MÜRİT- Allah'ın veli kulları Allah'ın Elçisinin halifesidir.
ŞEYH EFENDİ - Allah'ın veli kulları peygamberlerin varisidir. Onlara olan şeyler bunlara da olur.
BAYINDIR - Peygambere varis olma konusunun iyi anlaşılmadığı görülüyor. Bilindiği gibi eskiden elçilik halkası kopmadan devam ederdi. Mesela Hz. İbrahim aleyhisselam, Hz. Lut aleyhisselamın amcası, Hz. İsmail ve Hz. İshak aleyhisselamın babası, Hz. Yakub aleyhisselamın dedesi idi. Hz. Yusuf aleyhisselam da Hz. Yakub aleyhisselamın oğlu idi. Allah'ın bir kaç elçisinin aynı yerde bir arada olduğu da olurdu. Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya’nın oğludur ve Hz. İsa aleyhisselam’dan 10 ay büyüktür. Hz. Zekeriyya Hz. Meryem'in bakımını üstlenmiştir. Bunların üçü de Kudüs’te yaşamıştır.
Hz. Muhammed'in gelişinden önce bir süre elçilik kesilmişti. Sonra elçilerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem görevlendirildi.
Bir elçinin yapması gereken, kendini gönderenin isteğine göre davranmaktır. Hesnâ ile Tevfik'i evlendirmek için elçi olan kişi, daha güzel ve becerikli diye bir başka kız için elçilik yapamaz. Çünkü elçinin kararı değiştirme yetkisi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)
Allah Teâlâ, son elçisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yapacağı vazife ile ilgili şu emirleri veriyor:
"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun" (Maide 5/67)
"Biz elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak görevlendiririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur, ve onlar üzülmeyeceklerdir." (En'am 6/48)
Allah'ın son elçisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğuna göre artık kimsenin mucize göstermesine ve vahiy almasına ihtiyaç yoktur. O kapı kapanmıştır.
Bir taraftan size vahiy geldiğini iddia ediyor, diğer taraftan kerâmet arayışlarına giriyorsunuz. Keramet demeniz, herhalde mucize demeye cesaret edememenizden dolayıdır. Bir de "Allah'ın veli kulları peygamberlerin varisidir. Onlara olan şeyler bunlara da olur." dediniz mi iddia tamam oluyor. Lütfen boyunuzdan büyük işlere girişmekten vazgeçin.
a- Kerâmet
MÜRİT- Sen kerâmeti inkâr mı ediyorsun.
BAYINDIR- Hayır, kerâmeti inkar etmiyorum, bu konuyu biraz sonra açıklayacağız. Ben kerâmeti bir mucize gibi kullanmaya kalkmanızı yadırgıyorum. Öyle bir yola girerseniz sizin kerâmet dediğiniz şey bir istidrâc olur ve sizi adım adım batılın içine sokar.
b- İstidrâc
İstidrâc'ın kelime anlamı basamak basamak çıkarmak veya indirmektir. Terim olarak, bir kimseyi, arzusuna göre adım adım bir noktaya kadar götürüp beklemediği bir felakete atmak an lamında kullanılır. Ama o, bu gidişin kendi yararına olduğunu zanneder.
Hayallerin ötesinde bir merhamete sahip olan Allah Teâlâ, uyarıda bulunmadan kulunu bu yola sokmaz.
"Bir cemaati doğru yola soktuktan sonra, neden sakınacaklarını açıktan açığa kendilerine bildirmedikçe Allah'ın onları yoldan çıkarma ihtimali yoktur." (Tevbe 9/115)
Sapıtan cemaatler, yapılan uyarıları dikkate almayanlardır.
"Ne zaman ki yapılan uyarıları gözardı ettiler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umutsuzluğa düştüler." (En'am 6/44)
Halbuki bunlar ellerindeki nimetlere bakarak hak yolda olduklarını düşünme yerine Allah'ın açık ayetleri üzerinde düşünselerdi bu duruma düşmezlerdi.
Siz de aynı şeyi yapıyorsunuz. Etrafınıza toplanan insanlara bakarak "Yolumuz yanlış olsa bu kadar kişi peşimize takılmaz." diyorsunuz. Çokluğa aldanmamalıdır. Çinli komünist lider Mao daha çok insan toplamışt ama bu onu kurtaramayacaktır.
Maddi imkanlarınızı, sizi dinleyenlerin çok olmasını ve halkın saygı göstermesini de doğru yolda olmanızın delili sayıyorsunuz.
Sonunda iyice şımarıyor ve Şeyhinizin kendine bağlananı, hem dünyada hem de ahirette kurtaracağını söylemeye başlıyorsunuz. İşte bu, sizin kıskıvrak yakalanacağınız noktadır.
Lütfen aklınızı başınıza alın da Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme olan şu emrini iyice düşünün.
" De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından hiçkimse kurtaramaz. Ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
Hz. Muhammed'in varisi olmak onun getirdiği Kur'an'ı insanlara açık ve net bir biçimde anlatmakla olur. Çünkü ondan bize kalan tek görev budur. Ama siz, evliya ve meşayih dediğiniz kişilerin sözlerini alıyor, Kur'an-ı Kerim'i ona göre yorumlamaya kalkışıyorsunuz. Sizin durumunuzu en iyi şu âyet ortaya koymaktadır:
"Kim Rahman'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse onun başına bir şeytan sararız. O onun arkadaşı olur.
Onlar bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yola girdiklerini hesabederler." (Zuhruf 43/36 37)
Rahman'ın Zikr'i, Kur'an'dır. Siz de bir çok âyeti görmezlikten geliyor ama kendinizi hak yolun öncüleri sanıyorsunuz.
Önemli olduğu için Allah'ın elçisine varis olma konusu ile zikrin ne olduğuna tekrar değineceğiz.
17- MUCİZE
Elçilerin mucizeleri vardır. Mucize bir şahsın Allah'ın elçisi olduğunun ispat belgesidir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin mucizesi Kur‘an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim ile muhatap olan herkes onu getiren kişinin bir elçi olması gerektiğini anlar. Çünkü o, bir insanın yazabileceği bir kitap değildir. Bu, aynen Hz. İsa aleyhisselamın Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi, kuş heykeli yapıp Allah’ın izniyle üfürünce canlı hale gelmesi; Hz. Salih aleyhisselamın Allah’ın izniyle kayadan bir deve çıkarması gibi insanı etkileyen bir mucizedir. Ama kuşun uçmasından, dirilen kişinin tekrar ölmesinden ve devenin kesilmesinden sonra gelen insanlar için bunlar birer mucize olma özelliğini yitirmiş olur.
Kur’an-ı Kerim’in mucizeliği süreklidir. Onu dünyanın neresinde, kim okur ve manasını anlarsa bunun bir insan eseri olamayacağını ve onu getiren kişinin Allah'ın elçisi olması gerektiğini kavrar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’i korumayı bizzat üstlenmiş olduğundan artık kıyamete kadar Kur’an mucizesi devam edecektir. Kur’an devam ettikçe Hz. Muhammed'in Allah'ın son elçisi olduğuna inanma mecburiyeti de devam edecektir. Artık yeni bir elçiye ihtiyaç kalmamıştır.
İşte Hz. Muhammed'e varis olacak alimin yapacağı şey, insanları Kur’an'a çağırmaktır. Eğer Kur’an’ın dışına çıkılırsa elçiye varis olma kimliği kaybolur.
Mucize konusu kitabın sonunda Kur'an'a Dönmek başlığı altında daha geniş olarak ele alınacaktır.
18- KERÂMET
Kerâmet sözlükte kerîm olmak, değerli olmak anlamına gelir[1]. Allah Teâlâ insanı değerli (kerâmetli) yarattığını ve bir çok şeyi onun emrine verdiğini açıklamıştır. “Adem oğullarına gerçekten çok değer verdik (çok kerâmetli kıldık). Onları karada ve denizde taşıdık ve güzel şeylerle rızıklandırdık. Yarattıklarımızın bir çoğundan da üstün kıldık.” (İsra 17/70)
İnsanoğlunun dışında, gideceği yere başkaları tarafından taşınan bir mahluk yoktur. Bir insanın denizde balık gibi yüzerek gitmesi mi kerâmettir, yoksa bir gemide oturarak ve yatarak gitmesi mi?
Havada kuşlar uçar. İnsanın kuş gibi uçarak istediği yere gitmesi mi, yoksa bir uçağın içinde gitmesi mi kerâmettir? Bunlara bakarak Allah’ın insana ne kadar değer verdiğini anlamak gerekir.
Allah’ın insanoğluna en büyük ikrâmı, şüphesiz ki, şirkten uzak bir imandır.
“İnananlar ve imanlarını şirkle[2] bulandırmayanlar var ya işte güven onların hakkıdır; doğru yolu tutturanlar da onlardır.” (En’am 6/82)
İnsanların en kerîminin, yani en kerâmetli olanının kim olduğunu da Allah Teâlâ açıklamıştır:
“Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en kerîm olanınız takvâsı en iyi olanınızdır.” (Hucurât 49/13)
Keramet deyince yukarıda anlatılanlar değil, olağanüstü şeyler kastedilir. Bunlar bir elçide görülürse adına mucize, velide görülürse kerâmet denir. Veli, Allah'a karşı gelmekten sakınan her müslümandır.
“İyi bilin ki Allah’ın velilerine korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.
Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir.
Onlara bu dünya hayatında da Ahirette de müjde vardır.” (Yunus 10/62-64)
O müjde en sıkıntılı anda bile müminleri rahatlatır.
İşte Allah bu dostlarını hiç bir zaman yalnız bırakmaz.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir.
Onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Her kim Allah’a dayanırsa o ona yeter. Çünkü Allah işini tastamam yapar. Allah her şeye, muhakkak bir ölçü koymuştur. “ (Talâq 65/2-3)
Yardım eden Allah olduğuna göre yardımı olağan yollarla da yapar olağan dışı yollarla da. İşte Allah’ın olağan dışı yollarla yaptığı yardıma kerâmet denir.
Kerâmet Allah’ın bir nimetidir; bütün nimetler gibi ona da şükretmek gerekir. Mal, mülk, mevki ve makam gibi kerâmet de insanı saptırabilir. İnsan kerâmeti değil, Allah’ın rızasını aramalıdır.
Allah Teâlâ sıkışık zamanlarda mü‘min kullarına, şu veya bu şekilde mutlaka ikramda bulunur. Yukarıdaki ayet bunu göstermektedir. İnsan bu ikramı kendinden değil, Allah’tan bilmelidir. Mal ve mülkle öğünmek nasıl çirkinse kerâmetle övünmek de çirkindir.
Bedir savaşında sıkışan müslümanların yardımına Allah Teâlâ melekleri göndermiş ama zaferin meleklerin yardımıyla değil Allah katından verildiğini de vurgulamıştır. Onu açıklayan âyet zihinlerimizde hep yankılanmalıdır.
“Hani siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da; “İşte ben size birbiri ardınca gelen bin melekle yardım gönderiyorum” diyerek isteğinizi kabul etmişti.
Allah bunu, sadece size müjde olsun ve gönlünüz bununla rahatlasın diye yapmıştı. Yoksa zafer (meleklerden değil) yalnız Allah katındandır. Allah güçlüdür ve her şeyi yerli yerinde yapar.“ (Enfal 8/9-10)
Kendisinde kerâmetler görülen kimse kurtuluşa erdiğini zannetmemelidir. Dünya hayatı engebeli bir koşudur. Her an bir şeye takılıp düşebiliriz.
Ölünceye kadar kulluğa devam etmek gerekir. “Ölünceye kadar Rabb’ına ibadet et.” (Hicr 15/99)
19- İLM-İ LEDÜN - İLM-İ BÅTIN*
(Hızır Aleyhisselam'ın İlmi)
İlm-i ledün, Allah tarafından verildiği iddia edilen özel bir bilgi anlamında kullanılır, ilm-i bâtın da aynıdır. Kimi şeyhlere böyle bir ilim verildiği iddia edilir. Bu iddia onların kutsallaştırılmasına yol açar.
ŞEYH EFENDİ- Manevi yolu iyi bilen ve salikleri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramak şeriatın emirlerindendir[3].
BAYINDIR- Eğer bu sözünüzle insana hak yolu gösterecek ve bu yolda onu eğitip örnek olacak bir öğretmene ihtiyaç olduğunu söylemek istiyorsanız doğrudur. Her insanın bir terbiyeciye, bir ustaya ve öğretmene ihtiyacı vardır.
ŞEYH EFENDİ - Şeyhlerin sahip olduğu ilim ilm-i bâtındır. Bu herkese verilmemiştir. Allah ondan razı olsun, Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Ben Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlardan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olsaydım boynumu vururdunuz.”[4] İşte bizim ilmimiz bu ilimdir.
BAYINDIR - Ebû Hureyre’nin nakletmediği ilmi kimden aldınız? Kaynağı, delilleri ve dayanağı olmayan şey nasıl ilim olabilir?
ŞEYH EFENDİ - Kehf suresinde Hızırla arkadaşlığı anlatılan Hz. Musa, olayların gerçek yüzünü göremediği için itiraz etmişti. Hızır aleyhisselamın ilm-i ledünnü olduğu için işin iç yüzüne vakıf oluyordu. Ayette “Ona, kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf 18/65) buyurulmaktadır. İşte ilm-i batın, ilm-i ledün bu ilimdir.
BAYINDIR - Hz. Hızır’la beraber olan Hz. Musa bu ilmi öğrenemedi de siz nereden öğrendiniz? Bu ilmin size de öğretildiğinin delili nedir?
ŞEYH EFENDİ - Ebu Hureyre’nin sözü nedir?
BAYINDIR - Ebu Hureyre’nin sözününün nesi delildir? Ebu Hureyre “Ben Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlardan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olsaydım boynumu vururdunuz.”[5] diyor. O nakletmediğine göre siz nereden öğrendiniz?
Bakın; Hızır aleyhisselam ile ilgili olarak Buharî’de uzunca bir hadis-i şerif vardır. Konuya açıklık getirdiği için hadis-i şerifi aynen zikretmek yararlı olacaktır.
Allah ondan razı olsun, Übeyy b. Ka’b Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet ediyor: "Musâ aleyhisselam İsrail oğullarına konuşma yapmak üzere kalktı. Kendisine, “İnsanların en bilgilisi kimdir?” diye soruldu. O da “En bilgili benim.” dedi. Allah Teâlâ bundan dolayı onu ayıpladı. Çünkü bütün ilmi ona vermemişti. Allah Tealâ: “İki denizin kavuştuğu yerde kullarımdan biri var, o senden bilgilidir.” diye vahyetti.
Musa dedi ki, “Rabbım, onunla nasıl buluşabi lirim?” Allah Teâlâ buyurdu ki, “Sepete bir balık koy ve yanına al, balığı nerede kaybedersen o oradadır.”
Musa yola koyuldu. Genç hizmetçisi Yuşa b. Nûn ile birlikte yürüdüler. Sepet içinde bir balığı da sırtladılar. Bir kayanın yanına gelince başlarını koyup uyudular. Balık sepetten çıktı, denize doğru yol alıp gitti. Hz. Musa ve genç hizmetçisinde bir gariplik vardı. Gecenin arta kalanında ve gün boyu yürüdüler. Sabah olunca Musa genç hizmetçisine dedi ki, kahvaltımızı getir, bu yolculuk bizi epey yordu.
Belirtilen yeri geçinceye kadar Hz. Musa bir yorgunluk duymamıştı. Genç hizmetçi dedi ki, “Gördün mü, kayanın orada dinlendiğimiz zaman balığı unutmuşum.” Musa dedi ki, “İşte istediğimiz buydu.” İzlerini takibederek geri döndüler.
Kayanın yanına vardılar baktılar ki, orada kumaşa bürünmüş bir adam var. Musa selam verince Hızır dedi ki, “Güvenlik[6] nere burası nere”
O, “Ben Musa’yım.” dedi. Hızır, “İsrailoğullarının Musa’sı mı? “ diye sordu. “Evet” dedi ve ekledi: “Sana öğretilmiş olan olgunluktan bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” Hızır dedi ki, “Ya Musa, sen benimle birlikte olmaya dayanamazsın. Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.” Musa dedi ki, inşaallah benim sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiç bir konuda karşı çıkmam.”
Bunun üzerine deniz sahilinde yaya olarak gitmeye başladılar. Kendi gemileri yoktu. Bir gemi geldi, ona binmek için konuştular. Hızır’ı tanıyan oldu, ücret almadan gemiye aldılar.
Bir serçe gelip geminin kenarına kondu, gagasını bir iki kere denize daldırdı. Hızır dedi ki, “Ya Musa, benim ve senin ilmin, Allah’ın ilminden ancak şu serçenin gagasıyla denizden aldığı kadar bir şeydir.
Hızır tuttu geminin tahtalarından birini söktü. Musa dedi ki, “Bunlar bizi ücret almadan bindirdiler, sen de tuttun onları batırmak için gemilerini deldin.”
Hızır, “Demedim mi, sen benimle beraber olmaya dayanamazsın.” dedi. Musa: “Unuttuğum için kusuruma bakma” dedi.
Hz. Musa’nın ilk karşı çıkması unuttuğu içindi.
Yürüdüler, baktılar ki, bir erkek çocuk arkadaşlarıyla birlikte oynuyor. Hızır üstten çocuğun kafasını tuttu ve eliyle yerinden çıkardı (boynunu kırdı). Hz. Musa hemen atıldı: “Bir cana karşılık olmadan temiz bir canı öldürdün ha?” Hızır dedi ki, “Sana demedim mi, sen benimle beraber olmaya dayanamazsın, diye?”
Yürümeye devam edip bir yere geldiler, yemek istediler ama halk onları konuk etmekten kaçındı. Önlerine, yıkılmak üzere olan bir duvar çıktı. Hızır eliyle duvara işaret etti, sonra onu doğrulttu. Musa dedi ki, “İsteseydin buna karşılık bir ücret alabilirdin.” Hızır dedi ki, “İşte bu beni senden ayırır.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Musa‘ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de birlikte yapacakları daha çok şey bize anlatılsın[7].”
Burada Hz. Hızır’ın şu sözü dikkatimizi çekiyor:
“Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.”
Hz. Musa aleyhisselam Allah'ın elçisidir. Elçiler Allah'ın kendilerine verdiği görevi yaparlar. Bu da insanlara doğru yolu göstermek ve onlara rehberlik yapmaktır. Şu âyet bunu açıkca belirtmektedir:
“Ey Elçi biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Kendi izniyle Allah yoluna çağıran ve aydınlatan bir lamba olarak.” (Ahzâb 33/45-46)
Bir elçinin yaptığı davranışları her insan yapabilir. Çünkü onlar örnek kişilerdir. Onlarda Hz. Hızır’ınkine benzer garip davranışlar görülmez. Elçilerin gösterdikleri mucizeler ise onların elçiliklerini ispattan başka bir gaye taşımaz.
Hızır aleyhisselamın bilgisine elçilerin ihtiyacı yoktur. Bunu anlamak için yukarıdaki üç olayın içyüzünü anlatan şu âyetleri okuyalım:
“(Hızır, Musa'ya dedi ki:) Şimdi sana sabredemediğin şeyin içyüzünü bildireceğim:
O gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü onların ilerisinde, tuttuğu gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bunun onları azgınlığa ve kâfir olmaya zorlayacağından korktuk.
İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin.
Duvar ise şehirde iki yetim çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar olgunluk çağına girsinler de hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir merhametidir. Yoksa bunu ben kendiliğimden yapmış değilim. İşte senin sabredemediğin şeyin iç yüzü.” (Kehf 18/78-82)
Bu olayın ibret verici bir çok yönü vardır. Bize göre en önemlisi şudur: Allah’tan gelen her şeye teslim olmak ve bizim için hayırlı sonuçlar doğuracağına inanmak gerekir. Çünkü hoşumuza gitmeyen nice olaylar vardır ki, daha sonra ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkar.
İşte hikmet budur. Hikmet bir şeyin yerli yerinde olduğunu gösteren şeydir. Bir olayın hikmetini anlayamadık diye üzülüp ümitsizliğe kapılmaya gerek yoktur.
Elçilerde bu gibi garip davranışlar görülmez. Çünkü onların davranışları ümmetleri için örnektir. Ama Hızır'ın davranışları örnek alınamaz.
Yukarıdaki işleri Hz. Musa yapsaydı ve bir yahudi bunu örnek alıp anasına babasına zahmet verecek diye bir çocuğu öldürseydi veya başkası gasbedecek diye birinin malına zarar verseydi insanlar arasında emniyet ve huzur kalır mıydı? O zaman herkes yaptığı garip davranışa bir kılıf bulup delil olarak da Hz. Musa’yı göstermez miydi?
Yukarıdaki hadis-i şerif Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözleriyle bitmiştir:
“Musa’ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de bize, birlikte yapacakları daha çok şey anlatılsın.”
Bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor ki, Hz. Hızır'dan öğrenilenler âyette belirtilenlerle sınırlıdır. Bu konuda Hz. Muhammed bile fazla bir şey bilmemektedir.
Bu gerçekler karşısında artık kim Hz. Hızır’a öğretilen ilmin kendine de öğretildiğini iddia edebilir.
20- KEŞF (Perdelerin Açılması)
MÜRİT- İlham ve keşif yoluyla elde edilen bir hakikat bilgisi vardır. İşte ilm-i ledün odur. Bu, fikrî, zihnî ve de düşünce temrinleriyle[8] elde edilen bir bilgi türü değildir, Allah tarafındandır[9].
BAYINDIR- Ayette “Ona, kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf 18/65) buyuruluyor. Burada öğretmeden bahsedilmektedir. Halbu ki lham ve keşf birer ilim öğrenme yolu değildir.
MÜRİT- Keşf sözlükte perdenin açılması demektir. Tasavvuf terimi olarak perdelerin arkasına gizlenmiş manalara ve olayların arkasındaki gerçeklere, ulaşmak anlamında kullanılır.
Kur'an'da insanın gözünden gaflet perdesi kalkıp basiretle kâinata baktığında çok ince bazı sırlara aşina olabileceğine işaret edilmiştir:
“Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.” (Kaf, 50/22)
BAYINDIR- Bu âyetin sizin ifade ettiğiniz mana ile bir ilgisi yoktur. Eğer âyetin öncesi ve sonrası okunursa bunun yalnızca ahiretle ilgili olduğu açıkça anlaşılır. Ayetlerin meali şöyledir:
“Artık sura üfürülmüştür. İşte bugün tehdidin gerçekleşeceği gündür.
Herkes yanında, biri kılavuz öteki şahit, iki melekle birlikte gelmiştir.
Andolsun sen bunun böyle olacağını beklemiyordun. Senin perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.
Yoldaşı, işte benim yanımdaki hazırdır diyecek.
Atın cehenneme şu dik kafalı tanımazların hepsini,
İyiliğe karşı duran, gemi azıya alan, işkiller içinde kıvranan şu tanımazları atın.
Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinen var ya, onu da en ağır azaba atın.” (Kaf 50/20-26)
Bakın, işte âyetin sizin dediğiniz mana ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu ayet tamamen ahiretle ilgilidir.
Ortada çok açık âyet ve hadisler varken onlara gözlerinizi kapıyor, hiç ilgisi olmayan âyetlerden hüküm çıkarmaya çalışıyorsunuz.
21- FERASET
MÜRİT- Yukarıda bir hadis-i kudsî geçmişti; onu niye atladın? Allah Teâlâ buyuruyor ki; " ... O abid ve zahid kulumu sevdiğim zaman onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum; benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür"
Sonra öyleleri var ki, kimsenin farkedemediği şeyleri farkedebiliyor, kişinin aklından ve içinden neler geçtiğini doğruya yakın biçimde bilebiliyor. Peki bu nedir?
BAYINDIR- Bu ferasettir. Ferâset, ayrıntılara bakarak bir görüş, tahmin ve kavrayışla doğruyu yakalamak demektir[11].
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, “Mü’minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür[12].” buyurmuştur. Hadisi şu âyetlerle birlikte düşündüğümüzde konu iyice anlaşılabilir.
“Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (Enfal 8/29)
“Ey inananlar, Allah’tan sakının ve elçisine inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın.” (Hadîd 57/28)
Allah Teâlâ buyurdu ki: "Kulumun, farz kıldığım şeylerle bana yaklaşmasından iyisi yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse kesinkes veririm. Bana bir sığınsın, onu muhakkak korurum[14].".
Bu hadis-i kudsî yukarıdaki âyetlerin bir açıklamasıdır. Her mümin bu seviyeye ulaşabilir. Bu seviyeye ulaşanın feraseti artar. Ama hiç kimse Allah'a, elçisinden fazla yaklaşamaz. Kur'an'da elçilerin gaybı bilemeyeceği açıkca belirtilmiştir. Onlarda ilm-i ledün veya ilm-i bâtın denen şeyin olmadığını da daha önce görmüştük.
Allah’ın emir ve yasaklarına uyan kişi, emrolunanların güzelliğini ve yasaklanan şeylerin kötülüğünü kavrar. Yaptıklarını şuurlu olarak yapar izzetli ve şerefli olur. Her şeye helâller ve haramlar çerçevesinde bakacağı için kolay kolay kötü duruma düşmez. İşte esas feraset budur. Bu kişi öyle hale gelir ki, Allah'ın emrine aykırı şeylere kulağını ve gözünü kapar. Allah'ın istediği şeyleri tutar ve Allah'ın istediği tarafa yürür. “Mü’minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür.” hadis-i şerifini böyle anlamalıdır.
Günahkâr müslümanlar bunları görecek durumda değillerdir. Günahtan zevk almaları, Allah’ın emirlerini yerine getirmemekten sıkılmamaları bundandır.
Feraseti de gözümüzde büyütmememiz gerekir. Bir kişinin daha faziletli olması görüşünün daha doğru olduğu anlamına gelmez. Sahabenin en faziletlisi Hz. Ebû Bekr’dir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, bir konuda Hz. Ebû Bekr’in görüşünü tercih etmiş, daha sonra bunun yanlış olduğu ortaya çıkmıştır.
Allah ondan razı olsun Hz. Ömer anlatıyor: Bedir savaşında esirler alınınca Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Ebû Bekr ve Ömer’e “Bu esirlerle ilgili görüşünüz nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Bekr dedi ki “Ey Allah’ın Nebisi, bunlar amcaoğullarımız ve soydaşlarımızdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum; böylece kafirlere karşı güçlenmiş oluruz. Belki Allah ilerisinde onlara müslüman olmayı nasibeder.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Senin görüşün nedir Hattaboğlu?” diye sordu. Dedim ki, “Hayır, vallahi ey Allah'ın Elçisi ben Ebû Bekr’in görüşüne katılmıyorum; benim görüşüm şudur: İzin ver onların boyunlarını vuralım. Akîl’i (kardeşi) Ali’ye bırak boynunu vursun, şu akrabamı da bana bırak boynunu vurayım. Çünkü bunlar küfrün liderleri ve ileri gelenleridir.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekr’in görüşünü benimsedi, benim görüşümü benimsemedi. Ertesi gün geldim bir de gördüm ki Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekr oturmuş ağlıyorlar. Dedim ki, “Ey Allah'ın Elçisi! Söylesene, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Eğer ağlamaya değer görürsem ben de ağlarım, ağlamaya değer görmezsem sizinle ağlar gibi gözükürüm.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Arkadaşlarının esirlerden fidye alınması yolunda bana sundukları görüşe ağlıyorum. Çünkü onlara azabın şu ağaçtan daha yakın bir şekilde geldiği bana gösterildi. Allahü Teâlâ şu âyeti indirdi. “Yeryüzünde düşmanını ezmedikçe bir elçinin esirler alması doğru olmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki, Allah öbür dünyayı diliyor. Allah güçlüdür, hakîmdir. Eğer daha önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab dokunurdu.” (Enfal 8/67-68)[15]
Demek ki, olayların arkasındaki gerçeği Hz. Muhammed de Hz. Ebubekr de görememiştir. Çünkü bunların her ikisi de insandır ve faziletli olmaları yanılmalarına engel değildir.
Bilgisi ve fazileti ne olursa olsun herkesin yanılabileceği düşüncesi her görüşün eleştirilebilmesi yolunu açmıştır.
Durum açıkça meydanda iken siz çok aşırı gidiyor, Hz. Hızır gibi olayların arka planını görebildiğinizi ve size yapılan itirazın Hz. Musa’nın Hz. Hızır’a itirazları gibi olayların arkasındaki gerçekleri görememekten kaynaklandığını, hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadan iddia edip duruyorsunuz. Bu batıl düşünceleri ne zaman terkedeceksiniz?
22- İLHAM
MÜRİT - İlhama inanıyor musun? Her ne kadar başkasını bağlamasa bile ilham vardır.
BAYINDIR - Şüphesiz ilham vardır. Eğer Allah’ın ilhamı olmasa insanoğlu ilerleyemez. Bütün ilmi gelişmeler ve keşifler Allah‘ın ilhamıyla olur. Ama ilham şeyhlere veya müslümanlara has değildir. Kâfirler de ilham alır.
Bu kelime Kur‘an'da yalnız bir yerde geçer. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için, onu arındıran gerçekten umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da herşeyini kaybetmiş olur.” (Şems 91/8-10)
Nefse isyankarlığı ve takvası ilham ediliyor.
a- İsyankarlığı ilham
İsyankarlık, kişinin Allah’a, insanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra bir huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir.
Yusuf aleyhisselamı Züleyha'dan uzaklaştıran bürhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi" olmalıdır. Yusuf Suresi’nin 24. âyetinde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbının bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti...”
Günah karşısında insan önce irkilir, sonra ya vazgeçer, ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Allah Teâlâ’nın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi" dir. Merhameti sonsuz olan Rabbımız günah işleyecek olana son bir ihtarda bulunarak "İsyana giriyorsun, dikkat et." demiş oluyor. İsyandan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tevbeye teşvik ediyor.
Bu irkilmenin müslüman olmayan insanlarda da olduğunu aşağıdaki âyetlerden anlayabiliriz. Önce âyetlerin inişine sebep olan olaya bakalım.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme eziyet eden Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Ümeyye b. Halef ve As b. Vail bir araya geldiler ve dediler ki, “Hac zamanında Arap heyetleri gelip bize Muhammed hakkında soru soruyorlar, her birimiz bir başka cevap veriyoruz. Birimiz deli, diğerimiz kâhin, bir başkamız da şairdir diyor. Cevapların farklı olmasından dolayı Araplar, bunların hepsinin yanlış olduğu sonucunu çıkarıyor. Gelin, Muhammed’e bir tek isim vermek üzere anlaşalım.”
Birisi dedi ki, “O şairdir.” Velid b. Muğîre dedi ki, “Ben Ubeyd b. el-Ebras ve Ümeyye b. Ebî’s-Salt’ın şiirlerini dinledim, bunun sözü onlarınkine benzemiyor.
Bir başkası dedi ki, “O kâhindir.” Velid, “Kâhin kime derler?” diye sordu. “Bazan doğru bazan da yalan söyleyen kimsedir.” dediler. Velid dedi ki, “Muhammed asla yalan söylememiştir.”
Biri de “O delidir.” dedi. Velid, “Deli kime derler?” diye sordu. “İnsanları korkutan kişiye.” dediler. Velid, “Şimdiye kadar Muhammed’le kimse korkutulmamıştır.” dedi
Sonra Velid kalktı evine gitti. Herkes, Velid b. Muğîre din değiştirdi, dedi. Ebu Cehil hemen onun yanına gitti ve dedi ki, “Senin neyin var? İşte Kureyş, sana yardım topladı. Onlar senin ihtiyaç içine düşüp dinini değiştirdiğin kanaatindeler.” Velid dedi ki, benim ona ihtiyacım yok, ama Muhammed hakkında düşündüm; o sihirbazdır, diyorum. Çünkü sihirbaz baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin, karı ile kocanın arasını ayırır.”
Sonra ona sihirbaz lakabı takmak üzere anlaştılar. Çıkıp Mekke‘de yüksek sesle bağırdılar. Halk toplu haldeydi, dediler ki; “Muhammed gerçekten sihirbazdır.” Bu söz halk arasında yankılandı. Bu Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme çok ağır geldi. Evine döndü ve üzerini elbisesiyle örttü. Bunun üzerine Müddessir suresi indi[17].
Velid b. Muğîre’nin bu kararı verirken iç sıkıntısı çektiği ve zorlandığı görülüyor. Çünkü büyük bir isyan içindeydi. Aşağıdaki âyetler bunu ortaya koyuyor.
“O bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası ne biçim ölçme biçmeydi o öyle.
Vah kahrolasıca vah, ne biçim ölçme biçmeydi o öyle.
Sonra bir bakındı.
Sonra kaşlarını çattı ve surat astı.
Sonra ardına döndü ve büyüklük tasladı.
Hemen şöyle dedi: “Bu olsa olsa üstün bir sihir olabilir.
Bu olsa olsa bir insan sözü olabilir. “ (Müddessir 74/18-25)
Müslümanlığa karşı çıkan herkes içten rahatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden davranış bozuklukları gösterirler. “Zaman olur kâfirler, keşke müslüman olsalar, diye arzu ederler.” (Hicr 15/2)
Kafirler hep kuşku içinde olurlar. “Kurdukları binalar, kalpleri parçalanıncaya kadar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. ” (Tevbe 9/110) Bu kuşku, Allah'ın onlara olan merhametindendir. Kimilerinin bu sayede akılları başlarına gelir ve girdikleri yanlış yoldan vazgeçerler.
Günahtan sonra devam eden vicdan rahatsızlığı da kişiyi pişmanlığa ve tevbeye yönelten ilhamdır. İşte Allah’ın merhametinin büyüklüğü.
b- Takvâyı ilham
Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, insanlara karşı ve kendine karşı fenalık yapmamalıdır. Böyle bir davranış onu dünyada töhmet altına girmekten, ahirette de cehennem azabından korur. Günahlardan kaçınmanın ve sevap işlemenin neticesi budur. İnsan, takvaya götüren davranışlarının neşesini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilhamıdır. Takvaya uygun davrananlarda görülen iç huzuru ve kararlılık Allah’ın ilhamıyla oluşur.
Hadis-i şerifte konunun çok güzel izahı vardır. Vabısa b. Mabed diyor ki, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gittim buyurdu ki; “İyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? “
Evet, dedim.
Bunun üzerine parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.[18]”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Seni işkillendiren şeyi bırak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüd doğurur[19].”
İçe doğan her şey ilham değildir, şeytan vesvesi de olabilir. Çünkü şeytan "İnsanlara vesvese veren, onların içini karıştıran"[20] bir varlıktır. Şeytan Allah’tan yetki alınca şöyle demişti:
“İşte senin beni azgınlığa uğratmana karşılık andolsun ki, ben de senin doğru yolunun üzerinde oturacağım.
Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından insanlara sokulacağım. Sen de onların pek çoğunu artık sana şükreder bulamayacaksın.
Allah Teâlâ buyurdu ki; haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun ki, onlardan her kim sana uyacak olursa Cehennemi sizin hepinizle dolduracağım.” (A’raf 7/ 16-18)
Şeytan, bu yetkiyle elçiler de dahil herkese sokulur ve onları yanlış davranışlara yöneltmeye çalışır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz tek bir nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîmdir.” (Hacc 22/52)
İlham ile vesveseyi ayırabilmek için içimize gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir.
İşte nefs-i mülheme[21] budur. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankarlığını ve takvasını ilham eder.
MÜRİT- İsyankarlık ve takvâ dışında bir ilham olmaz mı?
BAYINDIR- Elbette olur. Allah insanın kalbine bir çok şey doğurur. Bu konu ile ilgili ayetler vahiy bölümünde geçmişti. Bu da mümin ve kafir ayırımı olmadan her insanda olur. Şairler ve buluş sahipleri buna örnek verilebilir.
Şefaat, bazı müminleri bağışlaması için, ahirette Allah'tan istekte bulunma anlamına gelir.
MÜRİT - Biz burada Şeyh Efendi ile iyi geçiniyoruz ki, belki ahirette eteğinden tutarız, belki bize faydası dokunur.
BAYINDIR- Yani size şefaat edeceğini mi söylüyorsunuz?
ŞEYH EFENDİ- Neden olmasın? Büyük Şeyh Mustafa İsmet Garibullah kuddise sirruhu hazretleri Risale-i kudsiyyesinde şöyle buyurdu: Hz. Ebu Bekr'e varıncaya kadar bütün silsilenden yardım istemeyi adet et. Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme vararak ondan da yardım iste. Şeyhini şefaatçı, aracı kıl ki, seni sevinçle doldursun[22].
BAYINDIR- Şeyh şefaat yetkisini kimden alıyor? Allah hangi şeyhe böyle bir yetki vermiştir?
Her namazın arkasından okuduğumuz Ayet’el-kürsî’de”Onun izni olmadan onun katında şefaat edecek olan da kimmiş?” buyurulmuyor mu?
Hz. Ebu Bekr'e varıncaya kadar bütün silsilenizden yardım istemeyi adet edip Kıyamete kadar size cevap veremeyecek olan kişileri razı etmek için boşuna uğraşacağınıza Allah'ı razı etmeye çalışsanız daha iyi olmaz mı?
MÜRİT- Biz her şeyi Allah rızası için yaparız. Çünkü “Allah’ın bir rızası her şeyden büyüktür.” (Tevbe 9/72)
BAYINDIR- Allah'ın reddettiği şeyleri yaparak onun rızası kazanılır mı? Siz ne aklınızı kullanıyorsunuz, ne de Allah'ın gönderdiği Kur'an'a uygun davranıyorsunuz. Halbuki, Allah"..pisliği aklını kullanmayanların üstüne bırakır." (Yunus 10/100)
Şu âyetler sanki sizi anlatıyor:
“De ki, Allah’ın yakınında[23] olduğunu bildiklerinize yalvarın bakalım. Onların göklerde de yerde de zerre ağırlığında bir şeye hükümleri geçmez. Onların bu iki şeyde bir ortaklıkları yoktur. Allah’ın onlar arasından bir yardımcısı da bulunmaz.Allah’ın katında, kendisinin uygun gördüğünden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Yüreklerindeki korku giderilince “Rabbınız ne buyurdu?” dediler. Hakkı buyurdu diye cevap verdiler. O yücedir, büyüktür.“ (Sebe’ 34/22,23)
“Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kur’an ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri vardır. Belki (bu sayede) kendilerini korurlar.”(En’am 6/51)
Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız onlar, Allah’ın dilediği kimselere şefaat edebilirler.
“Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaata yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.“ (Enbiya 21/28)
a-Şeyhin müridi savunması
MÜRİT - Bizim Şeyh Efendiye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Mesela bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar davayı kazanırlar. Şeyh Efendi de bizim avukatımızdır.
BAYINDIR - Siz, gizli açık her şeyi bilen Allah Teâlâyı hakimle bir mi tutuyorsunuz?
“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır.” (Abese 80/34-37)
Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fırsat bulacak da sizi savunacaktır.
Ensar'dan Ümmü'l-alâ diyor ki, Muhacirlere kur'a çekilince bize Osman b. Maz'ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, "Ebu's-Sâib[24]! Allah sana rahmet eylesin. Allah'ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim." Bunun üzerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?" Dedim ki, "Babam sana kurban ey Allah'ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?" Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, "Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah'ın elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum."
Ama siz şeyhinizin Cennete gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah'ın huzurunda sizi savunacağını söyleme cesaretini bile gösteriyorsunuz.
Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah'ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan şeyh, hâşâ, Allah'ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargılamada hata mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu anlıyorsunuz değil mi?
b- Müridi Allah'a takdim
MÜRİT - Müftülükte bir müftü ile görüşmek istesen araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yetkiliyle, bir bakanla pat diye görüşebilir misin? İşte Şeyh Efendi de bizimle Allah arasında bir vesile, bir vasıta olmaktadır.
BAYINDIR - Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söylenebilir.
Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına vasıta koymaktır. Zümer Suresinde buna dikkat çekilmektedir:
“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun berisinden[26] veliler edinenler "Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)
Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metodla saptırmaktadır.
Lütfen bana söyler misin, yaratan, besleyen, büyüten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
MÜRİT- Tabii ki, Allah tanır.
BAYINDIR - Peki Şeyh Efendi senin neyini Allah’a tanıtacak?
MÜRİT- ?!
24 - RABITA
BAYINDIR - Bir de rabıta'nız var.
ŞEYH EFENDİ- Evet doğru. Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin ruhâniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir[27].
BAYINDIR- Daha iyi anlamak için soruyorum, mürit şeyhini yükseklerde görüyor, onun bir çok yetkiye sahip olduğunu düşünüyor, kendisini de düşük seviyede sayıyor. Sonra şeyhinin hayalini karşısına getiriyor ve ondan yardım istiyor. Bunu şeyhinin yanında yapmıyor değil mi?
ŞEYH EFENDİ- Doğru. Bak, bu işi biz uydurmadık. Muhammed Halid Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle buyuruyor:
Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir[28].
BAYINDIR- Aman Allahım! Söyler misiniz bana, bunu neye dayandırıyorsunuz?
ŞEYH EFENDİ - Bunun delili vardır. Hz Ebubekr radıyallahu anh kaza-i hacet[29] için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemden hali bir yer bulamadığından, bu durumu Efendimiz’e şikayet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi[30].
BAYINDIR - Yani Hz. Ebubekr, tuvalette, Allah'ın elçisinin ruhâniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal edip kalbiyle ondan yardım mı istiyordu?
MÜRİT- Hayır, öyle değil. Yani Hz. Ebubekr tuvalette, ihtiyacını karşılarken bile Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi hayal ediyordu.
BAYINDIR- Çok sevdiği kişinin hayali insanın gözünün önünden gitmez. Şair, sevgilisi için “Gündüz hayalimde, gece düşümde” diyor. Bu gayet normaldir. Hz. Ebubekr, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi çok sevdiği için tuvalette bile aklından çıkaramadığını ifade etmektedir. Sizin tarif ettiğiniz rabıtayla bunun ne ilgisi var?
Siz rabıta sırasında şeyhin ruhaniyetinin müridin yanına geldiğini iddia ediyorsunuz. Şeyhin ruhaniyeti müridin yanına nereden geliyor ki mürit ondan yardım istesin?
ŞEYH EFENDİ- Ruhaniyetin gözüktüğünün delili vardır. Yusuf Suresi'nde şöyle buyuruluyor:
"(Yusuf aleyhisselam kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek) ona (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi). (Yusuf 12/24)
Bu ayetin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını (gücünü ve yardımını) açıklamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve Mutezile Mezhebinin[31] görüşüyle vasıflandığı halde Yakup aleyhisselamın ruhaniyyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf aleyhisselama gözükerek “O kadından sakın.” dediğini açıklamıştır[32].”
BAYINDIR- Siz herhalde Keşşâf tefsirini hiç okumadınız. Yoksa bunu asla söylemezdiniz.
Yusuf Suresi’nin 24. âyetinde Züleyha'nın Yusuf aleyhisselam ile birleşmek için yaptıkları anlatılırken şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbının bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti...”
Keşşaf tefsiri, âyette geçen bürhan kelimesinin ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra şöyle devam ediyor:
“.... Ayette geçen bürhan şu şekillerde de açıklanmıştır:
Yusuf aleyhisselam bir ses duydu, “Aman kadına yaklaşma!” diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup aleyhisselamı parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi... “
Keşşaf’ta bu görüş sahipleri için aynen şu ifadeler yer alıyor:
“Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur...[33]”
Biraz düşünülse bunun Yusuf Suresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(Yakup) Onlardan yüz çevirdi Vah Yusuf’um vah!” dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.“ (Yusuf 12/84)
Bu olay, Hz. Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeşlerinden Bünyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştu. Eğer Bünyamin'i Hz. Yusuf'un alıkoyduğunu bilseydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü?
Lütfen bunu rabıtanın delili sayıp da kendinizi daha da kötü duruma sokmayın.
ŞEYH EFENDİ- Ubeydullah el-Ahrâr es-Semerkandî hazretleri "Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 9/119) âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadıklarla beraber olmak, surette ve manada onlarla beraber olmaktır." Sonra da manevi beraberliği rabıta ve huzurla tefsir etmiştir ki, bu ehlince malum olan meşru bir iştir[34].
BAYINDIR- Surette ve manada sadıklarla yani dürüst kimselerle beraber olmaktan ne anlıyorsunuz? Bir kimseyle beraber olmak hem onun yanında yer almak hem de onunla aynı duygu ve düşünceleri paylaşmak anlamına gelir. Yanında olduğunuz kişi ile aynı duygu ve düşünceleri paylaşmıyorsanız bu tam bir beraberlik sayılmayacağı gibi aynı duygu ve düşünceyi paylaştığınız kişinin yanında yer almazsanız gene beraber olmuş sayılmazsınız. Burada anlatılan odur. Bunun rabıta ile ne ilgisi var?
Bazı şeyhler müritlerine resimlerini dağıtıyor ve rabıta yaparken ona bakmasını söylüyorlar. Siz de bunu yapıyor musunuz?
MÜRİT- Bizde öyle bir şey yoktur. Hz. Muhammed resmi yasaklamıştır.
BAYINDIR- Eğer Hz. Muhammed yasaklamamış olsaydı yapar mıydınız?
MÜRİT- Belki yapardık. Çünkü resme bakmak, şeyhi kalp gözünün önüne getirerek hayal etmekten kolaydır. O zaman şeyhin sureti baş gözüyle görülmüş olur.
BAYINDIR- Peki ya dinimizin heykeli yasak etmediğini farzetsek o zaman da heykelini yapar mıydınız?
MÜRİT- Heykel yasak ama.
BAYINDIR- Yasak olmadığını farzedin.
MÜRİT- Belki o da yapılırdı. Her müridin evinde şeyhin bir heykeli bulunabilirdi.
BAYINDIR- O zaman mürit, şeyhinin putu karşısına geçecek, ona rabıta yapacak ve onun ruhaniyetinden yardım isteyecekti. Ona karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvaracaktı. Puta tapanların yaptığı zaten bundan başkası değildi. Aradan heykeli kaldırıp yerine şeyhin hayalini geçirmek neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan bir şey beklemiyor, onun temsil ettiği varlığın ruhaniyetinden yardım bekliyorlardı.
Sizin tarif ettiğiniz rabıtaya sadece şu âyet delil olabilir.
“İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun berisinden[35] veliler edinenler "Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." derler. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)
Bu âyet, Kur’an-ı Kerim’de şirki tanımlayan âyettir.
25- İBADET
ŞEYH EFENDİ - Biz insanlara bize ibadet edin demiyoruz ki.
BAYINDIR - Siz herhalde ibadetin ne olduğunu bilmiyorsunuz. Söyler misiniz bana, mürit şeyhin yanında nasıl olmalıdır?
ŞEYH EFENDİ- Bak, şimdi sana müridin adâbını söyleyeyim de içinde ne varsa ortaya dök.
Hz. Musa ile Hızır aleyhisselam kıssasında olduğu gibi şeyhe itiraz çok çirkindir. İtirazcının özrü kabul edilemez. İtirazdan doğan ayrılığın ilacı yoktur. Bu itirazın zararı, mürit üzerine akan feyzin kapanmasıdır[38].
Müride lazım olan şartlardan biri de şeyhin emrettiği şeyleri tevil etmeyerek ve geciktirmeyerek yapmasıdır. Zira tevil ve geciktirme büyük kesintiye sebeptir[39].
Adabdan biri de şeyhinin sevmediği hoşlanmadığı şeylerden kaçınıp, şeyhinin güzel ahlakına ve yumuşaklığına aldanıp da sevmediği şeyleri yapmamasıdır[40].
Şeyh müride bir şey telkin ettiğinde devamlı onunla meşgul olmalı ve kalbine hayır ve şer bir şey getirmemelidir[41].
Sadık müridin sermayesi sevgi ve bağlılıktır. İnatlık asasını ve muhalefet sevdasını bırakıp şeyhin emri altında sükunettir. Tarikata sevgisi ve şeyhine bağlılığı artan mürit tarikatta kalmaktan emin olur[42].
BAYINDIR- Yani kısaca mürit şeyhinin kölesi olacak. Hatta köleden de öte bir bağlılığı olacak. Çünkü köle efendisine zaman zaman baş kaldırır, baş kaldıramasa bile içinden homurdanır ama mürit hem içi ile hem de dışı ile şeyhin tam kölesi olacak. Şeyhin emri altında sessiz sadasız beklerse tarikattan atılma korkusu olmayacak.
ŞEYH EFENDİ- Mürit şeyhinin terbiyesinde ölü yıkayanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, müride istediği gibi hareket edebilsin[43]. Mürit tam bağlı olmazsa şeyh onu nasıl yetiştirebilir?
BAYINDIR- Bağlılığın da bir sınırı var. Burada bütün sınırlar aşılıyor. İnsanları kendine köle eden bir tek peygamber yoktur. Böyle bir şey Kur'an'a temelden karşıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Hiç bir insanın hakkı yoktur ki, Allah ona Kitap, doğru bilgi ve peygamberlik versin, o da tutsun halka, "Allah'tan önce[44] bana köle olun" desin. Onun diyeceği şudur: "Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre katıksız olarak Rabbe köle olun". (Al-i İmrân 3/79)
Diyorsunuz ki, eğer müridin şeyhine bir itirazı olursa bunun ilacı yoktur. Bunun için kölelik kelimesi de yetersiz kalır. Peki bu, şeyhe ibadet değildir de ya nedir?
MÜRİT- Bunun neresi ibadettir, Allah aşkına!
BAYINDIR- Evet sadece ibadet yok, istiâne (yardım isteme) de var. Her ne kadar günde kırk kere Fatiha suresini okuyup" (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden istianede bulunuruz." deseniz bile söylenenlerde hem Allah'tan başkasına ibadet var, hem de Allah'tan başkasından istiane.
MÜRİT- Çok ağır bir ithamda bulundunuz. Beş vakit namazını kılan, gece teheccüd namazına kalkan, bu kadar zikirler yapan, İslama hizmet için müesseseler kuran bu insanları o şekilde itham edemezsiniz?
BAYINDIR- Bu ithamları keyfimden mi yapıyorum zannediyorsunuz. Sizi Allah'ın açık ayetlerine çağırıyorum. Beni suçlayacağınıza kendinizi düzeltmeye çalışsanız daha iyi olmaz mı? Biraz düşünseniz sizin en büyük dostunuz olduğumu kolaylıkla anlarsınız. Bana karşı çıkacağınızı ve çok sert tavırlar koyacağınızı bile bile sizi düştüğünüz bu kötü durumdan kurtarmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
MÜRİT- Bunca kâfirler var, niye onlarla mücadele etmiyorsun da, müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmak zorunda olduğu şu günlerde bize saldırıyorsun? Bu kadar iyi işler yapan insanları yoketmekle ne elde edeceksin?
BAYINDIR- Yeryüzünde iyi işlerle meşgul insanlar çoktur. Japonların, Amerikalıların ve Avrupalıların içinde insanlığın hayrı için gecesini gündüzüne katıp çalışan insanların sayısı az değildir. Hırıstiyan keşişler mala, evlilik hayatına ve dünyalıklara karışmamak ve ömürlerini sırf ibadetle geçirmek için dağların ıssız tepelerinde kurulu manastırlara kapanırlar ama itikatlarını şirkten kurtaramadıkları, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu bildikleri için onları hak yolda kabul edemeyiz.
Onun için inanç çok önemlidir. Bir insanın sevap namına yaptığı bir şey olmasa da şirkten uzak bir inancı olsa ve tevbe etmeden ölse Allah bu şahsın günahlarını bağışlayabilir. Çünkü o, şöyle buyurmuştur:
"Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar." (Nisa 4/48)
İşte başkasına köle olmamızı kabul etmeyen Allah'ın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme emri:
"De ki: "Ey cahiller! Şimdi bana, Allah'tan başkasına kölelik etmemi mi emrediyorsunuz?"
Sana da, senden önceki elçilere de şu muhakkak vahyedilmiştir: "Hele bir şirke düş; amelin kesinkes yanar ve sen kaybedenlerden olursun."
"Hayır; yalnız Allah'a kölelik et ve şükredenlerden ol."
Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Oysa ki kıyamet günü, bütün yeryüzü O'nun avucunun içinde olacaktır. Gökler O'nun sağında dürülmüş olur. O, ortak koştuklarından uzak ve yücedir." (Zümer 39/64-67)
MÜRİT- Elimizdeki meallerde kulluk kelimesi kullanılıyor, ama sen onun yerine "kölelik" kelimesini kullanıyorsun. Bu yaptığın doğru mu?
BAYINDIR- Türkçede "kul" ile "köle" aynı anlamdadır. Yunus Emre;
Tapduğ’un tapusunda kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdulillah.
derken “köle olduk kapusunda” demek istiyor.
Kul ve kölenin Arapçası ( ) = abd kelimesidir.
Hz. Muhammed de Allah'ın abd'ıdır. Kelime-i şehadette “ “ Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kölesi ve elçisidir.” deriz.
Yalnız Allah'a köle olup başkasına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak demektir.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili inen şu âyeti de okumak yerinde olur.
"Az kalsın baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayıracaklardı ki, başkasını uydurup üstümüze atasın. Böyle yapsaydın, kuşkusuz seni dost edinirlerdi.
Eğer seni sağlamlaştırmış olmasaydık, andolsun onlara bir parça yanaşacaktın.
O zaman biz de sana, hayatın kat kat azabını ve ölümün kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın." (İsra 17/73-75)
Hz. Muhammed bile tehlikeye düşecek gibi olduğuna göre kendimizi bu açıdan gözden geçirmemiz gerekmez mi?
MÜRİT- Tamam, bunları anladık. Şimdi sen yukarıdaki ağır iddianı ispatla bakalım.
BAYINDIR- Allah'ın bütün peygamberlere söylediği şu sözü hatırlayalım: "Hele bir şirke düş; amelin kesinkes yanar ve sen kaybedenlerden olursun." (Zümer 39/64-65)
a- Şirk
MÜRİT- Bizim yaptığımızın nesi şirk? Sen esas onu anlat.
BAYINDIR- Öyleyse iyi dinle. “İbadet” ( ) sözlükte taat anlamına gelir. Taat ( ) boyun eğmek demektir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır[45]. Türkçede buna kulluk denir.
Abd ( ) kul, yani köle anlamına gelir.
İnsanlar, güçlerinin yettiğini kendilerine köle etmeğe, güç yetiremediklerine de köle olmağa meyillidirler. Krallar halkı, kendi köleleri gibi görmek istemişler, kayıtsız şartsız boyun eğdirmeğe çalışmışlardır. Kur’an’ı Kerim’de bunun örnekleri vardır:
Firavun Adamlarını toplayıp seslendi, ve şöyle dedi: "Sizin en yüce rabbiniz benim" (Naziât 79/23-24)
Rab sahip demektir. Araplar kölenin sahibine rab derler[46]. Biz de Efendi deriz. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler, Allah’tan başkasının kendi rabları ve efendileri olmasını da kabul etmezler. Dikkat ederseniz efendi kelimesi tarikatlarda sıkça kullanılır.
Krallar siyasi ve askeri güçlerini kullanarak, zenginler paralarını, kimileri de dini kullanarak insanları kendilerine kul etmektedirler. Dini kullananlar bunların en kötüsüdür. Çünkü insanlar bunlara kulluk etmeyi Allah'a kulluğun bir parçası sayarlar.
Siz Allah ile birlikte şeyhinize de köle oluyorsunuz. Rabıta sırasında şeyhinizin ruhaniyeti karşısında boyun eğiyorsunuz. Halbuki, Fatiha Suresi'nde "Yalnız sana köle oluruz" diye Allah'a söz veriyoruz.
MÜRİT- Kendine kulluk edilmesini isteyen şeyh var mı?
BAYINDIR- Önceki açıklamalar yeterli olmadı herhalde. Şeyhe tam bağlanmak, ona rabıta etmek, kalble ondan yardım istemek ve ona asla itiraz etmemek gerektiğini söylediniz. Hatta şeyhin önünde mürit, gassalın (ölü yıkayıcısının) önündeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır, dediniz. Bu köleliğin son noktası değil midir? Bundan ileri bir kölelik düşünülebilir mi?
Allah’ın istediği, insanın yalnız kendisine köle olmasıdır.
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kölelik edin ki, korunabilesiniz. (Bakara 2/21)
Hz. Muhammed de Allah'ın kölesidir. Kelime-i şehadet getirirken “ “ Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kölesi ve elçisidir.” deriz. Ona bundan başka bir makam vermek Hırıstiyanlara benzemek olur. Onlar Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demiş, onu Allah’a halef kılmış, ona ibadet etmeye ve ondan yardım dilemeye başlamışlardır. Sanki haşa! baba emekli olmuş da oğul onun yerine oturtulmuş gibidir.
Bu sebeple ibadet etmiş olmak için puta secde eder gibi şeyhe secde etmek gerekmez.
b- İstiâne
MÜRİT- Bir de istiâne vardı.
BAYINDIR- Gelelim istianeye: İstiane, yardım istemek demektir. Fatiha suresini her okuyuşumuzda “iyyâke nestaîn, deriz. Yani "Allah'ım yalnız senden yardım isteriz” demektir. Bu konu daha önce anlatılmıştı. Burada Şeyh Efendi'nin bir sözünü tekrarlamak yerinde olur. Şöyle demişti:
"Siz ne derseniz deyin, biz Allah ile kullar arasında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm hazerâtının ruhlarının vasıta olduğuna inanırız. Onların ruhaniyetinden istimdâd eder, istiânede bulunuruz."
Evliya ruhundan istianede bulunduğunuza göre sizin artık “iyyâke nestaîn, = yalnız senden yardım isteriz” demeye hakkınız kalır mı?
Bir de rabıta yaparak şeyhin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirip hayal etmek ve kalple ondan yardım istemek varya, işte o zaman Tevhidden bir şey kalmaz. Çünkü bu, olsa olsa şeyhe ibadetin bir parçası olur.
Puta tapanlar ibadeti, putun rızasını kazanmak ve dualarının kabulünü sağlamak için yaparlardı.
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’in bir çok âyetinde müşriklerin durumunu belirtirken “Allah’tan başkasına dua etmek[49]” ifadesini kullanmıştır. Hz. Muhammed sallalahu aleyhi veselleme verdiği bir emirde şöyle buyurmuştur: “De ki: Ben yalnızca Rabbıma dua ederim. Ona hiç bir şeyi ortak koşmam.” (Cin 72/20)
İnsanlar öteden beri en çok dua ve ibadet konusunda yanıldıkları için bütün elçilerin davetinin temelini bu iki husus oluşturmuştur.
Namaz, oruç, hac, zekat, helallar ve haramlarla ilgili çok az âyet olduğu halde Kur'an'ın tamamına yakını Allah'tan başkasına ibadeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasaklamaktadır. Bu husus üzerinde çok durmak gerekir.
"Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz." (Neml 27/62)
Tecelli, gözükmek, ortaya çıkmak anlamınadır. Allah'ın tecelli etmesi de Allah'ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamında kullanılır.
ŞEYH EFENDİ - (Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenab-ı hak tecelli eder.
BAYINDIR - Allah Teâlâ bir insanda nasıl tecelli eder, nasıl gözükür? Bunun delili nedir?
ŞEYH EFENDİ - Delili şudur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sînâ’ya) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim, bana kendini göster, seni göreyim.» dedi. (Rabbi) «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin.» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince dağı paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki; Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim.” (Araf 7/143)
Allah bir dağda tecelli ettiğine göre bir insanda tecelli edemez mi?
BAYINDIR - Allah dağa tecelli ettiği zaman dağ parçalandı, Hz. Musa da baygın düştü.
BAYINDIR - Bu ne biçim delil getirme, ne biçim bir kıyastır? Allah Teâlâ dağda tecelli etmedi ki, dağa tecelli etti. Yani dağda gözükmedi, dağa gözüktü. Allah’ın insana tecelli etmeyeceği, yani bu dünyada bir insana gözükmeyeceği yukarıdaki âyette açıkca belirtilmiştir.
Ayete aykırı olmasına rağmen farzedelim ki, sizin dediğiniz doğrudur ve Allah dağa tecelli etmemiştir de dağda tecelli etmiştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyaslarsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyaslara kıyas maâl fârık, yani ilgisiz şeyleri birbirine benzetmek denir. İnsanla dağ arasında nasıl bir benzerlik buluyorsunuz ki, bir âyetin dağ ile ilgili hükmünü insana taşıyorsunuz.
Bir an için benzetmenin doğru olduğunu kabul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecelliden sonra Şeyhin parçalanıp yok olması olmaz mı? Çünkü Allah’ın tecellisinden sonra dağ paramparça olmuştur. Ama böyle olmuyor, Şeyhin alnı bu tecelli ile Allah’ın aynası durumuna geliyor ve herkes Şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor.
ŞEYH EFENDİ - Allah şeyhleri korur. Allah’ın gücü buna yetmez mi?
BAYINDIR - Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki; ama biz Allah’ın gücünden ve kudretinden bahsetmiyoruz. Ayetin hükmünden bahsediyoruz.
Ayrıca Allah'ın dağa tecelli etmesi özel bir olaydır, bunun kıyaslanacağı bir şey yoktur. Çünkü olağan dışı bir olaya benzetme yapılarak bir hükme varılamaz[52].
Şeyhin dağa, Hz. Musa’nın da müride benzetilmesine gelince; doğrusu bun hangi mantıkla yaptığınızı anlamak mümkün değildir. Şeyhi Hz. Musa’ya benzetmek isteseniz bunun bir yolu olur. Çünkü insan olma bakımından ortak yönleri vardır. Dağ ile şeyhin neyi birbirine benziyor?
MÜRİT- Tecelli meselesini niye yanlış değerlendiriyorsun? Bu, Şeyh Efendi'nin bütün davranışlarıyla müritlerine örnek hale gelmesinden başka bir şey değildir.
BAYINDIR - Yani Allah’ın Şeyhin bedenine girdiğini mi söylemek istiyorsunuz?
MÜRİT- Hayır, asla öyle demiyorum. Şeyhin müridlerine örnek olmasından bahsediyorum.
BAYINDIR - Örnek olması için Allah’ın Şeyhin alnında gözükmesi mi gerekiyor?
ŞEYH EFENDİ- Şeyhin iki gözünün arası feyiz kaynağıdır. Rabıta yaparken iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakılır[53].
BAYINDIR- Tamam, işin sırrı şimdi çözüldü. Şeyhin alnında Allah Teâlâ'nın tecelli etmesine neden ihtiyaç duyduğunuzu şimdi anladım. Bir yanlış sizi bir başka yanlışa zorluyor.
Rabıta diye bir şey uydurdunuz ya, onun kabul edilebilmesi için bu defa da Allah'ın şeyhin alnında tecelli ettiğini uydurmanız gerekli oldu.
Çünkü mürit rabıta yaparken şeyhinin ruhaniyetini hayal ediyor, onun iki gözünün arasına, yani alnının ortasına baktığını düşünüyor. Çünkü size göre orası feyiz kaynağıdır. Sonra şeyhine karşı kendini son derece alçaltarak ona yalvarıyor, onu Allah ile kendi arasında vesile kılıyor.[54].
İşte burada şeyhin alnının bir ayna sayılmasına ve orada Allah'ın gözükmesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Yoksa müritleri nasıl inandırırsınız.
Bazı tasavvuf kitaplarında daha ileri gidilerek Allah‘ın isimlerinin ve sıfatlarının Şeyhte gözüktüğü ifade edilmektedir[55]. Bu nasıl kabul edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama, bu çirkinliği daha fazla uzatmak istemiyorum.
27- GİYİM KUŞAM
MÜRİT- Bütün bunları söylüyorsunuz ama gayrimüslimler gibi elbise giyiniyorsunuz.
BAYINDIR - Fıkıh kitaplarımızın hiç birinde kadın ve erkek için bir elbise modeli yoktur. Hiç bir mezhep böyle bir görüş belirtmemiştir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında müslümanlarla gayrimüslimlerin ayrı elbiseler giydiğine dair bir bilgi yoktur. Müslüman olan hiç bir gayrimüslime elbisesinin modelini değiştirmesi söylenmemiştir. Ebu Cehil hangi modelde elbise giyiniyorsa müslümanlar da o modelde giyiniyorlar ve bunu asla bir mesele yapmıyorlardı. Onun için bu iddianın tutarlı bir tarafı yoktur.
Bazı elbiseler vardır ki, bir üniforma olmuştur. Askerin ve polisin üniforması gibi gayrimüslimlerin üniforması haline gelmiş elbiseler olabilir. Yani bir elbise kafirlik simgesi haline gelmiş olabilir. İşte o zaman onu giymek caiz olmaz. Asker ve polis kıyafetleri zaman zaman değiştiği gibi gayrimüslimlerin simgesi haline gelen elbiseler de zaman zaman değişebilir. Fıkıh kitaplarımızda bu simgelerle ilgili hükümler vardır.
Simge bir ihtiyaçtan doğmuştur. İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimler içki içebilir, domuz eti yiyebilir ve domuz besleyebilirler. Şarap içtiğini gördüğünüz kişi eğer müslümansa suçüstü yakalar hakim önüne çıkarırsınız. Fakat Hıristiyansa bundan dolayı hakim önüne çıkaramazsınız. İslam devletleri, bir karışıklık olmasın diye gayrimüslimlere, özel bir başlık veya belli renk ve biçimde kuşak giyinme zorunluluğu getirmişlerdir. O devirde bir müslüman tutar, aynı başlığı veya aynı kuşağı giyinirse müslümanları aldatmış olurdu. Bugün polis veya asker elbisesi giymenin suç olması gibi bu da suçtu. Fıkıh kitaplarımızda gayrimüslim elbiseleri konusunda yer alan hükümler sadece bu gibi simgelerle ilgilidir.
BAYINDIR - Sıradan bir müslüman olmak, diğer müslümanlar gibi ibadetlerinizi yapıp işinize bakmak neyinize yetmiyor ki, kendinize Allah ile kul arasında bir yer arıyorsunuz?
ŞEYH EFENDİ - Allah Teâlâ âyette “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ diye buyurmuyor mu?
BAYINDIR - Tamam, bir öğretmen olarak, bir hoca olarak saygı görün. Çünkü iyi bir şeyh, iyi bir öğretmen olmalıdır. Devamlı bilgilerini tazelemeli, bildiklerini öğretmeli ve yaşayışıyla örnek olmaya çalışmalıdır. Ama Allah ile kul arasında bir kısım manevi makamlar uydurup kendinizi o makamlara yerleştirmek de nereden çıktı?
MÜRİT- Herkes farklı değerlendiriyor ama biz Şeyhimizi insan kabul ediyoruz, fakat farklı bir insan. O, diğer insanlara benzemez.
29- İSLAMIN YAYILIŞI
MÜRİT- Sen tarikatları yerin dibine sokuyorsun ama İslam tarikatlar sayesinde yayılmıştır. Büyük alim Muhammed HAMİDULLAH da tarikatlara karşı iken İslamın sufiler sayesinde yayıldığını görünce fikrinden vazgeçti. Tarikatları ortadan kaldırmakla ne elde edeceksin?
BAYINDIR- Değerli ilim adamı HAMİDULLAH, Kur'an'a aykırı bir tarafı olmayan tarikatları kasdetmiş olmalıdır. Hatırlarsanız konuşmamızın başında şöyle söylemiştik:
"Bizim karşı çıktığımız, sadece Kur'an'a açıkca aykırı olan şeylerdir. Eğer bunlar Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş‘ârî, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görüşüne aykırı olsaydı bunu gözümüzde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Mütevâtir[56] olmayan hadis-i şeriflere aykırı bulsaydık üzerinde bu kadar durmazdık. Siz Kur‘an-ı Kerim’in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söylüyorsunuz. Bunlar karşısında susarsak hesap gününün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını veremeyiz."
MÜRİT- Kur'an'ın açık ifadelerine kim karşı çıkabilir?
BAYINDIR- Lütfen başa dönmeyelim. Baştan da öyle dediniz ama konulara tek tek girince Kur'an'dan ne ölçüde uzaklaşıldığı ortaya çıktı.
Kur'an'a aykırılıklarla dolu bir akımın İslam diye yayılmasının ne faydası olur?
30- HADİS-İ ŞERİFLER
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin, Allah'ın elçisi sıfatıyla söylediği sözlere, yaptığı işlere ve kabul ettiği davranışlara hadis denir.
MÜRİT- Dedin ki, tarikatlardaki yanlışları "Mütevâtir olmayan hadis-i şeriflere aykırı bulsaydık üzerinde bu kadar durmazdık." Sen hadis-i şerifleri önemsemiyor musun?
BAYINDIR- Elbette önemsiyorum. Ama sahih de olsa her hadisin derecesi farklıdır. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme ait olduğunda kuşku olmayan hadislere mütevâtir hadis denir. Ahmed Naim, bunların pek az olduğunu belirtir ve dört hadisin lafız ve anlam yönünden mütevâtir olduğunu ifade eder[57]. Bu konuda farklı tespitler olmakla birlikte sayısının pek az olduğunda kuşku yoktur. Mütevâtir olmayan hadisler üzerinde az çok şüphe vardır. Bu şüphe ya senet yönünden ya anlam yönünden ya da diğer hadislere ters düşen ifadeler yönünden olur.
Hadis-i şerifi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden bize kadar ulaştıran kişiler o hadisin senedini oluşturur. Bu senet zincirinde yer alan kişilere ve onların ezberleme kabiliyetlerine tek tek güvenilebilmesi gerekir.
Mezhepler ulaşabildikleri hadis-i şerifleri kendi usullerine göre değerlendirirler. Bakarsınız ki, aynı konuda mezheplerden biri bir hadise, diğeri başka bir hadise dayanmıştır. Üçüncüsü de bunlardan hiç birini kabul etmemiştir. Zayıf bir hadis kabul edildiği halde sahih hadisin kabul edilmediği durumlar da olur.
Mesela Şafiî mezhebi, köpek tarafından yalanmış bir kabın, biri toprakla diğerleri de su ile olmak üzere yedi kere temizlenmesini şart koşar[58]. Bu konuda dayandığı hadis şudur: "Birinizin kabını köpek yalarsa onu yedi kere yıkasın, bunlardan biri temiz toprakla olsun[59]."
MÜRİT- Peki bu hadis-i şerif sahih mi? Çünkü Hanefî mezhebine göre köpeğin yaladığı kabın üç kere yıkanması yeterlidir.
BAYINDIR- Hadis-i şerif sahihtir. Altı sahih hadis kitabının (kütüb-i sitte'nin) tamamında vardır. Ayrıca Darîmî'de ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin bir çok yerinde geçer. Hanefîler ile Mâlikîler de bu hadisin varlığını kabul ederler.
MÜRİT- Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde olmasına rağmen Hanefîler neden o hadis-i şerife uymamışlardır? Sahih hadise uymamak olur mu?
BAYINDIR- Evet, bu hadis sahihtir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir söz söylemiştir ama bu konuda bir icma oluşmamıştır. Yani Peygamberimizle birlikte yaşamış müslümanlar, köpek tarafından yalanmış bir kabın, biri toprakla diğerleri de su ile olmak üzere yedi kere temizlenmesi ile ilgili bir görüş ve uygulama birliği içinde olmamışlardır.
İşte bu, fıkıh bilginini düşündürmektedir. Acaba bu sözü Peygamberimiz hangi şartlarda söylemiştir. O şartlar hala devam ediyor mu? Daha sonra onun bu söze aykırı başka bir sözü veya davranışı olmuş mudur? Bu gibi şeyler doğru sonuca varmak isteyen fıkıh bilginine ter döktürür.
Köpeğin yaladığı kabın temizliği konusunda Hanefîlerin sözleri özetle şöyledir:
" Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Birinizin kabını köpek yalarsa onu yedi kere yıkasın, bunların biri temiz toprakla olsun." Bu, icma ile vacip olan bir durum değildir[61]. İslamın ilk devirlerinde, insanların köpeklerle içli dışlı olmalarını ortadan kaldırmak içindir. Nitekim içki yasaklandığı zaman fıçıların kırılması emredilmiş ve içki içilen kablardan bir şey içilmesi bile yasaklanmıştı. Onlar adetlerini terkedince Peygamberimiz de içkide olduğu gibi burada da yasağı kaldırmış olmalıdır. Bazı rivayetlerde geçen şu ifadeler bunu desteklemektedir: "...yedi kere yıkasın, bunların biri temiz toprakla olsun." bir diğerinde "...bunların sonuncusu temiz toprakla olsun." şeklindedir. Bir kısmında da "...sekizincisinde topraklayın" ifadesi vardır.
Biz bu durumda Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözüne dayanırız: " Bir kab, köpek yalamasından dolayı üç kere yıkanır."
Gözükmeyen necasetlerin su ile üç kere yıkanması temizlik için yeterlidir. Zaten bir necasetin bir kere yıkamakla temizlenmeyeceği hususu açıktır. Sonra burada başlı başına bir necaset de yoktur. Köpek salyasının yıkanması hadisin emridir, yoksa onun necaset sayılması akılla anlaşılır bir şey değildir. Bu, tıpkı abdestsizliğin necaset sayılması gibidir. Abdestsizlik organları bir kere yıkamakla gider. Nitekim peygamber sallallahu aleyhi ve sellem her organını birer kere yıkayarak abdest almış ve buyurmuştur ki, " Bu abdest, bu olmadan Allah'ın namazı kabul etmeyeceği abdesttir" Bize göre köpek salyasını üç kere yıkamak da şart değildir, kaç kere yıkaması kişinin görüşüne ve kendinde hakim olan kanaate bırakılır[62].
MÜRİT- Çok ilginç.
BAYINDIR- Daha ilginci Malikîlerin görüşüdür. İmam Malik köpeğin yaladığı kabın yıkanmasını gerekli görmemiştir. Ona yukarıdaki hadis sorulduğu zaman demiştir ki; "Bu hadis gerçekten vardır, ama işin aslı nedir, bilemiyorum[64]."
MÜRİT- Mâlikî mezhebi hem de hak mezheptir değil mi?
BAYINDIR- Elbette hak mezheptir. İşte bu noktanın anlaşılmasını istiyorum.
Allah Teâlâ'nın koruma altına aldığı ve müslümanların tartışmadıkları tek metin Kur’an-ı Kerim’dir. Farz namazların vakitleri, rekatları ve nasıl kılınacağı gibi Allah'ın elçisi'nin Kur'an kadar kuşku götürmez yollarla bize ulaşan uygulamaları da vardır. Bunlar üzerinde tartışma olmaz. Onlar da mütevâtirdir. Bu şekilde gelen helaller helâl, haramlar da haramdır. Bunlar bütün mezheplerde aynıdır. Mezhep farkı bunların dışındaki konularda olur.
MÜRİT- Yani onların dışındaki her şey tartışılabilir diyorsunuz.
BAYINDIR- Elbette. İşte bu, müslümanlara geniş bir bilimsel hürriyet sağlar. Bu sınırları aşmayan her mezhep hak mezheptir. Köpeğin yaladığı kab konusunda da o sınırlar aşılmamıştır. Bu görüşlerin hiç biri, ne Kur'an-ı Kerim'e ne mütevâtir hadislere ne de icmaa aykırıdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek eğittiğiniz av köpeklerinin tuttukları size helâl kılınmıştır. Onların sizin için tuttuklarını yeyin. Üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, çünkü Allah hesabı çabuk görür."(Maide 5/4)
Köpek tuttuğu av hayvanını ısırır. Isırdığı yere, ister istemez salyası bulaşır. Köpeğin ısırdığı yerin temizlenmesi emredilmediği için ayet, en uçta gözüken Maliki mezhebinin görüşüne haklılık vermektedir.
Zannederim bu örnek ne anlatmak istediğim konusunda bir fikir vermiştir.
31- MEZHEPLER
MÜRİT- Tarikatlerde Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş‘ârî, Maturîdî gibi bir mezhebin görüşüne aykırı olabilecek uygulamaları önemsemediğini de ifade ettin. Demek ki, sen mezhepleri önemsemiyorsun.
BAYINDIR- Mezheb, bir alimin bir konudaki görüş ve yorumudur. Bugün mezheb deyince aynı metodu benimsemiş alimlerin görüş ve yorumlarının bir araya getirildiği bir bütünlük anlaşılmaktadır. İlmî çalışmanın olduğu her yerde mezheb olur. Mezhebi önemsememek, ilmi çalışmayı önemsememektir. Benim böyle bir şeyden yana olmam düşünülemez. Ben sadece, alimleri kutsallaştırmamak gerektiğini ve bilimsel hürriyetin çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
Mezhep ve meşreb ihtilafları bir ayrılık değil, bir gelişme ve ilerleme sebebidir. Yeterki onlarla uğraşıp Kur'an'ı unutmayalım. Yoksa Kur’an’ın açık hükümlerine aykırı düşmeyen konularda hoşgörülü olmak bir borçtur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı çok sert, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 48/29)
“Ey İnananlar! İçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine bir milleti getirir de O, onları sever, onlar da O'nu severler. Bunlar inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı çok sert olurlar. Allah yolunda cihad eder, kınayanların kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın bir vergisidir, kime dilerse ona verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Sizin dostunuz ancak Allah ve onun elçisi ile namaz kılan, zekat veren ve rüku eden müminlerdir.
Kim Allah'ı, Elçisini ve inananları dost edinirse Allah'tan yana olanlar şüphesiz üstün gelirler.” (Maide 5/54-56)
32-İCTİHAD
İctihad burada, bir islam aliminin bir konudaki görüş ve kanaati anlamındadır.
MÜRİT- Mezhepler her şeyi halletmişlerdir. Bize düşen, onları anlamak ve uygulamaktır.
BAYINDIR- Bu düşünce bir kaç yıl öncesine kadar çok yaygındı. Canla başla savunuluyordu. Şimdi de hatırı sayılır taraftarı vardır. Sağlam bir dayanağı olmadığı için giderek zayıflamaktadır.
Mezhepler her şeyi halletmemişlerdir. Mezhep alimleri, tereddüde sebep olan ve bir karar verilmesine ihtiyaç duyulan hususları Kur'an ve sünnet ışığında yorumlamışlardır. Olayı kendi şartları içinde kavramış, sebepleri ve sonuçları açısından incelemiş, çözümüne ışık tutacak âyet ve hadisleri tespit edip bir sonuca varmışlardır.
İşte burada, içinde bulunulan şartların, eldeki bilgilere olan güvenin ve yorumu yapan ilim adamının özel şartlarının büyük önemi vardır. Bu sebeple bakarsınız ki bir alim, aynı olayı değişik dönemlerde değişik şekilde yorumlamıştır. Bu gayet normaldir ve olması gerekendir. Şartlar değiştikçe yorumların da değişeceği gayet açıktır. Mezhepler tecrübeye ve şartların değişmesine çok önem vermişlerdir.
Mesela Hanefî Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'dir. Ebu Yusuf ve Muhammed[65] onun talebeleri ve mezhebin önde gelen alimleridir. Yargılama (kaza) ile ilgili konularda Ebu Yusuf’un görüşüne uyulur. Çünkü Ebu Yusuf kadılık yapmış ve bu konularda tecrübe sahibi olmuştur. Uygulamadan uzak bir ilmî çalışmanın problem çözmede yetersiz olduğunu herkes kabul eder.
Ebu Hanife öldükten sonra Ebu Yusuf 33 yıl, İmam Muhammed de 39 yıl yaşamıştır. Görüş ayrılığı, bunların farklı çağlarda yaşamış olmalarından kaynaklanırsa gene tercih sebebi olur. Mesela: Ebu Hanife’ye göre, bir suçlama olmadıkça, görünüşlerine bakılarak şahitler dürüst sayılır ve ifadeleri mahkemece doğru kabul edilir. Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre bir suçlama olmasa dahi, şahitler hakkında güvenilirlik soruşturması açılması (ta’dil ve tezkiye işlemlerinin yapılması) gerekir. Bu görüş tercih edilmiştir. Çünkü genel ahlak Ebu Hanife’den sonra bozulmuştur. Buna göre artık şahitler hakkında güvenilirlik soruşturması açılmadan, mahkemece ifadeleri doğru kabul edilemez[66]. Bu da olması gereken bir davranıştır. Yanlış olan, onlardan sonra hayatı donmuş kabul edip artık bütün gelişmeleri Kur'an ve sünnet yerine bu alimlerin görüşleri doğrultusunda değerlendirme eğilimidir.
Kimse bundan yüz sene evvelki şartlarla kumaş dokumayı, inşaat veya ulaşımı aklından bile geçirmez ama hayatın l300 sene evvelki Kûfe ve Bağdat şartlarına göre yapılmış ictihatlara uydurulmasını savunanlar çıkabilir. Mezhepler her şeyi halletmişlerdir demek, mezheplerin oluştuğu tarihten itibaren hayatı donmuş saymaktan başka bir şey değildir.
MÜRİT- Bugün Ebu Hanife , İmam Malik ve İmam Şafiî gibi alimler yetişebilir mi? Ebu Hanife'nin kırk yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldığı rivayet edilir.
BAYINDIR- Zaten asıl felaket burada, bu insanları kutsallaştırmaktadır. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kaç gün yatsının abdesti ile sabah namazını kılmıştır? Allah'ın dinlenmek için yarattığı geceyi uykusuz geçirmenin faziletine dair Ebu Hanife'nin tek bir sözü var mıdır? Neden bu alimleri olağan dışı, ulaşılmaz varlıklar gibi görmeye çalışıyorsunuz. Halbu ki, onlar sade ve iddiasız bir hayat yaşamışlardır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı da herkesin örnek alabileceği ve rahatça yaşayabileceği sadeliktedir. Gerçi havalarda uçmaya şartlanmış olanlar onun ve ashabının hayatını da olağanüstü göstermek ve bize örnek olmalarını engellemek için yapmadıklarını bırakmazlar. Şükür ki, elimizde Kur'an-ı Kerim ve sahih hadisler var da bunlara karşı koyabiliyoruz.
MÜRİT- İyi vallahi! Tarikatları da mezhepleri de hallettin. Senin maksadın ne? Yoksa İslamı, hayatın dışına itmek mi istiyorsun?
BAYINDIR- Ben, hayatın dışına itilmiş müslümanlığı hayatın içine çekmek istiyorum. Ama siz, aklınızı kullanmamak için olanca gücünüzü harcıyorsunuz. Halbuki, Allah"..pisliği aklını kullanmayanların üstüne bırakır." (Yunus 10/100)
MÜRİT- Mezhepsiz islam nasıl olur?
BAYINDIR- Aklını kullanan ve ilmi çalışmayı kabul eden insanların olduğu her yerde mezhep olur. İctihad kapısını kapatmak ise ilmî çalışmaları dondurmak anlamına gelir. Bu da hayatı donmuş saymakla mümkün olur. Siz donmuş saydınız diye hayat donmaz. Olan size olur, gelişmelere ayak uyduramaz ve kendinizi çağın dışına itersiniz.
Müslümanlar Kur’an üzerinde akıl yormayı ve ona sıkı sıkıya sarılmayı asırlarca unutmuşlardır. Sonunda Kur’an, erişilemez bir kutsal sayılmış ve onu anlayamayacağımız kanaati doğmuştur. Artık Kur’an, sevap kazanmak için okunan, vaaz ve nasihat için belli bir kaç âyeti açıklanan bir kitap haline gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır? (Muhammed 47/24)
And olsun ki, Kuran'ı anlaşılması için kolaylaştırdık; ama hani anlamaya çalışan? (Kamer 54/17, 22, 32 ve 40)
Ey inananlar! Allah'a ve Elçisine boyun eğin, Kuran'ı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde “dinledik” diyenler gibi olmayın. (Enfal 8/20-21)
MÜRİT- Peki şimdiye kadar yapılmış ictihadları yok mu sayacağız, mevcut mezhepleri nereye koyacağız?
BAYINDIR- Bakın, inanç ve ibadetle ilgili hükümlerin büyük bölümü Kur'an'da ve Sünnette açıkca yer alır. Burada ictihada bırakılan kısım azdır. Dünya ile ilgili konularda da sadece sınırlar çizilmiş gerisi ilim adamlarına bırakılmıştır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “Alimler, elçilerin varisleridir.” buyurmuştur[67]. Bu sebeple alimler, Kur'an ve sünnet üzerinde çalışacak kendilerine bırakılmış bölümle ilgili ictihadlar yapacak ve geçmiş alimlerin ictihadlarından da yararlanacaklardır. Böylece Kur'an ile hükmetme görevinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi temsil edeceklerdir. Çünkü Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed'e yüklediği görevi temsilcileri devam ettirmek zorundadır. O görev şöyle açıklanıyor:
Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan kaçın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmasınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günahlarına karşılık başlarına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zaten insanlardan çoğu gerçekten yoldan çıkmıştır.
Yoksa Cahiliye devri hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah'ın hükmünden güzel olabilir? (Mâide 5/49,50)
İşte alimler insanları Kur’an ve Sünnete yönlendirirler. Bu, süreklilik isteyen bir iştir. Bilimsel hürriyeti engeller, mezhepleri bir yerde dondurur, mezhep imamlarını ulaşılamaz kişiler sayarsanız işin içinden çıkamazsınız.
33- KUR'AN'A DÖNMEK
MÜRİT- Mezheb imamları gerçekten değerli kişilerdir. Onları olağanüstü kişiler saymanın ne zararı var?
BAYINDIR- Çok zararı var. O zaman iş değişir. Onlar Hz. Muhammed'in yerine, görüşleri de Kur'an'ın yerine geçer. Biz bu felaketi yaşıyoruz.
Hiç kimsenin mezhep imamlarına inanma görevi yoktur. Allah'ın huzurunda bundan sorguya çekilmeyeceğiz. Ama hepimizin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme inanma görevi vardır. Ona boyun eğmek, Allah'a boyun eğmekle bir sayılmıştır. Ayette"Kim Elçiye boyun eğerse gerçekten Allah'a boyun eğmiş olur." (Nisa 4/80) buyurulmuştur.
Bu âyet dışında Kur'an-ı Kerim'in tam onbir yerinde Allah'a boyun eğme emri, Rasulüne boyun eğme emri ile birlikte verilmektedir[68]. Haşr Suresinin yedinci âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Elçi size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun."
Ahzâb suresinin 36. âyeti şöyledir: "Allah ve Elçisi bir işte hüküm verince inanmış hiçbir erkek ve kadın o işle ilgili davranışlarında serbest olamaz."
Nur Suresi'nin 63. üncü âyetinde açık bir uyarı vardır:"Elçi'nin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belanın gelmesinden veya çok elemli bir azaba uğramaktan sakınsınlar."
a- Mucize
Önemli olduğu için mucize konusunu bir başka açıdan tekrar ele alıyoruz.
BAYINDIR- Hz. Muhammed kadar önemli bir insan yoktur. Bunun nedenini düşündünüz mü?
MÜRİT- Tabiî, çünkü o Allah'ın Elçisidir.
BAYINDIR- Allah'ın Elçisi olduğu nereden bilinebilir? Onu nasıl ispat edersiniz?
MÜRİT- Hz. Muhammed Allah'ın son elçisidir. Herkesin buna inanması gerekir.
BAYINDIR- Tamam, doğru ama insanlar Hz. Muhammed'in gerçekten Allah'ın elçisi olduğunu nasıl bilebilirler?
Baksanıza, itibarlı bir kişi, günün birinde kalkıp ben Amerika'nın Ankara Büyükelçisi, oldum dese Türk Devleti bunu kabul edebilir mi? Çünkü bundan sonra yetkili makamların karşısına Amerika Birleşik Devletleri adına çıktığını söyleyecektir.
MÜRİT- Amerikan hükümetinin onu elçi olarak görevlendirdiğine dair belge getirirse olur.
BAYINDIR- İşte Hz. Muhammed de Allah'ın bana gönderdiği bir elçidir. Onun da görevlendirme belgesini bana getirmesi gerekir.
MÜRİT- Sen o kadar değerli misin?
BAYINDIR- Bana, size ve bütün insanlara bu değeri Allah veriyor. O şöyle buyuruyor:
"And olsun ki Allah, inananlara büyük lutufta bulundu. Çünkü içlerinden birini elçi olarak gönderdi. O onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, onlara Kitap ve hikmeti öğretiyor. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklık içinde idiler." (Al-i İmran 3/164)
MÜRİT- Tamam şimdi anladım. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin elçilik belgesi onun gösterdiği mucizelerdir.
BAYINDIR- Doğru.
MÜRİT- Mesela Hendek savaşı için hendek kazılması sarısında Cabir b. Abdullah Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şiddetli açlık çektiğini görmüştü. Hemen küçük bir hayvan kesti. Karısı bir sa' (yaklaşık üç kilo) arpa öğüttü. Sonra gelip gizlice, Resulüllah sallallahu aleyhi ve selleme, bir kaç sahabisiyle gelmesini söyledi. Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem Hendek'teki herkesi kaldırdı. Bin kişi idiler. Hepsi de bu yiyecekten yedi ve doydular. Sonunda tencere olduğu gibi et dolu olarak ve hamur da olduğu gibi pişirilmeye hazır halde arttı[69]."
BAYINDIR- Bütün elçilerin böyle mucizeleri yani elçiliklerini ispat belgeleri olmuştur. Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın değneğinin yılana dönüşmesi, elini çıkarınca bembeyaz olması, Hz. İsa'nın çamurdan kuş heykeli yapıp üflemesiyle gerçek bir kuş haline gelmesi, ölüleri diriltmesi, anadan doğma kör ve alaca hastalığına tutulmuş kişileri Allah'ın izniyle iyileştirmesi birer mucize, elçiliğin birer belgesidir. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlık ne ölçüde ilerleme gösterirse göstersin, kayadan deve çıkarmak, değneği gerçek bir yılana çevirmek, ölüleri diriltmek veya bir kaç kişilik yiyecekle bin kişiyi doyurmak mümkün olmaz. Ama bunlar zamanımız insanı için bir belge olma özelliği taşımazlar.
Mesela Hz. Salih aleyhisselamın kavmi, oradaki büyükçe bir kayadan[70] dişi bir deve çıkarmasını isteyince Allah Teâlâ Salih aleyhisselama şöyle buyurmuştu:
"Onların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için dişi deveyi gönderiyoruz. Onları izle ve sabırlı ol. Onlara bildir ki, su aralarında pay edilmiştir. Sırası gelen onun başında bulunsun." (Kamer 54/27-28)
Suyu bir gün deve, bir gün de şehir halkı içiyor, ertesi günün suyunu da o günden alıyorlardı. Devenin nöbetinde halk onun sütünü alıyordu[71].
Konuyla ilgili âyetlerden bir kısmı şöyledir:
"Semud'a da elçi olarak soydaşları Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey ulusum! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Bakın, size Rabbinizden açık bir belge geldi: İşte Allah'ın bu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu da Allah'ın toprağında otlasın; ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa sizi can yakıcı azap çarpar.
Düşünsenize, hani sizi Allah, Ad'dan sonra onun yerine getirmişti. Sizi bu yere yerleştirdi. Buranın düzlüklerine köşkler kuruyor dağlarını oyup evler yapıyorsunuz. Evet, Allah'ın nimetlerini düşünün de taşkınlık yaparak ortalığı karıştırmayın.
Ulusunun büyüklük taslayan ileri gelenleri, zayıf görülenlere, onlardan iman edenlere dediler ki, "Siz Salih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu mu biliyorsunuz?" Onlar şöyle cevap verdiler: "Doğrusu onunla gönderilen ne ise biz ona inanıyoruz"
"Büyüklük taslayanlar, "İşte biz de sizin inandığınız şeyi tanımıyoruz" dediler
Sonra o dişi devenin ayağını kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar ve dediler ki; "Ey Salih, eğer sen elçilerden isen haydi, tehdit ettiğin şeyi başımıza getir de görelim."
Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverip öldüler.
Bunun üzerine Salih onlardan ayrıldı ve "Ey ulusum! And olsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi." (Araf 7/73-79)
Hz. Salih'in devesi sağ kaldığı sürece ona karşı çıkanların başarılı olması mümkün değildi. Çünkü kayadan çıkmış bu mucize deve, onun elçiliğini belgeliyordu. Ama deve kesilince Hz. Salih, tayin belgesi yakılmış büyükelçi gibi oldu. Ya yeni bir belge getirecekti ya da oradan ayrılacaktı. Cenabı hak yeni bir mucize vermedi, Hz. Salih'i oradan ayırdı ve inanmayanları yok etti.
MÜRİT- Deve ölünce mucize olmaktan çıktı mı?
BAYINDIR- Ölmüş bir deveyi artık kim Hz. Salih'in mucizesi sayar?
b- Hz. Muhammed'in mucizesi
MÜRİT- Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizeler de bugün yoktur. Şimdi o da tayin belgesi yakılmış büyükelçi gibi mi oldu yani?
BAYINDIR- Hayır, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin mucizesine hiç bir şey olmadı. Onun asıl mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, Kıyamete kadar bozulmadan kalacaktır. Onu korumayı Allah Teâlâ bizzat üstlendiği için Hz. Muhammed ölmüş olsa da elçiliği devam etmektedir. Çünkü Allah onu son elçisi yapmış ve insanlardan istediği her şeyi onun aracılığı ile bildirmiştir. Artık Allah'ın insanlardan yeni bir isteği olmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım. size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a rıza gösterdim." (Maide 5/3)
MÜRİT- Hz. Muhammed öldüğüne göre onun görevini kim yürütüyor?
BAYINDIR- Elçiler Allah'tan vahiy alır, Allah'ın izniyle mucize gösterir ve aldıkları vahyi tebliğ ederler. Kur'an-ı Kerim hem Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Allah'tan aldığı vahiyleri en güvenilir biçimde koruyan bir kitap, hem de onun mucizesidir. Artık vahiy alma işi bitmiştir. Kur'an'-ı Kerim'de mucize olarak elimizde durmaktadır. Onun yapamadığı tek görev tebliğdir. Neyin tebliğ edileceği de açık ve net olarak bellidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Elçi! Rabbinden sana ne indirilmişse onu tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçi olarak verdiği görevi yapmamış olursun" (Maide 5/67)
Ona indirilen Kitap elimizde olduğuna göre her mümin tebliğ görevini sürdürebilir.
c- Her mümin Allah'ın Elçisine varistir
MÜRİT- Her mümin bunu nasıl yapar?
BAYINDIR- Her mümin, Kur'an'a göre yaşama ve onu insanlara anlatma görevini yapabilir.
MÜRİT- Herkes alim olamaz ki.
BAYINDIR- Herkes bildiği konunun alimi, bilmediği konunun öğrencisidir. Kur'andan bir tek meseleyi iyi bilen bir mümin o meselenin alimi olur. Onu tebliğ ederse o ölçüde Hz. Muhammed'e varis olur. Bilmediği meselelerin de öğrencisi olur. Bu durum ölene kadar sürer.
Bu hadis-i şerife dayanarak tebliğ görevini ilim adamlarına bırakıp kenara çekilmek olmaz.
MÜRİT- Şeyhler de peygamber varisi olamazlar mı?
BAYINDIR- Neden olamasınlar? Kur'an'a aykırı itikadı olmayan şeyhler de bu kapsama girebilirler.
Varis, kendine miras bırakan kişiyi temsil eder ve temsil gücüne göre mirasından pay alır. Babanın, annenin, erkek ve kız evlatların, eşin ve kardeşlerin paylarının farklı olması bundandır.
Elçilik ne bir miras malıdır, ne de babadan oğula geçen bir saltanattır. Hz. Muhammed'in elçiliği kıyamete kadar süreceği için onun, Kur'an'ı tebliğ görevi konusunda temsil edilmesine ihtiyaç vardır. İşte her mümin, Kur'an'ı tebliğdeki payına göre Hz. Muhammed'e varis olur ve o konuda onu temsil eder. Ama asırlardır bu görev ihmal edilmiştir.
MÜRİT- Kim ihmal etmiştir? Kur'an'ın yazılması, okunması, ezberlenmesi ve nesilden nesile intikali konusunda nasıl bir ihmal vardır? Bugün Kur'an'a en büyük hizmeti o beğenmediğin tarikatlar yapıyor. Onlara bağlı kurslarda her yıl binlerce hafız yetişiyor ve onun bir kaç katı insan Kur'an okumasını öğreniyor.
BAYINDIR- Doğru, binlerce Kur'an kursundan her yıl onbinlerce kişi Kur'an öğreniyor. Bunları küçümsemiyorum. Bir müslüman Kur'an'dan ne kadar çok şey bilirse değeri o kadar artar. Nitekim Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Uhud şehitlerini ikişer üçer kabirlere koyarken "Bunlardan hangisi Kur'an'dan daha çok pay almıştır?" diye sorardı. Onlardan kime işaret ederlerse onu lahidde ön tarafa alırdı[73].
Peki ya bizler? Biz Kur'an'dan ne kadar pay alıyoruz? Asıl bunun cevabını vermek gerekir.
MÜRİT- Kursa gidenlerden bir kısmı Kur'an'dan bir kaç sure biliyor. Kimileri tamamını ezberliyor, çoğunluk da Kur'an-ı yüzünden okuyabiliyor.
BAYINDIR- "Kur'andan payımız ne kadardır?" derken Kur'an'dan neleri kavradığımızı ve bunun ne kadarını insanlara anlattığımızı soruyorum.
MÜRİT- O konudaki ihmalimizi kabul edebiliriz.
BAYINDIR- Hele şükür, bir şey kabul ettirebildim. Ama en önemli şeyi kabul etmiş oldunuz.
Çocuğunu Kur'an öğrenmeye gönderenler ondan, arada sırada geçmişlerinin ruhuna Yasin ve Tebareke surelerini okumasını, yılda bir kere de ölmüşleri için hatim indirmesini bekliyorlar.
Hocaların üzerinde en çok durdukları husus ise harflerin düzgün çıkarılması, Kur'an'ın yanlışsız ezberlenmesi ve tecvid kaidelerine uygun olarak okunmasıdır. Bunlar çok önemlidir ama iş burada bırakılmaktadır. Halbuki bu işin başıdır. Ama daha işin başında nefesler kesilmektedir. Yani Kur'an, manasını kavramak için öğrenilmemektedir.
d- Zikir
MÜRİT- Öğrencilere Arapça, fıkıh, tefsir, hadis ve kelâm gibi ilimler de okutuluyor. Bu ilimler eskiden medreselerde daha geniş okutulurdu. Bunların ana kaynağı Kur'an değil midir?
BAYINDIR- Bakın, Kur'an'ın bir adı da Zikir'dir. Ayette şöyle buyurulmuştur:
"İşte o Zikr'i biz indirdik, ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz." (Hicr 15/9)
Zikir, bir bilgiyi hafızaya yerleştirmeye imkân veren duruma denir. Bilginin hafızaya yerleştirilmesi ezberleme, yani hıfz, kullanıma hazır tutulması da Zikirdir. Bir şeyin insanın içine veya diline gelmesine de zikir denir[74].
Tevrat, Zebur, İncil ve elçilere verilmiş öğütlerin, emir ve yasakların ortak adı da Zikirdir[75]. Kur'an bütün elçilerin Zikir'lerini içerir. Onun korunması bütün ilahi kitapların korunması demektir. Dolayısıyle Kur'an'ı kavrayan, bütün ilahi kitapları doğru olarak kavramış olur.
MÜRİT- Bir şeyi hafızaya yerleştirmek, kalbe ve dile getirmek Zikir ise bunu her müslüman yapıyor. Her müslüman, ezberlediği Kur'an'ı, zaten hafızasında tutuyor ve gerektiğinde okuyor.
BAYINDIR- Bir şey hafızaya ya manası kavranarak yerleştirilir, ya da kavranmadan yerleştirilir. Manası kavranmadan hafızaya yerleşen şeye ve onu ifade etmeğe zikir değil, ezberleme ve ezberden okuma denir.
Zikir, bir marifeti[76], yani bir bilgiyi kullanıma hazır tutacak şekilde hafızaya yerleştirmek olduğundan burada bilgi öne çıkmaktadır. Bilgi, bilinen şeydir. Ezberlenen şey bilgi değildir. Kaldı ki, burada marifet kelimesi kullanılmıştır. Marifet, bir şeyi olduğu gibi kavramak anlamına gelir[77].
Zikir kökünden gelen tezekkür, müzâkere ve elh-i zikir kelimeleri de konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Tezekkür, bir şeyi hatırlamak veya başkasına hatırlatmak demektir.
" O sakınanlar varya, işte onlara şeytandan bir esinti gelince tezekkürde bulunurlar. Bakarsınız ki, gerçeği görmüşlerdir." (Araf 7/201)
Buradaki tezekkürü Allah'ın âyetlerini hatırlama ve üzerinde düşünme diye anlamak gerekir.
Müzakere, bir konuyu karşılıklı görüşmek anlamına gelir. Türkçemizde de kullanılır.
Ehl-i zikir, bir bilgiyi kafasına yerleştirmiş ve kullanıma hazır vaziyette tutan kimselere, ilim adamlarına denir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Senden önce elçi olarak görevlendirdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildir. Bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun." (Enbiya 21/7)
Bu ayetteki ehl-i zikir ehl-i kitap bilginleridir.
Kur'an'ın Zikir olması, yaşamak için kafaya yerleştirilen ve kendisiyle insanlara öğüt verilen bir kitap olmasından dolayıdır. Şu âyetler bu hususu ortaya koymaktadır:
"Onlar çirkin bir iş yaptıkları veya kendilerini kötü duruma düşürdükleri zaman hemen Allah'ı zikrederler (yani Allah'ın o konudaki emrini hatırlarlar) ve günahlarının bağışlanmasını isterler." (Al-i İmran 3/135)
"Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
Sen onların tepesine dikilecek değilsin." (Ğaşiye 88/21-22)
e- Medrese eğitimi
MÜRİT- Medreselerin kapanması, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi dini bilgilerin yeteri kadar öğrenilmemesi ve Arapça öğreniminin zayıflaması bizi bu hallere düşürdü.
BAYINDIR- İslâmî İlimler başlangıçta Kur’an’ın bir tefsiri, bir açıklamasıydı. Şimdi Kur'an'a perde oldu.
Bir gün Hz. Ömer minberden şöyle seslenmişti: “Ey insanlar, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin görüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise sadece zan ve sorumluluk altına girmekten ibarettir.”
Allah ondan razı olsun, Hz. Ebû Bekr bir konuda Allah’ın kitabında ve Hz. Muhammed’in sünnetinde bir hüküm bulamazsa kendi görüşüne göre ictihad yapar ve şöyle derdi: “Bu benim görüşümdür. Doğruysa Allah’tandır, yanlışsa bendendir. Allah’ın beni bağışlamasını dilerim.”
Hz. Ömer’in bir kâtibi “Bu, Allah’ın ve Ömer’in görüşüdür.” diye yazınca Ömer dedi ki, “Ne kötü söyledin; de ki, bu Ömer’in görüşüdür. Eğer doğruysa Allah’tan, yanlışsa Ömer’dendir.”
Hz. Ömer bir kişiyle karşılaşmış ve ne var ne yok, diye sormuş, o da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm verdiler demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer;
“Eğer ben olsaydım şu şekilde hükmederdim.” dedi. Adam dedi ki,
“Senin hükmetmene ne engel var, yetki senin elindedir.” Hz. Ömer dedi ki,
“Senin meseleni eğer Allah’ın kitabına ya da Allah'ın elçisinin hükmüne dayandırsaydım bunu yapardım. Ama meseleni görüşe dayandırıyorum, görüş belirtme hakkı ortaktır. Benim görüşüm Ali’nin ve Zeyd’in görüşünü değersiz hale getirmez[78].”
Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife'nin şöyle dediğini nakletmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüştür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha güzelini getirirse kabul ederiz.”
Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik’in şöyle dediğini işittim, “Ben sadece bir insanım, hata yaptığım da olur, doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnete uygun olanını alın, Kitap ve Sünnete uygun olmayanını da bırakın[79].”
İmam Malik sık sık şöyle söylerdi: “Bizimkisi bir zandan ibarettir. Kesin bir kanaate varamayız.[80]”
Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Şafiî’nin görüşü, Malik’in görüşü, Ebu Hanife’nin görüşü, bunların hepsi bana göre bir görüştür ve benim yanımda aynı değerdedir. Delil sadece nakiller (Kitap ve Sünnet) dir[81] .”
Bu zatlar, âyet ve hadisleri öne çıkararak kendi görüşlerinin onlardan ayırdedilmesini sağlamışlardır. Daha sonra âyet ve hadisler ayıklanmış, kitaplarda yalnız alimlerin görüşleri kalmıştır. Sonra gelen alimler, bu görüşleri anlamayı ve sonraki nesillere aktarmayı yeterli görmüşlerdir. Bu kitaplar zamanla kutsallık kazanmış, Kitap ve Sünnetin yerini almıştır. İşte sizin hayranlıkla andığınız medreseler Kur'an'ı anlama yerine bu kitapları anlamanın, giderek en yüce gaye haline getirildiği yerlerdir.
Gerek Ashab-ı Kiram, gerekse müctehid imamlar, Kur'an-ı Kerim'le ilişkiyi koparacak davranışlara yol vermemişlerdir. Sahabilerden bazıları bu endişeden dolayı hadislerin yazılmasını dahi hoş karşılamamıştır. Subhi Salih’in şöyle bir tespiti vardır: Hz. Ömer sünnetin yazılmasını arzulamış ve bu konuda Sahabilere danışmıştı. Onlar da sünnetin yazılmasını uygun görmüşlerdi. Hz. Ömer şüphe içinde ve istihare yaparak bir ay bekledi. Bir sabah kalktığında Yüce Allah’tan içine kararlılık gelmişti, dedi ki:
“Sizinle, sünnetten bildiğinizi yazmanız hususunu görüşmüştüm. Sonra düşündüm, baktım ki, sizden önceki ehl-i kitaptan bir kısım insanlar Allah'ın kitabı yanında kitaplar yazmış, onlarla meşgul olmuş ve Allah'ın kitabını bir kenara bırakmışlardır. Vallahi ben Allah'ın kitabını başka bir şeyle hiçbir zaman engellemem.”
Hz.Ömer’in korktuğu olmuş, Allah'ın kitabı yanında kitaplar yazılmış, Kur'an ile ilişki kesilmiştir. Şimdi insanlar yalnız Kur'an’ı değil Sünneti de bir kenara bırakmışlardır.
Bu şartlar altında yasaklar kolayca çiğnenebilmiştir. Mesela faiz, Kur'an-ı Kerim'in en ağır yasaklarındandır. Kur'an ve sünnet bir kenara bırakılıp fıkıh kitapları öne alınınca faize kapı açılabilmiş, vakıf müessesesi de buna alet edilmiştir. Bey'ul-ıyne veya muamele-i şer'iyye denen göstermelik bir alışverişin gölgesinde bugünki bankalar gibi kredi veren binlerce para vakfı kurulmuştur. İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivinde bunların çalışmalarını gösteren binlerce örnekten biri şöyledir:
“Ahmed Naili, Kili Nazırı Vakfından beş yıl vadeli 2500 kuruş (yani 25 altın) borç almak için vakfa ait Fetâvâyı Ali Efendi adlı kitabı, bedeli beş yıl sonra ödenmek üzere 1500 kuruşa (yani onbeş altına) satın ve teslim alır[83].
Böylece 25 altın borç alan Ahmed Naili Efendi 40 altın borçlanır. Kitabı da daha sonra vakfa hibe eder.
Kitap ve Sünnete değil, yalnızca bir kısım fıkıh bilgininin görüşüne dayananlar, yapılan göstermelik alış verişe bakarak bunun câiz, hatta haramdan kaçınmayı sağladığı için sevap olduğunu dahi söyleyebilmişlerdir[84].
Osmanlı döneminde İstanbul'da kurulan bankalardan Emniyet Sandığındaki bir cep saati, kredi talebiyle gelen kişilerin ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak için hergün defalarca satılıp sandığa hibe edilirdi.
Böyle bir işlem faiz yasağını çiğnemenin yanında yüce İslam dininin hafife alınmasına da sebep olmuştur.
Halbuki ıyne denen bu göstermelik alışverişle ilgili olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Iyne alışverişi yapar, öküzlerin kuyruğuna sarılır, tarımla yetinir, cihadı terkederseniz tekrar dininize dönünceye kadar Allah (cc) sizi zillet altında bulundurur.[85]”
Eğer Kur'an-ı Kerim'e bakılsaydı, cumartesi yasağını çiğneyen Yahudilerin yaptığı ile faizi meşrulaştırmak için yapılan göstermelik alış-veriş arasında kolayca bağ kurulabilirdi[86].
Başvurduğumuz kitaplar yüzlerce kişi tarafından çoğaltılarak bize ulaştırıldığından bu kitaplara sonradan bazı görüşler, kasıtlı olarak sokulmuş olabilir. Mesela faize kılıf uydurma ile ilgili bilgileri ilk defa Fetvây-ı Kadîhan’ vermektedir. Ben bu bilgilerin o kitaba kasıtlı olarak sonradan eklendiği endişesini taşıyorum.
Fetâvây-ı Kadîhân bu görüşün Ebu Yusuf’a ait olduğunu yazıyor. Halbu ki, Ebu Yusuf (öl. l83 h.) ile Kadihân (öl. 592 h) arasında 400 seneden fazla bir süre vardır. Bu süre zarfında yazılmış olup elimizde bulunan kaynaklarda bu hususun Hanefî mezhebinde caiz görülmediği ifade edildiğine göre büyük bir ihtimalle Kadîhan da aynı şeyi yazmış ama kötü niyetli biri, kitaba bu ilaveleri yapmış olabilir.
Ayrıca bir kimse ne kadar bilgili ve faziletli olursa olsun hata edebilir. Öyleyse yapılacak tek şey, Kur'an'a göre sorumlu olacağımız düşüncesini zihinlere tekrar kazımak ve hayatımızı Kur'an'a göre, baştan aşağı gözden geçirmektir. Yoksa ahirette şöyle bir durumla karşılaşabiliriz:
“ O gün yanlış davranışlara batmış kişi iki elini ısırır da der ki; “ Ah keşke ben de o elçi ile birlikte bir yol tutmuş olsaydım.
Ah!!.. yazık oldu bana, keşke falancayı dost edinmeseydim.
Gerçekten de beni Kur'an'dan saptırmış. Hem de o bana kadar gelmişken. İşte şeytan insanı böyle yüzüstü bırakır.
Elçi diyecektir ki, “ Ya Rabbi, doğrusu benim kavmim bu Kur'anı kendilerinden uzak tuttular.” (Furkân 25/27,28,29,30)
MÜRİT- Bunca şeyden sonra ne yapılmasını önerirsiniz.
BAYINDIR- Yapılacak şey basit bir metod değişikliğidir. Her hangi bir konunun hükmünü araştırırken, fıkıhta belirtildiği gibi önce Kur'an'a, sonra sünnete, sonra icmaa başvurmalı, bunlardan sonra müctehidlerin görüşlerini okumalıdır. Halka dinlerini anlatırken de bu sıra gözetilmelidir. Mesela orucu bozan şeyler okunmak isteniyorsa önce ilgili âyet kavranmalı, sonra hadislere ve icmaa bakmalıdır. Müctehidlerin görüşlerini bunların ışığında okumak gerekir. İşte bu davranış bizi Kur'an ve Sünnete bağlayacak ve kötü niyetlilerin kitaplarımıza sokmuş olabileceği hurafeleri ortaya çıkaracaktır.
İnananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı henüz gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; onlardan çoğu yoldan çıkmıştır. (Hadîd 57/16)
SONUÇ
Son olarak şunun bilinmesini isterim ki, benim karşı çıktığım sadece Kur’an'a açıkca aykırı olan sözler ve davranışlardır. Bu davranışlar hangi ad altında yapılırsa yapılsın, bunlara karşı çıkmak her müslümana farzdır. Hz. Muhammed'in yolunda gitmenin gereği budur.
Bir hocanın etrafında toplanıp bir grup oluşturmak, Kur‘an ve sünnete uygun olarak İslamı yaşamak sadece takdir edilecek bir davranıştır.
Tutar da o hocaya bir takım manevi makamlar tanır, onu Allah ile kendi aranızda vesile ve vasıta kılar, insanları ona bağlanmaya çağırırsanız işte bunu kabul etmek mümkün olmaz.
Her türlü aşırılıktan uzak olarak, Allah'ın emir ve yasaklarına uygun, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği gibi yaşamalı, dünyamızı ve ahiretimizi tehlikeye sokmamalıyız.
Bu tartışmalarda Allah rızasından başka bir gaye düşünülmemiştir. İnsan olduğum için hata yapmış olabilirim. Buradaki görüşleri kabul etmeyenlerden Allah rızası için talebim şudur: Gördüğünüz hataları lütfen Kur'an ve sünnet ışığında tenkid edin ve doğrunun ortaya çıkarılmasına, islam aleminin, düşülen bu bataklıktan sağ salim çıkmasına yardımcı olun.
Hidayet elinde olan Rabbımızdan, bizi Kur'an'a döndürmesini niyaz ederim.
Başarı Allah'tandır.
Bize Kur'an'ı gönderen Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve Peygambere inandık boyun eğdik" derler. Sonra da bunun ardından içlerinden bir takımı yan çizer. Bunlar inanmış kimseler değillerdir.
Aralarında bir karar versin diye Allah'a ve elçisine çağırıldıkları zaman, içlerinden bir takımı bundan çekinirler.
Ama hak kendilerinden yana olsa bu sefer ona içten bağlı olarak gelirler
Bunların kalplerinde bir hastalık mı var veya şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah'ın ve elçisinin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, aslında onlar zalim kimselerdir."(Nur 24/47-50)
ÜÇÜNCÜ BASKI İÇİN NOTLAR
1- İstihare ve istiharecelik yazılacak
2- Allah'ı konu ederek örnek vermenin yanlışlığı
O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. (Şura 42/11)
Siz, Allah için örnekler vermeyiniz. (Bunu) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi örnek gösterir: "Hiç bunlar eşit olur mu? Övülmeğe layık olan Allah'tır, fakat çoğu bilmezler.
Allah iki adamı misal veriyor: Biri hiçbir şeye gücü yetmeyen bir dilsiz -ki efendisine yüktür, nereye gönderse bir hayır çıkmaz- bu, doğru yolda olan, adaletle emreden kimse ile bir olabilir mi? (Nahl 16/74-76)
3- Şefaat
"Allah'ın berisinden, kendilerine ne fayda sağlayacak ne de zarar verebilecek şeye kul olurlar. Derler ki, "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır" De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir. (Yunus 10/18)
4- Müşrik Araplar
Müşrikler, putlardan ihtiyaçlarını gidermelerini, hastalarını iyileştirmelerini ve düşmanlarına karşı kendilerine yardım etmelerini diliyorlardı. Bunun için putlarına kurbanlar kesip adaklar adıyorlardı.
Müslümanlar da zamanla peygambere ve velilere aşırı inanç beslemeğe, onlardan yardım dilemeğe ve benzeri şirk işlerini yapmaya başladılar.
5- Melekut
78. Oysa, sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O'dur. Pek az şükrediyorsunuz.
79. Sizi yerde yaratıp yayan O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.
80. Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?
81. Hayır; yine de öncekilerin dediklerini derler.
82-3. Öncekiler: "Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? And olsun ki biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti; bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" demişlerdi.
84. De ki: "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?"
85. "Allah'ındır diyecekler, "Öyleyse ders almaz mısınız?" de.
86. "Yedi göğün de Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?" de.
87. "Allah'tır" diyecekler! "Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de.
88. "Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?"
89. "Allah'tır" diyecekler; "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz" de.
90. Hayır; Biz onlara gerçeği getirdik ama, onlar yalancıdırlar. (Müminun 23/78-90)
* Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[1]- Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, c.IV- s.464,465.
[2]- Ayette şirk diye tercüme edilen kelime "zulüm" dür. Bu anlam hem bir önceki ayetten, hem de Lokman suresinin 13. ayetindeki "Şirk gerçekten büyük bir zulümdür." ifadesinden anlaşılmaktadır.
* Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[3]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63.
[4]- Buharî, ilim 42.
[5]- Buharî, ilim 42.
[6]- Selam vermek güvenlik ve esenlik dilemektir. Hızır aleyhisselamın toplumunda bu kelime ile selamlaşma olmadığı için Hz. Musa'ya cevabı böyle olmuştur. (Bedreddin el-Aynî, Umdet'ül-Kârî fî şerhi Sahîh'il-Buhârî, İstanbul 1308, c.I, s.601.)
[7]- Buharî İlim, 44.
[8]- Temrin, alıştırma anlamındadır.
[9]- Bkz. Hasan Kamil YILMAZ, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Kasım l994, İstanbul. s.31.
[10]- Bkz. Hasan Kamil YILMAZ, Ledün İlmi ve Keşf, Altınoluk dergisi, Sayı l05, Kasım l994, İstanbul. s.31.
[11]- Mütercim Asım.Kamus Tercümesi. Kelime Arapçada firâset diye seslendirilir.
[12]- Tirmizî, Hicr surenin tefsiri, 6.
[13]- Hadis-i kudsî, Kur'an'da olmayan ama Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bize, "Allah şöyle buyurdu." diye bildirdiği sözdür.
[14]- Buhârî, Rikâk, 38.
[15]- Müslim, Cihad, 58.
[16]- Fahruddin er-Razî, et-Tefsîr'ül-Kebîr, Matbaa-i Amire, c.VIII, s. 583.
[17]-Fahreddin er-Razî, c. VIII, s.347.
[18]-Sünen-i Dârimî, Büyu, 2.
[19]-Tirmizî, Kıyame 60.
[20]- Nas Suresi 114/5
[21]- Günümüz tasavvuçuları buna nefs-i mülhime diyorlar. Mülhime, ilham eden anlamına gelir. Nefis ilham etmez, ilham alır. Bu sebeple kendine ilham edilen anlamına mülheme kelimesi kullanılmalıdır.
* Bu kısımdaki iddialar daha çok Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[22]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s.86.
[23]- Ayette kelimesi geçmektedir. 9 numaralı dipnotta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu açıklanmıştı. Buna göre ayette geçen Allah'ın dunundan ifadesi Allah'ın en yakınından demek olur.
[24]- Osman b. Maz'un radiyellahu anh'ın lakabıdır.
[25]- Buhârî, Cenâiz, 3.
[26]- Ayette kelimesi geçmektedir. Kamusta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu ifade edilmektedir. Beri kelimesi de bu anlama gelir.
[27]- Ruhu'l-furkan, c,II, s.64.
[28]- Ruhu'l-Furkân c. II, s. 79
[29]- Tuvalet ihtiyacını gidermek.
[30]- Ruhu'l-Furkan, c,II, s.76.
[31]- Mutezile, bir kelâm mezhebidir. Vasıl b. Ata ve taraftarları kurmuştur. İnsanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu, Allah'ın bu konuda kimseye karışmadığını savunurlar. Bir çok konuda farklı görüşleri vardır.
[32]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 65,66.
[33]- Mahmut b. Ömer ez-Zemâhşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 467, el-Matbaat'üş-şarkiyye.
[34]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s.66.
[35]- Ayette kelimesi geçmektedir. Kamusta bu kelimenin akreb (en yakın) manasına zarf olduğu ifade edilmektedir. Beri kelimesi de bu anlama gelir.
[36]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 247, son paragraf.
[37]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.5, 2. paragraf.
[38]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 3.
[39]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 246, paragraf 5.
[40]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.
[41]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 248.
[42]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s. 250.
[43]- KOTKU, Tasavvufî Ahlak, c. II, s.245, 3. paragraf.
[44]-Ayette geçen kelimesi = önce manasına da gelir. Bu kelime ile ilgili olarak 9 numaralı dipnota bakılabilir.
[45]- İbnü Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. İtaat Tav’ ( ) kökündendir. Tav’ boyun eğmek demektir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemiyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.” (Fussilet 41/11)
Taat ( ) da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” Anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut l412/l992, s.529)
[46]- Hz. Yusuf köle olarak Mısır’ın bir devlet yetkilisine satılmış, o yetkilinin karısı Züleyhâ Hz. Yusuf’a aşık olmuş ve beraber olmak istemişti. O sırada olanları anlatan ayet şöyledir:
"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve "gelsene" dedi. Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim rabbimdir; bana iyi bakmıştır. Zalimler iflah olmazlar ki." dedi. (Yusuf 12/23)
[47]- Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.
[48]- Tirmizî,Dua 1, 3372 nolu hadis.
[49]- Nisa 4/ll7; En'am 6/40,41,56,71,108; Araf 7/37,194,195,197; Yunus 10/38,66, l06; Hûd 11/101; Ra'd 13/14; Nahl 16/20,86; İsra 17/56, 57,67; Kehf 18/14; Meryem 19/48; Hacc 22/12,13,62,73; Müminun 23/117; Furkân 25/68; Şuarâ 26/213; Kasas 28/64,88; Ankebût 29/42; Lukman 31/30; Sebe' 34/22; Fatır 35/13,14,40; Saffât 37/125; Zümer 39/38; Mümin 40/20,66; Fussilet 41/48; Zuhruf 43/86; Ahkâf 46/4,5; Cin 72/18. 26 Surede toplam 47 ayet.
[50]- Buhari,İman 2.
* - Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[51]- Müridin şeyhi önünde cezbeye gelip baygın düşmesi böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerektir.
[52]- “Alâ hilâf’il-kıyâs vâki olan şey sâire mekîsun aleyh olamaz” Mecelle m.15.
[53]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 79.
[54]- Bakz. Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 79.
[55]- Bkz. KOTKU, Tasavvufî Ahlâk, c. II, s.184-185.
* Bu kısımdaki iddialar Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) ve ekibi ile yaptığımız görüşmede ortaya atılmıştır.
[56]- Mütevâtir hadis, yalan söylemek için bir araya gelmiş oldukları düşünülemeyecek topluluklar zinciri tarafından bize ulaştırılan hadistir. Bunun Peygamberimizin sözü olduğunda şüphe olmaz.
[57]- Ahmed Naim, Mukaddime, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1979, c. I, s. 103-105.
[58]- Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet'ül-muhtâc bi şerh'il-Minhâc, (Şirvânî ve Kasım el-İbâdî haşileriyle birlikte.) c.I, s. 311 vd.
[59]- Buhârî, vudu 33; Müslim, Tahâret 89, 91, 92,93; Ebu Davûd, Tahâret 37, Tirmizî, Tahâret, 68, Neseî, Tahâret 50-52, Miyâh 7,8; İbn Mâce Tahâret 31; Dârimî, Vudû', 59; Ahmed b. Hanbel 2/245, 253, 265, 271, 314, 360, 398, 424, 427, 480, 482, 508, 4/86, 5/56.
[60]- Muvaffak'ud-din b. Kudâme, el-Muğnî (öl.630 h.)Beyrut 1404/1984, c. I, s.74 -75,
[61]- İcma , peygamberimizle birlikte yaşamış müslümanların, yani sahabinin bir konuda ortak görüş ve uygulama içinde olmaları , bunlardan birinin bir başka görüşü benimsememesi demektir.
[62]- Alâuddin el-Kâsânî, el-Bedâi'u's-sanâi', Beyrut, c.I, s.87-88.
[63]- bkz. Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî, (öl. 762 h.) Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire, c. I, s.132-133.
[64]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, Mısır, c. I, s. 5.
[65]Ebu Hanife, Nu’man b. Sabit, Hanefi mezhebinin kurucusu olan büyük İslam hukukçusudur. 80h./699m. tarihinde Kûfe’de doğmuş ve 150 h./767 m. tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir.
Ebu Yusuf, Ya’kub b. İbrahim, Ebu Hanife’nin birinci derecedeki öğrencilerinden ve Hanefi mezhebinin büyük fakihlerindendir. Abbasi halifelerinden Harun Reşid zamanında kadi’l-kudat (başkadı) olarak görev yapmıştır. Bu unvan ilk defa Ebu Yusuf tarafından kullanılmıştır. 113 h./731 m. tarihinde Kûfe’de doğmuş ve 183 h./799 m. tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir.
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybani, Ebu Hanife’nin birinci derecedeki öğrencilerinden ve Hanefi mezhebinin büyük fakihlerindendir. Mezhebin görüşlerini yazarak günümüze kadar ulaşmasını temin etmiştir. 132 h./749 m.de Vasit’te doğmuş ve 189 h./805 m. Rey’de vefat etmiştir. (BİLMEN Ömer Nasuhi, Hukukı İslamiyye Kamusu, I/370, 392, İstanbul, 1967).
[66]- Mecelle’nin 1716. maddesi bu görüşe göre düzenlenmiştir.
[67]- Buhari, İlim 10; Ebû Davûd İlim 1; İbn-i Mâce, Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel 5/196.
[68]- Al-i İmran 3/32, 132; en-Nisa 4/59; el-Maide 5/92; el-Enfal 8/1,20,46; en-Nur 24/54; Muhammed, 47/33; el-Mücadele 58/13; et-Teğabûn 64/12
[69]- Buhari, Meğâzî 29.
[70]- Buranın Arapçasında kelimesi geçiyor. Lisan'ul-Arab'da bunun tek parça büyükçe bir kaya anlamında olduğu ifade ediliyor.
[71]- Tefsîr'ut-Taberdî, c. XI- s. 561.
[72]- Buhari, İlim 10; Ebû Davûd İlim 1; İbn-i Mâce Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel 5/196.
[73]- Buhârî, Cenâiz 73.
[74]- el-Müfredât ve Lisân'ul-Arab, Zikr maddesi.
[75]- Örnek olarak bkz. Araf 7/63- 69, Hicr 15/6, Nahl 16/43, Enbiya 21/48-105, Kamer 56/24.
[76]- El-Müfredât, zikir maddesi.
[77]- Eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Cürcânî, et-Tarifât, s.221.
[78]- İbnu'l-Kayyım el- Cevziyye, I'lâmu'l-Muvakkıîn, Beyrut l407/1987 c. I, s. 54.
[79]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c I, s. 75.
[80]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76.
[81]- İbnu'l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 79.
[82]- Subhi Salih, Ulûmu'l- hadisî ve mustalahuh Beyrut, 1969, s.39-41
[83]- Şer'iyye Siciller Arşivi, Evkaf-ı Hümâyûn Mahkemesi, İdâne Sicili No, 743, v.7.
[84]- Kadîhan, Hasan b. Mansur el-Özcendi, (592/1196) Fetâvâ Kadîhân, tarih ve yer yok, s. 244,245.
[85]- Ebû Davûd, Büyû 54; Ahmed b. Hanbel 2/84; Zeylâî, Nasbu’r-Râye Kahire, 1357, cilt 4, sh.16-17, Bu kitapta hadisin tahrici yapılmış, sahih olduğu ve ricalinin sika'dan bulunduğu tesbit edilmiştir.
[86]- Cumartesi yasağını çiğneyen yahudilerle ilgili olarak 50. sayfada "Müslümanları Batıran Şirk" başlığı altında bilgi verilmiştir.