah buyurdu ki; "Yok, tam yüz yıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine baksana, bozulmamışlar bile. Bir de şu eşeğine bak. Seni insanlara bir ibret yapalım diye bunu yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl birleştirecek, sonra onlara et giydireceğiz." Bunlar apaçık belli olunca şöyle dedi; "Ben artık anladım ki, Allah'ın gücü gerçekten her şeye yeter." (Bakara 2/259)
Yüz sene ölü kalıp dirilen de 309 sene uykuda kalanlar da "Bir gün veya bir günden az." kaldıklarını sanıyor.
İşte kabir hayatını anlamak isteyenler bu âyetlerden ders alabilirler.
Uyuyan kişi, vücudundan nasıl habersizse ölü de habersizdir. Uyuyan kişinin ruhu gelip tekrar aynı bedene gireceği için bedeni diri kalıyor. Ölenin ruhu geri dönmeyeceğinden bedeni ölüyor. Ahirette yeniden yaratılan bedene gelen ruh kendini uykudan uyanmış gibi hissediyor ve "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? " (Yasin 36/51-52) diyor. Beden toprakta çürümüş, yeniden yaratılmış, ama o bunun farkında değil. O, uyuyup uyandığını zannediyor. Aradan geçen zamanın da farkında değil. İşte ölüm bize bir uyku kadar, kıyamet de uykudan uyanmak kadar yakındır.
Uyku, hayatta bir kesinti değil, süreklilik için zorunlu bir dinlenmedir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kıyametteki kalkışın da dünya hayatının devamı gibi olacağını bildirmektedir:
Veda Haccında birisi bineğinden düşmüş boynu kırılmıştı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, onu su ve sidr ile yıkayın, iki parça bez içinde kefenleyin, koku sürmeyin ve başını örtmeyin. Çünkü Kıyamet günü telbiye[40] getirir durumda kaldırılacaktır[41]."
Bu hadis gerçekten düşündürücüdür. Burada o şahsın ölümünü ihramlı[42] bir hacının uyuması gibi saymıştır. İhramlı koku sürünmez, uyurken başını örtmez. Uykudan kalkınca telbiye getirir.
MÜRİT- O zaman kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olmasını nasıl izah edebiliriz?
BAYINDIR- Kabir hayatını rüyaya benzetebiliriz. Güzel rüya gören rüyanın hiç bitmemesini ister. Sıkıntılı rüya görenler de uyanınca iyi ki, rüyaymış diye şükrederler. Doğrusunu Allah bilir.
9- MÜSLÜMANLARI BATIRAN ŞİRK
MÜRİT- Yetmiş yıldır bu ülkede yeterli dini eğitim yapılamadığı için hocalarımız bazı yanlışlar yapabiliyor. Biliyorsunuz 1924'te şeriat kaldırıldı. Bütün yasalar batıdan alındı. Bir zamanlar din eğitimi tamamen yasaklandı. Ezan Türkçe okundu. Bunları uzatmak mümkün.
BAYINDIR- Bütün suçu başkasının üstüne at ve sen aradan çekil. Ne kolay bir yaklaşım tarzı! Yetmiş yıl önceki şartlara durup dururken mi gelindi? İslam alemi Birinci Dünya Savaşında batı karşısında niye kesin bir yenilgi aldı?
MÜRİT- Bunun siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri bir çok sebebi var. Şimdi sen bunu da mı tarikatlara bağlıyacaksın?
BAYINDIR- Bunu tarikatlara bağlamak da kolaya kaçmak olur. Bu yenilginin siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri sebeplerini uzmanlarına bırakalım. Biz burada Kur'an'a uyma yerine Kur'an'ı kendimize uydurmadan bahsediyoruz.
Kur'an'a taban tabana zıt nice sözler hadis diye ortaya atılabilmiş ve müslümanlar arasında kabul görmüştür. Şu söz onlardan biridir:
“İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz[43].” Bu sözü hadis diye ortaya atan, Yavuz Sultan Selim'in meşhur Şeyhülislamı İbn-i Kemal Paşazadedir. O, bu sözü hadis diye ortaya atmakla kalmamış, doğruluğunu ispat için felsefi izahlara girmiştir. Bu sebeple sıkıntımız ağırdır. Bu konu Kabir Ehlinden Yardım başlığı altında anlatılmıştı.
İslam alemi Kur'an'dan uzaklaşalı asırlar oluyor. Şeyhler gibi mezhep imamları da kutsallaştırılmış, onların sözleri Kur'an ve sünnetin yerini almış ve müslümanlar Kur'an ve sünnet ışığında yeni fikirler üretmeyi büyük günahlardan sayar hale gelmişlerdir. Son bölümde, Kur'an'a Dönmek başlığı altında bu konuya da girilecektir.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki kesin yenilgi bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Sizin o yetmiş yıllık uygulama diye tenkit ettiğiniz şeyler de bir sonuçtur. Birinci Dünya Savaşında olan yenilgiyi bir askeri yenilgi sayamak kolaycılık olur. O, kendine güvenini yitirmiş olan bir toplumun yenilgisidir.
MÜRİT- Kendine güvenden ne anlıyorsunuz? Bir müslüman kendine değil, Allah'a güvenir. Yoksa Allah'a olan güven mi kayboldu?
BAYINDIR- Kendine güvenden maksadım, kişinin inandığı değerlere güvenmesi ve bu değerlerin kendine yüklediği görevi iyi bilmesidir. Bu çok önemlidir. Zaten inandığı değerlere güvenmeyenin imanı da olmaz.
MÜRİT- Bunu biraz daha açar mısınız?
BAYINDIR- Bakın, Hz. Muhammed Allah'ın Elçisi olduğunu söyleyince ona gülenler, deli diyenler, sihirbaz diyenler, onu alaya alanlar ve hakaret edenler olmuştu. Eğer, bu davranışlar onun inandığı değerlere olan güvenini sarssaydı da bunun etkisiyle "Ya bunlar haklıysa?" deseydi halkın içine çıkıp bir iş yapabilir miydi?
Ona salat ve selam olsun, Hz. Muhammed'in inandığı değerlere güvenmesi ve Allah'ın Elçisi olduğu konusunda kuşkuya düşmemesi için çok sayıda ayet inmiştir. Onlardan bir kısmı şöyledir:
"Hikmetle dolu Kur'an hakkı için
İşte sen, kesinkes elçi olarak görevlendirilmiş olanlardansın.
Dosdoğru bir yol üzerindesin." (Yasin36/2-4)
"Durma, öğüt ver; Rabbinin nimeti sayesinde sen, ne bir kâhinsin ne de bir deli.
Yoksa şöyle mi diyorlar: " O bir şairdir, başına gelecekleri bekliyoruz."
De ki: "Bekleyin, zaten ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
Yoksa bunu kendilerine akılları mı emrediyor. Ya da onlar azgın bir takım mıdırlar?
Yoksa "Onu kendi uydurdu" mu diyorlar? Hayır, aslında bunlar inanmıyorlar.
Öyleyse bunun dengi bir söz getirseler ya. Eğer doğruysalar (getirirler)". (Tur 52/29-34)
Nun; kalem ve yazdıkları şey hakkı için,
Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli olamazsın.
Sana, tükenmek bilmeyen kesin bir ödül vardır.
Sen gerçekten büyük bir ahlaka sahipsin.
Yakında sen de görürsün, onlar da görürler.
Deliliğin hanginizde olduğunu.
Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapanın kim olduğunu iyi bilir; o, yola gelenleri de çok iyi bilir.
O halde yalanlayanlara boyun eğme.
İstedikleri şudur: Keşke sen yağcılık yapsan da onlar da sana yağcılık yapsalar. (Nun 68/1-9)
Sen Rabbinin hükmüne katlan; balığın yuttuğu (Yunus) gibi olma, hani o nefesi kesilmiş bir şekilde yakarmıştı.
Eğer ona Rabbinden bir nimet yetişmiş olmasaydı boş bir yere fena bir halde atılacaktı.
Ama Rabbi onu seçip iyilerden yaptı.
O inkar edenler, Kuran'ı dinledikleri zaman nerdeyse seni gözleriyle devireceklerdi. "O delidir" diyorlardı.
Oysaki Kuran, herkes için bir öğütten başka bir şey değildir. (Nûn 68/48-52)
Bu ayetler Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme daima güven tazeletiyordu. Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda çok ayet vardır. Allah Teâlâ, geçmiş elçilerin karşılaştıkları sıkıntıları Kur'an'da dile getirerek onu teselli etmiştir. Yoksa o büyük işi nasıl başarabilirdi?
Müslümanlar da hayatın her an değişen ve gelişen olayları karşısında kendilerine ve dinlerine olan güvenlerini taze tutabilmek için Kur'an'ı sık sık ve üzerinde düşünerek okumak zorundadırlar. Bunu yapmadıkları için inandıkları değerlere olan güvenleri azalmış, nefislerini ıslah etme adına kendilerini hakir görmüşler, ama kimi şahısları da olduğundan büyük görmeye ve onlar için hayali makamlar uydurmaya koyulmuşlardır. Sonra da bu şahısların kendilerine manevi yardım yapacağına inanmışlardır. Bu inanç, toplumu kanser gibi sarmış ve Birinci Dünya Savaşı'nda o koskoca gövdenin tarihe gömülme sebeplerinden olmuşur. Geride kalanlar, o yanlış inancın bağlıları olmaya devam etmektedirler.
Ayette şöyle buyurulur: "Bir millet kendinde olanı bozmadıkça Allah onlarda olanı bozmaz. Allah bir millete ceza vermek istedimi artık onun önüne geçilemez. Zaten onların ondan başka bir koruyucuları da yoktur." (Ra'd 13/11)
MÜRİT- Yönetimde bozulma olduğu doğru.
BAYINDIR- Bana göre asıl suç alimlerindir. Onlar, Kur'an'ı anlayıp yaşadıkları çağı ona göre yorumlama yerine sırf eski alimlerin eserleri ile meşgul olmuşlardır. Eğer Kur'an'ı anlamak için uğraşsalardı zorunlu olarak Hadis-i şeriflerden de yeterince yararlanacaklardı. İşte o zaman eski alimlerin eserleri doğru anlaşılacak ve ufuk açıcı olacaktı. Çünkü müctehid islam alimlerinin yaptığı, kendi çağlarını Kur'an'a göre yorumlamaktan ibarettir.
Yaşadığı çağı Kur'an'a göre yorumlama zorunda olan bir âlim, çağının bilimsel, teknik ve sosyal gelişmelerini de iyi bilmek zorunda olur. Yapılacak yorumlar her kesi tatmin edeceğinden kimse bir başka arayış içinde olmazdı.
Ama onlar, şartlarını iyi bilmedikleri bir çağı yorumlamak için yazılan kitaplarla meşgul oldukları için o kitapları bile gereği gibi anlamaktan mahrum kalmışlardı. Böylece, Kur'an'a, sünnete ve çevresine kapalı, çağın gerisinde bir ilim anlayışı ile kendi intiharlarını hazırlamışlardır.
Sultan II. Abdulahmid'in bu konu ile ilgili çok acı hatıraları nakledilir.
Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, kendisini ziyarete gelir. İmparatorundan özel bir mektup getirir. Ondan İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini açıklayacak güçte bir dînî-ilmî heyet ister. Sultan, Japonya'da İslam'ın yayılması için maddi sahada mümkün olan her şeyi yapar ama İmparator'un istediği dinî-ilmî heyeti gönderemez. O, Sultan'ın içinde hicran olmuş bir hatıradır. Bunun sebebini şu cümlelerle ifade eder:
" Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim Japonlardan evvel kendi milletimin ve halife olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim..."
Sultan'a göre o alimlerin ilmî kudretleri kadar dünyayı algılama tarzları da İslam'ın geleceği üzerinde bu kadar büyük etki yapacak bir konuyu ele almaya ve sonuçlandırmaya müsait değildir. O, bunun sebebini şöyle açıklar:
" Japon İmparatorunun istediği müslüman din alimlerini yetiştirecek feyyaz menbâlar da artk mevcut değildi. Medreselerimiz birer ilim-irfan kaynağı olmaktan mahrumdu..[44]"
MÜRİT- Öyleyse tarikatlara bu kadar yüklenmek doğru olmaz. Alimlerin Kur'an'dan uzaklaştığı bir yerde tarikat mensuplarının yanlışları görmezlikten gelinebilir.
BAYINDIR- Allah'ın kabul etmeyeceği bir özrü biz kabul edemeyiz. Çünkü alim ve cahil ayırımı olmadan herkes, Kur'an'a aykırı davranışlarının hesabını Allah'a verecektir. Alimlerin suçu tabii ki, daha ağırdır.
Kur'an'dan uzaklaşmak alimleri de zamanla hurafelere alıştırmış ve onların Kur'an'a temelden aykırı nice şeyleri normal görür hale gelmelerine sebep olmuştur. Buna, şu çarpıcı örneği verelim:
Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi ile ilgili resmi belgelerde, savaşı kazanmak için Allah'ın yanında Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin de yardımı beklendiği görülmektedir. Sanki o, Allah'ın elçisi değildir de haşa, Allah'ın yanında ikinci bir tanrıdır. Sanki o, ölmemiştir de diridir. Sanki o, kendine yapılan çağrıları işitme, olayın geçtiği yeri görme ve istediğine istediği yardımı yapma yetkisine sahiptir[45].
Allah Teâlâ bu şekilde yardım bekleyenleri sapık sayıyor.
“Allah’ın berisinden[46] Kıyamete kadar kendisine cevap veremiyecek olanı çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların çağrısından habersizdirler. (Ahqâf 46/5)
Şimdi belgelerdeki ifadelere bakalım:
a- Sultan Reşad'ın savaş ilanı ile ilgili beyannâmesinin son bölümünde yer alan ifadeler:
"...Hak ve adl bizde zulüm ve udvan düşmanlarımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek içün Cenab-ı âdil-i mutlakın inâyet-i samadâniyesi ve Peygamber-i zîşânımızın imdâd-ı maneviyesinin bize yâr u yaver olacağında şüphe yoktur..,[47]"
Bu ifadeyi şöyle sadeleştirebiliriz:
" Biz haklı ve dürüst, düşmanlarımız ise zalim ve saldırgan olduğundan düşmanlarımızı yere sermek için adaleti şaşmaz olan Allah'ın yüce desteğinin ve şanlı Peygamberimizin manevi yardımının bize yar ve yardımcı olacağında şüphe yoktur..."
"Allah'ın inayeti, Peygamberimizin imdâd-ı ruhâniyesi ve mübarek Padişahımızın hayır duasıyla ordumuz düşmanlarımızı kahredecekdir."
Beyannâme'nin orta kısımda şu ifadeler vardır:
"...Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda peygamberimizin ve sahabe-i güzîn efendilerimizin ruhları uçuyor...[49]"
Bu ifadeler şöyle sadeleştirilebilir:
"Allah'ın desteği, Peygamberimizin ruhânî yardımı ve mübarek Padişahımızın hayır duasıyla ordumuz düşmanlarımızı yere serecektir.." "...Hepimiz düşünmeliyiz ki, başımızın ucunda Peygamberimizin ve onun seçkin arkadaşlarının ruhları uçuyor.."
c- İslam ülkelerini cihada davet beyannamesi:
Bu beyanname Meclis-i Ali-i İlmî ((Yüksek ilim Kurulu) tarafından hazırlanmış ve Halife sıfatıyla Sultan Reşad tarafından imzalanmıştır. Beyannamenin altında en üst seviyeden toplam 34 alimin imzası da vardır. Bunların arasında üçü eski birisi görevde olmak üzere dört şeyhülislam ve Fetva Emini Ali Haydar Efendi de vardır.
Beyannamenin dördüncü paragrafı şu ifadelerle bitmektedir:
"... Dîn-i mübîn-i ilâhîsi namına cihada şitâbân olan müslimîni her bir hususta mazhar-ı fevz ve nusret buyuracağı inâyet ve eltâf-ı celîle-i samâdânîden mev'ûd ve şeriat-ı garrây-ı Ahmediyenin i'lây-ı şânı içün fedây-ı cân ve mal eyleyen ümmet-i nâciyesine zahîr ve destgîr olmak içün ruhâniyet-i mukaddese-i nebeviyye hazır ve mevcuddur."
Beyannâme'nin son paragrafı da şöyledir:
" Ey mücâhidîn-i İslâm Cenab-ı Hakk'ın nusret ve inâyeti ve Nebiyy-i muhteremimizin meded-i ruhâniyetiyle a'dây-ı dîni kahr ve tedmîr ve kulûb-i müslimîni sermedî seâdetlerle tesrîr eylemeniz va'd-ı celîl-i İlâhî ile müeyyed ve mübeşşerdir[50]."
Bu ifadeleri şu şekilde sadeleştirebiliriz:
"Allah'ın açık dini adına hızla savaşa çıkan müslümanları her konuda başarılı kılıp yardım edeceğine onun yüce lutuflarıyla söz verilmiştir. Hz. Ahmed'in[51] aydınlık şeriatını yüceltmek için canını ve malını feda eden ümmet-i nâciyesine[52] arka çıkıp elinden tutmak için Hz. Peygamberin muhakaddes ruhu hazır ve mevcuttur..."
"... Ey İslam mücahitleri! Allah teâlâ'nın yardımı ve desteği, muhterem Peygamberimizin ruhaniyetinin yardımı ile din düşmanlarını yere serip yok etmeniz ve müslümanların kalplerini sonsuz mutluluklarla sevindirmeniz Yüce Allah'ın verdiği söz ile teyid edilmiş ve müjdelenmiştir."
MÜRİT- Müslümanlar kafirlere karşı cihada çıkıyorlar. Bu, Hz. Peygamberi memnun edecek bir davranıştır. Elbette o, ruhaniyetiyle müslümanlara yardım edecektir. Onun seçkin sahabelerinin ruhlarının müslümanların başları ucunda uçması da yadırganamaz. Çünkü bu savaşta sahabiler de yer almak isterler.
BAYINDIR- Eğer Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun seçkin arkadaşları hayatta olsaydı elbette bundan çok memnun olur ve müslümanların başarısı için ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Ama artık onlar ölmüşlerdir. Bizim yapmamız gereken, kendi hayallerimize göre davranmayı bırakıp Hz. Muhammed'in getirdiği Kur'an-ı Kerim'e uymaktır. Allah Teâlâ kendinden başkasının yardıma çağrılmasını Kur'an'da şirk saymış ve kesinkes yasaklamıştır.
İşte böyle. Kuşkusuz Allah haktır ve O'ndan başkasını çağırmanız ise batıldır. (Hac 22/62)
Zaten Allah'tan başka yardıma çağrılan kim olursa olsun onun hiçbir şeye gücü yetmez.
İşte Rabbiniz olan Allah, hakimiyet onundur. Ondan başka çağırdıklarınız bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.
Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyi bilen Allah gibi, haber vermez. (Fatır 35/13-14)
Allahtan başkasını olağan dışı yollarla yardıma çağırmak şirktir. Allah böylelerine yardım etmez.
“İnananlar ve imanlarını şirkle[53] bulandırmayanlar var ya işte güven onların hakkıdır; doğru yolu tutturanlar da onlardır.” (En’am 6/82)
Birinci Dünya Savaşı'nda müslümanlarla savaşan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar da zafer için Allah'a dua etmiyorlar mıydı sanki. Ama onlar, hırıstiyan oldukları için Allah'ın yanında Hz. İsa'yı da yardıma çağırıyorlardı. Öyleyse müslümanlarla onların ne farkı kaldı? Üstelik onların elindeki kitap bozulmuş, müslümanların Kur'an'ı hiç bozulmamıştır. Hem Kur'an'a göre Allah'tan başkasını yardıma çağırmak, doğru yola girmişken geriye çevrilmek ve açık arazide şaşkına dönmektir.
De ki: Allah'ın berisinden bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanı çağıralım da Allah bizi doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevirilmiş mi olalım? Tıpkı şeytanların açık araziye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, "Bize gel." diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Bize verilmiş emir alemlerin Rabbine teslim olmamız içindir. (En'am 6/71)
MÜRİT- Müslümanlar tarih boyunca çok yenilgiler almışlardır. Bu Allah'ın onları bir imtihanıdır. Nitekim Hz. Muhammed'in ordusu da Uhud savaşında yenilmişti. Ama onun gayretleriyle daha sonra durum lehlerine çevrilmişti.
BAYINDIR- Burada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir komutan olarak büyük gayret göstermiş ve durumu lehine çevirmeyi başarmıştır. Fakat " Ben Allah'ın elçisiyim. Benim duam ve manevi desteğimle bu savaş kazanılır." dememiştir. Bütün savaşlarında, bir komutan olarak yapılabilecek her şeyi yapmıştır.
Yenilgi dedik ya, cephede yenilmek o kadar önemli değildir. Toparlanır düşmana daha büyük bir darbe vurabilirsiniz. Asıl yenilgi içten yenilgidir. İşte o zaman yapacağınız bir şey olmaz.
Müslümanlar içten yenilmişlerdir. Onlar kendi siyasi, sosyal, iktisâdî askerî düzenlerine olan güvenlerini çoktan yitirmişlerdir. Bunların yerine batılı sistemleri ikame etme çabaları hep bu güvensizliğin sonucudur. Bunu daha iyi anlamak isteyenler, müslümanların hararetle desteklediği okullarda hangi sistemin öğretildiğine baksınlar. Büyük maddi imkanlarla desteklenip Avrupa'ya ve Amerika'ya gönderilen öğrenciler, hangi sistemi öğrenmeye gidiyorlar? Kendi sistemimizi öğretmek için harcadığımız çabayı bununla kıyaslarsak korkunç bir fark ortaya çıkar. İşte bunlar Batı karşısında kafamızı dik tutmamızı engellemektedir.
MÜRİT- Sen tarikatlardan ne istiyorsun. Türkiye'de tarikatlar resmen kapalıdır.
BAYINDIR- Halka mal olmuş sosyal bir kurumu resmen kapatmak işi bitirmez. Hurafeler yok olmaz. Burada asıl iş ilim adamlarına düşer. Onlar halkı eğitmelidirler. Zihinler hurafelerden temizlenmeli ve doğru bilgilerle donatılmalıdır. İşte bu sahada yeterli çalışma yoktur. Halkımızın önemli bir bölümünün hurafelere kanmaları bundandır. Bir de bu çalışmalar sürekli olmalıdır. Küçük bir ihmal, hurafelere kapı açmak olur.
MÜRİT- Bilgisi, sosyal ve ekonomik durumu iyi olan nice insan da bunlara katılmakta ve destek olmaktadır. Bu sizin tezinizi çürütmez mi?
BAYINDIR- Bakın bu insanlar bir çok konuda bilgili olabilirler ama dinlerini iyi bilmedikleri için kandırılmaları kolay olur. Öyleyse herkese doğru din bilgisi vermek gerekir. Bu, dindar olanların hurafelere kanmalarını önler. Dinlerini yaşamak istemeyenler de hurafe ile doğru dini ayırarak hurafeye karşı çıkıyorum diye dindar insanları üzecek davranışlara girmezler.
MÜRİT- Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bunca alim yanlış da sen mi doğrusun? Senin ilmin onların ilimlerinden daha mı fazla?
BAYINDIR- İlmin fazlalığı veya noksanlığından çok o ilmi ne maksatla kullandığınız önemlidir. Eğer insanlar üzülecek veya size karşı gelecekler diye doğruları söylemezseniz ilminizin büyüklüğü verdiğiniz zararı artırmaktan başka bir işe yaramaz. Tanınmış bir alim bana şöyle dedi:
- Abdülaziz Bey, tasavvuf ve tarikat konusu ile uğraşmayı bırak. Hurafe olmazsa tasavvuf da olmaz.
Dedim ki;
- Bu hurafelerle mücadele etmek bizim temel görevimiz değil mi? Bunlar insanları şirke sokmuyor mu?
Dedi;
- Doğru; şirke sokuyor ama bunlar seni dinlemezler, ıslah olmazlar.
Dedim;
- İnsanlar ıslah olmaz diye mücadeleyi bırakan bir Allah elçisi var mı? Bizim örneğimiz onlar değil mi?
Dedi;
- Tamam ama ben senin iyiliğin için söylüyorum. Sen gençsin, istikbalin parlak, bunlar ise çok güçlüdür. Sen bunlarla başa çıkamazsın. Senin geleceğini karartırlar.
Dedim;
- Benim bunlardan beklediğim bir şey yok ki. Ben Allah'a dayanıyorum, Allah'tan güçlüsü de yoktur.
Dedi;
- Ben senin için endişe ediyorum.
Dedim;
- Asıl ben sizin için endişe ediyorum. Sizin durumunuz cumartesi yasağını çiğneyen yahudilere karşı mücadeleden kaçınanların durumuna benziyor.
Bilindiği gibi Yahudilerde cumartesi günü av yasağı vardır. Davûd (a.s.) zamanında sahil kenti olan Eyle'de Yahudiler yaşıyordu. Yılın bir ayında her taraftan oraya balıklar akın ediyor, balıkların çokluğundan neredeyse su görünmüyordu. O ayın dışında ise sadece cumartesi günleri balıklar geliyordu. Derken deniz kenarında havuzlar kazdılar ve arklar açtılar. Balıklar cumartesi günü havuzlara doldu ve pazar günü onları avladılar. Kendilerince yasağı çiğnememiş oldular. Cezalanacaklarından korka korka balıklardan yararlandılar. Zamanla evlatları babalarının yolundan gittiler. Mal mülk edindiler. Şehirden bu işi hoş karşılamayan bazı gruplar onları bundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da vazgeçmediler. Dediler ki, "Ne zamandır biz bu işi yapıyoruz, bunun için Allah'tan hiçbir ceza gelmedi." Onlara denildi ki, "Aldanmayın, belki size bir azap gelir, yok olursunuz." Bunlar bir sabah alçak maymunlar haline geldiler. Üç gün böyle yaşadılar, sonra helâk olup gittiler[54].
Bakara sûresinin 65 ve 66. âyetlerinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır.
İçinizden cumartesi günü taşkınlık edenleri elbette öğrenmişsinizdir. Onlara "Aşağılık maymunlara dönün" demiştik.
Bunu yaptık ki, hem orada olanlar ve olmayanlar için caydırıcı bir ceza, hem de sakınanlar için bir öğüt olsun.
Bir bölük insan yasağı çiğneyenlerle mücadele ederken, "Aralarından bir (başka) bölük şöyle diyordu: "Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz?" Öğüt verenlerin buna cevabı şöyle olmuştu: "Bu, Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar"
Ayetler şöyle devam ediyor:
Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve zalimleri, Allah' a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.
Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: "Aşağılık birer maymun olun" dedik." (Araf 7/165-166)
Siz de bu mücadelede bana destek olacağınıza, suçlulara ilişmememi istiyorsunuz. Onların başına gelenlerin sizin başınıza da geleceğinden emin olabilir misiniz?
Dedi;
- Bilmem kardeşim, ben senin iyiliğini düşünüyorum.
Dedim;
- Bakın, bir nefes alacak kadar ömrümün kaldığını bilsem, o bir nefesi bu gibi yanlışları düzeltmek için harcamak isterim.
Bu kitabın birinci baskısı yayınlandıktan sonra bu zat beni tebrik etti ve şöyle dedi:
"Büyük hizmet doğrusu. Böyle bir kitap yayınlamaya kimse cesaret edemez. Çok önemli bir işi başardın."
MÜRİT- Evet bu konuda haklısınız. Bazı alimler bile bile mücadeleden kaçınıyorlar. Ama eskiden gerçek ilim sahipleri vardı.
BAYINDIR- Gerçek ilim sahibi olmak yetmez. O ilmi yerli yerinde kullanmak da gerekir. Bu konuda Allah Teâlâ bize Hz. Ademi örnek veriyor.
Onun öğretmeni bizzat Allah Teâlâ idi. Çünkü o, "Adem'e bütün isimleri öğretmiş ve onları (insanın yaratılmasından hoşlanmayan) meleklere göstererek "Eğer doğruysanız bunların isimlerini bana söyleyin" demişti.
Onlar da "Sen yücesin, bizim senin öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilen de sensin hakîm olan da, demişlerdi.
Allah "Ey Adem onlara varlıkların adlarını bildir." dedi. Adem onların adlarını bildirince Allah şöyle buyurdu: "Ben size dememiş miydim ki, göklerde ve yerde görünmeyeni bilirim, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim." (Bakara 31-33)
Allah Hz. Adem'i ve eşini Cennete yerleştirmiş ve şeytanı göstererek;
"Bak Adem! Bu, senin ve eşinin gerçek düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın" demişti.
Ama şeytan ona vesvese verip: "Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? deyince[55] bu cazip teklif karşısında o her şeyi unuttu ve Adem ile Havva'dan "Her ikisi de o ağacın meyvasından yedi. Hemen ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı." (Taha 20/121)
Hiçbir alim Hz. Adem'den daha iyi şartlara sahip olamaz. Ebediyet ağacı ve çökmesi olmayan saltanat arzusu nasıl Hz. Adem'i yanlışa sokmuş ve yolunu şaşırtmışsa ünlü olma ve dünyalık arzusu da nice alimi, yanlışa sokar ve yolunu şaşırtır.
Gerçek ilim, helâl mala benzer. Helal malıyla kötülük yapanlar gibi ilmiyle halkı saptıranlar da vardır. Gerçek alim, doğru davranan, karşı koyulacağını bile bile doğruları söylemekten çekinmeyen ve yürekten davranan alimdir. Doğruları bilen çoktur ama söyleyen azdır. Yoksa bizim söylediklerimiz kimsenin bilmediği şeyler değildir.
MÜRİT- Sen müslümanların Batı karşısında kesin yenilgiye uğradığını söyledin. Bir Batılıyı müslümandan üstün göremezsin. Allah Teâlâ, "Eğer inanıyorsanız en üstün sizsiniz.[56]" buyurmuyor mu?
BAYINDIR- Batılıları müslümandan üstün gören de kim? Ben müslümanların müslümanlıktan uzaklaştığından bahsediyorum. Madem gayrimüslimlerin uydusu haline gelmişiz ve bir asırdan fazladır bu böyle devam ediyor, öyleyse bu işte bir yanlışlık var. Okuduğun âyet yanlış olamayacağına göre yanlışlık bizim müslümanlığımızda olmalıdır. İçinde bulunduğumuz durumu da Allah'ın bize verdiği bir ceza olarak kabul etmemiz gerekir.
Allah Teâlâ Kur'an'ı Kerim'de cezaya çarpılan kavimleri anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
Sana anlattıklarımız, o ülkelerin başından geçenlerdir. Onlardan ayakta duranlar da vardır, biçilip gitmiş olanlar da.
Biz onlara kötülük yapmadık, fakat onlar kendilerine kötülük yaptılar. Rabbinin buyruğu gelince, Allah'ın berisinden çağırdıkları tanrıları onlara hiç bir iş görmedi. Onların kayıplarını artırmaktan başka bir şey yapamadılar. (Hud 11/101-102)
Müslümanlar Allah'tan başkasından manevi yardım istemeye devam ederlerse kurtuluşları mümkün olmaz.
MÜRİT- Hep müşriklerle ilgili âyetleri örnek veriyorsun. Bu yaptığın doğru mu? Senin muhatapların müşrik değil ki, hepsi de müslüman.
BAYINDIR- Kur'an'ın büyük bir bölümü şirkle ilgili âyetlerle doludur. Bu konuda sadece Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme müşriklerden olmamayı tenbihleyen şu âyet üzerinde düşünseniz bize hak verirsiniz.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan çevirmesinler. Rabbine çağır, sakın ha! müşriklerden olma. Allah'la beraber başka tanrıyı çağırma. O'ndan başka tanrı yoktur. Her şey yok olacak yalnız onun zatı kalacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz. (Kasas 28/87-88)
Bu tenbih bizzat Hz. Muhammed'e yapıldığına göre bize hak vermeniz gerekir. Her müslümanın bu konuda birbirini daima uyarması gerekir.
Müslümanlar bugün layık oldukları konumda değillerse bunun ciddi sebepleri vardır. Çünkü Allah Teâlâ hiç bir topluluğu boşuna helak etmez. Şu âyetler her şeyi ortaya koyuyor :
"Sizden önceki devirlerde yaşayanlardan birikimi olanlar, ortalıktaki kokuşmuşluğa karşı çıkmalı değiller miydi? Kendilerini kurtardığımız pek azı bunu yapmıştır. O zalimler, kendilerine verilen refahın peşine takıldılar da suçlu kimseler oldular.
Yoksa senin Rabbin, halkı iyi duruma gelmişken, o ülkeleri şirk [57] yüzünden helak edecek değildi ya?" (Hud 11/116-117)
10-ŞEHİTLERİN SAVAŞMASI
MÜRİT- Peki savaşlara katılan şehit ruhları için ne diyeceksin? Bunu düşmanlar bile kabul ediyor. Şehitler ölmediğine göre bu olamaz mı? Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler." (Bakara 2/154)
BAYINDIR- Ayetin sonunu da okuyun lütfen. Şehitlere büyük ikramı olan Allah Teâlâ buyuruyor ki, "..onlar diridirler ama siz bunu anlayamazsınız." Allah'ın "anlayamazsınız." dediği bir konuda akıl yürütmek, her şeyi bilen Allah'a karşı bilgiçlik taslamak olmaz mı?
Allah Teâlâ müslüman orduları şehitlerle değil, meleklerle destekler. Bedir savaşında bu olmuştur:
"Doğrusu siz Bedir'de düşkün bir durumda iken Allah size yardım etmişti. Allah'tan sakının ki şükredebilesiniz.
O gün sen müminlere şunu diyordun: Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?"
Evet, yeter. Eğer sabreder ve sakınırsanız onlar da hemen üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle yardım eder.
Allah bunu size, sırf bir müjde olsun ve böylece kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Yoksa zafer, ancak güçlü ve Hakim olan Allah katından olur." (Al-i İmrân3/123-126)
"O gün Rabbin meleklere şunu vahyediyordu: "Ben sizinleyim, haydi inananlara destek olun; ben inkar edenlerin kalplerine korku salacağım. Haydi vurun boyunların üstüne! Vurun onların her parmağına." (Enfal 8/12)
Bedir savaşına katılanlardandan Ebû Davud el-Mâzinî diyor ki, Bedir'de müşrik erkeklerden birini vurmak için peşine düşmüştüm. Daha kılıcım boynuna inmeden başı yere düştü. Anladım ki, onu bir başkası öldürdü[58].
Bedir savaşında Ebu Cehil, Abdullah b. Mes'ûd'a şöyle demişti: "Bana öldürücü darbeyi sen mi vurdun yani? Bana bu darbeyi vuran, bütün gayretime rağmen mızrağımın ucu, atının tırnağına yetişmeyen kişidir[59]."
Kurtubî, yukarıdaki âyetle ilgili olarak şunu söylüyor: Düşman karşısında direnen ve Allah rızasını gözeten her ordunun yanına melekler gönderilir ve onlarla birlikte savaşırlar[60].
MÜRİT- Şehitler ölmediğine göre savaşlara niye katılmasınlar ki? Onların hayatını tam olarak anlayamazsak bir bölümünüde mi anlayamayız?
BAYINDIR- Böyle bir konuda konuşmak için ya Kur'an'a ya da sahih hadislere dayanmak gerekir. Geçmiş peygamberlerin veya eskiden şehit olmuş müminlerin ruhlarının Hz. Muhammed ile veya ashabıyla birlikte savaşa katıldıklarına dair tek bir delil yoktur.
Şehitlerle ilgili olarak şöyle buyuruluyor: ".. onlar Rableri katında rızıklanmaktadırlar.
Allah kendilerine bol bol verdiği için sevinçlidirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmamış olanlar hakkında korkulacak bir şey olmadığı ve onlar üzülmeyeceği için de mutludurlar.
Allah'ın nimetinden, onlara vereceği ikramiyeden, ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmiyeceğinden ötürü de mutludurlar." (Al-i İmran 3/169-171)
İkramı bol olan Allah, kendi yolunda ölenleri diğer ölülerden ayırıp özel olarak ağırlıyor. Bunların savaşa gönderildiğini kabul etmek için delil gerekir. Böyle bir delil olmadığına göre şehitlerin savaşlara katıldığını kabul edemeyiz. Çünkü âyetlere göre savaşa katılanlar meleklerdir.
11- GAİB ERENLERİ
(rical'ül-gayb)
MÜRİT- Sen şimdi üçler, yediler, kırklar, kutuplar ve gavsları da mı kabul etmiyorsun?
Sen bilmez misin, velîlerin üstün vasıflı olanlarına “evtâd” (direkler) denir. Onların üstünde “revâsî” (dağlar) vardır. Bir felaket zamanında kullar evtâd'a yönelir, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsî’yi kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” denir. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr da hakikatine mazhardır. Kutup ölünce onun yerini imam-ı yesâr alır. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Kutup en büyük velîdir. Bütün erenlerin başı, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir.
Gavs: Darda kalındığında sığınılan ve istimdâd edilen yani yardım istenilen kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs, istimdad edene yardım elini uzatır. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı a’zam” lakabıyla ünlüdür.
Ancak bütün bu sığınma ve istimdâdlar, zahirde gavsa ise de hakikatte Allah’adır. Çünkü alemde yegane mutasarrıf Allah Teâlâ’dır. Ondan başka fail-i mutlak yoktur. “Gavs” olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharıdırlar.
Bunlardan başka, sayıları bir rivayette sekiz, diğer bir rivayette kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on, ya da üçyüz olan “nukabâ” denilen ve insanların iç dünyalarından haberdar olan şahsiyetler vardır.
Genel olarak ricâlü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu Hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine sırayla kendisinden sonraki yükseltilir[61].
BAYINDIR- Bu konuda bir dayanağınız var mı? Bunları neye dayandırıyorsunuz?
Bir de "Kutup en büyük velidir, bütün erenlerin başıdır ve Allah'ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir" diyorsunuz. Bu tanımınız Mekke müşriklerinin Kabe'yi tavaf ederken, "Emret Allah'ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetkilerinin de sahibi sensin[62]." demeleri gibi olmuyor mu?
MÜRİT- Allah dünyanın cismânî düzenini sağlamak için bazı insanların bir takım görevler üstlenmesini murâd ettiği gibi, alemdeki manevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için de sevdiği bazı kullarını görevlendirmiştir. Bunlar büyük peygamberlerin yerine, onlardan bedel[63] kişilerdir. “Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı” kimseler olarak değerlendirilmiştir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ettiklerine inanılır[64].
BAYINDIR- Bunlar, “Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı” kimselerdir diyorsunuz. Ama ifade tarzınızdan buna pek inanamadığınız anlaşılıyor.
Musahhar kılma, belli bir hedefe doğru zorla sürükleme[65] demektir. Türkçe karşılığı boyun eğdirmektir.
Bütün varlıklara hâkim olan Allah şöyle buyuruyor:
"Denizi size musahhar kılan Allah'tır. İçinde gemilerin, buyruğuyla akıp gitmesi ve onun bol vergisinden payınızı aramanız için. Belki şükredersiniz..
"Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa onların hepsini size o musahhar kılmıştır. İşte bunda düşünenler takımı için esaslı dersler vardır." (Câsiye 45/12-13)
Allah'ın musahhar kılması ile denizde, göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yararlanırız. Bu, devletin bir köprü yaptırıp vatandaşın emrine sunmasına benzer.
Ayetlerde belirtilen şeyler bütün insanlara musahhar kılınmıştır. Bunlara karşılık Allah'ın bizden istediği ona şükretmektir. Bugün bu nimetlerden gayrimüslimler daha çok yararlanmaktadırlar.
Siz musahhar kılma işini kimi şahıslara tanınmış bir üstünlük sayıyorsunuz. Bu, tıpkı önlerinden geçen ana yol üzerine köprü yapılan köy halkının durumuna benzer. Açılışa gelen yetkili; "Bu köprüyü yapıp sizin emrinize sunduk." dediği için, "Madem bu köprü emrimize verilmiştir, öyleyse onu kullandırma yetkisi köyün ağasınındır. Ağa köprüden geçişleri bir düzene bağlamalı, bizim yaylamıza tecavüz eden komşu köyün halkını buradan geçirmemelidir." diye karar alıp uygulamaya geçmesine benzer. Bu karar kabul edilemez. Çünkü o köprü yalnız o köyün değil, o yoldan geçen herkesin hizmetine sunulmuş, herkese musahhar kılınmıştır.
MÜRİT- Üçler, yediler, kırklar, kutuplar ve gavslar sıradan insanlar değil ki. büyük peygamberlerin yerine, onlardan bedel kişilerdir.
BAYINDIR- Madem öyle, hangi peygambere "alemdeki manevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini ve kötülüklerin giderilmesi" görevi verilmiştir?
İnsanlara sınırlı yetki veren Allah, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme şöyle emrediyor:
" De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından hiçkimse kurtaramaz. Ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
"Alemdeki manevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini ve kötülüklerin giderilmesi" yalnız ve yalnız Allah'ın elindedir. Bu konuda birilerini yetkili saymak şirk olur.
Eğer Hz. Muhammed'in gücü yetseydi kâfirleri imana zorlamak için her şeyi yapardı. Yüce Rabbımız bu konuda şöyle buyuruyor:
"Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince yeri delmeye veya göğe merdiven dayamağa gücün yetseydi onlara bir mucize getirirdin. Eğer Allah dileseydi onları doğru yolda toplayıverirdi. Sakın ha, cahillerden olma." (En'am 6/35)
Mucize göstermek elçinin elinde değildir. Allah ne zaman isterse mucizeyi o zaman yaratır.
"And olsun ki, senden önce bir çok elçi gönderdik; onların kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş gerçekten biter. İşte o zaman, boşa uğraşanlar hüsranda kalırlar. " (Mümin 40/78)
12-YÜCE VE SÜFLİ RUHLAR
Yaşayan insanı kutsallaştırmak zordur ama iyi bir ad bırakarak ölmüş olan kolayca kutsallaştırılabilir. İşte yüce ruhlar derken kastedilen bu gibi kişilerin ruhlarıdır. Bunlara âlî ve temiz ruhlar da denir. Kötülerin ruhları ise süflî ruhlardır. Bunlara habis ve şerîr ruhlar da denir. Şeytanlar bu kapsama sokulur.
MÜRİT- Bir hocamız bu konuda şöyle diyor:
"Âli ve temiz ruhlar insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken hâbis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerarelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar[66].
BAYINDIR- Çok ağır bir iddia, hayır ve şer Allah'ın elindedir. Ama "Âli ve temiz ruhların insanlar için koruyuculuk vazifesi yaptığını, hâbis ve şerîr ruhların da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen herşeyi yaptığını" söylemek, hayırı yüce ruhlardan, şerri de süflî ruhlardan beklemek olur.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sana ne iyilik gelse Allah'tan gelir. Sana ne kötülük gelse kendinden gelir. Seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter." (Nisa 4/79)
"De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (Araf 7/188)
Allah, göklerin ve yerin hakimdir. Onları koruma yetkisini kimseye vermemiştir. Her namazın sonunda okuduğumuz âyet'el-kürsîde şöyle buyuruluyor:"Onun hakimiyet alanı gökleri de kaplar yeri de. Her ikisini de korumak kendine ağır gelmez. O yücedir, uludur." (Bakara 2/255)
"De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir veliye ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamdolsun." O'nu büyükledikçe büyükle." (İsra 17/111)
Demek ki, Allah'ın bir veliye ihtiyacı yokmuş.
Hayırları bir grup ruhaniden, şerleri de bir başka grup ruhaniden beklemek, hayır tanrıları ve şer tanrıları uyduranlara benzemek olur.
Şimdi Allah'ın elçileri ile ilgili âyetlere bakıp hocanızın sözü üzerinde biraz zihin yoralım.
13- KUR'AN'DA ELÇİLER
Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme şöyle buyuruyor:
Seni insanlara resul olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter." (Nisa 4/79)
Arapça'da bir sözü ve elçiliği yüklenen kişiye resul denir[67]. Bir fıkıh terimi olarak resul, işe kendini karıştırmadan birinin sözünü bir başkasına ulaştırmakla görevli kişidir[68]. Dini terim olarak da Allah'ın hükümlerini halka ulaştırmak üzere görevlendirdiği insana resul denir[69]. Bunun Türkçe karşılığı elçidir.
a- Görevleri
Allah Teâlâ elçilerinin görevini üç şekilde belirlemiştir:
1) Emri yerine ulaştırma (tebliğ): Rabbımız şöyle buyuruyor: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)
"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun" (Maide 5/67)
2) Emri açıklama (beyân):
Ayette şöyle buyuruluyor:
"Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkının diliyle gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın." (İbrahim 14/4)
"Biz Kitabı sana, başka değil, sadece ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve bir de inanan kimselere yol gösterici ve rahmet olsun diye indirdik." (Nahl 16/64)
3) Müjdeleme ve uyarma:
Bu konuda şöyle buyuruluyor:
"Biz elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur, ve onlar üzülmeyeceklerdir." (En'am 6/48)
"Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir." (Sebe 34/28)
b- Elçinin yetkisiz olduğu durumlar:
1) Elçinin koruma görevi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Eğer yüz çevireceklerse çevirsinler, biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir." (Şura 42/48)
2) Elçinin vekillik görevi yoktur. Ne halka karşı Allah'ın vekilliğini, ne de Allah'a karşı halkın vekilliğini yapar.
Vekilimiz Allah şöyle buyuruyor:
"Allah dileseydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin." (En'am 6/107)
"Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır." (Hud 11/12)
3) Elçi kimseyi yola getiremez. Bizi yoluna kabul eden Rabbımız şöyle buyuruyor:
"Sen, sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola getirir. Doğru yola girecekleri en iyi o bilir." (Kasas 28/56)
Elçi sadece doğru yolu gösterir: Hz. Muhammed'e çok değer veren Allah şöyle buyuruyor:
"Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu gösterirsin." (Şura 42/52)
4) Elçi baskı yapmaya yetkili değildir. İnsanlara tam bir inanç hürriyeti tanıyan Allah şöyle buyuruyor:
"Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin." (Ğaşiye 88/21-22)
5) Elçi kalpten geçenleri bilmez. Şu âyetler onu gösteriyor.
"Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz; sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe 9/101)
"Münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar dayalı odunlara benzerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin, nasıl döndürülüyorlar." (Münafikûn 63/4)
6) Elçi gaybı bilmez, o sadece Allah'ın kendine vahyettiği şeyleri bilir.
"De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, "İşte ben bir meleğim." de demiyorum. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam." De ki: "Görenle görmeyen bir olur mu? Hiç zihninizi yormaz mısınız?" (En'am 6/50)
"De ki: "Eğer gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapmak isterdim ve bana kötülük de gelmezdi. Ben, inanan kesim için bir uyarıcı ve bir müjdeciden başka bir şey değilim." (Araf 7/188)
Peygamberler bu durumda ise ya veliler ne durumda olur?
14- GAYBI BİLME
Toplam yıldız sayısının ne olduğu gibi Allah'tan başkasının bilemeyeceği şeylere gayb-ı mutlak denir.
Bir başka kişinin bildiği şey gayb-ı mutlak olmaz. Mesela içinizden ne geçtiğini ben bilmem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur, size göre olmaz.
Şeyhler gaybı bildiklerini iddia ederler. Hatta daha ileri giderek kıyametin ne zaman kopacağını, yarın ne olacağını ve nerede öleceğini bildiğini söyleyenler bile vardır. Şimdi bu konuda Kur'an'ın nasıl hiçe sayıldığına bir örnek verelim:
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Kıyamet saatinin bilgisi kuşkusuz Allah'ın kendisindedir. Yağmuru o indirir, dölyataklarındakini o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır." (Lokman 31/34)
Konuyla ilgili olarak Ahmed b. el-Mübârek şeyhi Abdülaziz ed-Debbağ'a soruyor:
"-Efendim zahir alimlerinden hadisçiler ve başkaları Kur'an'da Lokman suresinde geçen gaybla ilgili beş şeyi Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bilip bilemediği konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Şöyle cevap veriyor:
- Gaybla ilgili bu beş şey nasıl Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize meçhul kalır? Onun ümmetinden tasarrufa yetkili[71] birinin tasarrufta bulunabilmesi için mutlaka bu beş şeyi bilmesi gerekir[72]."
Demek ki, bunlar yarın ne olacağını, nerede öleceklerini ve kıyametin ne zaman kopacağını biliyorlar. O zaman yukarıdaki ayeti, haşa hükümsüz sayıyorlar. Şimdi bir de şu ayetlere bakalım:
"Sana, kıyametten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye. De ki; onun bilgisi yalnız Rabbimin kendisindedir. Onu vaktinde ortaya çıkaracak olan da ondan başkası değildir. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramıyacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. Sanki haberin varmış gibi tutup sana soruyorlar, de ki: "Onun bilgisi sadece Allah'ın kendisindedir, ama insanların çoğu bunu bilmezler." (Araf 7/187)
"Sana, kıyametten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye.
Sen nerede, onu bilmek nerede?
Onun bilgisi Rabbine aittir.
Sen sadece ondan korkanı uyaran kişisin." (Naziat 79/42-45)
Abdülaziz ed-Debbâğ gibi Kur'an'ı hiçe sayan ve kendini Kur'an'ın üstünde gören burnu büyüklerin sözlerini buraya almak istemezdim ama ne yazık ki müslümanların inançları bu gibi sözlerle hala kirletilmektedir.
Öğrenci iken Hasan Basri ÇANTAY'ın hazırladığı "Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm" adlı Kur'an mealini çok okurdum. O meâlde Abdülaziz ed-Debbâğ'a kutsallık verilmekte onun sözlerini içeren el-İbrîz adlı kitaptan alıntı yapılarak bazı ayetler açıklanmaktadır. Bu sebeple el-İbrîz, çok merak ettiğim ve okumak istediğim kitaplar arasına girmişti.
Kitabı, kendisine saygı duyduğum Celal YILDIRIM'ın yaptığı tercümeden okudum. Celal YILDIRIM da önsözünde el-İbrîz'i kutsallaştırmaktadır. Ona göre, ".. aynı konudaki diğer eserler arasında el-İbrîz, katıksız ve karışıksız altın niteliğindedir. Çünkü Abdülaziz ed-Debbâğ, kemâl derecesinde büyük bir velidir. İlim adamlarını şaşırtan, akıllara durgunluk veren, tasavvuf erbabını hayrete düşüren ledünnî[73] bir ilme ve irfana sahiptir. O, bu kitapta Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yüce ruhuyla yaptığı görüşmeleri, Misal ve Melekût alemindeki gözlemlerini perde perde sergilemektedir...[74]"
Misal alemi, rüyalar alemi anlamına gelir. Melekût alemi ise meleklerin ve ruhların bulunduğu ve duyularla algılanabilen bütün varlık türlerinin ötesinde olan alem anlamına gelir. Her ikisine birden gayb alemi denebilir. Bu, Platon'un ideler alemi anlayışının tasavvufa yansımasıdır. Bir kişinin misal ve melekut aleminde gözlemlerde bulunması ile Allah'ın elçisinin ruhuyla konuştuğu iddiası kabul edilemez. Rüya görme olayı bunun dışındadır. Doğru rüyayı herkes görebilir.
el-İbrîz, Kur'an-ı Kerim'e taban tabana zıt iddialarla doludur. Bu iddiaları bir kısım felsefi izahlara sığınarak ve sır perdeleri arkasına saklanarak doğru gösterme çabası kime ne kazandırır? Bu çabayı Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmiş kişilerin göstermesi ne kötüdür.
Şimdi siz varın, Kitabı okuduğumda ne hale geldiğimi düşünün. Okumayı çok istediğim kitabın, Kur'an'a açıkca aykırı sözleri bir marifet saymasına mı yanayım, yoksa Kur'an-ı Kerim'i tefsir eden kişilerin, Kur'an'ı gözardı eden çirkin sözlerle dolu bir kitabı kutsallaştırmasına mı?
Müslümanlar bugünki hale durup dururken gelmediler elbet.
Şimdi gaybla ilgili görüşmeye geçelim.
ŞEYH EFENDİ- Evliyaullahın insanın kalbinden geçeni bilmesi haktır ve vakidir; buna keşfi-i zamâir, keşf ma fil-kulûb" derler. Bir çok tasavvuf kitabında, evliya terceme-i halinde misalleri bol bol vardır. Batılı âlimler dahi buna benzer olağanüstü olayları bilimsel olarak tespit etmişlerdir.
"İçini okumak", "telepati", "malum olmak" gibi isimlerle halkımız da bilir. Bendeniz hocamdan bunun pekçok misalini gördüm, yaşadım.
Bize Sure-i En'am'ın 50. âyetini delil getirmeye kalkışıyorsun. Sen hem de fetva komisyonunda vazifelisin[75]. Hayret ettim, hem acıdım, hem de ayıpladım doğrusu! İslâmî ilimler artık bu kadar da geriledi mi diye teessüf ettim.
Bu şeriate aykırı değildir. Meşhur Kurb-ı nevâfil hadisinde Yüce Peygamberimiz Allahu Tealânın " ... O abid ve zahid kulumu sevdiğim zaman onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum; benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür" buyurduğunu bildiriyor ya işte o haldir![76]
BAYINDIR- İslâmî ilimler bu kadar da geriledi mi diye teessüf ediyorsunuz ya, işte onda haklısınız. İslâmî ilimlerin kaybolup yerine hurafelerin geçtiğini bana siz öğretmiş oldunuz.
Rahmetli Mehmed Zahid KOTKU, Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabında, bir kimseyi kâfir eden sözleri ve halleri belirtirken şunları yazıyor:
"Gaybı biliyorum" iddiasında bulunanı tasdik eyleyen.
Ben çalınan malları bilirim, diyen.
Bana cinler haber verir diyen ve onun bu sözünü tasdik eyleyenler (kâfir olurlar). Zira gaybı ne ins (insan) bilir, ne cin bilir. Bilâkis yalnız Cenab-ı Hakk bilir"[77].
Şimdi siz varın "Evliyaullahın insanın kalbinden geçeni bilmesi haktır ve vakidir." diyen kişinin yerini tayin edin. Sizin derhal tevbe etmeniz gerekir[78].
Keşif konusu aşağıda gelecektir.
ŞEYH EFENDİ- Sen gayb kelimesinin anlamını ve gaybın çeşitlerini bilmeden konuşuyorsun. Mutlak gaybı ancak Allah celle celalühu Hazretleri bilir, bildirmezse peygamberler de, evliyaullah da bilemez; ama Rabb'ül-âlemîn bildirirse herşey bilinir söylenir. Bir kimsenin kalbindeki, zihnindeki, niyetinde, içinde sakladığı şey "gayb-ı mutlak" değildir, bilinebilir, adetâ okunabilir[79].
BAYINDIR- Allah'tan başkasının bilemeyeceği şeyler gayb-ı mutlaktır. Bir şeyi Allah'ın dışında bir başkası da biliyorsa o gayb-ı mutlak olmaz. Mesela karşımdakinin içini ben bilmem ama kendisi bilir.
Münafıkların kalplerinde olanlar gayb-ı mutlak değildir. Çünkü onlar kendi içlerini iyi bilirler. Ama âyet-i kerime Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onların kalplerinde olanı bilmediğini açıkca ifade ediyor. Şöyle buyuruluyor:
"Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz." (Tevbe 9/101)
ŞEYH EFENDİ- Bir konuda araştırma yapılırken konu ile ilgili bütün detaylar toplanmazsa doğru sonuca ve hakikate ulaşılamaz. Bir âyet-i kerimeyi delil olarak ileri sürüp o konudaki başka âyetleri nazar-ı dikkate almamak nâkıslıktır, kusurdur, suçtur, manevi bakımdan da büyük tehlikedir. Evet En'am Suresi'nin 50. âyet-i kerimesinde:
"De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, "İşte ben bir meleğim." de demiyorum. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam..." buyuruluyor ama;
Yusuf Suresinin 96. âyetinde Hz. Yakub aleyhisselam'ın;
"... ve ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (bana bildirildiği için) biliyorum." dediği anlatılıyor[80].
BAYINDIR- Kendi sözlerinizi kendiniz çürütüyorsunuz. "Bir kimsenin kalbinde, zihninde, niyetinde, içinde sakladığı şey bilinebilir, adetâ okunabilir", ise Yakub aleyhisselam Hz. Yusuf'u kuyuya atmaya karar verdikten sonra[81] götürmek için izin isteyen oğullarına onu neden teslim etti?
Hadi o zaman gafletine geldi diyelim. Peki ya Yusuf'u kuyuya attıktan sonra ağlayarak yanına gelen oğullarının kalplerinde olanı okuyup da burnunun dibindeki oğlunu neden kurtaramadı?
Biraz düşünseniz Yusuf Suresi'nin 96. âyetinin de size delil olmadığını anlarsınız.
Sure'nin başında Hz. Yusuf, gördüğü bir rüyayı babası Hz. Yakub'a anlatıyor. O da onun Allah'ın elçisi olacağını anlıyor. Elçilik henüz gerçekleşmediği için onun bir gün ortaya çıkacağına inanıyordu. Ayetler şöyledir:
Yusuf babasına: "Babacığım! Rüyamda on bir yıldızı, güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm" demişti.
Babası dedi ki; "Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır".
"Rabbin seni rüyandaki gibi (elçi) seçecek, sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak'a nimetlerini tamamladığı gibi, sana ve Yakup soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu Rabbin bilir, hakimdir." (Yusuf 12/4-6)
Rüyadaki 11 yıldız Hz. Yusuf'un 11 kardeşi, güneş ve ay da anne-babası olarak yorumlanmıştı[82]. Gün gelecek, bunlar onun karşısında saygıyla eğileceklerdi. Hz. Yakub rüyanın gerçekleşmesini bekliyordu.
"Müjdeci gelip, gömleği Yakup'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakup "Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?" dedi." (Yusuf 12/96)
Gaybı bilmeye delil getirdiğiniz âyet işte bu durumu ortaya koyuyor.
Sizin sözleriniz müritleri iyice şaşırtıyor[83]. Mesela Medine-i Münevvere’de hacılarla sohbet ederken gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğinden bahsettim. Müridelerinizden bir hanım dedi ki, “ Siz öyle söylüyorsunuz ama ben biliyorum ki, benim Şeyhim gece yatakta kaç kere sağa sola döndüğümü bile bilir.”
ŞEYH EFENDİ - (Birden ileri atılarak) Allah bildirirse bilemez mi? Allah’ın buna gücü yetmez mi?
BAYINDIR - Allah'ın gücünün yetmediği ne var ki? Ama Allah’ın gücüyle delil getirilmez. Allah dilerse Hz. Muhammedi Cehenneme, Şeytanı da Cennete koyamaz mı? Onun buna gücü yetmez mi?
ŞEYH EFENDİ - Elbette yeter.
BAYINDIR - Ama bunu yapmayacak. Çünkü bize, Şeytanı Cehenneme koyacağını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi de Cennette Makâm-ı Mahmud denen en üst makama getireceğini bildirmiştir[84].
Bütün gaybı bilen Rabbımız şöyle buyuruyor: "Allah size gaybı bildirecek değildir." (Al-i İmran 3/179) O böyle dedikten sonra artık kim bunun aksini iddia edebilir?
ŞEYH EFENDİ - Ama Allah Teâlâ bir de şöyle buyuruyor: “O bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz. Ancak dilediği elçi bunun dışındadır.” (Cin 72/26-27)
Evliya Allah'ın Elçisinin varisi olduğu için Allah'ın Elçisine açıklanan onlara da açıklanır.
BAYINDIR - O âyetler, Allah'ın elçilerine vahyin geliş şekliyle ilgilidir. Doğru anlaşılması için âyetlerin tamamının okunması gerekir.
“Allah bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz.
Dilediği elçi bunun dışındadır. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker.
Böylece o (elçi) bilsin ki, onlar Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırmış, (kendisi de) onların yanında olanı kavramış ve her şeyi bir bir saymıştır. “ (Cin 72/26-28)
Allah'ın elçisine şeytan da gelebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîmdir.” (Hacc 22/52)
Bazı tefsir kitaplarında En'am Suresi'nin inişi ile ilgili olarak Enes b. Malik'ten gelen şöyle bir rivayetten bahsedilir: "Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: Kur'an'dan En'am Suresinin dışında bir sure bana toptan inmedi. Şeytanlar bu sure için toplandıkları kadar hiç bir sure için toplanmamışlardı. Bu sure bana, Cebrail ile beraberinde ellibin melek olduğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler[85]."
Elçinin, kendine gelenin melek olduğuna ve söylediği söze şeytan vesvesesi karışmadığına güvenmesi gerekir. Cenab-ı Hakkın vahiy esnasında elçinin etrafına melekler dizmesi bundandır.
Vahyin gelişi ile ilgili bir âyeti alıp gaybın bilinebileceğine delil getirmeye imkan var mıdır?
Vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamlarına gelir. Allah insanlar arasından kendi elçilerini seçer ve emirlerini onların aracılığı ile insanlara duyurur. Elçilere Allah'ın emirlerini Cebrâil aleyhisselam getirir. Meleğin gelişini elçiden başkası görmez, konuşmasını da ondan başkası duymaz. Cebrail'in konuşması insanlardan gizli olduğu için adına vahiy denir.
Vahiy ilham anlamına da gelir. Çünkü ilham, Allah'ın insanın içine doğurduğu şeye denir. O da vahiy gibi gizlidir.
Kur'an-ı Kerim'de vahiy kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır. Ancak vahiy denince hemen anlaşılan, Allah'ın emirlerinin elçilerine ulaşmasıdır. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile elçilik sona erdiğinden artık vahiy kapısı kapanmıştır.
Elçilik, Allah'ın emirlerini insanlara ulaştırma görevi olduğu için Hz. Muhammed'e gelen vahiy müslümanları bağlar. Ama ilham kişiseldir, kimseyi bağlamaz. Müslüman kâfir herkes ilham alabilir. Bu konu ileride gelecektir.
ŞEYH EFENDİ - Allah bazı şeyleri şeyhlere vahyeder. Allah Teâlâ Hz. Musa’nın annesine vahyetmedi mi? Ayet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa’nın annesine onu emzir diye vahyettik...” (Kasas 28/7)
MÜRİT- Allah arıya bile vahyetmiştir, şeyhlere niye etmesin. O, şöyle buyuruyor:
"Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin;
sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü" (Nahl 16/68-69)
BAYINDIR - O âyetlerde geçen vahiy kelimeleri ilham anlamınadır. Yani Allah'ın onların içine böyle bir duygu verdiğini bildiriyor.
Bu tavrınızla siz çok tehlikeli bir işe girdiniz. Gaybı bilemeyeceğinizi bir türlü hazmedemediğiniz için, Allah’ın gaybını bildirdiği elçilerin yerine geçmeye çalışıyorsunuz.
* -Bu kısımdaki görüşler Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede dile getirilmiştir..
[1]- Vesile konusu ileride gelecektir.
[2]- İmam Rabbânî, Mektûbât,36. mektup. Arapça nüsha, c. I, s.50.
[3]- Mütevâtir hadis, yalan söylemek için bir araya gelmeleri düşünülemeyecek topluluklar zinciri ile bize ulaşan hadistir. Böyle bir sözü Peygamberimizin söylemiş olduğunda kuşku olmaz..
*- Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[4]- Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhu'l-Furkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, 82.
[5]- İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf'ul-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.
[6]- İbn-i Kemal, Paşa, el-Erbeûn, v. 360. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 1694.
İbn-i Kemal, Yavuz Sultan Selim'in meşhur Şeyhülislamı'dır. 1469'da Tokat'ta doğmuş, l534'te İstanbul'da ölmüştür. Peygamberimizle arasında 900 seneden fazla bir fark varken hiç bir kaynak göstermeden ve anlamı da Kur'an'a taban tabana zıt olan bir sözü hadis olarak önümüze sürmesi kabul edilemez. İbn-i Kemal bu eserinde , kaynak gösterme yerine, bu sözün hadis olduğunu ispat için hiç bir dini dayanağı olmayan felsefi izahlara girmiştir.
[7]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 67.
[8]- Bu konu, "Olağandışı Yollarla Yardım" bölümünde incelenmiştir.
[9]- Ayette geçmektedir. kelimesi 'in zıddıdır, en üst mertebeden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur. Bazıları bunun kelimesinin maklubu olduğunu, yani son iki harfinin yer değiştirmesi ile oluştuğunu söylemiştir.
Kelime = başka manasına da gelir. Akreb manasına olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına denir.
Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca denir. (Firuzabâdî, Kamus Tercümesi, Mütercim Asım. Bahriye Matbaası l305.)
Türkçemizde buna, beri kelimesi karşılık olabilir
Beri (veya berû), bu tarafta, yakında ve daha yakın anlamlarına gelir. (Şemseddin Sami, Kamus-i Türkî, İst.1319 tarihli nüshadan ofset)
Buna göre ayette geçen Allah'ın dunundan ifadesi Allah'ın en yakınından yani berisinden demek olur. Zaten Allah'tan başka velilere tutunanlar hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır.
[10]- Hasan Basri ÇANTAY, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul 1974.
[11]- Tirmizî, Dua 1, 3372 nolu hadis.
[12]- Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.
[13]- Bir Bayram Sohbeti, Altınoluk Mecmuası, Şubat l997, s. 13.
[14]- Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Davud Vesâyâ 14; Neseî, Vesâyâ 8.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[15]- Tirmizî, Deevât, ll9. Hadis no 3578. Tirmiz hadisin sonuna şu notu düşmüştür: "Bu hasen, sahih, garib bir hadistir. Hadisi sadece bu vecihten biliyoruz, Hatmî'li Ebu Cafer hadisinden.
İbn Mace, İkâmet'us-salat (hacet namazı), l89, no 1385; Ahmed b. Hanbel, c.IV s.l38.
[16]- Evliyaullah, Allah'ın veli kulları, meşâyih-i izâm da büyük şeyhler anlamına gelir.
[17]- İstimdâd ve istiâne yardım isteme anlamına gelir. Demek ki bunlar veli bildikleri ölülerin ruhlarından yardım istiyor, onları Allah ile kendi aralarında vesıta sayıyorlar. Bunların kim olduğu, Ruhu'l-Furkan, C.II, s.86'da daha açık bir şekilde geçmektedir.
[18]- Sâlik, tarikata girmiş kimsedir.
[19]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63.
[20]- Asr-ı saadet, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin elçilik görevini yürüttüğü döneme denir.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[21]- Bu şiir, Said-i Nursî'nin "Sikke-i Tasdîk-i Gaybî adlı kitabında geçmektedir. Bkz. Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1995, c.II, s. 2083.
[22]- Ali b. Muhammed b. Ebî'l-izz ed-Dimaşkî, (öl. 792h./1390m.) Şerh'ül-akîdet'it-Tahâviyye, Beyrut, 1408/1988, c.I, s.295-297.
[23]- Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[24]- Safiyy'ur-Rahmân el-Mebar Kefûrî, er-Rahik'ul-mahtûm, Beyrut 1408/1988, s. 255-256.
[25]- Buhârî, Meğâzî, 23.
[26]- Buhârî, Meğâzî, 83.
[27]- Buharî, Ahkâm, 51.
[28]- Müslim, Hac, bab 19, Hadisi no 147-(1218).
[29]- Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[30]- Ayette kelimesi geçmektedir. 9 numaralı dipnotta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu açıklanmıştı.
[31]-Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[32]- Müslim, Hacc, 22. Hadis no 1185.
[33]- kelimesi = önce manasına da gelir. Bu kelime ile ilgili olarak 9 numaralı dipnota bakılabilir.
[34]- Trans Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelimedir. Anlamı şudur: Kendinden geçme, uyaranlara karşı duyarlığın yok olduğu ve çevrede olup bitenlerin algılanmadığı bir tür uyku durumu.
[35]-Küçük Dünyam-2, Zaman Gazetesi 28 Kasım l996.
[36]- Said Nursî, Mektubat, 1. Mektup, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul 1994, c.I, s. 347.
[37]- Kehf suresi 18/25
[38]- Bu ayet, bir önceki ayetin başındaki "Görmedin mi?" ifadesi üzerine atfedildiği için o meale "Şuna da bakmaz mısın?" ilavesini yaptık.
[39]- Müslim, Cennet, 19, Hadis no 83-(2878).
[40]- Telbiye, hac veya umre için ihrama giren kişilerin okuduğu şu zikirdir: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne'l-hamde v'en-nimete leke v'el-mülk, lâ şeîke leke.
[41]- Buhârî, Cenâiz, 20.
[42]- İhram, hac veya umreye niyet edip telbiye getirdikten sonra bu ibadetlerle ilgili yasakların başlaması anlamına gelir. Erkeklerin ihram süresince başlarını örtmeleri yasaktır.
[43]- Ruhu'l-Furkan Tefsiri, c. II, s. 82.
[44]- Fethi OKYAR, Üç Devirde Bir adam, İstanbul 1980, s.101-103.
[45]- Bu konu ile ilgili geniş bilgi, "Olağan Dışı Yollarla Yardım" başlığı altında verilmiştir.
[46]- Ayette geçmektedir.Bu, 'nin zıddıdır, en üst mertebeden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur. (9 nolu dipnot.a bakınız.)
[47]- 22 Zilhicce, 1332 tarihli Beyannâme-i Hümâyûn, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 436.
[48]- Başkumandan padişah olduğu için Enver Paşa padişahtan sonra en yetkili askerdir.
[49]-Başkumandanlık Vekaletinin Beyannamesi, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 436 ve 437.
[50]- 4 Muharrem 1333 (23 Kasım 1914) tarihli Beyannâme, Cerîde-i İlmiyye, Muharrem 1333 tarihli nusha, Sayı 7, s. 456 ve 457.
[51]- Ahmed, Hz. Muhammed'in isimlerinden biridir.
[52]- Ümmet-i nâciye, Kur'an'ın istediği inanç ve davranış içinde bulunan ümmet anlamınadır.
[53]- Ayette şirk diye tercüme edilen kelime "zulüm" dür. Bu anlam hem bir önceki ayetten, hem de Lokman suresinin 13. ayetindeki "Şirk gerçekten büyük bir zulümdür." ifadesinden anlaşılmaktadır.
[54]- Fahrüddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, Matbaa-i Amire,1307, c.1 s.553.
[55]- Taha 20/117-120.
[56]- Al-i İmran 3/139.
[57]- Şirk diye tercüme ettiğmiz kelime "zulüm" dür. Çünkü Lokman suresinin 13. ayetinde "Şirk en büyük zulümdür." buyuruluyor.
[58]- Ebû cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîr'ut-Taberî Beyrut 1412/1992, c.3, s. 423-424.
[59]- Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Cami' li Ahkâm'il-Kur'an, Beyrut 1408/l988, c. III, s.125.
[60]- Kurtubî, a.g.e. c.III, s. 125.
[61]- Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık l995 sayısı.
[62]- Müslim, Hacc, 22. Hadis no 1185.
[63]- Bedel, bir şeyin yerini tutabilen şeye denir. Büyük peygamberlerden bedel olmak da onların yerini tutabilmek demektir.
[64]- Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995 sayısı.
[65]- Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, Beyrut 1412/1992, s. 402.
[66]- Yüce ve Süflî ruhlar, Zaman Gazetesi, 29 Eylül 1993.
[67]- Rağıb el-İsfahânî, el- Müfredât, s.353.
[68]- Mecelle m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir.
Ol kimseye resul ve ol kimesneye mirsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)
[69]- Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Curcânî, et-Tarifât, tarih ve yer yok. s.110.
[70]- Rağıb el-Isfahânî, el- Müfredât, s.616.
[71]- Tasarruf yetkisi iddiası Kur'an'a temelden karşıdır ve Allah'a ortak koşmadan başka bir şey değildir. Bu konu Gaib Erenleri başlığı altında incelenmiştir.
[72]- Abdülaziz Debbâğ, el-İbrîz, (Tercüme Celal YILDIRIM) İstanbul 1979, c. I, s.521-522.
[73]- Ledünnî ilim, yani ilm-i ledün konusu 19 numaralı başlıkta incelenecektir.
[74]- Celâl YILDIRIM'ın el-İbrîz tercemesine yazdığı önsözün kısa bir özeti.
[75]- Bu tartışmanın olduğu tarihlerde İstanbul Müftülüğü Fetva Komisyonu Başkanıydım. Cenab-ı Hak Ağustos l976'dan 17 Şubat l997'ye kadar Müftülüğün fetva işlerini yürütme nimetini bana lutfetmiştir. Ona sonsuz hamd ve senalar ederim (Bayındır).
[76]- Esat COŞAN (Halil NECATİOĞLU takma adı ile), Evliyanın Kerameti Haktır, Başyazı, İslam Dergisi, Ağustos l992, Sayı 108.
Bu yazı, Süleymaniye Camiin'de yaptığım bir vaaza cevap olarak kaleme alınmıştır. Sayın COŞAN İslam edebiyatı profesörüdür ve Nakşi tarikatının Halidi kolu şeyhlerindendir. Bu tarikat, İstanbul'da İskenderpaşa Camii imamı merhum M. Zahit KOTKU'nun devamı olduğu için İskender Paşa Cemaati diye de anılır.
O gün Prof. COŞAN ve cemaatinden ileri gelenler, benden önce Camiye gelerek mihrabın önüne yerleşmiş ve yaptığım vaazdan fazlasıyla rahatsız olmuştu. O güne kadar tasavvuf ve tarikatlar hakkında yeterli bilgiye sahip değildim. Sayın COŞAN'ın bu yazısı benim tasavvuf ve tarikatlarla yakından ilgilenmeme sebep oldu. Elinizdeki kitapçık o zaman başlayan, sonra genişleyen tartışmaların ürünüdür. Diğer tartışmalar daha sonra olmuştur.
[77]- Mehmed Zahid KOTKU, Ehl-i Sünnet Akaidi, Küfrü Mucip Sözler ve Haller, Seha Neşriyat, İst. 1992, s. 134.
Bu kitabı yayınlayan Sayın COŞAN'dır. Demek ki, böyle önemli bir konuda kendi hocasının yazdığını bile okumamış.
[78]- Esat COŞAN, Ehl-i Sünnet Akaidi adlı kitabın başına, rahmetli KOTKU ile ilgili olarak şunları yazmış: "...İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı..." Bunlar aynı kitabın 134. sayfasından yaptığımız alıntıya göre inanarak söyleyeni kâfir eder.
[79]- Esat COŞAN (Halil NECATİOĞLU takma adı ile), İslam Dergisi, Ağustos l992, Sayı 108.
[80]- Esat COŞAN, yukarıdaki yazının devamı.
[81]- Kardeşlerinin babalarından izin koparıp Yusuf'u götürmeleri ve kuyuya atmaları Yusuf Suresinde şöyle anlatılır: Kardeşleri: "Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf'u ve kardeşini daha çok seviyor. Babamız gerçekten apaçık bir yanlışlık içindedir.
Yusuf'u öldürün veya onu bir yere bırakıverin ki babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz" dediler.
İçlerinden biri: Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur" dedi.
Bunun üzerine "Ey babamız! Yusuf'un iyiliğini istediğimiz halde, onu niçin bize güvenmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın, biz onu iyi koruruz" dediler.
Babaları, "Onu götürmeniz beni üzüyor; siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım" dedi.
Dediler ki, "Biz bu kadar kişi olduğumuz halde yine de kurt onu yerse artık yazıklar olsun bize." (Yusuf 12/8-13)
[82]- Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîr'üt-Taberî, Beyrut 1412/1992, c. VII, s.149.
[83]- Bundan sonraki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[84]- Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Bakarsın Rabbin seni makam-ı mahmûda yükseltir. (İsra 17/79)
[85]- Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili, İst. 1936, c. II, s. 1861-1862.
* -Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.