Bu Blog içinde Ara

20 Haziran 2012 Çarşamba

KUR'AN IŞIĞINDA TARİKATÇILIĞA BAKIŞ 2



16-PEYGAMBERE VARİS OLMA*
MÜRİT- Allah'ın veli kulları Allah'ın Elçisinin hali­fesidir.
ŞEYH EFENDİ - Allah'ın veli kulları peygam­ber­lerin varisidir. Onlara olan şeyler bunlara da olur.
BAYINDIR - Peygambere varis olma ko­nusu­nun iyi anla­şılma­dığı görülüyor. Bilindiği gibi eski­den  elçilik hal­kası kopmadan devam ederdi. Mesela Hz. İbrahim aleyhisse­lam, Hz. Lut aley­hisse­la­mın amcası, Hz. İsmail ve Hz. İshak aley­hisselamın babası, Hz. Ya­kub aleyhisselamın dedesi idi. Hz. Yusuf aleyhisse­lam da Hz. Yakub aleyhis­selamın oğlu idi. Allah'ın bir kaç elçisinin aynı yerde bir arada ol­duğu da olurdu. Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya’nın oğludur ve Hz. İsa aleyhisse­lam’dan 10 ay büyüktür. Hz. Zekeriyya Hz. Meryem'in bakımını üstlenmiştir. Bunların üçü de Kudüs’te yaşamıştır.
Hz. Muhammed'in gelişinden önce bir süre  el­çilik kesilmişti. Sonra elçilerin sonun­cusu ola­rak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem görevlen­dirildi.
 Bir elçinin yapması gereken, kendini gönde­re­nin isteğine göre davranmaktır. Hesnâ ile Tevfik'i evlendirmek için elçi olan kişi, daha güzel ve becerikli diye bir başka kız için elçilik yapamaz. Çünkü elçinin kararı değiştirme yetkisi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?"  (Nahl 16/35)
Allah Teâlâ, son elçisi Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme yapacağı vazife ile ilgili şu emirleri veriyor:
"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçili­ğini yapmamış olursun"  (Maide 5/67)
"Biz  elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak görevlendiririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur,  ve onlar üzülmeye­ceklerdir."  (En'am 6/48)
Allah'ın son elçisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğuna göre artık kimsenin mu­cize göstermesine ve vahiy almasına ihti­yaç yoktur. O kapı kapanmıştır.
Bir taraftan size vahiy geldiğini iddia ediyor, diğer taraftan kerâmet arayışlarına giriyorsu­nuz. Keramet demeniz, herhalde mucize demeye cesa­ret edememenizden dolayıdır. Bir de "Allah'ın veli kulları peygamberlerin varisidir. Onlara olan şeyler bunlara da olur." dediniz mi iddia tamam oluyor. Lütfen boyunuzdan büyük işlere girişmekten vazgeçin.
a- Kerâmet
MÜRİT- Sen kerâmeti inkâr mı ediyor­sun.
BAYINDIR- Hayır, kerâmeti inkar etmiyo­rum, bu konuyu biraz sonra  açıklayacağız. Ben kerâmeti bir mucize gibi kullanmaya kalkma­nızı yadırgı­yorum. Öyle bir yola girer­seniz sizin kerâmet dediğiniz şey bir istidrâc olur ve sizi adım adım batılın içine sokar.
b- İstidrâc
İstidrâc'ın kelime anlamı basamak basa­mak çıkarmak veya indirmektir. Terim olarak, bir kimseyi, arzusuna göre adım adım bir noktaya kadar götürüp beklemediği bir felakete atmak an lamında kullanılır. Ama o, bu gidişin kendi yararına oldu­ğunu zanneder.
Hayallerin ötesinde bir merhamete sahip olan Allah Teâlâ, uyarıda bulunmadan kulunu bu yola sokmaz.
 "Bir cemaati doğru yola soktuktan sonra, ne­den sakınacaklarını açıktan açığa kendilerine bil­dirmedikçe Allah'ın onları yoldan çıkarma ihti­mali yoktur." (Tevbe 9/115)
Sapıtan cemaatler, yapılan uyarıları dikkate almayanlardır.
"Ne zaman ki yapılan uyarıları gözardı etti­ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut­suzluğa düştüler." (En'am 6/44)
Halbuki bunlar ellerindeki nimetlere bakarak hak yolda olduklarını düşünme yerine Allah'ın açık ayetleri üzerinde düşünselerdi bu duruma düş­mez­lerdi.
Siz de aynı şeyi yapıyorsunuz. Etrafınıza toplanan insanlara bakarak "Yolumuz yanlış olsa bu kadar kişi peşimize takıl­maz." diyorsunuz. Çokluğa al­danma­malıdır. Çinli komünist lider Mao daha çok in­san toplamışt ama bu onu kur­taramayacaktır.
Maddi imkanlarınızı, sizi dinleyenlerin çok ol­masını ve halkın saygı göstermesini de doğru yolda olmanızın delili sayıyorsunuz.  
Sonunda iyice şımarıyor ve Şeyhinizin kendine bağlananı, hem dünyada hem de ahirette kurtaracağını söylemeye başlıyorsunuz. İşte bu, sizin kıskıvrak yakalanacağınız nok­tadır.
Lütfen aklınızı başınıza alın da Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme olan şu emrini iyice düşünün. 
" De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından hiçkimse kurta­ramaz. Ben O'ndan başka bir sığınak da bula­mam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, O'nun gön­derdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
Hz. Muhammed'in varisi olmak onun getirdiği Kur'an'ı insanlara açık ve net bir biçimde anlat­makla olur. Çünkü ondan bize kalan tek görev bu­dur. Ama siz, evliya ve meşayih dediğiniz kişilerin sözlerini alıyor, Kur'an-ı Kerim'i ona göre yorumla­maya kalkışıyorsunuz. Sizin du­rumunuzu en iyi şu âyet ortaya koymaktadır:
"Kim Rahman'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arka­daşı olur.
Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesabederler." (Zuhruf 43/36 37)
Rahman'ın Zikr'i, Kur'an'dır. Siz de bir çok âyeti görmezlikten geliyor ama kendinizi hak yolun öncü­leri sanıyorsunuz.
Önemli olduğu için Allah'ın elçisine varis olma konusu ile zikrin ne olduğuna tekrar deği­neceğiz.
17- MUCİZE
Elçilerin mucizeleri vardır. Mucize bir şahsın Allah'ın elçisi ol­duğunun ispat belgesidir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin mucizesi Kur­‘an-ı Ke­rim’dir. Kur’an-ı Kerim ile muha­tap olan herkes onu ge­tiren kişinin bir  elçi olması gerektiğini anlar. Çünkü o, bir in­sanın yazabile­ceği bir kitap değildir. Bu, aynen Hz. İsa aleyhissela­mın Allah’ın izniyle ölü­leri diriltmesi, kuş heykeli yapıp Allah’ın izniyle üfü­rünce canlı hale gelmesi; Hz. Salih aley­hisse­lamın Allah’ın izniyle kaya­dan bir deve çıkarması gibi insanı etkileyen bir muci­zedir. Ama kuşun uçmasın­dan, dirilen kişinin tekrar ölme­sin­den ve devenin kesilmesinden sonra ge­len insan­lar için bunlar birer mucize olma özelliğini yitirmiş olur.
Kur’an-ı Kerim’in mucizeliği süreklidir. Onu dün­ya­nın neresinde, kim okur ve manasını anlarsa bunun bir insan eseri olamayacağını ve onu geti­ren kişinin Allah'ın  elçisi ol­ması gerek­tiğini kavrar. Al­lah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’i koru­mayı bizzat üst­lenmiş olduğundan artık kıya­mete kadar Kur’an mu­cizesi devam edecektir. Kur’an devam et­tikçe Hz. Muhammed'in Allah'ın son elçisi olduğuna inanma mecburi­yeti de devam edecektir. Artık yeni bir  elçiye ihtiyaç kal­mamıştır.
İşte Hz. Muhammed'e varis ola­cak alimin yapacağı şey, insanları Kur’an'a çağırmak­tır. Eğer Kur’an’ın dışına çı­kılırsa elçiye varis olma kim­liği kaybolur.
Mucize konusu kitabın sonunda Kur'an'a Dönmek başlığı altında daha geniş olarak ele alı­nacaktır.
18- KERÂMET
Kerâmet sözlükte kerîm olmak, değerli ol­mak anlamına gelir[1]. Allah Teâlâ insanı değerli (kerâmetli) yarattığını ve bir çok şeyi on­un em­rine verdiğini açıklamıştır. “Adem oğullarına gerçek­ten çok değer verdik (çok kerâmetli kıldık). Onları ka­rada ve denizde taşıdık ve güzel şeylerle rızık­landırdık. Ya­rattık­larımızın bir çoğundan da üstün kıldık.(İsra 17/70)
İnsanoğlunun dışında, gideceği yere başka­ları tarafından taşınan bir mahluk yoktur. Bir in­sanın denizde ba­lık gibi yüzerek gitmesi mi kerâmettir, yoksa bir gemide oturarak ve yata­rak gitmesi mi?
Havada kuşlar uçar. İnsanın kuş gibi uçarak is­tediği yere git­mesi mi, yoksa bir uçağın içinde git­mesi mi kerâmettir? Bun­lara bakarak Allah’ın in­sana ne kadar değer verdiğini anlamak gere­kir.
Allah’ın insanoğluna en büyük ikrâmı, şüp­hesiz ki, şirkten uzak bir imandır.
İnananlar ve imanlarını şirkle[2] bulandırma­yan­lar var ya işte güven onların hakkıdır; doğru yolu tutturan­lar da onlar­dır.(En’am 6/82)
İnsanların en kerîminin, yani en kerâmetli ola­nının kim oldu­ğunu da Allah Teâlâ açıkla­mıştır:
 Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanı­şasınız diye sizi milletlere ve kabile­lere ayırdık. Allah katında en ke­rîm ola­nınız takvâsı en iyi olanınızdır.(Hucurât 49/13)
Keramet deyince yu­karıda anlatılanlar değil, olağanüstü şeyler­ kastedilir. Bunlar bir  el­çide görü­lürse adına mucize, velide görülürse kerâmet denir. Veli, Allah'a karşı gelmekten sa­kınan her müslümandır.
İyi bilin ki Allah’ın velilerine korku yoktur. Onlar üzüle­cek de de­ğil­lerdir.
Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kim­selerdir.
Onlara bu dünya hayatında da Ahirette de müjde vardır.(Yunus 10/62-64)
O müjde en sıkıntılı anda bile müminleri ra­hat­latır.
İşte Allah bu dostlarını hiç bir zaman yalnız bırakmaz.
Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gös­terir.
Onu, hiç ummadığı yerden rızık­landırır. Her kim Allah’a  daya­nırsa o ona yeter. Çünkü Allah işini tastamam yapar. Al­lah her şeye, muhak­kak bir ölçü koymuştur. (Talâq 65/2-3)
Yardım eden Allah olduğuna göre yardımı ola­ğan yol­larla da yapar olağan dışı yollarla da. İşte Allah’ın olağan dışı yollarla yaptığı yardıma kerâ­met denir.
Kerâmet Allah’ın bir ni­metidir; bütün ni­metler gibi ona da şükretmek gerekir. Mal, mülk, mevki ve ma­kam gibi kerâmet de insanı saptırabilir. İn­san ke­râmeti değil, Allah’ın rıza­sını aramalıdır.
Allah Teâlâ sıkışık zaman­larda mü­‘min kul­la­rına, şu veya bu şekilde mutlaka ikramda bulu­nur. Yukarıdaki ayet bunu göstermektedir. İnsan bu ik­ramı ken­dinden değil, Allah’tan bilmelidir. Mal ve mülkle öğünmek nasıl çirkinse kerâmetle övünmek de çirkindir.
Bedir savaşında sıkışan müslü­manların yar­dımına Allah Teâlâ melekleri göndermiş ama zaferin me­leklerin yardımıyla değil Allah katından verildiğini de vurgulamıştır. Onu açıklayan âyet zihin­le­rimizde hep yankılan­malıdır.
Hani siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da;  İşte ben size birbiri ar­dınca gelen bin melekle yar­dım gönderi­yorum diyerek isteğinizi ka­bul et­mişti.
Allah bunu, sadece size müjde olsun ve gön­lünüz bununla rahat­la­sın diye yapmıştı. Yoksa zafer (meleklerden değil) yalnız Allah ka­tındandır. Allah güçlüdür ve her şeyi yerli ye­rinde ya­par.(Enfal 8/9-10)
Kendisinde kerâmetler görülen kimse kurtuluşa erdiğini zannetmemelidir. Dünya hayatı en­ge­beli bir ko­şu­dur. Her an bir şeye takılıp düşebiliriz.
Ölünceye kadar kulluğa devam etmek gerekir. “Ölünceye kadar Rab­b’ına ibadet et.(Hicr 15/99)
19- İLM-İ LEDÜN - İLM-İ BÅTIN*
      (Hızır Aleyhisselam'ın İlmi)
İlm-i ledün, Allah tarafından verildiği iddia edi­len özel bir bilgi anlamında kullanılır, ilm-i bâtın da aynıdır. Kimi şeyhlere böyle bir ilim verildiği iddia edilir. Bu iddia onların kutsal­laştırılmasına yol açar.
ŞEYH EFENDİ- Manevi yolu iyi bilen ve salik­leri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramak şeriatın emirlerindendir[3].
BAYINDIR- Eğer bu sözünüzle insana hak yolu gösterecek ve bu yolda onu eğitip örnek olacak bir öğretmene ihtiyaç olduğunu söylemek isti­yorsanız doğrudur. Her insanın bir terbiyeciye, bir ustaya ve öğretmene ihtiyacı vardır.
ŞEYH EFENDİ - Şeyhlerin sahip olduğu ilim ilm-i bâtındır. Bu her­kese verilmemiştir. Allah ondan razı olsun, Ebu Hureyre  şöyle demiştir: “Ben Re­sulüllah sallallahu aleyhi ve sel­lem’den iki kab dolusu ilim al­dım. Bunlar­dan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş ol­saydım boynumu vu­rurdu­nuz.”[4] İşte bizim il­mimiz bu ilimdir.
BAYINDIR - Ebû Hureyre’nin nakletmediği ilmi kimden aldınız? Kaynağı, delilleri ve dayanağı olma­yan şey nasıl ilim olabilir?
ŞEYH EFENDİ - Kehf suresinde Hızırla arka­daşlığı anlatılan Hz. Musa, olayların gerçek yüzünü gö­remediği için iti­raz etmişti. Hızır aleyhisse­lamın ilm-i le­dünnü ol­duğu için işin iç yüzüne vakıf olu­yordu. Ayette “Ona, kendi katımız­dan bir ilim öğretmiş­tik. (Kehf 18/65) buyurulmaktadır. İşte ilm-i batın, ilm-i ledün bu ilimdir.
BAYINDIR - Hz. Hızır’la bera­ber olan Hz. Musa bu ilmi öğrenemedi de siz nereden öğrendiniz? Bu ilmin size de öğretildiğinin delili ne­dir?
ŞEYH EFENDİ - Ebu Hureyre’nin sözü nedir?
BAYINDIR - Ebu Hureyre’nin sözününün nesi delildir? Ebu Hureyre  “Ben Re­sulüllah sallallahu aleyhi ve sel­lem’den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlar­dan birini size naklettim. Diğe­rini de nakletmiş olsaydım boy­numu vu­rurdunuz.”[5] diyor. O nakletmediğine göre siz nere­den öğrendiniz?
Bakın; Hızır aleyhisselam ile ilgili ola­rak Buharî’de uzunca bir hadis-i şerif vardır. Konuya açıklık getirdiği için hadis-i şerifi aynen zikretmek yararlı olacaktır.
Allah ondan razı olsun, Übeyy b. Ka’b  Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lemin şöyle dediğini rivayet ediyor: "Musâ aleyhisselam İsrail oğullarına konuşma yapmak üzere kalktı. Kendisine, “İnsanların en bilgi­lisi kimdir?” diye so­ruldu. O da “En bilgili benim.” dedi. Allah Teâlâ bun­dan dolayı onu ayıpladı. Çünkü bütün ilmi ona vermemişti. Allah Tealâ: “İki de­nizin kavuş­tuğu yerde kul­larımdan biri var, o senden bilgilidir.” diye vahyetti.
Musa dedi ki, “Rabbım, onunla nasıl bulu­şabi lirim?” Allah Teâlâ buyurdu ki, “Sepete bir balık koy ve yanına al, balığı nerede kaybeder­sen o oradadır.”
Musa yola ko­yuldu. Genç hizmetçisi Yuşa b. Nûn ile birlikte yürüdüler. Sepet içinde bir ba­lığı da sırtladılar. Bir kayanın yanına ge­lince başlarını koyup uyudular. Balık sepetten çıktı, denize doğru yol alıp gitti. Hz. Musa ve genç hiz­metçi­sinde bir gariplik vardı. Gecenin arta kalanında ve gün boyu yürüdüler. Sabah olunca Musa genç hiz­metçisine dedi ki, kahvaltımızı getir, bu yolculuk bizi epey yordu.
Belirtilen yeri geçinceye kadar Hz. Musa bir yorgunluk duy­mamıştı. Genç hizmetçi dedi ki, “Gördün mü, kayanın orada dinlendiğimiz za­man balığı unutmuşum.” Musa dedi ki, “İşte istediğimiz buydu.” İzlerini takibederek geri dön­düler.
Kayanın ya­nına vardılar baktılar ki, orada ku­maşa bürün­müş bir adam var. Musa selam ve­rince Hızır dedi ki, “Güven­lik[6] nere burası nere”
O, “Ben Musa’yım.” dedi. Hızır, “İsrailo­ğullarının Musa’sı mı? “ diye sordu. “Evet” dedi ve ekledi: “Sana öğretilmiş olan olgunluktan bana da öğ­retmen için sana tabi olabilir mi­yim?” Hızır dedi ki, “Ya Musa, sen benimle bir­likte ol­maya da­yana­mazsın. Ben Allah’ın bana öğ­ret­tiği bir ilmi bi­liyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Alla­h’ın sana öğret­tiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.” Musa dedi ki, inşaal­lah be­nim sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiç bir ko­nuda karşı çıkmam.”
Bunun üzerine deniz sahilinde yaya olarak gitmeye başla­dılar. Kendi gemileri yoktu. Bir gemi geldi, ona binmek için konuştular. Hızır’ı tanıyan oldu, ücret almadan gemiye al­dılar.
Bir serçe gelip ge­minin kena­rına kondu, ga­ga­sını bir iki kere denize daldırdı. Hızır dedi ki, “Ya Musa, benim ve senin ilmin, Allah’ın ilmin­den ancak şu serçe­nin gagasıyla deniz­den al­dığı kadar bir şeydir.
Hızır tuttu gemi­nin tahtaların­dan birini söktü. Musa dedi ki, “Bunlar bizi ücret almadan bindirdiler, sen de tuttun onları batırmak için gemi­lerini deldin.”
Hızır, “Demedim mi, sen benimle beraber ol­maya dayanamaz­sın.” dedi. Musa: “Unuttuğum için kusuruma bakma” dedi.
Hz. Musa’nın ilk karşı çıkması unuttuğu içindi.
Yürüdüler, baktılar ki, bir erkek çocuk arka­daş­larıyla bir­likte oy­nu­yor. Hızır üstten çocu­ğun ka­fasını tuttu ve eliyle yerinden çıkardı (boynunu kırdı). Hz. Musa hemen atıldı: “Bir cana karşılık ol­madan temiz bir canı öldürdün ha?” Hızır dedi ki, “Sana demedim mi, sen be­nimle beraber olmaya dayanamaz­sın, diye?”
Yürümeye devam edip bir yere geldiler, yemek istediler ama halk onları konuk etmekten ka­çındı. Önlerine, yıkılmak üzere olan bir du­var çıktı. Hızır eliyle duvara işaret etti, sonra onu doğrulttu. Musa dedi ki, “İs­te­seydin buna kar­şılık bir ücret alabi­lirdin.” Hızır dedi ki, “İşte bu beni senden ayı­rır.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Musa­‘ya Allah rahmet eylesin; çok is­terdik ki, sabır göstersin de bir­likte yapacak­ları daha çok şey bize anlatıl­sın[7].”
Burada Hz. Hızır’ın şu sözü dikkati­mizi çekiyor:
“Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmez­sin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”
 Hz. Musa aley­hisselam Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi yaparlar. Bu da insan­lara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır. Şu âyet bunu açıkca belirt­mektedir:
Ey Elçi biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı ola­rak gön­derdik. Kendi izniyle Allah yoluna çağıran ve aydınla­tan bir lamba olarak.(Ahzâb 33/45-46)
Bir elçinin yaptığı davranışları her insan ya­pabi­lir. Çünkü onlar örnek kişilerdir. Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer ga­rip davra­nış­lar görülmez. Elçilerin gösterdikleri mu­ci­zeler ise onla­rın  elçiliklerini ispattan başka bir gaye taşı­maz.
Hızır aleyhisselamın bilgisine elçi­le­rin ihti­yacı yoktur. Bunu anlamak için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri oku­yalım:
(Hızır, Musa'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyü­zünü bildireceğim:
O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale ge­tirmek istedim. Çünkü on­ların ileri­sinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun anası ba­bası mümin in­sanlardı. Bu­nun on­ları azgınlığa ve kâfir ol­maya zorlaya­cağından korktuk.
İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine on­dan daha temiz ve daha merhametli birini ver­sin. 
Duvar ise şehirde iki yetim ço­cuğundu. Altında onlara ait bir ha­zine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına girsinler de hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir merhame­ti­dir. Yoksa bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabre­de­mediğin şeyin iç yüzü. (Kehf 18/78-82)
Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur: Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için ha­yırlı sonuçlar doğura­cağına inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza git­meyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar.
İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli ye­rinde olduğunu gös­teren şeydir. Bir olayın hik­me­tini anla­ya­madık diye üzü­lüp ümitsizliğe kapıl­maya gerek yoktur.
Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onla­rın davranışları ümmetleri için ör­nektir. Ama Hızır'ın da­vranış­ları örnek alı­namaz.
Yu­ka­rıdaki işleri Hz. Musa yapsaydı ve bir ya­hudi bunu örnek alıp anasına ba­ba­sına zahmet ve­recek diye bir çocuğu öl­dürseydi veya başkası gasbe­de­cek diye biri­nin malına za­rar verseydi insanlar ara­sında emni­yet ve huzur kalır mıydı? O za­man herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bu­lup delil olarak da Hz. Musa’yı göstermez miydi?
Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sal­lal­lahu aleyhi ve sel­lemin şu sözleriyle bitmiştir:
Musa’ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır gös­tersin de bize,  birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.”
Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette belirtilenlerle sınır­lıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey bilmemektedir.
Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de öğretildiğini id­dia edebilir.


20- KEŞF (Perdelerin Açılması)
MÜRİT- İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir hakikat bilgisi vardır. İşte ilm-i ledün odur. Bu, fikrî, zihnî ve de düşünce temrinleriyle[8] elde edi­len bir bilgi türü değildir, Allah tarafın­dandır[9].
BAYINDIR- Ayette “Ona, kendi katımız­dan bir ilim öğretmiş­tik.(Kehf 18/65) bu­yu­rulu­yor. Burada öğ­retmeden bahsedilmek­tedir. Halbu ki lham ve keşf birer ilim öğ­renme yolu değildir.
MÜRİT- Keşf sözlükte perdenin açılması de­mektir. Tasavvuf terimi olarak perdelerin ar­kasına gizlenmiş manalara ve olayların arka­sındaki ger­çeklere, ulaşmak anla­mında kullanılır.
Kur'an'da insanın gözünden gaflet perdesi kal­kıp basiretle kâinata baktığında çok ince bazı sır­lara aşina olabileceğine işaret edilmiştir:
 Andol­sun sen bunun böyle olacağını bekle­mi­yor­dun. Senin perdeni aç­tık. Artık bugün gö­zün keskindir.(Kaf, 50/22)
Yani artık ilahi incelikleri görebilecek basirete sahipsin, denmiş oluyor[10].
BAYINDIR- Bu âyetin sizin ifade ettiğiniz mana ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin öncesi ve son­rası okunursa bunun yalnızca ahi­retle ilgili olduğu açıkça anlaşılır. Ayetlerin meali şöyledir:
Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün tehdidin gerçekleşe­ceği gündür.
Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki melekle bir­likte gel­miştir.
Andolsun sen bunun böyle ola­cağını bek­lemi­yordun. Senin perdeni açtık. Ar­tık bugün gözün kes­kindir.
Yoldaşı, işte benim yanımdaki hazırdır diye­cek.
 Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini,
İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvra­nan şu tanı­mazları atın.
Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır azaba atın.” (Kaf 50/20-26)
Bakın, işte âyetin sizin dediğiniz mana ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu ayet  tamamen ahiretle ilgilidir.
Ortada çok açık âyet ve hadis­ler varken onlara gözlerinizi kapıyor, hiç ilgisi olmayan âyetlerden hüküm çıkarmaya çalışıyorsunuz.
21- FERASET
MÜRİT- Yukarıda bir hadis-i kudsî geçmişti; onu niye atladın? Allah Teâlâ buyuruyor ki; " ...  O abid ve zahid kulumu sevdiğim zaman onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürü­yen ayağı olurum; benimle görür, be­nimle işitir, benimle söyler, benimle tutar, be­nimle yürür" 
Sonra öyleleri var ki, kimsenin farkedemediği şeyleri farkedebiliyor, kişinin aklından ve için­den neler geçtiğini doğruya yakın biçimde bi­lebiliyor. Peki bu nedir?
BAYINDIR- Bu ferasettir. Ferâset, ayrıntı­lara bakarak  bir görüş, tahmin ve kavrayışla doğ­ruyu yakalamak demektir[11].
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, “Mü’minin fe­rasetin­den çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla gö­rür[12].” buyur­muştur. Hadisi şu âyetlerle birlikte düşündüğümüzde konu iyice an­laşılabilir.
Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o  size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağış­lar.(Enfal 8/29)
Ey inananlar, Allah’tan sakının ve elçisine ina­nın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüye­ce­ğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağış­lasın.(Hadîd 57/28)
Bahsettiğiniz hadis-i kudsî[13] şöyledir:
Allah Teâlâ buyurdu ki: "Kulumun, farz kıl­dığım şeylerle bana yaklaşmasından iyisi yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse kesinkes veririm. Bana bir sığınsın, onu muhakkak korurum[14].".
Bu hadis-i kudsî yukarıdaki âyet­lerin bir açık­lamasıdır. Her mümin bu seviyeye ulaşa­bilir. Bu seviyeye ulaşanın feraseti artar. Ama hiç kimse Allah'a, elçisinden fazla yaklaşamaz. Kur'an'da elçilerin gaybı bileme­yeceği açıkca belirtilmiştir. Onlarda ilm-i ledün veya ilm-i bâtın denen şeyin olmadığını da daha önce gör­müştük.
Allah’ın emir ve ya­sakla­rına uyan kişi, emro­lu­nan­la­rın güzelliğini ve yasaklanan şeylerin kö­tü­lü­ğünü kavrar. Yaptıklarını şuurlu olarak yapar iz­zetli ve şerefli olur. Her şeye helâller ve haramlar çerçeve­sinde bakacağı için kolay kolay kötü duruma düş­mez. İşte esas feraset bu­dur. Bu kişi öyle hale gelir ki, Allah'ın emrine aykırı şeylere ku­lağını ve gözünü kapar. Allah'ın istediği şeyleri tutar ve Allah'ın istediği tarafa yürür. “Mü’mi­nin ferasetinden çe­kinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür.” hadis-i şeri­fini böyle an­lamalıdır.
Günahkâr müslümanlar bunları görecek du­rumda değillerdir. Gü­nahtan zevk almaları, Allah’ın emirlerini yerine getirme­mekten sıkılmamaları bun­dandır.
Feraseti de gözümüzde büyütmememiz gerekir. Bir kişinin daha faziletli olması görüşü­nün daha doğru olduğu an­lamına gelmez. Sahabenin en faziletlisi Hz. Ebû Bekr’­dir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lem, bir konuda Hz. Ebû Bekr’in görüşünü tercih etmiş, daha sonra bunun yanlış oldu­ğu ortaya çıkmıştır.
Allah ondan razı olsun Hz. Ömer  anla­tıyor: Bedir savaşında esirler alı­nınca Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Ebû Bekr ve Ömer’e “Bu esirlerle ilgili görüşünüz nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Bekr dedi ki “Ey Allah’ın Nebisi, bunlar amcaoğulları­mız ve soydaşlarımız­dır. Onlardan fidye almanı uygun gö­rüyo­rum; böylece kafirlere karşı güç­lenmiş oluruz. Belki Allah ileri­sinde onlara müslüman olmayı nasibe­der.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Senin görüşün nedir Hattaboğlu?” diye sordu. Dedim ki, “Hayır, vallahi ey Allah'ın Elçisi ben Ebû Bekr’in görüşüne katılmıyorum; benim gö­rü­şüm şudur: İzin ver onla­rın boyunlarını vura­lım. Akîl’i (kardeşi) Ali’ye bırak boynunu vur­sun, şu ak­ra­bamı da bana bırak boy­nunu vu­rayım. Çünkü bunlar küfrün liderleri ve ileri ge­lenleri­dir.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekr’in gö­rüşünü benimsedi, benim görü­şümü benim­semedi. Ertesi gün geldim bir de gör­düm ki Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekr otur­muş ağlıyorlar. Dedim ki, “Ey Allah'ın Elçisi! Söylesene, sen ve arkadaşın niçin ağlı­yorsunuz? Eğer ağ­lamaya değer görürsem ben de ağ­la­rım, ağlamaya değer görmezsem si­zinle ağlar gibi gözükürüm.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Arkadaşlarının esirlerden fidye alın­ması yolunda bana sundukları görüşe ağlıyorum. Çünkü onlara aza­bın şu ağaçtan daha yakın bir şekilde geldiği bana gösterildi. Allahü Teâlâ şu âyeti in­dirdi. “Yeryüzünde düşma­nını ezme­dikçe bir elçinin esirler alması doğru olmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki, Allah öbür dünyayı dili­yor. Allah güçlüdür, hak­îmdir. Eğer daha ön­ceden Allah ta­ra­fından ve­rilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab dokunurdu.(Enfal 8/67-68)[15]
Demek ki, olayların arkasındaki gerçeği Hz. Muhammed de Hz. Ebubekr de görememiştir. Çünkü bunların her ikisi de in­sandır ve fazi­letli ol­maları yanılmalarına engel değildir.
Bilgisi ve fazi­leti ne olursa olsun her­kesin yanı­labileceği düşüncesi her gö­rü­şün eleştirilebilmesi yolunu aç­mıştır.
Durum açıkça meydanda iken siz çok aşırı gi­diyor, Hz. Hızır gibi olayların arka planını gö­rebil­diğinizi ve size yapılan itirazın Hz. Musa’nın Hz. Hızır’a itirazları gibi olayların ar­kasındaki gerçekleri görememekten kaynaklan­dığını, hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadan id­dia edip duruyorsu­nuz. Bu batıl düşünceleri ne za­man ter­kede­ceksiniz?        
22- İLHAM
İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey do­ğur­masıdır[16]. Sezgi de bu anlamda kullanılır.
MÜRİT - İlhama inanıyor mu­sun? Her ne kadar baş­kasını bağlamasa bile ilham vardır.
BAYINDIR - Şüphesiz ilham vardır. Eğer Allah’ın ilhamı olmasa in­sanoğlu ilerleyemez. Bütün ilmi gelişmeler ve ke­şifler Allah­‘ın ilhamıyla olur. Ama ilham şeyhlere veya müs­lümanlara has değildir. Kâfirler de ilham alır.
Bu kelime Kur­‘an'da yalnız bir yerde geçer. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankâr­lı­ğını ve takvâsını ilham ede­nin hakkı için, onu  arındıran gerçekten um­du­ğuna kavuşmuş, kirle­tip karartan da herşeyini kaybetmiş olur.(Şems 91/8-10)
Nefse isyankarlığı ve takvası ilham ediliyor.
a- İsyankarlığı ilham
İsyankarlık, kişinin Allah’a, in­sanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra bir huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vic­dan azabı denir.
Yusuf aley­hisselamı Züleyha'dan uzaklaştı­ran bürhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını il­ham  et­mesi" olmalıdır. Yusuf Sure­si’nin 24. âyetinde şöyle buyuruluyor:
Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbının bürha­nını gör­me­seydi o da kadına meylede­cekti...”
Günah karşısında insan önce irkilir, sonra ya vazgeçer, ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Al­lah Teâlâ’nın “(Nefse) is­yankârlığını il­ham et­me­si" dir. Merhameti sonsuz olan Rabbımız günah işleyecek olana son bir ih­tarda bulunarak "İsyana giriyorsun, dikkat et." demiş oluyor. İsyandan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tev­beye teşvik ediyor. 
Bu irkilmenin müslüman olmayan insanlarda da olduğunu aşağıdaki âyetlerden anlayabi­liriz. Önce  âyet­lerin ini­şine sebep olan olaya ba­kalım.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme eziyet eden Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Ümeyye b. Ha­lef ve As b. Vail bir araya geldi­ler ve dedi­ler ki, “Hac zamanında Arap he­yetleri gelip bize Muhammed hakkında soru soruyor­lar, her bi­rimiz bir başka cevap veriyo­ruz. Birimiz deli, diğerimiz kâhin, bir baş­kamız da şa­irdir di­yor. Cevapların farklı olma­sından do­layı Araplar, bunların hepsinin yanlış olduğu sonucunu çıkarıyor. Gelin, Mu­hammed’e bir tek isim ver­mek üzere anlaşalım.”
Birisi dedi ki, “O şairdir.” Velid b. Muğîre dedi ki, “Ben Ubeyd b. el-Ebras ve Ümeyye b. Ebî’s-Salt’ın şi­irlerini dinle­dim, bunun sözü on­la­rınkine benzemiyor.
Bir başkası dedi ki, “O kâhindir.” Velid, “Kâhin kime der­ler?” diye sordu. “Bazan doğru ba­zan da yalan söyleyen kimsedir.” dediler. Velid dedi ki, “Muhammed asla yalan söylememiştir.”
Biri de “O delidir.” dedi. Velid, “Deli kime der­ler?” diye sordu. “İnsanları korkutan kişiye.” dedi­ler. Velid, “Şimdiye kadar Muhammed’le kimse kor­kutulma­mıştır.” dedi
Sonra Velid kalktı evine gitti. Herkes, Velid b. Mu­ğîre din değiş­tirdi, dedi. Ebu Cehil hemen onun yanına gitti ve dedi ki, “Senin neyin var? İşte Kureyş, sana yardım top­ladı. Onlar senin ihtiyaç içine düşüp dinini değiştirdiğin kanaatin­deler.” Velid dedi ki, benim ona ihtiyacım yok, ama Muhammed hakkında dü­şündüm; o sihir­bazdır, diyorum. Çünkü sihirbaz baba ile oğulun, kardeş ile karde­şin, karı ile kocanın arasını ayırır.”
Sonra ona sihirbaz lakabı tak­mak üzere an­laştılar. Çıkıp Mekke­‘de yüksek sesle ba­ğırdılar. Halk toplu haldeydi, dediler ki; “Muham­med ger­çekten sihirbazdır.” Bu söz halk arasında yankılandı. Bu Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sel­leme çok ağır geldi. Evine döndü ve üze­rini elbi­sesiyle örttü. Bunun üzerine Müddessir suresi indi[17].
Velid b. Muğîre’nin bu kararı verir­ken iç sıkıntısı çektiği ve zorlandığı gö­rülüyor. Çünkü büyük bir isyan içindeydi. Aşağıdaki âyetler bunu ortaya koyu­yor.
O bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası ne bi­çim ölçme biçmeydi  o öyle.
Vah kahrolasıca vah, ne biçim ölçme biç­meydi o öyle.
Sonra bir bakındı.
Sonra kaşlarını çattı ve su­rat astı.
Sonra ardına döndü ve bü­yük­lük tasladı.
Hemen şöyle dedi: “Bu olsa olsa üstün bir sihir olabi­lir.
Bu  olsa olsa bir insan sö­zü olabilir. (Müddessir 74/18-25)
Müslümanlığa karşı çıkan herkes içten ra­hatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden davranış bozuklukları gösterirler.  Zaman olur kâ­firler, keşke müs­lüman olsalar, diye arzu ederler.(Hicr 15/2)
Kafirler hep kuşku içinde olur­lar. “Kurdukları binalar, kalpleri parçalanıncaya ka­dar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. (Tevbe 9/110) Bu kuşku, Allah'ın onlara olan merhametindendir. Kimilerinin bu sayede akılları başlarına gelir ve girdikleri yanlış yoldan vazgeçerler.
Günahtan sonra de­vam eden vic­dan ra­hatsız­lığı da ki­şiyi pişmanlığa ve tevbeye yö­nelten il­ham­dır. İşte Allah’ın merha­metinin bü­yük­lüğü.
b- Takvâyı ilham
Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, in­san­lara karşı ve kendine karşı fe­nalık yapmamalıdır. Böyle bir davranış onu dün­yada töhmet altına girmek­ten, ahirette de cehen­nem aza­bın­dan korur. Günah­lardan ka­çınmanın ve sevap­ iş­lemenin neticesi budur. İnsan, takvaya götü­ren davranışlarının neşe­sini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilhamıdır. Takvaya uygun davrananlarda görü­len iç hu­zuru ve kararlılık Allah’ın ilha­mıyla olu­şur.
Hadis-i şerifte konunun çok gü­zel izahı vardır. Vabısa b. Mabed di­yor ki, Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme git­tim buyurdu ki; “İyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin?
Evet, dedim.
Bunun üzerine parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! İyilik, nefsin yatış­tığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bul­muş ol­sunlar.[18]
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüd doğu­rur[19].”
İçe doğan her şey ilham değildir, şeytan ves­vesi de olabilir. Çünkü şeytan "İnsanlara ves­vese veren, onların içini karıştıran"[20] bir varlıktır. Şeytan Allah’tan yetki alınca şöyle de­mişti:
İşte senin beni azgın­lığa uğ­ratmana karşılık andol­sun ki, ben de senin doğru yolunun üze­rinde oturacağım.
Sonra önle­rinden arka­ların­dan, sağ­larından solların­dan insanlara soku­lacağım. Sen de on­ların pek çoğunu artık sana şükreder bulama­yacaksın.
Allah Teâlâ bu­yurdu ki; haydi, ye­rilmiş ve ko­vulmuş ola­rak çık ora­dan. An­dol­sun ki, onlar­dan her kim sana uyacak olursa Cehennemi si­zin he­pinizle doldura­cağım.(A’raf 7/ 16-18)
Şeytan, bu yetkiyle  elçiler de dahil her­kese so­kulur ve onları yanlış davranış­lara yönelt­meye çalışır. Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor:
(Ey Muhammed!) Senden önce gön­derdi­ğimiz tek  bir nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi ar­zuladığı zaman, şeytan onun arzu­suna ves­vese karış­tır­mış olmasın. Al­lah şey­tanın ka­rıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîmdir.(Hacc 22/52)
İlham ile vesveseyi ayırabilmek için içimize gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denet­lemek gerekir.
İşte nefs-i mül­heme[21] budur. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi nefs-i mülhe­medir. Allah ona, isyankarlığını ve takvasını ilham eder.
MÜRİT- İsyankarlık ve takvâ dışında bir ilham olmaz mı?
BAYINDIR- Elbette olur. Allah insanın kalbine bir çok şey doğurur. Bu konu ile ilgili ayetler vahiy bölümünde geçmişti. Bu da mümin ve kafir ayırımı olmadan her insanda olur. Şairler ve buluş sahipleri buna örnek verilebilir.
23- ŞEFAAT*
Şefaat, bazı müminleri bağışlaması için, ahi­rette Allah'tan istekte bulunma anlamına ge­lir.
MÜRİT - Biz burada Şeyh Efendi ile iyi ge­çini­yoruz ki, belki ahirette eteğinden tutarız, belki bize faydası dokunur.
BAYINDIR- Yani size şefaat edeceğini mi söy­lüyor­sunuz?
ŞEYH EFENDİ- Neden olmasın? Büyük Şeyh Mustafa İsmet Garibullah kuddise sirruhu hazret­leri Risale-i kudsiyye­sinde şöyle bu­yurdu: Hz. Ebu Bekr'e varıncaya ka­dar bütün silsilenden yardım iste­meyi adet et. Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme vararak ondan da yardım iste. Şeyhini şefaatçı, aracı kıl ki, seni sevinçle doldursun[22].
BAYINDIR- Şeyh şefaat yetki­sini kimden alı­yor? Allah hangi şeyhe böyle bir yetki ver­miştir?
 Her namazın arkasın­dan okuduğu­muz Ayet’el-kürs­î’de”Onun izni olmadan onun ka­tında şe­faat ede­cek olan da kim­miş?” buyu­rulmuyor mu?
Hz. Ebu Bekr'e varıncaya ka­dar bütün silsi­le­nizden yardım istemeyi adet edip Kıyamete kadar size cevap veremeyecek olan kişileri  razı etmek için boşuna uğraşacağınıza Allah'ı razı et­meye çalışsanız daha iyi olmaz mı?
MÜRİT-  Biz her şeyi Allah rızası için ya­parız. Çünkü  Allah’ın bir rı­zası her şey­den büyüktür.(Tevbe 9/72)
 BAYINDIR-  Allah'ın reddettiği şeyleri ya­parak onun rızası kazanılır mı? Siz ne aklınızı kullanı­yorsunuz, ne de Allah'ın gön­derdiği Kur'an'a uy­gun davranı­yorsunuz. Halbuki, Allah"..pisliği aklını kullan­mayanların üs­tüne bırakır."  (Yunus 10/100)
Şu âyetler sanki sizi an­latıyor:
De ki, Allah’ın yakınında[23] olduğunu bildik­lerinize yalva­rın ba­ka­lım. Onların göklerde de yerde de zerre ağırlığında bir şeye hükümleri geçmez. Onların bu iki şeyde bir or­taklıkları  yok­tur. Allah’ın onlar ara­sından bir yardımcısı da bu­lunmaz.Allah’ın katında, kendisinin uy­gun gördü­ğünden başkası­nın şe­fa­ati yarar sağlamaz. Yürekle­rindeki korku giderilince “Rabbınız ne bu­yurdu?” dediler. Hakkı buyurdu diye cevap ver­di­ler. O yücedir, büyük­tür.(Sebe’ 34/22,23)
Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’an ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Belki (bu sayede) kendilerini korurlar.(En’am 6/51)
Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız on­lar, Allah’ın di­lediği kimse­lere şefaat edebilirler.
Allah onların yaptık­larını da yapa­cak­larını da bilir. Şefaata yetkili kıldıkları, onun razı ol­duğu kişilerden başka­sına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.(Enbiya 21/28)
a-Şeyhin müridi savunması
MÜRİT - Bizim  Şeyh Efendiye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolunda­dır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı ka­zanırlar. Şeyh Efendi de bizim avukatımız­dır.
BAYINDIR - Siz,  gizli açık her şeyi bilen Allah Teâlâyı hakimle bir mi tutuyorsunuz?
O gün kişi kardeşinden, ana­sından, ba­basın­dan, eşinden ve oğulla­rından kaçacaktır. O gün her­kesin işi başından aşa­caktır.(Abese 80/34-37)
Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fır­sat bulacak da sizi sa­vu­nacaktır.
Ensar'dan Ümmü'l-alâ  diyor ki, Muhacirlere kur'a çekilince bize Osman b. Maz'ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem  içeri girdi. O sırada dedim ki, "Ebu's-Sâib[24]! Allah sana rahmet eylesin. Allah'ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim." Bunun üzerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?" Dedim ki, "Babam sana kur­ban ey Allah'ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?" Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bu­yurdu ki, "Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah'ın elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum."
Ümmü'l-alâ dedi ki, "Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem.[25]"
Ama siz şeyhinizin Cennete gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah'ın huzurunda sizi savu­nacağını söyleme cesaretini bile gösteri­yorsunuz.
Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah'ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avu­kat­lığınızı yapacak olan şeyh, hâşâ, Allah'ın huzu­runda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargı­lamada hata mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda oldu­ğunuzu an­lıyorsunuz değil mi?

b- Müridi Allah'a takdim
MÜRİT - Müftülükte bir müftü ile görüşmek ist­e­sen araya bir ka­pıcının girmesi, bir kişinin seni müf­tüye takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yet­kiliyle, bir bakanla pat diye görüşebilir mi­sin? İşte Şeyh Efendi de bi­zimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta ol­maktadır.
BAYINDIR - Bize şah da­ma­rımızdan daha ya­kın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söyle­nebilir.
Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul ara­sına vasıta koymaktır. Zümer Suresinde buna dikkat çekilmek­te­dir:
İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun beri­sin­den[26] veliler edinenler "Biz onlara başka  değil sa­dece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler. İşte Allah, onla­rın aralarında tar­tışıp dur­dukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp du­ran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)
Bu tür inanışlardan lütfen vaz­geçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metodla saptırmaktadır.
Lütfen bana söyler misin, yaratan, besle­yen, bü­yü­ten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
MÜRİT-  Tabii ki, Allah tanır.
BAYINDIR - Peki Şeyh Efendi senin ne­yini Allah’a tanıtacak?
MÜRİT- ?!
24 - RABITA
BAYINDIR - Bir de rabıta'nız var.
ŞEYH EFENDİ- Evet doğru. Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin ru­hâniye­tiyle bera­ber, suretini kalp gözünün önüne getirerek ha­yal etmesi ve kalbiyle ondan yar­dım istemesinden ibarettir[27].
BAYINDIR- Daha iyi anlamak için soruyo­rum, mürit şeyhini yükseklerde görüyor, onun bir çok yetkiye sahip olduğunu düşünüyor, kendisini de düşük seviyede sayıyor. Sonra şeyhinin hayalini karşısına getiriyor ve ondan yardım istiyor. Bunu şeyhinin yanında yapmıyor değil mi?
ŞEYH EFENDİ- Doğru. Bak, bu işi biz uydur­madık. Muhammed Halid Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle buyuruyor:
Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün ara­sında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bak­maktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son de­rece tevazu ile yal­varmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruha­niyetinin hayal hazinesine gi­rip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşü­nüp, senin de peşinden yavaş ya­vaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir[28].
BAYINDIR- Aman Allahım! Söyler misiniz bana, bunu  neye dayandırı­yorsunuz?
ŞEYH EFENDİ - Bunun delili vardır. Hz Ebubekr radıyal­lahu anh kaza-i hacet[29] için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sel­lemden hali bir yer bula­madığından, bu durumu Efendimiz’e şi­ka­yet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi[30].
BAYINDIR - Yani  Hz. Ebubekr, tuvalette, Allah'ın elçisinin ruhâniyetiyle beraber, su­retini kalp gözünün önüne getirerek ha­yal edip kal­biyle ondan yar­dım mı istiyordu?
MÜRİT- Hayır, öyle değil. Yani Hz. Ebubekr tuvalette, ihtiyacını karşılarken bile Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi hayal edi­yordu.
BAYINDIR- Çok sevdiği kişi­nin hayali in­sanın gözünün önün­den gitmez. Şair, sevgilisi için “Gündüz hayalimde, gece düşümde” di­yor. Bu gayet normaldir. Hz. Ebubekr, Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellemi çok sevdiği için tu­valette bile ak­lından çıkaramadığını ifade et­mektedir. Sizin tarif etti­ğiniz rabıtayla bunun ne ilgisi var?
Siz rabıta sırasında şeyhin ruhaniyetinin müri­din yanına geldiğini iddia ediyorsunuz. Şeyhin ru­haniyeti müridin yanına nereden geliyor ki mürit ondan yardım istesin?
ŞEYH EFENDİ- Ruhaniyetin gözüktüğünün delili var­dır. Yusuf Suresi'nde şöyle buyuruluyor:
"(Yusuf aleyhisselam kasıtsız ola­rak, elinden gelmeyerek) ona (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi). (Yusuf 12/24)
Bu ayetin tefsirinde ekseri müfessir­ler, Allah dost­larının tasar­ruf ve im­dadını (gücünü ve yar­dımını) açık­lamış­lardır. Müfessir­lerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve Mutezile Mezhebi­nin[31] görüşüyle vasıflandığı halde Yakup aleyhissela­mın ruha­niyye­tinin, şaşkın­lığından parmak­larını ısırmış olduğu halde Yusuf aleyhisselama gözüke­rek “O ka­dın­dan sakın.” dediğini açıklamış­tır[32].”
BAYINDIR- Siz herhalde Keşşâf tefsirini hiç okumadınız. Yoksa bunu asla söylemezdi­niz.
Yusuf Suresi’nin 24. âyetinde Züleyha'nın Yusuf aleyhisselam ile birleşmek için yaptıkları anlatılırken  şöyle buyuruluyor:
Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbının bürha­nını gör­me­seydi o da kadına meylede­cekti...”
Keşşaf tefsiri, âyette geçen bürhan kelime­sinin ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra şöyle de­vam ediyor:
“.... Ayette geçen bürhan şu şe­killerde de açıklanmıştır: 
Yusuf aleyhisselam bir ses duydu, “Aman ka­dına yak­laşma!” diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini boz­madı. Üçüncü kez duydu, be­riye çekildi ama Hz. Yakup aleyhis­selamı parmak­larını ısır­mış halde gö­rünceye kadar bir şeyden etkilenmedi... “
Keşşaf’ta bu görüş sahipleri için aynen şu ifa­deler yer al­ıyor:
“Bu ve bunun gibi şeyler hura­feci zorbala­rın tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve pey­gam­berlerine iftira bunların dini olmuş­tur...[33]
Biraz düşünülse bunun Yusuf Suresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyuruluyor:
(Yakup) Onlardan yüz çevirdi Vah Yu­suf’um vah!”  dedi. Üzün­tüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.“ (Yusuf 12/84)
Bu olay, Hz. Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeş­le­rinden Bünyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoy­masından sonra olmuştu. Eğer Bünyamin'i Hz. Yusuf'un alıkoy­du­ğunu bil­seydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü?
 Lütfen bunu rabıtanın delili sayıp da ken­dinizi daha da kötü duruma sokmayın.
ŞEYH EFENDİ- Ubeydullah el-Ahrâr es-Semerkandî hazretleri "Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 9/119) âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadıklarla beraber ol­mak, surette ve manada onlarla beraber ol­maktır." Sonra da ma­nevi beraberliği rabıta ve huzurla tefsir etmiştir ki, bu ehlince malum olan meşru bir iştir[34].
BAYINDIR- Surette ve manada sadıklarla yani dürüst kimselerle beraber olmaktan  ne anlıyor­su­nuz? Bir kimseyle beraber olmak hem onun ya­nında yer almak hem de onunla aynı duygu ve düşünceleri paylaşmak anlamına gelir. Yanında olduğunuz kişi ile aynı duygu ve düşünceleri  paylaşmıyorsanız bu tam bir beraberlik sayıl­mayacağı gibi aynı duygu ve düşünceyi pay­laştığınız kişinin ya­nında yer almazsanız gene beraber olmuş sayıl­mazsınız. Burada anlatılan odur. Bunun rabıta ile ne ilgisi var?
Bazı şeyhler müritlerine resimle­rini dağıtıyor ve rabıta yaparken ona bakmasını söylüyor­lar. Siz de bunu yapıyor musunuz?
MÜRİT- Bizde öyle bir şey yoktur. Hz. Muhammed resmi yasaklamıştır.
BAYINDIR- Eğer Hz. Muhammed yasak­lama­mış olsaydı yapar mıydınız?
MÜRİT- Belki yapardık. Çünkü resme bak­mak, şeyhi kalp gözünün önüne getirerek hayal etmek­ten kolaydır. O zaman şeyhin sureti baş gö­züyle görülmüş olur.
BAYINDIR-  Peki ya dinimizin heykeli ya­sak etmediğini farzetsek o zaman da heykelini yapar mıydınız?
MÜRİT-  Heykel yasak ama.
BAYINDIR- Yasak olmadığını farzedin.
MÜRİT- Belki o da yapılırdı. Her müridin evinde şeyhin bir heykeli bulunabi­lirdi.
BAYINDIR-  O zaman mürit, şeyhinin putu karşısına geçecek, ona rabıta yapacak ve onun ruhaniyetinden yardım isteyecekti. Ona karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvara­caktı. Puta tapanların yaptığı zaten bundan baş­kası değildi. Aradan heykeli kaldırıp yerine şeyhin hayalini geçirmek neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan bir şey beklemiyor, onun temsil ettiği varlığın ruhaniyetinden yardım bekliyorlardı.
Sizin tarif ettiğiniz rabıtaya sa­dece şu âyet delil olabilir.
İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun beri­sin­den[35] veliler edinenler  "Biz onlara başka  değil sa­dece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler. İşte Allah, onla­rın aralarında tar­tışıp dur­dukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp du­ran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)  
Bu âyet, Kur’an-ı Kerim’de şirki tanımlayan âyettir.
25- İBADET
ŞEYH EFENDİ - Biz insanlara bize ibadet edin demiyoruz ki.
BAYINDIR - Siz herhalde ibadetin ne ol­duğunu bilmiyorsunuz. Söyler misiniz bana, mürit şeyhin yanında nasıl olmalıdır?
ŞEYH EFENDİ- Bak, şimdi sana müridin adâ­bını söyleyeyim de içinde ne varsa ortaya dök.
Müridin inancı şöyle olmalıdır: "Ben ancak bağlı bulunduğum şeyhim ile hedefime ulaşa­bilirim[36]."
Haklı dahi görünse mürîdin üstadına itirazı ha­ramdır[37].
Hz. Musa ile Hızır aleyhisselam kıssasında ol­duğu gibi şeyhe itiraz çok çirkindir. İtirazcının özrü kabul edilemez. İtirazdan doğan ayrılığın ilacı yoktur. Bu itirazın zararı, mürit üzerine akan feyzin kapanmasıdır[38].
Müride lazım olan şartlardan biri de şeyhin emrettiği şeyleri tevil etmeyerek ve geciktirmeyerek yapmasıdır. Zira tevil ve geciktirme bü­yük ke­sintiye sebeptir[39].
Adabdan biri de şeyhinin sevmediği hoş­lan­madığı şeylerden kaçınıp, şeyhinin güzel ahlakına ve yumuşaklığına aldanıp da sevmediği şeyleri yapmamasıdır[40].
Şeyh müride bir şey telkin ettiğinde devamlı onunla meşgul olmalı ve kalbine hayır ve şer bir şey getirmemelidir[41].
Sadık müridin sermayesi sevgi ve bağlılık­tır. İnatlık asasını ve muhale­fet sevdasını bı­rakıp şeyhin emri al­tında sükunettir. Tarikata sevgisi ve şeyhine bağlılığı artan mürit tarikatta kalmaktan emin olur[42].
BAYINDIR- Yani kısaca mürit şeyhinin kölesi olacak. Hatta köleden de öte bir bağlılığı olacak. Çünkü köle efendisine zaman zaman baş kaldırır, baş kaldıramasa bile içinden homurdanır ama mürit hem içi ile hem de dışı ile şeyhin tam kölesi olacak. Şeyhin emri altında sessiz sadasız beklerse tari­kattan atılma kor­kusu olmayacak.
ŞEYH EFENDİ- Mürit şeyhinin terbiye­sinde ölü yıkayanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, mü­ride istediği gibi hareket edebilsin[43]. Mürit tam bağlı olmazsa şeyh onu nasıl yetişti­rebilir?
BAYINDIR- Bağlılığın da bir sınırı var. Burada bütün sınırlar aşılıyor. İnsanları ken­dine köle eden bir tek peygamber yoktur. Böyle bir şey Kur'an'a temelden karşıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Hiç bir insanın hakkı yoktur ki, Allah ona Kitap, doğru bilgi ve peygamberlik versin, o da tutsun halka,  "Allah'tan önce[44] bana köle olun" desin. Onun diyeceği şudur: "Kitabı öğrettiği­nize ve okuduğunuza göre katıksız olarak Rabbe köle olun". (Al-i İmrân 3/79)
Diyorsunuz ki, eğer müridin şeyhine bir iti­razı olursa bunun ilacı yoktur. Bunun için kölelik keli­mesi  de yetersiz kalır. Peki bu, şeyhe ibadet de­ğildir de ya nedir?
MÜRİT-   Bunun neresi ibadettir, Allah aş­kına!
BAYINDIR- Evet sadece ibadet yok, isti­âne (yardım isteme) de var. Her ne kadar günde kırk kere Fatiha suresini okuyup" (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden istianede bulunuruz."  deseniz bile söylenenlerde hem Allah'tan başkasına ibadet var, hem de  Allah'tan başkasından istiane.
MÜRİT- Çok ağır bir ithamda bulundunuz. Beş vakit namazını kılan, gece teheccüd na­mazına kalkan, bu kadar zikirler yapan, İslama hizmet için  müesseseler kuran bu insanları o şekilde itham edemezsiniz?
BAYINDIR-  Bu ithamları keyfimden mi yapıyorum zannediyorsunuz. Sizi Allah'ın açık ayetlerine çağırıyorum. Beni suçlayacağınıza kendinizi düzeltmeye çalışsanız daha iyi olmaz mı? Biraz dü­şünseniz sizin en büyük dostunuz olduğumu ko­laylıkla anlarsınız. Bana karşı çı­kacağınızı ve çok sert tavırlar koyacağınızı bile bile sizi düştüğünüz bu kötü durumdan kurtar­mak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
MÜRİT- Bunca kâfirler var, niye onlarla mü­ca­dele etmiyorsun da, müslümanların birlik ve bera­berlik içinde olmak zorunda olduğu şu gün­lerde bize saldırıyorsun? Bu kadar iyi işler ya­pan insanları yoketmekle ne elde edeceksin?
BAYINDIR- Yeryüzünde iyi iş­lerle meşgul in­sanlar çoktur. Japonların, Amerikalıların ve Avrupalıların içinde insanlığın hayrı için gece­sini gündüzüne katıp çalışan insanların sayısı az değildir. Hırıstiyan keşişler mala, evlilik ha­yatına ve dünyalıklara karışmamak ve ömürle­rini sırf ibadetle geçirmek için  dağların ıssız tepelerinde ku­rulu manastırlara kapanırlar ama itikatlarını şirkten kurtaramadıkları, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu bildikleri için onları hak yolda kabul edemeyiz.
Onun için inanç çok önemlidir. Bir insanın se­vap namına yaptığı bir şey olmasa da şirk­ten uzak bir inancı olsa ve tevbe etmeden ölse Allah bu şahsın günahlarını bağışlayabilir. Çünkü o, şöyle buyurmuştur:
"Allah kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar."  (Nisa 4/48)
İşte başkasına köle olmamızı ka­bul etme­yen Allah'ın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­leme emri:
"De ki: "Ey cahiller! Şimdi bana, Allah'tan baş­kasına kölelik etmemi mi emrediyorsunuz?"
Sana da, senden önceki elçilere de şu mu­hak­kak vahyedil­miştir: "Hele bir şirke düş; amelin ke­sinkes yanar ve sen kaybeden­lerden olursun."
"Hayır; yalnız Allah'a kölelik et ve şükreden­ler­den ol."
Onlar Allah'ı gereği gibi değer­lendiremediler. Oysa ki kıyamet günü, bütün yer­yüzü O'nun avucunun içinde olacaktır. Gökler O'nun sa­ğında dürülmüş olur. O, ortak koştuk­larından uzak ve yücedir."  (Zümer 39/64-67)
MÜRİT- Elimizdeki meallerde kulluk kelimesi kullanılıyor, ama sen onun yerine "kölelik" keli­me­sini kullanıyorsun. Bu yaptığın doğru mu?
BAYINDIR- Türkçede "kul" ile "köle" aynı an­lamdadır. Yunus Emre;
Tapduğ’un tapusunda kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik piştik el­hamdulillah.
derken “köle olduk kapusunda” demek istiyor.
Kul ve kölenin Arapçası  ( ) = abd keli­me­sidir.
Hz. Muhammed de Allah'ın abd'ıdır. Kelime-i şeha­dette “ “ Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kölesi ve elçisidir.” de­riz.
Yalnız Allah'a köle olup başka­sına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak demektir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili inen şu âyeti de okumak yerinde olur.
"Az kalsın baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayıracaklardı ki, başkasını uydurup üstümüze atasın. Böyle yapsaydın, kuşkusuz seni dost edinirlerdi.
Eğer seni sağlamlaştırmış olma­saydık, andolsun onlara bir parça yanaşacaktın.
O zaman biz de sana, hayatın kat kat azabını ve ölümün kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bula­mazdın."  (İsra 17/73-75)
Hz. Muhammed bile tehlikeye düşecek gibi olduğuna göre kendimizi bu açıdan gözden geçirmemiz gerekmez mi?
MÜRİT- Tamam, bunları anladık. Şimdi sen yu­karıdaki ağır iddianı ispatla baka­lım.
BAYINDIR- Allah'ın bütün pey­gamberlere söylediği şu sözü hatır­layalım: "Hele bir şirke düş; amelin kesinkes yanar ve sen kaybeden­lerden olursun."  (Zümer 39/64-65)
a- Şirk
MÜRİT- Bizim yaptığımızın nesi şirk? Sen esas onu anlat.
BAYINDIR- Öyleyse iyi dinle. “İbadet” ( ) sözlükte taat anlamına gelir.  Taat ( ) boyun eğmek demektir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” anla­mında kullanı­lır[45]. Türkçede buna kulluk denir.
Abd ( ) kul, yani köle anlamına gelir.
İnsanlar, güçlerinin yettiğini kendilerine köle et­meğe, güç yeti­remediklerine de köle olmağa meyil­lidirler. Krallar halkı, kendi köleleri gibi görmek istemişler, kayıtsız şart­sız boyun eğdir­meğe çalışmış­lardır. Kur’an’ı Kerim’de bunun ör­nekleri vardır:
Firavun Adamlarını toplayıp ses­lendi, ve şöyle dedi: "Sizin en yüce rabbiniz benim"  (Naziât 79/23-24)
Rab sahip demektir. Araplar kö­lenin sahi­bine rab derler[46].  Biz de Efendi deriz. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler, Allah’tan başka­sının kendi rabları ve efendileri olmasını da kabul etmezler. Dikkat ederseniz efendi kelimesi tarikat­larda sıkça kullanılır.
Krallar siyasi ve askeri güçlerini kullanarak, zenginler paralarını, kimileri de dini kullanarak insanları kendilerine kul etmek­tedir­ler. Dini kullananlar bunların en kötüsüdür. Çünkü insanlar bunlara kulluk etmeyi Allah'a kulluğun bir parçası sayarlar.
Siz Allah ile birlikte şeyhinize de köle olu­yorsu­nuz. Rabıta sırasında şeyhinizin ruhani­yeti kar­şısında boyun eğiyorsunuz. Halbuki, Fatiha Suresi'nde "Yalnız sana köle oluruz"  diye Allah'a söz veriyoruz.
MÜRİT- Kendine kulluk edilmesini isteyen şeyh var mı?
BAYINDIR- Önceki açıklamalar yeterli ol­madı herhalde. Şeyhe tam bağlan­mak, ona rabıta et­mek, kalble ondan yardım istemek ve ona asla iti­raz etmemek gerektiğini söylediniz.  Hatta şeyhin önünde mürit, gassalın (ölü yı­kayıcısının) önün­deki meyyit (ölü) gibi olmalı­dır, dediniz. Bu köle­li­ğin son noktası değil midir? Bundan ileri bir kölelik düşünülebilir mi?
Allah’ın istediği, insanın yalnız kendisine köle olmasıdır.
Ey insanlar! Sizi ve sizden ön­cekileri yara­tan Rabbinize kölelik edin ki, korunabilesiniz. (Bakara 2/21)
Hz. Muhammed de Allah'ın köle­sidir. Kelime-i şehadet getirirken “ “ Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kö­lesi ve elçi­sidir.” deriz. Ona bundan başka bir makam ver­mek Hırıstiyanlara benzemek olur. Onlar Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demiş, onu Allah’a halef kılmış, ona ibadet etmeye ve on­dan yardım dilemeye başlamış­lardır. Sanki haşa! baba emekli ol­muş da oğul onun yerine otur­tulmuş gibidir.
Bu sebeple ibadet etmiş olmak için puta secde eder gibi şeyhe secde etmek gerekmez.
b- İstiâne
MÜRİT- Bir de istiâne vardı.
BAYINDIR- Gelelim istianeye: İstiane, yardım istemek demektir. Fatiha suresini her okuyuşu­muzda  iy­yâke nestaîn,  deriz. Yani "Allah'ım yalnız senden yardım iste­riz” demektir. Bu konu daha önce anlatılmıştı.  Burada Şeyh Efendi'nin bir sözünü tekrarlamak yerinde olur. Şöyle demişti:
"Siz ne der­se­niz deyin, biz Allah ile kullar ara­sında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm ha­zerâtının ruhları­nın vasıta ol­duğuna ina­nırız. Onların ruha­niye­tinden istimdâd eder, isti­ânede bulu­nuruz."
Evliya ruhundan istianede bulunduğunuza göre sizin artık “iy­yâke nestaîn, = yalnız senden yardım isteriz” demeye hakkınız kalır mı?
Bir de rabıta yaparak şeyhin ruhaniyetiyle be­ra­ber, suretini kalp gözünün önüne getirip hayal etmek ve kalple ondan yardım istemek varya, işte o zaman Tevhidden bir şey kalmaz. Çünkü bu, olsa olsa şeyhe ibadetin bir parçası olur.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Dua ibadetin özüdür[47].” demiyor mu?
O, bir de, şöyle bu­yurmuştur: “Dua ibadetin ta kendisi­dir.”[48]
Puta tapan­lar ibadeti, putun rızasını ka­zanmak ve dualarının kabulünü sağlamak için yaparlardı.
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’in bir çok âye­tinde müşriklerin duru­munu belirtirken “Allah’tan başka­sına dua etmek[49]” ifadesini kullanmıştır. Hz. Muhammed sallalahu aleyhi veselleme verdiği bir emirde şöyle buyurmuştur: “De ki: Ben yal­nızca Rabbıma dua ederim. Ona hiç bir şeyi or­tak koşmam.(Cin 72/20)
İbn Abbas radıyallahu anh şöyle buyur­muş­tur: “Duanız imanı­nız­dır[50].”
İnsanlar öteden beri en çok dua ve ibadet ko­nusunda yanıldıkları için bütün  elçilerin davetinin te­melini bu iki husus oluşturmuştur.
Namaz, oruç, hac, zekat, helallar ve haram­larla ilgili çok az âyet olduğu halde Kur'an'ın ta­mamına yakını Allah'tan baş­kasına ibadeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasak­lamaktadır. Bu husus üzerinde çok durmak gerekir.
"Darda kalmış kişi dua ettiği za­man onun yar­dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü­nün hakimleri yapıyor? Allah ile be­raber başka bir tanrı mı var? Ne ka­dar az düşünüyor­sunuz." (Neml 27/62)
26- ALLAH’IN TECELLİ ETMESİ*
Tecelli, gözükmek, ortaya çıkmak an­lamınadır. Allah'ın tecelli etmesi de Allah'ın gözük­mesi veya gücünün ortaya çıkması anla­mında kullanılır.
ŞEYH EFENDİ - (Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenab-ı hak tecelli eder.
BAYINDIR - Allah Teâlâ bir insanda nasıl tecelli eder, nasıl gözükür? Bunun de­lili nedir?
ŞEYH EFENDİ - Delili şudur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sînâ’ya) gelip de Rabbi onunla konu­şunca «Rabbim, bana kendini göster, seni göre­yim.» dedi. (Rabbi) «Sen beni asla göre­mezsin. Fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni göre­ceksin.» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince dağı param­parça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki; Seni noksan sıfat­lardan tenzih ede­rim, sana tevbe et­tim ve ben inananların ilki­yim.(Araf 7/143)
Allah bir dağda tecelli ettiğine göre bir in­sanda tecelli ede­mez mi?
BAYINDIR - Allah dağa tecelli ettiği zaman dağ parçalandı, Hz. Musa da baygın düştü.
ŞEYH EFENDİ - İşte şeyh dağ yerinde, mürid de Musa aley­his­se­lam makamındadır[51].
BAYINDIR - Bu ne biçim delil getirme, ne biçim bir kıyastır? Allah Teâlâ dağda tecelli etmedi ki, dağa tecelli etti. Yani dağda gözükmedi, dağa gözüktü. Allah’ın insana tecelli etmeyeceği, yani bu dün­yada bir insana gözükmeye­ceği yukarı­daki âyette açıkca belir­tilmiştir.
Ayete aykırı olmasına rağmen farzedelim ki, sizin dediği­niz doğrudur ve Allah dağa tecelli etmemiştir de dağda tecelli et­miştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyas­larsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyaslara kı­yas maâl fâ­rık, yani ilgisiz şeyleri birbi­rine benzetmek de­nir. İn­sanla dağ ara­sında nasıl bir benzerlik buluyorsu­nuz ki, bir âye­tin dağ ile ilgili hük­münü insana taşıyorsu­nuz.
Bir an için benzetmenin doğru olduğunu ka­bul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecel­liden sonra Şeyhin parçalanıp yok olması ol­maz mı? Çünkü Allah’ın tecellisinden sonra dağ paramparça olmuştur. Ama böyle olmuyor, Şeyhin alnı bu tecelli ile Allah’ın aynası durumuna geli­yor ve herkes Şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor.
ŞEYH EFENDİ - Allah şeyhleri korur. Allah’ın gücü buna yetmez mi?
BAYINDIR - Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki; ama biz Al­lah’ın gücünden ve kudretinden bah­setmi­yoruz. Ayetin hükmün­den bahsedi­yo­ruz.
Ayrıca Allah'ın dağa tecelli etmesi özel bir olaydır, bunun kıyaslanacağı bir şey yoktur. Çünkü olağan dışı bir olaya benzetme yapıla­rak bir hükme varı­lamaz[52].
Şeyhin dağa, Hz. Musa’nın da müride ben­ze­tilmesine ge­lince; doğ­rusu bun hangi man­tıkla yaptığınızı anlamak mümkün de­ğil­dir. Şeyhi Hz. Musa’ya benzetmek isteseniz bu­nun bir yolu olur. Çünkü insan olma bakımın­dan ortak yönleri vardır. Dağ ile şeyhin neyi birbirine benzi­yor?
MÜRİT- Tecelli meselesini niye yanlış de­ğer­lendiri­yor­su­n? Bu, Şeyh Efendi'nin bütün davra­nışla­rıyla müritlerine örnek hale gelmesinden başka bir şey değildir.
BAYINDIR - Yani Allah’ın Şeyhin bede­nine girdiğini mi söy­le­mek istiyorsunuz?
MÜRİT- Hayır, asla öyle demiyo­rum. Şeyhin müridlerine örnek olmasından bah­sediyorum.
BAYINDIR - Örnek olması için Allah’ın Şeyhin alnında gözükmesi mi gerekiyor?
ŞEYH EFENDİ- Şeyhin iki gözünün arası feyiz kaynağıdır. Rabıta yaparken iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yü­züne hatta iki gözünün arasına bakılır[53].
BAYINDIR- Tamam, işin sırrı şimdi çözüldü. Şeyhin alnında Allah Teâlâ'nın tecelli etmesine neden ihtiyaç duyduğunuzu şimdi anladım. Bir yanlış sizi bir başka yanlışa zor­luyor.
Rabıta diye bir şey uydurdunuz ya, onun ka­bul edilebilmesi için bu defa da Allah'ın şeyhin alnında tecelli ettiğini uydurma­nız gerekli oldu.
Çünkü mürit rabıta yaparken şeyhinin ruhani­yetini hayal ediyor, onun iki gözünün arasına, yani alnının ortasına baktığını düşünüyor. Çünkü size göre orası feyiz kaynağıdır. Sonra şeyhine karşı kendini son derece al­çaltarak ona yalvarıyor, onu Allah ile kendi arasında vesile kılıyor.[54].
İşte burada şeyhin alnının bir ayna sayılma­sına  ve orada Allah'ın gözükmesine ihtiyaç du­yuyorsunuz. Yoksa müritleri nasıl inandırır­sınız. 
Bazı tasavvuf kitaplarında daha ileri gidile­rek Allah­‘ın isimlerinin ve sıfatlarının  Şeyhte gö­zük­tüğü ifade edilmektedir[55]. Bu nasıl kabul edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama, bu çir­kinliği daha fazla uzatmak istemiyorum.
27- GİYİM KUŞAM
MÜRİT- Bütün bunları söylüyorsunuz ama gayrimüslimler gibi elbise gi­yi­niyorsunuz.
BAYINDIR - Fıkıh kitaplarımızın hiç birinde ka­dın ve erkek için bir elbise modeli yoktur. Hiç bir mezhep böyle bir görüş be­lirtmemiştir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin za­ma­nında müslümanlarla gayri­müslimlerin ayrı elbiseler giydi­ğine dair bir bilgi yoktur. Müslüman olan hiç bir gayrimüslime elbisesinin modelini değiştirmesi söy­lenmemiş­tir. Ebu Cehil hangi modelde el­bise giyiniyorsa müslümanlar da o mo­delde giyiniyorlar ve bunu asla bir me­sele yapmıyorlardı. Onun için bu iddianın tu­tarlı bir tarafı yoktur.
Bazı elbiseler vardır ki, bir üniforma olmuş­tur. Askerin ve polisin üniforması gibi gayri­müs­limlerin üniforması haline gelmiş elbiseler olabilir. Yani  bir elbise kafir­lik simgesi haline gelmiş olabilir. İşte o zaman onu giymek caiz olmaz. Asker ve polis kı­yafetleri zaman zaman değiş­tiği gibi gayri­müslim­lerin simgesi haline gelen elbiseler de zaman za­man değişe­bilir. Fıkıh ki­taplarımızda bu simge­lerle ilgili hü­kümler vardır.
Simge bir ihtiyaçtan doğmuştur. İslam top­lu­munda yaşa­yan gayrimüslimler içki içebilir, do­muz eti yiyebilir ve domuz besleyebilirler. Şarap içtiğini gördüğünüz kişi eğer müslü­mansa suçüstü yaka­lar hakim önüne çı­karırsınız. Fakat Hıris­tiyansa bundan dolayı hakim önüne çıka­ramazsınız. İslam devletleri, bir karışıklık olmasın diye gayrimüslim­lere, özel bir baş­lık veya belli renk ve biçimde ku­şak giyinme zorunluluğu getirmiş­lerdir. O devirde bir müslüman tutar, aynı başlığı veya aynı kuşağı gi­yi­nirse müs­lümanları aldatmış olurdu. Bugün po­lis veya as­ker elbisesi giymenin suç olması gibi bu da suçtu. Fıkıh ki­taplarımızda gayrimüslim elbi­seleri konusunda yer alan hükümler sadece bu gibi simgelerle ilgi­lidir.

28- ŞEYH ÖĞRETMEN OLMALI*
BAYINDIR - Sıradan bir müslüman olmak, diğer müslü­manlar gibi ibadetlerinizi yapıp işinize bak­mak neyinize yetmiyor ki, kendinize Allah ile kul arasında bir yer arıyorsunuz? 
ŞEYH EFENDİ - Allah Teâlâ âyette “De ki, hiç bilenlerle bilme­yenler bir olur mu? “ diye bu­yurmu­yor mu?
BAYINDIR - Tamam, bir öğret­men olarak, bir hoca olarak saygı gö­rün. Çünkü iyi bir şeyh, iyi bir öğ­retmen olmalıdır. Devamlı bilgi­lerini taze­le­meli, bildiklerini öğretmeli ve yaşayı­şıyla örnek olmaya çalışmalı­dır. Ama Allah ile kul ara­sında bir kısım manevi makamlar uydurup kendinizi o ma­kamlara yerleştirmek de nere­den çıktı?
MÜRİT- Herkes farklı değerlendiriyor ama biz Şeyhimizi insan kabul ediyoruz, fakat farklı bir in­san. O, diğer insanlara benzemez.

29- İSLAMIN YAYILIŞI
MÜRİT- Sen tarikatları yerin dibine soku­yorsun ama İslam tarikatlar sayesinde yayıl­mıştır. Büyük alim Muhammed HAMİDULLAH da tarikatlara karşı iken İslamın sufiler sayesinde yayıldığını görünce fikrinden vazgeç­ti. Tarikatları ortadan kaldırmakla ne elde edecek­sin?
BAYINDIR- Değerli ilim adamı HAMİDULLAH, Kur'an'a aykırı bir tarafı olmayan tarikatları kasdetmiş olma­lıdır. Hatırlarsanız konuşmamızın başında şöyle söylemiştik:
"Bizim karşı çıktığımız, sadece Kur'an'a açıkca aykırı olan şeylerdir. Eğer bunlar Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş­‘ârî, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görü­şüne aykırı ol­saydı bunu gözümüzde büyü­tüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevâtir[56] olmayan hadis-i şe­riflere aykırı bulsaydık üzerinde  bu kadar durmaz­dık. Siz Kur­‘an-ı Ke­rim’in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söy­lüyorsu­nuz. Bunlar karşısında susarsak hesap gününün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını veremeyiz."
MÜRİT- Kur'an'ın açık ifadelerine kim karşı çıkabilir?
BAYINDIR- Lütfen başa dönmeyelim. Baştan da öyle dediniz ama konulara tek tek gi­rince Kur'an'dan ne ölçüde uzaklaşıldığı ortaya çıktı.
Kur'an'a aykırılıklarla dolu bir akımın İslam diye yayılmasının ne faydası olur?
30- HADİS-İ ŞERİFLER
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selle­min, Allah'ın elçisi sıfatıyla söylediği sözlere, yaptığı işlere ve kabul ettiği davranışlara hadis denir.
MÜRİT- Dedin ki, tarikatlardaki yanlışları "Mütevâtir olma­yan hadis-i şe­riflere aykırı bul­saydık üze­rinde  bu kadar durmaz­dık." Sen hadis-i şerifleri önemsemiyor musun?
BAYINDIR- Elbette önemsiyorum. Ama sahih de olsa her hadisin derecesi farklıdır. Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme ait oldu­ğunda kuşku olmayan hadislere mütevâtir hadis denir. Ahmed Naim, bunların pek az olduğunu be­lirtir ve dört hadisin lafız ve anlam yönünden mü­tevâtir olduğunu ifade eder[57]. Bu konuda farklı tespitler ol­makla birlikte sayısının pek az olduğunda kuşku yoktur. Mütevâtir olmayan hadisler üzerinde az çok şüphe vardır. Bu şüphe ya senet yönünden ya anlam yönünden ya da diğer hadislere ters düşen ifadeler yönünden olur.
Hadis-i şerifi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden bize kadar ulaştıran kişiler o hadisin senedini oluşturur. Bu senet zincirinde yer alan kişilere ve onların ezberleme kabiliyetlerine  tek tek güvenilebilmesi gerekir.
Mezhepler ulaşabildikleri hadis-i şerifleri kendi usullerine göre değerlendirirler. Bakarsınız ki, aynı konuda mezheplerden biri bir hadise, diğeri başka bir hadise dayanmıştır. Üçüncüsü de bunlardan hiç birini kabul etmemiştir. Zayıf bir hadis kabul edildiği halde sahih hadisin kabul edilmediği durumlar da olur.
Mesela Şafiî mezhebi, köpek tarafından ya­lanmış bir kabın, biri toprakla diğerleri de su ile ol­mak üzere yedi kere temizlenmesini şart koşar[58]. Bu konuda dayandığı hadis şudur: "Birinizin ka­bını köpek yalarsa onu yedi kere yıkasın, bunlar­dan biri temiz toprakla olsun[59]."  
Hanbelî mezhebinin görüşü de aynıdır. O da aynı hadis-i şerife dayanır[60].
MÜRİT- Peki bu hadis-i şerif sahih mi? Çünkü Hanefî mezhebine göre köpeğin yaladığı kabın üç kere yıkanması yeterlidir.
BAYINDIR-  Hadis-i şerif sahihtir. Altı sahih hadis kitabının (kütüb-i sitte'nin) tamamında vardır. Ayrıca Darîmî'de ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin bir çok yerinde geçer. Hanefîler ile Mâlikîler de bu hadisin varlığını kabul ederler.
MÜRİT- Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde olmasına rağmen Hanefîler neden o hadis-i şerife uymamışlardır? Sahih hadise uymamak olur mu?
BAYINDIR- Evet, bu hadis sahihtir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir söz söylemiştir ama bu konuda bir icma oluşma­mıştır. Yani  Peygamberimizle birlikte yaşamış müslümanla­r, köpek tarafından yalanmış bir kabın, biri toprakla diğerleri de su ile olmak üzere yedi kere temizlenmesi ile ilgili bir görüş ve uygulama birliği içinde olmamışlardır.
İşte bu, fıkıh bilginini düşündürmektedir. Acaba bu sözü Peygamberimiz hangi şartlarda söyle­miştir. O şartlar hala devam ediyor mu? Daha sonra onun bu söze aykırı başka bir sözü veya davranışı olmuş mudur? Bu gibi şeyler doğru so­nuca varmak isteyen fıkıh bilginine ter döktürür.
Köpeğin yaladığı kabın temizliği konusunda Hanefîlerin sözleri özetle şöyledir:
" Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Birinizin kabını köpek ya­larsa onu yedi kere yıkasın, bunların biri temiz toprakla olsun." Bu, icma ile vacip olan bir durum değildir[61]. İslamın ilk devirlerinde, insanların kö­peklerle içli dışlı olmalarını ortadan kaldırmak içindir. Nitekim içki yasaklandığı zaman fıçıların kırılması emredilmiş ve içki içilen kablardan bir şey içilmesi bile yasaklanmıştı. Onlar adetlerini terkedince Peygamberimiz de içkide olduğu gibi burada da yasağı kal­dırmış olmalıdır. Bazı rivayetlerde geçen şu ifadeler bunu desteklemektedir: "...yedi kere yıkasın, bunların biri temiz toprakla olsun."  bir diğerinde "...bunların sonuncusu temiz toprakla olsun." şeklindedir. Bir kısmında da "...sekizincisinde topraklayın"  ifadesi vardır.
Biz bu durumda Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözüne dayanırız: " Bir kab, köpek yalamasından dolayı üç kere yıkanır."
Gözükmeyen necasetlerin su ile üç kere yı­kanması temizlik için yeterlidir. Zaten bir necasetin bir kere yıkamakla temizlenmeyeceği hususu açıktır. Sonra burada başlı başına bir necaset de yoktur. Köpek salyasının yıkanması hadisin em­ridir, yoksa onun necaset sayılması akılla anlaşılır bir şey değildir. Bu, tıpkı abdestsizliğin necaset sayılması gibidir. Abdestsizlik organları bir kere yı­kamakla gider. Nitekim peygamber sallallahu aleyhi ve sellem her organını birer kere yıkayarak abdest almış ve buyurmuştur ki, " Bu abdest, bu olmadan Allah'ın namazı kabul etmeyeceği ab­desttir" Bize göre köpek salyasını üç kere yıka­mak da şart değildir, kaç kere yıkaması kişinin görüşüne ve kendinde hakim olan kanaate bırakı­lır[62]. 
Hanefilerin dayandıkları hadis zayıftır[63]. Ama prensiplerine uyduğu için onu tercih etmişlerdir.
MÜRİT- Çok ilginç.
BAYINDIR- Daha ilginci Malikîlerin görüşüdür. İmam Malik köpeğin yaladığı kabın yıkanmasını gerekli görmemiştir. Ona yukarıdaki hadis sorul­duğu zaman demiştir ki; "Bu hadis gerçekten vardır, ama işin aslı nedir, bilemiyorum[64]."
MÜRİT- Mâlikî mezhebi hem de hak mezheptir değil mi?
BAYINDIR- Elbette hak mezheptir. İşte bu noktanın anlaşılmasını istiyorum.
Allah Teâlâ'nın koruma altına aldığı ve müslümanların tartışmadıkları tek metin Kur’an-ı Kerim’dir. Farz namazların vakitleri, rekatları ve nasıl kılına­cağı gibi Allah'ın elçisi'nin Kur'an kadar kuşku gö­türmez yollarla bize ulaşan uygulamaları da vardır. Bunlar üzerinde tartışma olmaz. Onlar da mütevâtirdir. Bu şekilde gelen helaller helâl, haramlar da ha­ramdır. Bunlar bü­tün mezheplerde aynıdır. Mezhep farkı bunların dışındaki konularda olur.
MÜRİT-  Yani onların dışındaki her şey tartışı­labilir diyorsunuz.
BAYINDIR- Elbette. İşte bu, müslümanlara geniş bir bilimsel hürriyet sağlar. Bu sınırları aşma­yan her mezhep hak mezheptir. Köpeğin yaladığı kab konusunda da o sınırlar aşılmamıştır. Bu gö­rüşlerin hiç biri, ne Kur'an-ı Kerim'e ne mütevâtir hadislere ne de icmaa aykırıdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek eğittiğiniz av köpeklerinin tuttukları size helâl kılınmıştır. Onların sizin için tuttuklarını yeyin. Üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, çünkü Allah hesabı çabuk görür."(Maide 5/4)
Köpek tuttuğu av hayvanını ısırır. Isırdığı ye­re, ister istemez salyası bulaşır. Köpeğin ısırdığı yerin temizlenmesi emredilmediği için ayet, en uçta gözüken Maliki mezhebinin görüşüne haklılık ver­mektedir.
Zannederim bu örnek ne anlatmak istediğim ko­nusunda bir fikir vermiştir.
31- MEZHEPLER
MÜRİT- Tarikatlerde Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş­‘ârî, Maturîdî gibi bir mezhebin gö­rü­şüne aykırı olabile­cek uygulamaları önemsemediğini de ifade ettin. Demek ki, sen mezhepleri önemsemiyorsun.
BAYINDIR- Mezheb, bir alimin bir konudaki görüş ve yorumudur. Bugün mezheb de­yince aynı metodu benimsemiş alimlerin görüş ve yorum­larının bir araya getirildiği bir bütünlük anlaşılmak­tadır. İlmî çalışmanın olduğu her yerde mezheb olur. Mezhebi önemsememek, ilmi çalışmayı önemsememektir. Benim böyle bir şeyden yana olmam düşünülemez. Ben sa­dece, alimleri kutsallaştırmamak gerektiğini ve bi­limsel hürriyetin çok önemli olduğunu vurgula­mak istiyo­rum.  
Mezhep ve meşreb ihtilafları bir ayrılık değil, bir gelişme ve ilerleme sebebidir. Yeterki onlarla uğ­raşıp Kur'an'ı unutmayalım. Yoksa Kur’an’ın açık hükümlerine aykırı düşmeyen konularda hoşgörülü olmak bir borçtur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
 “Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun bera­be­rinde bulunanlar, inkarcılara karşı çok sert, kendi aralarında merhametlidirler.”  (Fetih 48/29)
“Ey İnananlar! İçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine bir milleti getirir de O, onları sever, onla­r da O'nu sever­ler. Bunlar ina­nanlara karşı alçak gönüllü, in­karcılara karşı çok sert olurlar.  Allah yolunda ci­had eder, kınayanların kınamasından korkmaz­lar. İşte bu Allah’ın bir ver­gisidir, kime dilerse ona verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Sizin dostunuz ancak Allah ve onun  elçisi ile namaz kılan, zekat veren ve rüku eden mü­minler­dir.
Kim Allah'ı, Elçisini ve inananları dost edi­nirse Allah'tan yana olanlar şüphesiz üstün gelirler.” (Maide 5/54-56)
32-İCTİHAD
İctihad burada, bir islam aliminin bir konudaki görüş ve kanaati anlamındadır.
MÜRİT- Mezhepler her şeyi halletmişlerdir.  Bize düşen, onları anlamak ve uygulamaktır.
BAYINDIR- Bu düşünce bir kaç yıl öncesine kadar çok yaygındı. Canla başla savunu­luyordu. Şimdi de hatırı sayılır taraftarı vardır. Sağlam bir dayanağı olmadığı için giderek za­yıflamaktadır.
Mezhepler her şeyi halletmemişlerdir. Mezhep alimleri, tereddüde sebep olan ve bir karar verilme­sine ihtiyaç duyulan hususları Kur'an ve sünnet ışığında yorumlamışlardır. Olayı kendi şartları içinde kavramış, sebepleri ve sonuçları açısından incelemiş, çözümüne ışık tutacak âyet ve hadisleri tespit edip bir so­nuca varmışlardır.
İşte burada, içinde bulunulan şartların, eldeki bilgilere olan güvenin ve yorumu yapan ilim ada­mının özel şartlarının büyük önemi vardır. Bu se­beple bakarsınız ki bir alim, aynı olayı değişik dö­nemlerde değişik şekilde yorumla­mıştır. Bu gayet normaldir ve olması gerekendir. Şartlar değiştikçe yorumların da değişeceği ga­yet açıktır. Mezhepler tecrübeye ve şartların değişmesine çok önem vermişlerdir.
Mesela Hanefî Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'dir. Ebu Yusuf ve Muhammed[65] onun ta­lebeleri ve mezhebin önde gelen alimleridir. Yargılama (kaza) ile ilgili konularda Ebu Yusuf­’un görüşüne uyulur. Çünkü Ebu Yusuf kadılık yap­mış ve bu konu­larda tec­rübe sahibi olmuştur. Uygulamadan uzak bir ilmî çalışmanın problem çözmede yetersiz olduğunu herkes kabul eder.
Ebu Hanife öldükten sonra Ebu Yusuf 33 yıl, İmam Muhammed de 39 yıl yaşa­mıştır. Görüş ayrılığı, bunların farklı çağlarda yaşamış olmala­rından kaynaklanırsa gene ter­cih sebebi olur. Mesela: Ebu Hanife’ye göre, bir suç­lama olma­dıkça, görünüşlerine bakılarak şahitler dürüst sa­yılır ve ifadeleri mahkemece doğru kabul edilir. Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre bir suçlama ol­masa dahi, şahitler hak­kında güvenilirlik soruştur­ması açılması (ta’dil ve tezkiye işlemlerinin yapıl­ması) gerekir. Bu görüş tercih edilmiştir. Çünkü genel ah­lak Ebu Hanife’den sonra bozulmuştur. Buna göre artık şahitler hak­kında güvenilirlik so­ruşturması açılmadan, mahke­mece ifadeleri doğru kabul edilemez[66]. Bu da olması gereken bir dav­ranıştır. Yanlış olan, onlardan sonra hayatı don­muş ka­bul edip artık bütün gelişmeleri Kur'an ve sünnet yerine bu alimlerin görüşleri doğrultusunda değerlendirme eğilimidir. 
Kimse bundan yüz sene evvelki şartlarla ku­maş dokumayı, inşaat veya ulaşımı aklından bile geçirmez ama hayatın l300 sene evvelki Kûfe ve Bağdat şartlarına göre yapılmış ictihat­lara uydu­rulmasını savunanlar çıkabilir. Mezhepler her şeyi halletmişlerdir demek, mezheplerin oluştuğu tarih­ten itibaren hayatı don­muş saymaktan başka bir şey değildir.
MÜRİT- Bugün Ebu Hanife , İmam Malik ve İmam Şafiî gibi alimler yetişebilir mi? Ebu Hanife'nin kırk yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldığı rivayet edilir.
BAYINDIR- Zaten asıl felaket burada, bu in­sanları kutsallaştırmaktadır. Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem kaç gün yatsının abdesti ile sabah namazını kılmıştır? Allah'ın dinlenmek için yarattığı geceyi uykusuz geçirmenin faziletine dair Ebu Hanife'nin tek bir sözü var mıdır?  Neden bu alimleri olağan dışı, ula­şılmaz varlıklar gibi görmeye çalışıyorsunuz. Halbu ki, onlar sade ve iddiasız bir hayat ya­şamışlardır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı da herkesin örnek alabileceği ve rahatça yaşayabileceği sadeliktedir. Gerçi havalarda uç­maya şartlanmış olanlar onun ve ashabının haya­tını da olağanüstü göstermek ve bize ör­nek olma­larını engellemek için yapmadıklarını bırakmazlar. Şükür ki, elimizde Kur'an-ı Kerim ve sahih hadisler var da bunlara karşı koyabi­liyoruz.
MÜRİT- İyi vallahi! Tarikatları da mezhepleri de hallettin. Senin maksadın ne? Yoksa İslamı, ha­yatın dışına itmek mi istiyorsun?
BAYINDIR- Ben, hayatın dışına itilmiş müslü­manlığı hayatın içine çekmek istiyorum. Ama siz, aklınızı kullanmamak için olanca gücünüzü harcı­yorsunuz.  Halbuki, Allah"..pisliği aklını kullanma­yanların üstüne bırakır." (Yunus 10/100)
MÜRİT- Mezhepsiz islam nasıl olur?
BAYINDIR- Aklını kullanan ve ilmi çalış­mayı kabul eden insanların olduğu her yerde mezhep olur. İctihad kapısını kapatmak ise ilmî çalışmaları dondurmak anlamına gelir. Bu da hayatı donmuş saymakla mümkün olur. Siz donmuş saydınız diye hayat donmaz. Olan size olur, gelişmelere ayak uyduramaz ve ken­dinizi çağın dışına itersiniz.
Müslümanlar Kur’an üzerinde akıl yormayı ve ona sıkı sıkıya sarıl­mayı asır­larca unutmuş­lardır. Sonunda Kur’an, erişile­mez bir kutsal sayılmış ve onu anlayamayacağımız ka­naati doğmuştur.  Artık Kur’an, sevap kazanmak için oku­nan, vaaz ve nasihat için belli bir kaç âyeti açıklanan bir kitap haline gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır? (Muhammed 47/24)
And olsun ki, Kuran'ı anlaşılması için kolay­laş­tırdık; ama hani anlamaya çalışan?  (Kamer 54/17, 22, 32 ve 40)
Ey inananlar! Allah'a ve Elçisine boyun eğin, Kuran'ı dinleyip durur­ken yüz çevirmeyin, dinle­medikleri halde “dinledik” diyenler gibi ol­mayın. (Enfal 8/20-21)
 MÜRİT-  Peki şimdiye kadar yapılmış ictihadları yok mu sayacağız, mevcut  mezhepleri nereye koyacağız?
BAYINDIR- Bakın, inanç ve ibadetle ilgili hü­kümlerin büyük bölümü Kur'an'da ve Sünnette açıkca yer alır. Burada ictihada bırakı­lan kısım azdır. Dünya ile ilgili konularda da sa­dece sınırlar çizilmiş gerisi ilim adamlarına bıra­kılmıştır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Alimler,  elçilerin varisleridir.” buyurmuştur[67]. Bu sebeple alimler, Kur'an ve sünnet üzerinde çalışa­cak kendilerine bırakılmış bölümle ilgili icti­hadlar yapacak ve geçmiş alimlerin ictihadların­dan da  yararlanacaklardır. Böylece Kur'an ile hükmetme görevinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lemi temsil edeceklerdir. Çünkü Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed'e yüklediği gö­revi temsilcileri devam ettirmek zorundadır. O görev şöyle açıklanıyor:
 Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan ka­çın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmasınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günahlarına karşılık başla­rına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zaten in­sanlardan çoğu gerçekten yoldan çıkmıştır.
 Yoksa Cahiliye devri hükmünü  mü arıyor­lar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah'ın hükmünden güzel olabilir? (Mâide 5/49,50)
İşte alimler insanları Kur’an ve Sünnete yönlendirirler. Bu, süreklilik isteyen bir iştir. Bilimsel hürriyeti engeller, mezhepleri bir yerde dondurur, mezhep imamlarını ulaşılamaz kişiler sayarsanız işin içinden çıkamazsı­nız.
33- KUR'AN'A DÖNMEK
MÜRİT- Mezheb imamları gerçekten değerli kişi­lerdir. Onları olağanüstü kişiler saymanın  ne za­rarı var?
BAYINDIR- Çok zararı var. O zaman iş değişir. Onlar Hz. Muhammed'in yerine, görüş­leri de Kur'an'ın yerine geçer. Biz bu fe­laketi ya­şıyoruz.
Hiç kimsenin mezhep imamlarına inanma görevi yoktur. Allah'ın huzurunda bundan sor­guya çekil­meyeceğiz. Ama hepimizin Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme inanma görevi vardır. Ona boyun eğmek, Allah'a bo­yun eğmekle bir sayılmıştır. Ayette"Kim Elçiye boyun eğerse gerçekten Allah'a boyun eğmiş olur."  (Nisa 4/80) buyurulmuş­tur.
Bu âyet dışında Kur'an-ı Kerim'in tam onbir ye­rinde Allah'a boyun eğme emri, Rasulüne bo­yun eğme emri ile birlikte veril­mektedir[68]. Haşr Suresinin yedinci âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Elçi size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun."
Ahzâb suresinin 36. âyeti şöyledir: "Allah ve Elçisi bir işte hüküm verince inanmış hiçbir erkek ve kadın o  işle ilgili davranışlarında ser­best ola­maz."
Nur Suresi'nin 63. üncü âyetinde açık bir uyarı vardır:"Elçi'nin emrine aykırı hareket edenler baş­larına bir belanın gelmesinden veya çok elemli bir azaba uğramaktan sakın­sınlar."

a- Mucize
Önemli olduğu için mucize konusunu bir başka açıdan tekrar ele alıyoruz.
BAYINDIR- Hz. Muhammed kadar önemli bir in­san yoktur. Bunun nedenini düşün­dünüz mü?
MÜRİT- Tabiî, çünkü o Allah'ın  Elçisidir.
BAYINDIR- Allah'ın Elçisi olduğu nereden bili­nebilir? Onu nasıl ispat edersiniz?
MÜRİT- Hz. Muhammed Allah'ın son elçisidir. Herkesin buna inanması gerekir.
BAYINDIR- Tamam, doğru ama insanlar Hz. Muhammed'in ger­çekten Allah'ın  elçisi olduğunu nasıl bilebilirler?
Baksanıza, itibarlı bir kişi, günün birinde kalkıp ben Amerika'nın Ankara Büyükelçisi, oldum dese Türk Devleti bunu kabul edebilir mi? Çünkü bundan sonra yetkili makamların karşısına Amerika Birleşik Devletleri adına çıktığını söyleye­cektir.
MÜRİT- Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge getirirse olur.
BAYINDIR- İşte Hz. Muhammed de Allah'ın bana gönderdiği bir elçidir. Onun da görevlendirme belgesini bana getirmesi gerekir.
MÜRİT-  Sen o kadar değerli misin?
BAYINDIR- Bana, size ve bütün insan­lara bu değeri Allah veriyor. O şöyle buyuru­yor:
"And olsun ki Allah, inananlara büyük lutufta bulundu. Çünkü içlerinden birini elçi olarak gönderdi. O onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, onlara Kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklık içinde idiler."  (Al-i İmran 3/164)
MÜRİT- Tamam şimdi anladım. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin elçilik belgesi onun gösterdiği mucizelerdir.
BAYINDIR- Doğru.
MÜRİT- Mesela Hendek savaşı için hendek kazıl­ması sarısında Cabir b. Abdullah Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şiddetli açlık çektiğini görmüştü. Hemen küçük bir hay­van kesti. Karısı bir sa' (yaklaşık üç kilo) arpa öğüttü. Sonra gelip gizlice, Resulüllah sallallahu aleyhi ve selleme, bir kaç sahabisiyle gelmesini söyledi.   Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek'teki herkesi kaldırdı. Bin kişi idiler. Hepsi de bu yiye­cekten yedi ve doydular. Sonunda tencere olduğu gibi et dolu olarak ve hamur da olduğu gibi pişirilmeye hazır halde arttı[69]."
BAYINDIR- Bütün  elçilerin böyle mucize­leri yani elçiliklerini ispat belgeleri olmuştur. Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın değneğinin yı­lana dönüşmesi, elini çıkarınca bembeyaz ol­ması, Hz. İsa'nın çamurdan kuş heykeli yapıp üflemesiyle gerçek bir kuş haline gelmesi, ölüleri diriltmesi, anadan doğma kör ve alaca hastalığına tutulmuş kişileri Allah'ın izniyle iyileştirmesi birer mucize, elçiliğin birer belgesidir. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlık ne ölçüde ilerleme gös­terirse göstersin, kayadan deve çıkarmak, değneği gerçek bir yılana çe­virmek, ölüleri diriltmek veya bir kaç kişilik yiye­cekle bin kişiyi doyurmak mümkün olmaz. Ama bunlar zamanımız insanı için bir belge olma özelliği taşımazlar.
Mesela Hz. Salih aleyhisselamın kavmi, oradaki büyükçe bir kayadan[70] dişi bir deve çıkarmasını isteyince Allah Teâlâ Salih aleyhisselama şöyle buyurmuştu:
"Onların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için dişi deveyi gönderiyoruz. Onları izle ve sabırlı ol. Onlara bildir ki, su aralarında pay edilmiştir. Sırası gelen onun başında bulunsun." (Kamer 54/27-28)
Suyu bir gün deve, bir gün de şehir halkı içi­yor, ertesi günün suyunu da o günden alıyor­lardı. Devenin nöbetinde halk onun sütünü alı­yordu[71].
Konuyla ilgili âyetlerden bir kısmı şöyledir:
"Semud'a da elçi olarak soydaşları Salih'i gön­derdik. Dedi ki: "Ey ulusum! Allah'a kulluk edin, si­zin ondan başka tanrınız yoktur. Bakın, size Rabbinizden açık bir belge geldi: İşte Allah'ın bu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu da Allah'ın toprağında otlasın; ona bir kötülük dokun­durmayın, yoksa sizi can ya­kıcı azap çarpar.
Düşünsenize, hani sizi Allah, Ad'dan sonra onun yerine getirmişti. Sizi bu yere yerleştirdi. Buranın düzlüklerine köşkler kuruyor dağlarını oyup evler yapıyorsunuz. Evet, Allah'ın nimet­le­rini düşünün de taşkınlık yaparak ortalığı ka­rıştır­mayın.
Ulusunun büyüklük taslayan ileri gelenleri, zayıf görülenlere, onlardan iman edenlere dedi­ler ki, "Siz Salih'in, gerçekten  Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu mu biliyorsunuz?" Onlar şöyle cevap verdiler: "Doğrusu onunla gönderilen ne ise  biz  ona inanıyoruz"
"Büyüklük taslayanlar, "İşte biz de sizin inan­dığınız şeyi tanımıyoruz" dediler
Sonra o dişi devenin ayağını kesip devirdi­ler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar ve dediler ki; "Ey Salih, eğer sen  elçilerden isen  haydi, tehdit ettiğin şeyi başımıza getir de gö­relim." 
Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve olduk­ları yerde diz üstü çöküverip öldüler.
Bunun üzerine Salih onlardan ayrıldı ve "Ey ulusum! And olsun ki ben size Rabbimin sö­zünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi."  (Araf 7/73-79)
Hz. Salih'in devesi sağ kaldığı sürece ona karşı çıkanların başarılı olması mümkün değildi. Çünkü kayadan çıkmış bu mucize deve, onun  elçiliğini belgeliyordu. Ama deve kesilince Hz. Salih, tayin belgesi yakılmış büyükelçi gibi oldu. Ya yeni bir belge getirecekti ya da oradan ayrıla­caktı. Cenabı hak yeni bir mucize vermedi, Hz. Salih'i oradan ayırdı ve inanmayanları yok etti.
MÜRİT- Deve ölünce mucize olmaktan çıktı mı?
BAYINDIR- Ölmüş bir deveyi artık kim Hz. Salih'in mucizesi sayar?
b- Hz. Muhammed'in mucizesi
MÜRİT-  Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizeler de bugün yoktur. Şimdi o da tayin belgesi yakılmış bü­yükelçi gibi mi oldu yani?
BAYINDIR-  Hayır, Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellemin mucizesine hiç bir şey olmadı. Onun asıl mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, Kı­yamete kadar bozulmadan kalacaktır. Onu koru­mayı Allah Teâlâ bizzat üstlendiği için Hz. Muhammed ölmüş olsa da  elçiliği devam etmek­tedir. Çünkü Allah onu son elçisi yapmış ve insan­lardan istediği her şeyi onun aracılığı ile bildirmiştir. Artık Allah'ın insanlardan yeni bir isteği olmaya­caktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım. size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a rıza gösterdim." (Maide 5/3)
MÜRİT- Hz. Muhammed öldüğüne göre onun görevini kim yürütüyor?
BAYINDIR- Elçiler Allah'tan vahiy alır, Allah'ın izniyle mucize gösterir ve aldıkları vahyi tebliğ ederler. Kur'an-ı Kerim hem Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellemin Allah'tan aldığı vahiyleri en güvenilir biçimde koruyan bir kitap, hem de onun mucizesidir. Artık vahiy alma işi bitmiştir. Kur'an'-ı Kerim'de mucize olarak elimizde durmaktadır. Onun yapamadığı tek görev tebliğdir. Neyin tebliğ edileceği de açık ve net olarak bellidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Elçi! Rabbinden sana ne indirilmişse onu tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçi olarak verdiği görevi yapmamış olursun" (Maide 5/67)
Ona indirilen Kitap elimizde olduğuna göre her mümin tebliğ görevini sür­dürebilir. 
c- Her mümin Allah'ın Elçisine varistir
MÜRİT- Her mümin bunu nasıl yapar?
BAYINDIR- Her mümin, Kur'an'a göre ya­şama ve onu insanlara anlatma görevini ya­pabilir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Alimler,  elçilerin varisleridir.” buyur­muştur[72].
MÜRİT- Herkes alim olamaz ki.
BAYINDIR- Herkes bildiği konunun alimi, bil­mediği konunun öğrencisidir. Kur'andan bir tek mese­leyi iyi bilen bir mümin o meselenin alimi olur. Onu tebliğ ederse o ölçüde Hz. Muhammed'e varis olur. Bilmediği meselelerin de öğrencisi olur. Bu durum ölene kadar sürer.
Bu hadis-i şerife dayanarak tebliğ görevini ilim adamlarına bırakıp kenara çekilmek olmaz.
MÜRİT- Şeyhler de peygamber varisi olamazlar mı?
BAYINDIR- Neden olamasınlar? Kur'an'a aykırı itikadı olmayan şeyhler de bu kapsama girebilirler.
Varis, kendine miras bırakan kişiyi temsil eder ve temsil gücüne göre mirasından pay alır. Babanın, annenin, erkek ve kız evlatların, eşin ve kardeşlerin paylarının farklı olması bun­dandır.
Elçilik ne bir miras malıdır, ne de babadan oğula geçen bir saltanattır. Hz. Muhammed'in  elçiliği kı­yamete kadar süreceği için onun, Kur'an'ı tebliğ görevi konusunda temsil edilmesine ihtiyaç vardır. İşte her mümin, Kur'an'ı tebliğdeki payına göre Hz. Muhammed'e varis olur ve o konuda onu  temsil eder. Ama asırlardır bu görev ihmal edilmiştir.
MÜRİT- Kim ihmal etmiştir? Kur'an'ın yazıl­ması, okunması, ezberlenmesi ve nesilden nesile intikali konusunda nasıl bir ihmal var­dır? Bugün Kur'an'a en büyük hizmeti o be­ğenmediğin tarikat­lar yapıyor. Onlara bağlı kurslarda her yıl binlerce hafız yetişiyor ve onun bir kaç katı insan Kur'an okumasını öğre­niyor.
BAYINDIR- Doğru, binlerce Kur'an kursundan her yıl onbinlerce kişi Kur'an öğreniyor. Bunları kü­çümsemiyorum. Bir müslüman  Kur'an'dan ne kadar çok şey bilirse değeri o ka­dar artar. Nitekim Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Uhud şehit­lerini ikişer üçer kabirlere koyarken "Bunlardan hangisi Kur'an'dan daha çok pay almıştır?"  diye so­rardı. Onlardan kime işaret ederlerse onu la­hidde ön tarafa alırdı[73].
Peki ya bizler? Biz Kur'an'dan ne ka­dar pay alıyoruz? Asıl bunun cevabını vermek gere­kir.
MÜRİT- Kursa gidenlerden bir kısmı Kur'an'dan bir kaç sure biliyor. Kimileri tamamını ezberliyor, çoğunluk da Kur'an-ı yüzünden okuyabiliyor.
BAYINDIR-  "Kur'andan payımız ne kadardır?" der­ken Kur'an'dan neleri kavradığımızı ve bu­nun ne kadarını insanlara anlattığımızı soruyorum.
MÜRİT- O konudaki ihmalimizi kabul edebi­liriz.
BAYINDIR-  Hele şükür, bir şey kabul etti­rebil­dim. Ama en önemli şeyi kabul etmiş oldunuz.
Çocuğunu Kur'an öğrenmeye gönderenler ondan, arada sırada geçmişlerinin ruhuna Yasin ve Tebareke surelerini okumasını, yılda bir kere de ölmüşleri için hatim indirmesini bekliyorlar.
Hocaların üzerinde en çok durdukları husus ise harflerin düzgün çıkarılması, Kur'an'ın yanlışsız ezberlenmesi ve tecvid kaidelerine uygun olarak okunmasıdır. Bunlar çok önem­lidir ama iş burada bırakılmaktadır. Halbuki bu işin başıdır. Ama daha işin başında nefesler kesilmektedir. Yani Kur'an, manasını kavramak  için öğrenilmemektedir.

d- Zikir
MÜRİT- Öğrencilere Arapça, fıkıh, tefsir, hadis ve kelâm gibi ilimler de okutu­luyor. Bu ilimler eski­den medreselerde daha geniş okutu­lurdu. Bunların ana kay­nağı Kur'an değil midir?
BAYINDIR- Bakın, Kur'an'ın bir adı da Zikir'dir. Ayette şöyle buyurulmuştur:
"İşte o Zikr'i biz indirdik, ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz." (Hicr 15/9)
Zikir, bir bilgiyi hafızaya yerleştirmeye imkân veren duruma denir. Bilginin hafızaya yerleştiril­mesi ezberleme, yani hıfz,  kullanıma hazır tutul­ması da Zikirdir. Bir şeyin insanın içine veya diline gelmesine  de zikir denir[74].
Tevrat, Zebur, İncil ve  elçilere verilmiş öğütle­rin, emir ve yasakların ortak adı da Zikirdir[75].  Kur'an bütün  elçilerin Zikir'lerini içerir. Onun korun­ması bütün ilahi kitapların korun­ması demektir. Dolayısıyle Kur'an'ı kavrayan, bütün ilahi kitapları doğru olarak kavramış olur.
MÜRİT- Bir şeyi hafızaya yerleştirmek, kalbe ve dile getirmek Zikir ise bunu her müslüman ya­pıyor. Her müslüman, ezberlediği Kur'an'ı, zaten  hafızasında tutuyor ve gerektiğinde okuyor.
BAYINDIR- Bir şey hafızaya ya manası kav­ranarak yerleştirilir, ya da kavran­madan yerleştirilir. Manası kavranmadan hafı­zaya yerleşen şeye ve onu  ifade etmeğe zikir değil, ezberleme ve ezber­den okuma denir.
Zikir, bir marifeti[76], yani bir bilgiyi kullanıma hazır tutacak şekilde hafızaya yerleştirmek ol­du­ğundan burada bilgi öne çıkmaktadır. Bilgi, bilinen şeydir. Ezberlenen şey bilgi değildir. Kaldı ki, burada marifet kelimesi kullanılmıştır. Marifet, bir şeyi olduğu gibi kavramak anlamına gelir[77].
 Zikir kökünden gelen tezekkür, müzâkere ve elh-i zikir kelimeleri de konu­nun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Tezekkür, bir şeyi hatırlamak veya başka­sına hatırlatmak demektir.
" O sakınanlar varya, işte onlara şeytandan bir esinti gelince tezekkürde bulunurlar. Bakarsınız ki, gerçeği görmüşlerdir." (Araf 7/201)
Buradaki tezekkürü Allah'ın âyetlerini hatır­lama ve üzerinde düşünme diye anlamak  ge­rekir.
Müzakere, bir konuyu karşılıklı görüşmek an­lamına gelir. Türkçemizde de kullanılır.
Ehl-i zikir, bir bilgiyi kafasına yerleştirmiş ve kullanıma hazır vaziyette tutan kimselere, ilim adamlarına denir. Kur'an'da şöyle buyuru­lur:
"Senden önce elçi olarak görevlendirdikleri­miz, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden baş­kası de­ğildir. Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun." (Enbiya 21/7)
Bu ayetteki ehl-i zikir ehl-i kitap bilginleridir.
Kur'an'ın Zikir olması, yaşamak için kafaya yerleştirilen ve kendisiyle insanlara öğüt verilen bir kitap olmasından dolayıdır. Şu âyetler bu hususu ortaya koymaktadır:
"Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya kendilerini  kötü duruma düşürdükleri zaman hemen Allah'ı zikrederler (yani  Allah'ın o konudaki emrini hatır­lar­lar) ve günahlarının bağışlanmasını isterler." (Al-i İmran 3/135)
"Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçü­sün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin."  (Ğaşiye 88/21-22)
e- Medrese eğitimi
MÜRİT- Medreselerin kapanması, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi dini bilgilerin yeteri kadar öğrenilmemesi ve Arapça öğreniminin zayıflaması bizi bu hallere düşürdü.
BAYINDIR- İslâmî İlimler başlangıçta  Kur’an’ın bir tefsiri, bir açıklamasıydı. Şimdi Kur'an'a perde oldu.
Bir gün Hz. Ömer min­berden şöyle seslen­mişti: “Ey in­san­lar, Muhammed sal­lal­lahu aleyhi ve sellemin gö­rüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gösteriyordu. Bizim gö­rüşü­müz ise sadece zan ve so­rumluluk al­tına gir­mekten ibaret­tir.”
Allah ondan razı olsun, Hz. Ebû Bekr bir ko­nuda Allah’ın kita­bında ve Hz. Muhammed’in sün­ne­tinde bir hüküm bulamazsa kendi görüşüne göre icti­had yapar ve şöyle derdi: “Bu benim görüşümdür. Doğruysa Allah’tandır, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni bağışlamasını dilerim.”
Hz. Ömer’in bir kâtibi “Bu, Allah’ın ve Ömer’in görüşüdür.” diye yazınca Ömer dedi ki, “Ne kötü söyledin; de ki, bu Ömer’in görü­şü­dür. Eğer doğ­ruysa Allah’tan, yan­lışsa Ömer’­den­dir.”
Hz. Ömer  bir ki­şiyle karşılaşmış ve ne var ne yok, diye sor­muş, o da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler de­mişti. Bunun üzerine Hz. Ömer;
“Eğer ben olsaydım şu şekilde hükme­derdim.” dedi. Adam dedi ki,
“Senin hükmet­mene ne engel var, yetki senin elindedir.” Hz. Ömer dedi ki,
“Senin me­seleni eğer Allah’ın kita­bına ya da Allah'ın elçisinin hükmüne dayandır­saydım bunu ya­pardım. Ama mese­leni gö­rüşe dayandırıyorum, görüş belirtme hakkı ortaktır. Benim gö­rü­şüm Ali’nin ve Zeyd’in görüşünü değersiz hale getirmez[78].” 
Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife'nin şöyle dedi­ğini nak­letmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüş­tür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha gü­zelini geti­rirse kabul ede­riz.”
Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik’in şöyle dediğini işit­tim, “Ben sadece bir insanım, hata yaptığım da olur, doğruyu buldu­ğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Ki­tap ve Sün­nete uygun olanını alın, Kitap ve Sünnete uygun olmaya­nını da bırakın[79].”
İmam Malik sık sık şöyle söy­lerdi: “Bizimkisi bir zandan ibaret­tir. Kesin bir kanaate varama­yız.[80]
Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Şafiî’­nin gö­rüşü, Malik’in görüşü, Ebu Hanife’nin gö­rüşü, bunların hepsi bana göre bir görüştür ve benim yanımda aynı de­ğerdedir. Delil sadece nakiller (Kitap ve Sünnet) dir[81] .”
Bu zatlar, âyet ve hadisleri öne çıkararak kendi görüşlerinin onlardan ayırdedilmesini sağlamış­lardır. Daha sonra âyet ve hadisler ayıklanmış, kitaplarda yalnız alimlerin görüşleri kalmıştır. Sonra gelen alimler, bu görüşleri an­lamayı ve sonraki nesillere aktarmayı yeterli görmüşlerdir. Bu kitaplar zamanla kutsallık ka­zanmış, Kitap ve Sünnetin yerini almıştır. İşte sizin hayranlıkla andığınız medreseler Kur'an'ı anlama yerine bu kitapları an­lamanın, giderek en yüce gaye haline getirildiği yerlerdir.
Gerek Ashab-ı Kiram, gerekse müctehid imam­lar, Kur'an-ı Kerim'le ilişkiyi koparacak davranışlara yol vermemişlerdir. Sahabilerden bazıları bu endi­şeden dolayı hadislerin yazıl­masını dahi hoş karşılamamıştır. Subhi Salih’in şöyle bir tespiti vardır: Hz. Ömer sünnetin yazılmasını arzulamış ve bu ko­nuda Sahabilere danışmıştı. On­lar da sünnetin yazılmasını uygun görmüşlerdi. Hz. Ömer şüphe içinde ve istihare yaparak bir ay bek­ledi. Bir sabah kalktığında Yüce Allah’tan içine kararlılık gelmişti, dedi ki:
“Sizinle, sünnetten bildiğinizi yazmanız hu­su­sunu görüşmüştüm. Sonra düşündüm, bak­tım ki, sizden önceki ehl-i kitap­tan bir kısım in­sanlar Allah'ın kitabı yanında kitaplar yazmış, onlarla meş­gul olmuş ve Allah'ın kitabını bir kenara bı­rakmışlardır. Vallahi ben Allah'ın kitabını başka bir şeyle hiçbir za­man engellemem.”
Böylece Hz. Ömer hadis yazmayı terket­mişti[82].
Hz.Ömer’in korktuğu olmuş, Allah'ın kitabı ya­nında kitaplar yazılmış, Kur'an ile ilişki kesilmiştir. Şimdi insanlar yalnız Kur'an’ı değil Sünneti de bir kenara bırakmışlardır.
Bu şartlar altında yasaklar kolayca çiğnenebilmiştir. Mesela faiz, Kur'an-ı Kerim'in en ağır ya­sak­larındandır. Kur'an ve sünnet bir kenara bırakı­lıp fıkıh kitapları öne alınınca faize kapı açılabil­miş, vakıf müessesesi de buna alet edilmiştir. Bey'ul-ıyne veya muamele-i şer'iyye denen göstermelik bir alışverişin gölgesinde bugünki banka­lar gibi kredi veren binlerce para vakfı ku­rulmuş­tur. İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivinde bunların çalışmalarını göste­ren binlerce örnekten biri şöyledir:
“Ahmed Naili, Kili Nazırı Vakfından beş yıl va­deli 2500 kuruş (yani 25 altın) borç almak için vakfa ait Fetâvâyı Ali Efendi adlı kitabı, bedeli beş yıl sonra ödenmek üzere 1500 ku­ruşa (yani onbeş altına) satın ve teslim alır[83].
Böylece 25 altın borç alan Ahmed Naili Efendi 40 altın borçlanır. Kitabı da daha sonra vakfa hibe eder.
Kitap ve Sünnete değil, yalnızca bir kısım fıkıh bilgininin görüşüne dayananlar, yapılan gösterme­lik alış verişe bakarak bunun câiz, hatta haramdan kaçınmayı sağladığı için sevap olduğunu dahi söyleyebilmişlerdir[84].
Osmanlı döneminde İstanbul'da kurulan banka­lardan Emniyet Sandığındaki bir cep saati, kredi talebiyle gelen kişilerin ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak için hergün defalarca satılıp sandığa hibe edilirdi.
Böyle bir işlem faiz yasağını çiğnemenin ya­nında yüce İslam dininin hafife alınmasına da se­bep olmuştur.
Halbuki ıyne denen bu göstermelik alışve­rişle ilgili olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Iyne alışverişi yapar, öküzlerin kuyruğuna sarı­lır, tarımla ye­tinir, cihadı terkederseniz tekrar dininize dönün­ceye kadar Al­lah (cc) sizi zillet altında bulundu­rur.[85]
Eğer Kur'an-ı Kerim'e bakılsaydı, cumartesi yasağını çiğneyen Yahudilerin yaptığı ile faizi meşrulaştırmak için yapılan göstermelik alış-veriş arasında kolayca bağ kurulabilirdi[86].
Başvurduğumuz kitaplar yüzlerce kişi tara­fın­dan çoğaltılarak bize ulaştırıldığından bu ki­tap­lara sonradan bazı görüşler, kasıtlı olarak sokulmuş olabilir. Mesela faize kılıf uydurma ile ilgili bilgileri ilk defa Fetvây-ı Kadîhan’ vermektedir. Ben bu bilgilerin o kitaba kasıtlı olarak sonradan eklendiği endişesini taşıyorum.
Fetâvây-ı Kadîhân bu görüşün Ebu Yusuf’a ait olduğunu yazıyor. Halbu ki, Ebu Yusuf (öl. l83 h.) ile Kadihân (öl. 592 h)  arasında  400 seneden fazla bir süre vardır. Bu süre zarfında yazılmış olup elimizde bulunan kaynaklarda bu hu­susun Ha­nefî mezhebinde caiz görülmediği ifade edildi­ğine göre büyük bir ihti­malle Kadîhan da aynı şeyi yazmış ama kötü niyetli biri, ki­taba bu ilaveleri yapmış olabilir.
Ayrıca bir kimse ne kadar bilgili ve faziletli olursa olsun hata edebilir. Öy­leyse yapıla­cak tek şey, Kur'an'a göre sorumlu olacağımız dü­şün­ce­sini zihinlere tekrar kazımak ve hayatımızı Kur'an'a göre, baştan aşağı  gözden geçirmektir. Yoksa ahirette şöyle bir durumla karşıla­şabiliriz: 
O gün yanlış davranışlara batmış kişi iki elini ısırır da der ki; “ Ah keşke ben de o  elçi ile birlikte bir yol tutmuş olsaydım.
Ah!!.. yazık oldu bana, keşke falancayı dost edinmeseydim.
Gerçekten de beni Kur'an'dan saptırmış. Hem de o bana kadar gel­mişken.   İşte şeytan insanı böyle yüzüstü bırakır.
Elçi diyecektir ki,  “ Ya Rabbi, doğrusu be­nim kavmim bu Kur'anı kendi­lerinden uzak tuttu­lar.” (Furkân 25/27,28,29,30)
MÜRİT- Bunca şeyden sonra ne yapılma­sını önerirsiniz.
BAYINDIR- Yapılacak şey basit bir metod de­ğişikliğidir. Her hangi bir konunun hükmünü araştı­rırken, fıkıhta belirtildiği gibi önce Kur'an'a, sonra sünnete, sonra icmaa başvurmalı, bun­lardan sonra müctehidlerin görüşlerini okumalı­dır. Halka dinlerini anlatırken de bu sıra gözetil­melidir. Mesela orucu bozan şeyler okunmak isteniyorsa önce ilgili âyet kavranmalı, sonra hadislere ve icmaa bak­malıdır. Müctehidlerin görüşlerini bunların ışığında okumak gerekir. İşte bu davranış bizi Kur'an ve Sünnete bağ­layacak ve kötü niyetlilerin kitaplarımıza sok­muş olabi­leceği hura­feleri ortaya çıka­ra­caktır.
İnananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağ­lanması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine ki­tap verilen­ler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; on­lardan çoğu yoldan çıkmıştır. (Hadîd 57/16)
SONUÇ
Son olarak şunun bilinmesini isterim ki, be­nim karşı çıktı­ğım sadece Kur’an'a açıkca aykırı olan sözler ve davra­nış­lardır. Bu davranışlar hangi ad al­tında yapılırsa yapılsın, bunlara karşı çıkmak her müslü­mana farzdır. Hz. Muhammed'in yolunda gitmenin gereği budur.
Bir hocanın etrafında toplanıp bir grup oluştur­mak, Kur­‘an ve sün­nete uygun olarak İslamı ya­şamak sa­dece takdir edi­lecek bir davranış­tır.
Tutar da o hocaya bir takım ma­nevi ma­kamlar tanır, onu Allah ile kendi aranızda vesile ve vasıta kılar, insanları ona bağlanmaya ça­ğırırsanız işte bunu kabul etmek mümkün ol­maz.
Her türlü aşırılıktan uzak olarak, Allah'ın emir ve yasaklarına uygun, Hz. Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellemin gösterdiği gibi yaşa­malı, dün­yamızı ve ahiretimizi tehlikeye sok­mamalıyız.
Bu tartışmalarda Allah rızasından başka bir gaye düşünülmemiştir. İnsan olduğum için hata yapmış olabilirim. Buradaki görüşleri kabul et­me­yenlerden Allah rızası için talebim şudur: Gördüğünüz hataları lütfen Kur'an ve sünnet ışı­ğında tenkid edin ve doğrunun ortaya çıka­rılma­sına, islam aleminin, düşülen bu bataklık­tan sağ salim çıkmasına yardımcı olun.
Hidayet  elinde olan Rabbımızdan, bizi Kur'an'a döndürmesini niyaz ederim.

Başarı Allah'tandır.















































Bize Kur'an'ı gönderen Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Allah'a ve Peygambere inandık bo­yun eğdik" derler. Sonra da bu­nun ardından iç­lerinden bir takımı yan çizer. Bunlar inanmış kim­seler değillerdir.
Aralarında bir karar versin diye Allah'a ve elçisine çağırıldıkları za­man, içlerinden bir takımı bundan çekinir­ler.
Ama hak kendilerinden yana olsa bu se­fer ona içten bağlı  olarak gelirler
Bunların kalplerinde bir hastalık mı var veya şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah'ın ve el­çisinin kendile­rine haksızlık edeceğin­den mi kor­kuyorlar? Hayır, aslında onlar za­lim kim­selerdir."(Nur 24/47-50)




ÜÇÜNCÜ BASKI İÇİN NOTLAR

1- İstihare ve istiharecelik yazılacak
2- Allah'ı konu ederek örnek vermenin yanlışlığı
O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. (Şura 42/11)
Siz, Allah için örnekler vermeyiniz. (Bunu) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başka­sının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kim­seyi örnek gösterir: "Hiç bunlar eşit olur mu? Övülmeğe layık olan Allah'tır, fakat çoğu bilmezler.
Allah iki adamı misal veriyor: Biri hiçbir şeye gücü yetmeyen bir dilsiz -ki efendisine yüktür, nereye gönderse bir hayır çıkmaz- bu, doğru yolda olan, adaletle emreden kimse ile bir olabilir mi? (Nahl 16/74-76)
3- Şefaat
"Allah'ın berisinden, kendilerine ne fayda sağ­layacak ne de zarar verebilecek şeye kul olurlar. Derler ki, "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçıları­mızdır" De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilme­diği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir. (Yunus 10/18)
4- Müşrik Araplar
Müşrikler, putlardan ihtiyaçlarını gidermelerini, hastalarını iyileştirmelerini ve düş­manlarına karşı kendilerine yardım etmelerini diliyor­lardı. Bunun için putlarına kurbanlar kesip adaklar adıyorlardı.
Müslümanlar da zamanla peygambere ve velilere aşırı inanç beslemeğe, onlardan yardım dilemeğe ve benzeri şirk işlerini yapmaya başladılar.
5- Melekut
78. Oysa, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Pek az şükrediyorsunuz.
79. Sizi yerde yaratıp yayan O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.
80. Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?
81. Hayır; yine de öncekilerin dediklerini derler.
82-3. Öncekiler: "Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? And olsun ki biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti; bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" demişlerdi.
84. De ki: "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?"
85. "Allah'ındır diyecekler, "Öyleyse ders almaz mısınız?" de.
86. "Yedi göğün de Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?" de.
87. "Allah'tır" diyecekler! "Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de.
88. "Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?"
89. "Allah'tır" diyecekler; "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz" de.
90. Hayır; Biz onlara gerçeği getirdik ama, onlar yalancıdırlar. (Müminun 23/78-90)


* Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[1]- Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, c.IV- s.464,465.
[2]- Ayette şirk diye tercüme edilen kelime "zulüm" dür. Bu anlam hem bir önceki ayetten, hem de Lokman suresinin 13. ayetindeki "Şirk gerçekten büyük bir zu­lümdür." ifadesinden anlaşılmaktadır.
*  Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[3]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63.
[4]-  Buharî, ilim 42.
[5]-  Buharî, ilim 42.
[6]- Selam vermek güvenlik ve esenlik dilemektir. Hızır aleyhisselamın toplumunda bu kelime ile selam­laşma olmadığı için Hz. Musa'ya cevabı böyle olmuştur. (Bedreddin el-Aynî, Umdet'ül-Kârî  fî şerhi Sahîh'il-Buhârî, İstanbul 1308, c.I, s.601.)
[7]- Buharî İlim, 44.
[8]- Temrin, alıştırma anlamındadır.
[9]- Bkz. Hasan Kamil YILMAZ, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Ka­sım l994, İstanbul. s.31. 
[10]- Bkz. Hasan Kamil YILMAZ, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Ka­sım l994, İstanbul. s.31. 
[11]- Mütercim Asım.Kamus Tercümesi. Kelime Arapçada  firâset diye seslendirilir.
[12]- Tirmizî, Hicr surenin tefsiri, 6.
[13]-  Hadis-i kudsî, Kur'an'da olmayan ama Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bize, "Allah şöyle buyurdu." diye bildirdiği sözdür.
[14]-  Buhârî, Rikâk, 38.
[15]- Müslim, Cihad, 58.
[16]- Fahruddin er-Razî, et-Tefsîr'ül-Kebîr, Matbaa-i Amire, c.VIII, s. 583.
[17]-Fahreddin er-Razî, c. VIII, s.347.
[18]-Sünen-i Dârimî, Büyu, 2.
[19]-Tirmizî, Kı­yame 60.
[20]- Nas Suresi 114/5
[21]- Günümüz tasavvuçuları buna nefs-i mülhime di­yorlar. Mülhime, ilham eden anlamına gelir. Nefis il­ham etmez, ilham alır. Bu sebeple kendine ilham edi­len anlamına mülheme kelimesi kullanılmalıdır. 
* Bu kısımdaki iddialar daha çok Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[22]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s.86. 
[23]- Ayette  kelimesi geçmektedir. 9 numaralı dip­notta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf ol­duğu açıklanmıştı. Buna göre ayette geçen  Allah'ın dunundan ifadesi Allah'ın en yakınından  demek olur.
[24]- Osman b. Maz'un radiyellahu anh'ın lakabıdır.
[25]- Buhârî, Cenâiz, 3.
[26]- Ayette  kelimesi geçmektedir. Kamusta bu ke­limenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu ifade edil­mektedir. Beri kelimesi de bu anlama gelir.
[27]- Ruhu'l-furkan, c,II, s.64.
[28]- Ruhu'l-Furkân c. II, s. 79
[29]- Tuvalet ihtiyacını gidermek.
[30]- Ruhu'l-Furkan, c,II, s.76.
[31]- Mutezile, bir kelâm mezhebidir. Vasıl b. Ata ve ta­raftarları kurmuştur. İnsanın kendi fiillerinin yaratı­cısı olduğunu, Allah'ın bu konuda kimseye karışmadı­ğını savunurlar. Bir çok konuda farklı görüşleri vardır.
[32]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 65,66.
[33]- Mahmut b. Ömer ez-Zemâhşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 467, el-Matbaat'üş-şarkiyye.
[34]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s.66.
[35]- Ayette  kelimesi geçmektedir. Kamusta bu ke­limenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu ifade edil­mektedir. Beri kelimesi de bu anlama gelir.
[36]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 247, son paragraf.
[37]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s.5, 2. paragraf.
[38]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 3.
[39]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 5.
[40]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.
[41]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.
[42]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 250.
[43]- KOTKU,  Tasavvufî Ahlak, c. II, s.245, 3. paragraf.
[44]-Ayette geçen  kelimesi = önce manasına da gelir. Bu kelime ile ilgili olarak 9 numaralı dipnota bakılabilir.
[45]- İbnü Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. İtaat Tav’ ( ) kökündendir. Tav’ boyun eğmek demek­tir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemiyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.” (Fussilet 41/11)
 Taat ( ) da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” Anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut l412/l992, s.529)
[46]- Hz. Yusuf köle olarak Mısır’ın bir devlet yetkilisine satılmış, o yetkilinin karısı Züleyhâ Hz. Yusuf’a aşık olmuş ve beraber olmak istemişti. O sırada olanları anlatan ayet şöyledir: 
"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapı­ları sıkı sıkı kapadı ve "gelsene" dedi. Yusuf: "Günah işlemek­ten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim rabbimdir; bana iyi bakmıştır. Zalimler iflah olmazlar ki." dedi.  (Yusuf 12/23)
[47]- Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.
[48]- Tirmizî,Dua 1, 3372 nolu hadis.
[49]- Nisa 4/ll7; En'am 6/40,41,56,71,108; Araf 7/37,194,195,197; Yunus 10/38,66, l06;  Hûd 11/101; Ra'd 13/14; Nahl 16/20,86; İsra 17/56, 57,67; Kehf 18/14; Meryem 19/48; Hacc 22/12,13,62,73; Müminun 23/117; Furkân 25/68; Şuarâ 26/213; Kasas 28/64,88; Ankebût 29/42; Lukman 31/30; Sebe' 34/22; Fatır 35/13,14,40; Saffât 37/125; Zümer 39/38; Mü­min 40/20,66; Fussilet 41/48; Zuh­ruf 43/86; Ahkâf 46/4,5; Cin 72/18.  26 Surede toplam 47 ayet.
[50]- Buhari,İman 2.
* - Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[51]- Müridin şeyhi önünde cezbeye gelip baygın düş­mesi böyle bir  şartlanmadan do­layı olsa gerektir.
[52]- “Alâ hilâf’il-kıyâs vâki olan şey sâire mek­îsun aleyh olamaz” Mecelle m.15.
[53]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 79.
[54]- Bakz. Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 79.
[55]-  Bkz. KOTKU, Tasavvufî Ahlâk, c. II, s.184-185.
* Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[56]- Mütevâtir hadis, yalan söylemek için bir araya gelmiş oldukları düşünülemeyecek topluluklar zinciri tarafından bize ulaştırılan hadistir. Bunun Peygamberimizin sözü olduğunda şüphe olmaz. 
[57]- Ahmed Naim, Mukaddime, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1979, c. I, s. 103-105.
[58]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet'ül-muhtâc bi şerh'il-Minhâc, (Şirvânî ve Kasım el-İbâdî haşileriyle birlikte.) c.I, s. 311 vd.
[59]- Buhârî, vudu 33; Müslim, Tahâret 89, 91, 92,93; Ebu Davûd, Tahâret 37, Tirmizî, Tahâret, 68, Neseî, Tahâret 50-52, Miyâh 7,8; İbn Mâce Tahâret 31; Dârimî, Vudû', 59; Ahmed b. Hanbel 2/245, 253, 265, 271, 314, 360, 398, 424, 427, 480, 482, 508, 4/86, 5/56.
[60]- Muvaffak'ud-din b. Kudâme, el-Muğnî (öl.630 h.)Beyrut 1404/1984, c. I, s.74 -75,
[61]- İcma , peygamberimizle birlikte yaşamış müslü­manların, yani sahabinin bir konuda ortak görüş ve uygulama içinde olmaları , bunlardan birinin bir başka görüşü benimsememesi demektir.
[62]- Alâuddin el-Kâsânî, el-Bedâi'u's-sanâi', Beyrut, c.I, s.87-88.
[63]- bkz. Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, (öl. 762 h.) Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire, c. I, s.132-133.
[64]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, Mısır, c. I, s. 5.
[65]Ebu Hanife, Nu’man b. Sabit, Hanefi mezhebinin ku­rucusu olan büyük İslam hukukçusudur. 80h./699m. tarihinde Kûfe’de doğmuş ve 150 h./767 m. tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir.
Ebu Yusuf, Ya’kub b. İbrahim, Ebu Hanife’nin birinci derecedeki öğrencilerinden ve Hanefi mezhebinin bü­yük fakihlerindendir. Abbasi halifelerinden Harun Reşid zamanında kadi’l-kudat (başkadı) olarak görev yapmıştır. Bu unvan ilk defa Ebu Yusuf tarafından kul­lanılmıştır. 113 h./731 m. tarihinde Kûfe’de doğmuş ve 183 h./799 m. tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir.
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybani, Ebu Hanife’nin bi­rinci derecedeki öğrencilerinden ve Hanefi mezhebi­nin büyük fakihlerindendir. Mezhebin görüşlerini ya­zarak günümüze kadar ulaşmasını temin etmiştir. 132 h./749 m.de Vasit’te doğmuş ve 189 h./805 m. Rey’de vefat etmiştir. (BİLMEN Ömer Nasuhi, Hukukı İslamiyye Kamusu, I/370, 392, İstanbul, 1967).
[66]- Mecelle’nin 1716. maddesi bu görüşe göre düzen­lenmiştir.
[67]- Buhari, İlim 10; Ebû Davûd İlim 1; İbn-i Mâce, Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel 5/196.
[68]- Al-i İmran 3/32, 132; en-Nisa 4/59; el-Maide 5/92; el-Enfal 8/1,20,46; en-Nur 24/54;  Muhammed, 47/33; el-Mücadele 58/13; et-Teğabûn 64/12
[69]- Buhari, Meğâzî 29.
[70]- Buranın Arapçasında    kelimesi geçiyor. Lisan'ul-Arab'da bunun tek parça büyükçe bir kaya anlamında olduğu ifade ediliyor.
[71]- Tefsîr'ut-Taberdî, c. XI- s. 561.
[72]- Buhari, İlim 10; Ebû Davûd İlim 1; İbn-i Mâce Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel 5/196.
[73]- Buhârî, Cenâiz 73.
[74]- el-Müfredât ve Lisân'ul-Arab, Zikr maddesi.
[75]- Örnek olarak bkz. Araf 7/63- 69, Hicr 15/6, Nahl 16/43, Enbiya 21/48-105, Kamer 56/24.
[76]- El-Müfredât, zikir maddesi.
[77]-  Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Cürcânî, et-Tarifât, s.221.                                                                                                                                                                                                                                                                                                               
[78]- İbnu'l-Kayyım el- Cevziyye, I'lâmu'l-Muvakkıîn, Beyrut l407/1987 c. I, s. 54.
[79]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c I, s. 75.
[80]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.
[81]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 79.
[82]- Subhi Salih, Ulûmu'l- hadisî ve mustalahuh Beyrut, 1969, s.39-41
[83]- Şer'iyye Siciller Arşivi, Evkaf-ı Hümâyûn Mahke­mesi, İdâne Sicili No, 743, v.7.
[84]- Kadîhan, Hasan b. Mansur el-Özcendi, (592/1196) Fetâvâ Kadîhân, tarih ve yer yok, s. 244,245.
[85]- Ebû Davûd, Büyû 54; Ahmed b. Hanbel 2/84; Zeylâî, Nasbu’r-Râye Kahire, 1357, cilt 4, sh.16-17, Bu ki­tapta hadisin tahrici yapılmış, sahih olduğu ve ricali­nin sika'dan bulunduğu tesbit edilmiştir.
[86]- Cumartesi yasağını çiğneyen yahudilerle ilgili olarak 50. sayfada "Müslümanları Batıran Şirk" başlığı altında bilgi verilmiştir.