Kadim ve sonradan olma varlık
Kendiliğinden vacip olan öncesiz (kadim) varlık, sonradan olma (hadis) varlıktan daha mükemmeldir. Çünkü eksik olanın kemal niteliğine özgü kılınması imkânsızdır, denilse, “cansız (cemad) bir varlığa diri ve ölü denilemez.” karşılığını verirler. Biz birçok yerde, onların bu tezlerine değişik cevaplar verdik.
Birincisi: Diyorlar ki: “Cemad olan bir şey, diri diye isimlen-dirilmez. Bir şey diri olabilme özelliğine haiz ise ölü olarak isimlendi-rilebilir.” Bu bir ıstılahtır. Yani terminolojide tanım böyledir. Yoksa Kur’an birçok yerde cansız (cemad) varlıkları ölü diye nitelendir-miştir. “Allah’ı bırakıpta taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratmazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. (...) bilmezler.”[1] Burada yüce Allah, taşlardan yapılmış putları ölü diye niteliyor. Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: “Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona hayat verdik.”[2]
İkincisi: Cansız varlıkların böyle bir hayata sahip olmaya yatkın olmalarını imkânsız görmeyiz. Bilakis, yüce Allah cansız varlıkları, hayata yatkın kılmış, bu hayata sahip olabilmelerini imkânsız kılmamıştır. Nitekim yüce Allah Hz. Musa’nın (a.s.) asasını koşan bir yılan yapmış, böylece bir odun parçasının canlı bir varlık olabileceğini göstermişti. Bir gün Hz. Musa (a.s.) bir suda yıkanırken elbiselerini bir taşın üstüne koymuş, taş elbiselerini alıp kaçmıştı.[3] Bir keresinde yüce Allah, Musa (a.s.) ile genç arkadaşının yanında bulunan pişmiş balığı diriltmişti. Çakıl taşları ve yiyecekler -hem de yenildikleri sırada- tesbih getirmişlerdi.[4] Taşlar peygamberimize (s.a.v.) selam verirlerdi.[5] Hurma kökü ayrılığından dolayı inlerdi.[6] Dağlar Davud peygamberle (a.s.) birlikte Allah’ı tesbih ederlerdi. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”[7]
Üçüncüsü: Şunu demek mümkündür: Diyelim ki, ancak hayata yatkın olan, hayatı kabul eden bir varlık ölümle nitelendirilebilir, kuşku yoktur ki, hayata yatkın olan bir varlık, hayat niteliğini almaya elverişli olmayan bir varlığa göre daha mükemmel ve daha kusursuzdur. Sözgelimi, annesinin karnında olan ve henüz ruh üfürülmemiş olan bir cenin, bir taştan daha mükemmeldir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Siz ölü iken, O sizi dirilt-ti.”[8] Çünkü normal olarak bir ceninin hayat bulması, konuşması, konuşmasını başka bir insanın normal bir şekilde duyması mümkün-dür. Dolayısıyla cenin, taş ve topraktan daha mükemmeldir.
Onlara şöyle denir: Alemlerin Rabbi, ya hayat ve ilim gibi sıfat-larla nitelenmeye yatkındır, elverişlidir, ya da değildir. Eğer buna yatkın değilse, bu sıfatlarla nitelenmeye elverişli değilse, kör, sağır ve lal birinden daha aşağıdır demektir. Şayet buna yatkın olmakla beraber bu sıfatlara sahip değilse, bu sıfatlara sahip olan biri ondan üstün, ondan mükemmeldir demektir. Böyle düşünenler, O’nu insandan ve hayvanlardan daha aşağı bir konuma indiriyorlar. Aynı sözler, O’nunla kaim olan gelme, varma, inme ve hareket cinsi gibi fiillerle ilgili olarak da onlara yöneltilir; Bunlarla nitelenmeye ya yatkındır, ya da değildir. Eğer yatkın değilse, bu, hareket etmeye yatkın, ama hareket etmeyen cisimler O’ndan daha mükemmeldir demektir. Buna yatkın olmakla beraber yapmıyorsa, hareket eden bir cisim O’ndan daha mükemmel olarak belirginleşir. Çünkü hare-ket, hareket eden için bir mükemmelliktir. Bilindiği gibi kendili-ğinden hareket edebilen bir şey, hareket etmesine imkân olmayan bir şeyden, hareket etmeye yatkın olan bir şey de buna yatkın olmayan bir şeyden daha mükemmeldir.
Allah’ın harekete yatkınlık niteliği
Alemlerin Rabbinden harekete yatkınlık niteliğini olumsuzla-yanların temel dayanağı şudur: Eğer hareket etmeye yatkın olsa, artık hareket fiilinden hiçbir zaman hali olmaz. Bu da sonu gelmez hadiselerin meydana gelmesini kaçınılmaz kılar. İşte buna dayalı olarak hareket sıfatını olumsuzlamışlardır. Oysa bu sıfatı olumsuzla-mak sonu gelmez noksanlıkları kaçınılmaz kılar. Hareket sıfatını olumlayanlar ise şunu diyorlar: Asıl kemal budur. Nitekim selef uleması: Allah, dilediği zaman, daima kelâm sıfatına sahipti. İbn-i Mübarek, Ahmed b. Hanbel v.b. söylediği gibi. Buhari Nuaym b. Hammad’ın şöyle dediğinden söz eder: Diri olan faal olandır. Faal olmayan diri olamaz. Cehmiye ekolü ve benzerlerinin fiil ve hadise-lerin sürekliliğinin imkânsızlığına ilişkin görüşlerinin yanlışlığı artık bilinmektedir. Nitekim birçok yerde bu konu ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
Burada vurgulamak istediğimiz şudur: Bunlar, böyle söylemekle yüce Allah’ı bu fiillere kadir olmayan biri olarak tanımlamış oluyor-lar. Oysa bir şeye kadir olmak onunla ilgili fiilin aslıdır. Onlara göre, Allah, bu durumda başka hiçbir şeye de kadir olamaz. Hem de hiçbir şeye... Oysa yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ı gereği gibi tanımadılar.”[9] Valibi, İbn-i Abbas’ın bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: Bu, kâfirlerle ilgilidir. Ama Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanan bir kimse, Allah’ı gereği gibi tanımıştır.
“Allah’ı gereği gibi tanımadılar.” Ayeti, O’nu tanınması gerektiği şekilde tanımadılar, şeklinde de açıklanmıştır. Ululanması gerektiği gibi ululamadılar ve vasfedilmesi gerektiği gibi vasfetmediler, şeklin-de yorumlayanlar da vardır. Yüce Allah, bu cümleyi üç yerde tekrar-lar. Birinde muattileye, birinde müşriklere, birinde de Allah’ın her-hangi bir beşere bir şey indirmiş olmasını inkâr edenlere karşı... Örneğin En’am suresinde şöyle buyuruyor: “Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü “Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi” dediler.”[10] Hac suresinde şöyle buyuruyor: “Allah’ı bırakıp yalvardıklarınız (...) Onlar Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür.”[11] Zümer suresinde ise şöyle buyuruyor: “Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzeh-tir.”[12]
Buhari ve Müslim’de İbn-i Mesud’dan şöyle rivayet edilir: Yahudi bilginlerinden biri peygamber efendimize (s.a.v.) dedi ki: Ey Muhammed! Allah kıyamet günü gökleri bir parmağının, yeri bir parmağının, dağları ve ağaçları bir parmağının, suları, ıslaklıkları ve diğer mahlûkatı bir parmağının üzerine koyar. Sonra onları sallar ve şöyle der: Melik benim. Peygamberimiz (s.a.v.) bilginin sözlerini tasdik mahiyetinde güldü, ardından “Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar” ayetini okudu.
Yine Buhari[13] ve Müslim’de Ebu Hureyre’den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yüce Allah kıyamet günü yeri avucuna alır, göğü de dürüp sağına alır, sonra şöyle der: Melik benim. Nerede yerin kralları? Sonra, nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler?[14] der.”
Aynı şekilde Buhari ve Müslim’de İbn-i Ömer’den şöyle rivayet edilir: Yüce Allah kıyamet günü gökleri dürüp sağ eline alır, sonra şöyle der: “Hükümdar benim. Nerede zorbalar? Nerede büyüklenen-ler?”[15] Bu hadisin Müslim’deki versiyonunun lafzı şöyledir: “Cabbar olan yüce Allah göklerinin ve yerinin tümünü eline alır; toplar ve yayar. Sonra şöyle der: Hükümdar benim. Cabbar benim. Melik benim. Nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler? O sırada Resulullah (s.a.v.) sağa ve sola sendeliyordu. Minbere baktım, aşağı kısmı sallanı-yordu. Acaba, dedim, Resulullah’ı (s.a.v.) düşürmesin?”[16]
Sünen kitaplarında Avf b. Malik el-Eşcai’nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gece Resulullah (s.a.v.) ile birlikte ibadet ediyordum. Resulullah (s.a.v.) önce Bakara suresini okudu. Rahmetten bahseden bir ayete geldiğinde, mutlaka durur ve Allah’tan rahmetini isterdi. Azaptan bahseden bir ayete geldiğin de, mutlaka durur ve azaptan Allah’a sığınırdı. Sonra kıyamda durduğu miktar kadar rükuda durdu ve şunları söyledi: “Ceberut, Melekut, Kibriya ve azamet sahibi Allah’ı tenzih ederim. Sonra kıyamda durduğu miktar kadar secdede durdu ve rüku da söylediklerinin aynısını söyledi. Ardından kalktı Al-i İmran suresini okudu. Sonra başka bir sure okudu.” Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi eş-Şemail’de rivayet ederler.[17] Tirmizi “Ceberut, Melekut, Kibriya ve azamet sahibi Allah’ı tenzih ederim.” ifadesiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar: Bu dört hususta bazı kullar Allah’la çekişmeye girerler. Nitekim yüce Allah: “Nerede hükümdarlar? Nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler?” diyerek buna işaret eder. Yine şöyle der: “Azamet benim perdemdir. Kibriya benim örtümdür. Kim bunları benden çekip almaya çalışırsa ona azap ederim.”[18]
Dolayısıyla Allah’ın sıfatlarını olumsuzlayanlar, O’nu gereği gibi tanımamışlardır. Çünkü onlara göre Allah, hiçbir şey tutmaz, hiçbir şey kabzetmez ve hiçbir şeyi dürüp toplamaz. Hatta bütün bunlar O’nun açısından imkânsızdır. Allah bunlara güç yetiremez. Dolayı-sıyla onlar gerçekte şunu demeye getiriyorlar: “Allah hiçbir beşere bir şey indirmez.” Bu sonuca iki açıdan varıyoruz:
Birincisi: İndirme, ancak yukarı olmakla mümkün olan bir şeydir. Onlara göre yüce Allah yukarıda değildir. Dolayısıyla yukarı-dan bir şey indirmez, oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kendile-rine kitap verdiğimiz kimseler, onun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler.”[19] “Bu kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından indirilmiştir.”[20] Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösteri-lebilir. Bunlar Kur’an’ın indirilişini izah etmeye çalışırken diyorlar ki: Allah onu bir mahlûkta yarattı. Batılı da ondan aşağıya indirdi. Çünkü “Rabbinden indirilmiştir.” deniliyor ve bu ifade Kur’an’dan başkası için kullanılmamıştır. Sözgelimi, demirin indirilişi mutlak olarak ifade edilir ve “ondan indirildi” denmez. Çünkü demir dağlar-dan indirilmiştir. Yağmur gökten indirilir. Bundan maksat da onun bulutlardan indirildiğidir. Nitekim yüce Allah bir ayette yağmurun nereden indirildiğine şöyle işaret eder: “Buluttan onu siz mi indirdi-niz, yoksa indiren biz miyiz?”[21]
İkincisi: Eğer Kur’an bir mahlûkta yaratılmışsa, o mahlûkun sıfatı ve kelâmı olur. Çünkü bir sıfat bir yerde kaim olduğu zaman, onun hükmü bu yere döner. Ayrıca yüce Allah yaratılmış şeylerle nitelenemez. Eğer nitelendirilirse, bu, O’nun sesleri yarattığı sırada ses çıkardığı, başkalarındaki hareketleri yarattığı zaman hareket ettiği... v.s. anlamına gelir... Bundan da anlaşılıyor ki, Cehmiye mezhebinin mensupları Allah’ı gereği gibi tanıyamamışlardır. Dola-yısıyla sözkonusu ayetin kapsamına giriyorlar. Çünkü Allah’ın bir fiile veya dilemesi durumunda konuşmaya, inmeye ve katından bir şey indirmeye kadir olmadığını, buna gücünün yetmediğini tasavvur ediyorlar. Bu nedenle, Allah’ın kudretini, O’nun her şeye kadir olduğunu tasdik etmekten en uzak kimselerdirler. Kadir olmayınca da kuvvetli de olmaz. Dolayısıyla O’nun hiçbir şey yaratmadığını söylemeleri de ve “isteyen de aciz, kendisinden istenen de. Onlar, Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar.”[22] ayetlerinin kapsamına girmeleri de kaçınılmaz olur.
Dolayısıyla onlar, Allah’ın kudretinin ezeli oluşunu da olumsuzluyorlar. Onların sözlerinin gerçek anlamı şudur: Allah, önceden kadir değilken, sonradan kadir oldu. Bu bakımdan Allah için öngördükleri kudretin bir gerçekliği yoktur.
Bu, son derece önemli bir temel prensiptir. Bu prensibi gereği gibi tasavvur eden kimse, batıl sözleri bütün çıplaklığıyla bilir ve bunların kaçınılmaz sonuçlarını da tespit eder. Sahih rivayetlerin ve aklın apaçık değerlendirmelerinin açık şekilde ortaya koyduğu gerçeği görür. Özellikle bu gibi prensipler, bütün prensiplerin teme-lini oluştururlar. Bu nedenle, bu prensipler bazında sapan bir kimse, temellerini yitireceği için, öngörülen sonuca ulaşmaktan da yoksun kalır. Böylece açığa çıkıyor ki, gerçekler bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıktıkça, gözlemin ve kanıtsamanın hakkı verilerek araştırıldıkça, Kur’an’ın ifade ettiği gerçekler, makul diye nitelenen başka olgularla karıştırılma ihtimali bulunmayan sarih aklın öngördüğüne uygundur. Çünkü makul dediğimiz bir şey, başka bir makule benzediğinde karışık ve benzeşen bir olgu olarak belirgin-leşir. Nitekim Mücahit, “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar...”[23] ayeti hakkında şunları söylemiştir: “Burada bid’at ve şüphe ehli gruplar kast edilmiştir. Çünkü onlar, şeriat açısından bid’at olan fiillerin peşinde, akıl olarak da kuşkuların girdabında bocalamaktadırlar.”
Doğrusu, şeriata uygun olup aklen açık ve anlaşılır olandır. Çünkü yüce Allah, Kur’an’ın kendisinden indiğini, katından bir indirme olduğunu, kendi sözü olduğunu, onun beşer sözü olduğunu söyleyenlerin küfre girdiğini bildirmiştir. Yine, onun meleklerden değerli bir elçisi ve beşerden değerli bir elçinin sözü olduğunu haber vermiştir. Bir elçi, elçiyi gönderenin varlığını kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla açığa çıkıyor ki, gerek melek elçi ve gerekse beşer elçi Kur’an’ı sadece tebliğ etmiştir; kendinden ona herhangi bir şey katmamıştır. Aynı şekilde yüce Allah onu Arapça bir Kur’an kıldığını da haber vermiştir. Öte yandan yüce Allah, daha önce katından inen kitaplardan sonra yeni bir kitabın inmiş olmasıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse...”[24] Başka bir yerde de muayyen bir kelâmın muayyen bir vaktinin olduğunu ifade etmiştir: “Oraya vardığında kendisine: Ey Musa! diye seslenildi.”[25] Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: “Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Adem’e secde edin! diye emrettik.”[26]
Allah’ın indirdiği Kur’an’ın “mahlûk” olduğunu söyleyenlerin elindeki tek kanıt, Allah’ın dilemesi ve kudretiyle konuştuğuna dair nasslardır. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bu doğru sonuca şunu da eklediler: Allah’ın dilemesiyle olan bir şey, O’nun zatıyla kaim olmaz. Böylece büyük bir yanlışlığın içine düştüler; hakkı batıla karıştır-dılar. Bunun sonucunda Kur’an’ın dile getirdiği şeriata ve akla uy-gun hakikatleri kendi uydurdukları bid’at ve şüphelere bulaştırdılar.
Aynı şekilde, Kur’an’ın “Kadim = öncesiz” olduğunu söyleyenlerin elindeki tek kanıt da, onun Allah ile kaim olduğunu ifade eden nasslardır. Ama bu kanıtın normal sonuçlarına şunu da eklediler: Allah’ın zatı ile kaim olan bir şey, O’nun dilemesi ve kudretiyle olmaz. Böylece bu hususta affedilmez bir hataya düştüler ve hakkı batıla karıştırmak durumunda kaldılar. Öncekiler “Biz onu Arapça bir Kur’an kıldık.”[27] ayetini, Kur’an’ın Allah’tan ayrı ve “mahlûk” kılındığı şeklinde yorumladılar ve dediler ki: Burada geçen “ceale” fiili “Halaka = yarattı” anlamındadır. Diğerleri ise, “onu kıldık” ifadesi-nin “onu adlandırdık” anlamında olduğunu söylediler. Buna kanıt olarak da aşağıdaki ayette “cealu” kelimesinin “adlandırdılar” anlamında kullanılmış olmasını gösterdiler: “Onları, Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.”[28] Oysa böyle bir değerlen-dirme, herhangi bir şeyle ilgili olarak hak veya batıl bir sıfat tasavvur eden, aynı zamanda tasavvur ettiği sıfat da gizli olan, biriyle ilgili olarak geçerli olur ve denir ki: Onun şöyle olduğunu haber verdi... Fakat Kur’an’ın Arapça olduğu açıktır; ayrıca Arapça olduğunu haber vermeye ihtiyaç yoktur. Sonra, onun Arapça olduğunu söyleyen herkes, bu itibarla onu Arapça olarak isimlendir-miş olur. Sadece yüce Allah, onu Arapça kılmıştır. Çünkü onu söyleyen ve indiren O’dur. O halde yüce Allah’ın onu Arapça bir Kur’an kılması, kendisiyle kaim olan bir fiille gerçekleşmiştir. O da, onu söylemesi, onun -diğer bütün dillerden ayrı olarak- Arapça söylenmesini seçmesi ve Arap diliyle indirmesidir.
Bu nedenle Ahmed şöyle der: Kılmak = ceale fiili, Allah ile ilgili olarak kullanıldığı zaman bazen “yaratma”, bazen de başka bir anlam ifade eder. Çünkü “kılmak” (el-Ca’lu) bir fiildir. Fiil de bazen geçişli (müteaddi) olur, yani kendisinden ayrı olan bir mef’ula geçiş yapar. Yaratma gibi. Bazen de geçişsiz (lazım) olur, ama bunun da dilin mantığı içinde fiille kaim olan bir mef’ulu vardır. Örneğin, konuşma... Bilindiği gibi, konuşma, konuşan ile kaimdir. Sözün kendisi de konuşan ile kaimdir. Yüce Allah Kur’an’ı Arapça kılmıştır. Kılma O’nunla kaimdir. Arapça Kur’an da O’nunla kaimdir. Çünkü söz iki şeyi içerir.
Birincisi, fiildir. Yani konuşmadır. İkincisi ise, bu fiil aracılığıyla gerçekleşen düzenli harfler ve seslerdir. Bu yüzden “söz” bazen bir tür fiil olarak algılanır, bazen de fiilin bir hissesi gibi değerlendirilir. Bu olguları başka yerlerde ayrıntılı olarak açıklamıştık. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Başka bir yerde şunu demiştik: Bir kimse, batıl olan bir şeye karşı nakli ve akli bir kanıt ileri sürdüğü zaman, bunun kanıt olarak değer görmesi için, hakkını tam vermek ve delalet ettiği şeyi, delalet etmediği şeyden ayırmak gibi zorunlu bir niteliğe sahip olması gerekir. O zaman, bu kanıtın, karşı tarafın iddiasının batıl ve fasit olduğuna delalet ettiği kesin olarak açığa çıkar. Ve bu, hak ehli için bir kanıt muamelesi görür. Sahih kanıtların, medlulleri (kanıtladıkları) de haktan başka bir şey olamaz. Çünkü hak kendi içinde çelişki barındırmaz. Bilakis parçaları, birbirini tasdik eder. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Allah’ın ezelde ve ebedde kadir oluşu
Altıncı mesele: Allah’ın ezelde ve ebedde kadir oluşunun devamlılığı; kuşkusuz Allah kadirdir ve dilemesiyle istediği her şeyi yapmaya yönelik kudreti hep devam eder. Dilediği zaman ve dilediği şekilde konuşan olması da hep devam eder. Bu, selef ulemasının ve İbn-i Mübarek ve Ahmed gibi imamların görüşüdür.
“...Sahih-i Buhari’de Said b. Cübeyr’den rivayet edilir ki: Bir adam İbn-i Abbas’a: “Allah gafurdur, rahimdir.”[29] “Allah üstündür, hikmet sahibidir.”[30] “Allah işitendir, görendir.”[31] ayetlerinin anlamını sordu. Sanki adam -ayetlerin başındaki mazi siğasıyla zaman bildiren “Kâne = idi” edatını göz önünde bulundurarak- bunun geçmişte olduğunu düşünüyordu. İbn-i Abbas şu karşılığı verdi: “Allah (...)dır.” “Allah (...)dir.” “O, zatını bundan tenzih eder ve yine de kendini bununla nitelendirir. Hiç kimse bu hususta O’ndan yüce değildir. Bu ayetlerde geçen “Kâne”nin anlamı “hep böyledir.” şeklindedir.” Bu hadisi Abd b. Hamid tefsirinde müsned ve mevsul olarak rivayet etmiştir. İbn-i Münzir de bunu tefsirinde rivayet etmiştir. Hadisin yukarıya aldığımız metni Abd’ın rivayetinden alınmıştır.
Burada güttüğümüz amaç, insanların “kudret meselesi”nde çekişme içinde olduklarına dikkat çekmektir. Doğrusu, selefin görüşünde olmayanlar, Allah’ın kudret sıfatını ispat etmiş olamazlar. O’nun kadir olduğunu da kanıtlamamış olurlar. Şu halde Cehmiye grubu ve onları izleyenler, Mutezile, Kaderiye, Mücebbire ve Nafiye gibi gruplar, gerçekte şunu söylüyorlar: Allah kadir değildir, O’nun mülkü de yoktur. Çünkü mülk, ya kudrettir ya da güç yetirilendir, yahut da her ikisi birdendir. Her halukârda kudret kaçınılmazdır. Gerçek anlamda Allah’ın kudretini ispat etmeyenler, O’nun mülkünün olduğunu da ispat etmemiş olurlar, O’na hamdetmeyi ispat etmedikleri gibi.
“... Aynı şekilde, Kadim ve ezeli (öncesiz) olan, hiç kimseye ihtiyacı bulunmayan (samed) vacibu’l-vücud (varlığı zorunlu), zatı itibariyle her şeyden müstağni olan, başka her şeyin kendisine muhtaç olduğu yüce Allah, kemal sıfatına sahip olmaya, mümkün nitelikli, sonradan olma ve muhtaç bir varlığa göre daha layıktır. Böyle bir varlık, konuşmaya ve fiil işlemeye kadir olacak da, her şeye egemen (kayyum) ve her şeyin muhtaç olduğu, ama kendisi muhtaç olmayan (samed) zat, fiil işlemeye ve konuşmaya kadir olmayacak! İşte bu mümkün değildir. (...)
Bu meselede gözetilen maksat şudur: Yüce Allah adildir, kesinlikle zulmetmez. Adaleti, kullarına, yarattığı varlıklara yönelik bir ihsandır. Dolayısıyla yarattığı her şey kullarına yönelik bir ihsan olarak belirginleşir. Bu yüzden her durumda övgüyü, hamd edilmeyi hakkeder. Bunun için Necm suresinde ezeli takdirinin çeşitli örneklerine işaret edildikten sonra “Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinde şüpheye düşersin.”[32] buyuruluyor. Bu da gösteriyor ki, peygamberleri yalanlayan milletleri helâk etmek gibi nimetler; Allah’ın kudretine, hikmetine, mü’minlere yönelik nimetine ve peygamberlere yardım edişine delalet etmeleri, peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajın pratikte gerçekleştiğini gösterdikleri, peygamberlere tabi olmanın mutluluk ve onlara karşı çıkmanın bedbahtlık, mutsuzluk sebebi olduğunu somut olarak gözler önüne serdikleri için ilâhî nimetlerin en büyüklerinden sayılırlar.
Her mahluk Allah’ın nimetlerindendir
Buna Rahman suresinde zikredilen hususları da örnek göstere-biliriz. Buna göre, her mahlûk, çeşitli açılardan Allah’ın nimeti, ayeti konumundadır. Allah’ın birliğine, kudretine v.s. delalet etmeleri gibi. Bunların gözlemlenmesi sonucu Allah’a imanın, ilmin ve O’nu zikretmenin gerçekleşmesi de varlıkların varoluş amaçlarındandır. Bunlar yüce Allah’ın dünyada kullarına bahşettiği en üstün nimetlerdir. Her mahlûk bu nimetlerin somut göstergesi ve kanıtıdır. Bunun dışında, yukarıda saydığımız olgulara ilişkin kanıtlar olmala-rının yanı sıra, bütün mahlûkat, kullar için çeşitli menfaatler de sağlamaktadır. Çünkü yüce Allah “O halde, Rabbinizin nimetle-rinden hangisini yalanlayabilirsiniz?”[33] buyuruyor. Bu ifadeyi, işaret ettiği herhangi bir ayetinin, işaretinin ardından zikrediyor. Öte yandan “Şimdi Rabbinizin nimetlerinin hangisinde şüpheye düşersi-niz.”[34] buyuruyor. El-Alau; nimetler demektir. Bütün nimetler, O’nun kutsal zatına, birliğine, sıfatlarına ve isimlerinin anlamlarına delalet ederler. Yani bunlar ayet, işaret nitelikli nimetlerdir. Dolayısıyla O’nun nimetlerinden olan bir şey, aynı zamanda O’nun ayetlerin-dendir de. Bu husus son derece açıktır. Aynı şekilde O’nun ayetlerin-den olan bir şey de, doğal olarak O’nun nimetlerindendir. Çünkü yüce Allah’ı tanıtma, yol gösterme ve varlığını kanıtlama gibi işlevleri görürler. Kudretine, hikmetine, rahmetine ve dinine delalet ederler. Hidayet nimetlerin en üstünüdür.
Ayrıca varlık aleminde, kullarına dönük nimetler ve menfaatler vardır ve bu, varlıkların kanıtsallık misyonlarından öte bir olgudur. Güneşin, ayın, bulutların, yağmurun, hayvanların ve bitkilerin yaratılması gibi. Bunların tümü Allah’ın ayetleridir. Kanıtsallık misyonları dışında, kullara dönük büyük nimetler de barındırmak-tadırlar. Bu yüzden, içlerindeki nimet olgusundan dolayı insanın Allah’a şükretmesini gerektirici özelliktedirler. Kanıtsallıklarından dolayı da Allah’ı anmayı gerektirici niteliktedirler. Yüce Allah bu gerçeğe şöyle işaret ediyor: “İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.”[35] “Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için bütün bunları yaptık.”[36] Çünkü şükretmeye ve bilgiye yönelten etkenler insanı Allah’a kulluk sunmaya da yöneltir. Çünkü insana Allah’ın nimetlerini gösterirler ve bu da şükretmesine yol açar. Kuşkusuz insan nefsi, kendisine iyilik edene teşekkür etme özelliğine sahip olarak yaratılmıştır. Yüce Allah nimet bahşedici (munim) ve iyilik edici (muhsin)dir. Kulların sahip olduğu bütün nimetler, sadece O’nun tarafından bahşedilmişlerdir. Nitekim bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Sabahleyin uyanınca bir kimse: Allah’ım! Bu sabah bana veya başka herhangi bir kuluna ulaşan herhangi bir nimet, sadece sendendir, senin ortağın yoktur, derse, o günün şükrünü yerine getirmiş olur. Bunu akşam söyleyen bir kimse de o gecenin şükrünü eda etmiş olur.” Bu hadisi Ebu Hatem İbn-i Hibban sahihinde İbn-i Abbas’tan rivayet eder.[37] Diğer bir rivayette ise, peygamberimizin (s.a.v.) “Kim: Allah’a hamd olsun. O, benim Rabbimdir, O’na hiçbir şeyi ortak koşmam. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ederim, derse akşamlayıncaya kadar günahları af olunur. Eğer akşamleyin söylerse sabahlayıncaya kadar günahları af olunur.”[38] buyurduğu belirtiliyor.
Öte yandan yüce Allah, iman ettikten sonra inkâr edenleri yermiştir. “De ki: Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kur-tarır?”[39] Bu ayet, insanlara ilişen herhangi bir zararın giderilmesiyle ilgilidir. Nimetlerle ilgili olarak da şöyle buyuruyor: “Allah’ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?”[40] Yani, böyle mi teşekkür ediyorsunuz? Allah’ın size verdiği rızıklara ve size bahşettiği nasibe karşılık, size verilen rızkı yalanlayarak mı şükrediyorsunuz. Bu davranış, yıldızlardan yağmur istemek gibi bir şeydir. Nitekim sahih kanallardan İbn-i Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: İnsanlar, bir kısmı şükreden, bir kısmı da nankörlük edenler olarak sabahladılar; bazısı: Bu, Allah’ın rahmetidir, derken, bazısı da: falan falan yıldızlar doğru söylediler, dediler. İşte bunun üzerine şu ayetler indi: “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, (...) Allah’ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?”[41] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[42]
Yine Sahih-i Müslim’de Ebu Hureyre’nin peygamberimizden (s.a.v.) şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: “Allah ne zaman gökten bir bereket indirirse, mutlaka bazı insanlar onu inkâr ederler. Allah yağmur yağdırır, onlar: Falan falan yıldız yaptı.” derler. Yine Müslim’de bu hadisin bir de şu lafzı içeren bir versiyonu vardır: “Bu yağmur falan falan yıldız sayesindedir.”[43]
Buhari ve Müslim’de Zeyd b. Halid el-Cuheni’den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.v.) geceleyin yağan bir yağmurun ardından bize sabah namazını kıldırdı. Ardından şöyle buyurdu: “Biliyor musunuz Rabbiniz ne dedi? Dediler ki: Allah ve Resulü daha iyi bilir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Rabbiniz şöyle dedi: Kullarım, bir kısmı bana inanarak, bir kısmı da beni inkâr ederek sabahladılar. “Allah’ın lütfu ve rahmeti sayesinde üzerimize yağmur yağdı” diyenler bana inanan yıldızları inkâr edenlerdir.” “Falan falan yıldız sayesinde üzerimize yağmur yağdı” diyenler de, beni inkâr eden ve yıldızlara inanan kimselerdir.”[44] Bu tür ifadelerin birçok benzeri Kur’an ve sünnette vardır. Yüce Allah, bahşettiği nimetlerini başkasına izafe ederek ve bu başkasını kendisine ortak koşanları yeriyor. Selef ulemasından bazıları şöyle demişlerdir: Rüzgar iyiydi ve gemici de ustaydı. (Bu sayede boğulmaktan kurtulduk) demek de bu yerginin kapsamına girmeyi gerektirir.
Şükür - tevhid birleşmesi
Fatiha suresinde ve başka surelerde şükür tevhidle birlikte zikredilir. Nitekim Fatiha suresinin baş tarafı şükürle, ortası da tev-hidle ilgilidir. (Cuma ve bayram gibi) şeriatın öngördüğü hutbelerde hamd ve tevhidin birlikte olması bir zorunluluktur. Bu ikisi bütün hitapların temel unsurlarıdır. Bunları yerine getirdikten sonradır ki, konuşmacı maksadını ifade etmeye, emir ve yasakları, teşvik ve uyarıları sıralamaya başlar.
“La ilahe illallahu vahdehu la şerike lehu, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdu: Allah’tan başka ilah yoktur, O, birdir. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur, Hamd da O’nadır.”[45] sözü de tevhid ve hamdı (Allah’ı birlemeyi ve övmeyi) birlikte içeriyor. Namazlardan sonra söylenen: “Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız O’na ibadet ede-riz. Dini sırf O’na has kılarız, kâfirler istemeseler de.”[46] sözü de aynı unsurları içermektedir. Yüce Allah hitaplarına hamd ile başlıyor, olguları, işleri hamd ile sonlandırıyor. Adem’i ilk kez yarattığında, ona hamdı söyletmişti. Çünkü Adem hapşırmış, bunun üzerine yüce Allah ona: “elhamdulillah: Allah’a hamdolsun” dedirtmişti. Bunu söyleyince de ona: Allah sana rahmet etsin ey Adem! diye karşılık vermişti. Dolayısıyla Adem’in (a.s.) ilk söylediği hamd, ilk işittiği de rahmetti.
Yüce Allah, olguları, işleri de hamd ile sonlandırır. Buna aşağıdaki ayetleri örnek gösterebiliriz: “Aralarında adaletle hükmo-lunmuş” ve “alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.” denil-miştir.”[47] “Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsusutur.”[48] “Onların dualarının sonu şudur: Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”[49] O’nu tenzih ederiz. “Önünde de, sonunda da hamd onundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.”[50]
Tevhid dinin başı ve sonudur
Tevhid, dinin başı ve sonudur. Çünkü Resulullah (s.a.v.) ilk önce insanları, Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmeye davet etmiştir. Bir keresinde şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilah ol-madığına tanıklık edinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolun-dum.”[51] Bir gün Muaza şöyle demişti: Sen ehl-i kitaba mensup bir kavme gidiyorsun. Onları ilk çağırdığın şey: “La ilahe illallah.
Muhammedun resulullah” (Allah’tan başka ilah olmadığına, Muham-medin Allah’ın elçisi olduğuna tanıklık etmek) olsun.[52] Yine emir-lerini de tevhidle noktalamış ve Müslimin Osman’dan aktardığı sahih bir rivayette şöyle demiştir: Bir kimse, Allah’tan başka ilah olmadığını bilerek ölürse cennete girer.[53] Müslimin Ebu Hureyre’den aktardığı sahih bir hadiste de şöyle buyurmuştur: “Ölmek üzere olanlara “la ilahe illallah” demelerini telkin edin.”[54] Sünen kitaplarında belirtildiğine göre Muaz, peygamberimizden (s.a.v.) şöyle rivayet etmiştir: “Son sözü ‘la ilahe illallah’ olan kimse cennete girer.”[55] El-Müsned’de şu hadise yer verilir: “Bir söz biliyorum ki, ölmek üzere olan kimse bunu söylediğinde ruhunu hoş bir koku sarar.”[56] Bu, peygamberimizin (s.a.v.) ölmek üzere olan amcası Ebu Talib’e telkin ettiği “la ilahe illallah” (Tevhid) sözüdür.
Buna göre yüce Allah gece ve gündüzü, düşünmek, Allah’ı zikretmek veya şükretmek isteyenler için birbirinin ardından gelecek, birbirinin yerini alacak şekilde yaratmıştır. Ki insanlar ilâhî bilgiyi kanıtlayan ve iman etmeye önayak olan ayetler üzerinde dü-şünsün. İnsan Allah’ın nimetlerini bilip tanıyınca, bu nimetlerinden dolayı O’na şükreder. Çünkü bilmekle şükretmek birbirinden ayrılmaz, birbirini gerektiren olgulardır. Şükreden kimse, ancak Allah’a hamdetmek, O’na itaat etmek ve emrettiklerini yerine getirmek şeklinde şükredebilir. Bunun yolu da, Allah’ın ayetlerinin delalet ettikleri isimleri, dile getirdikleri övgüleri, emir ve yasakları üzerinde düşünüp O’nun bahşettiği hayırları anarak O’nu övmek, emirleri bağlamında O’na itaat etmektir. İşte şükür budur. Bundan önce düşünüp anlama çabasının olması bir zorunluluktur. Düşünme eylemi sonucunda Allah’ın ayetleri anlaşılıp kavranınca, bunların içerdikleri ilâhî nimet ve ihsan da gözlemlenir. Çünkü Allah’ın ayetleri O’nun bütün mahlûkatını kapsar, bunlar da bütünüyle hayırlardan, nimetlerden ve ihsandan ibarettirler.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, Allah’ın yarattığı her şey, kulları için bir nimettir, hayırdır. Zaten hayır da O’nun elindedir. O’nun elinden gelir hayır. Kunut duasında “Her türlü hayırdan dolayı seni överiz.”[57] şeklinde bir ibare vardır. İstiftah (namaza başlama) duasında şöyle diyoruz: “Hayır senin elindedir. Şerrin sorumluluğu ise sana ait değildir.”[58]
Yaratmadaki hikmet ve rahmet
Allah’ın yarattığı her şeyin altında bir hikmet yatar. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Bu, her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır.”[59] “O ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.”[60] Ayrıca şunu kesin olarak biliyoruz ki, yüce Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur, bütün alemlerden müstağnidir. O halde “hikmet” iki olguyu kapsıyor:
Birincisi: Allah’a dönük olan, Allah tarafından sevilen ve hoşnut olunan hikmettir.
İkincisi: Kullarına dönüktür. Onlar için bir nimet ve onunla sevinip lezzet aldıkları bir lütuftur. Bu, Allah’ın emirleri ve yarattıkları çerçevesinde belirginleşen bir olgudur.
“Emirleri”ne gelince; hiç kuşkusuz Allah, bu emirleri seviyor ve onlardan hoşnuttur. Tevbe eden bir kimsenin tevbesi üzerine, insanların bilebildiklerinin fevkinde bir sevinç duyar. Allah, ölümcül tehlikelerin kol gezdiği bir arazide yiyeceğini ve bineğini yitirip onlardan bütünüyle ümidini kestikten sonra, bulan bir kimsenin duyabileceği sevincin çok daha üstünde bir sevinç duyar. Ayrıca kulları gayrete getiren bir şeyin meydana getirdiği etkinin çok daha üstünde gayrete gelir. Kul, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi işleyince bu, Allah’ın gayretine dokunur. Kişi Allah’ın yasakladığı bir şeyi yapınca Allah gayrete gelir. Ama tevbe ettiği ve sonunda dünya ve ahiret mutluluğuna yol açan emirlerine uymaya, O’na itaat etmeye başladığında da Allah sevinir. Ki bu itaatkar kulu da sevindiren bir şeydir. Dolayısıyla yüce Allah’ın emrettiği bir ibadetin övgüye değer akibeti hem kendisine, hem de kuluna döner. Bu açıdan O’nun emrettiği bir şeyde kendisi için bir hikmet ve kulları için de bir rahmet vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resulü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minlere müjdele.”[61]
Bundan anlıyoruz ki, cihadın dünyada övülesi bir akıbeti var ve mü’minler bunu seviyorlar: Allah’ın yardımı ve fetih. Ahiretteki akıbeti ise cennettir. Bunda da ateşten kurtuluş vardır. Nitekim yüce Allah Saf suresinin giriş bölümünde şöyle buyurmuştur: “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”[62] Şu halde Allah, bu ayette tasvir edilen davranışı seviyor. Bu yüzden bunda, Allah’a dönük bir hikmet ve kullara dönük bir rahmet vardır. Bu da dünya ve ahiret nimeti şeklinde kendilerine ulaşır. Allah’ın emrettiği diğer hususlar için de aynı durum geçerlidir. Öte yandan yüce Allah bir şey yaratmışsa, bunu kendisine dönük olup sevdiği bir hikmet için ve kullarının yararlandıkları bir rahmet için yaratmıştır.
İnsanlar “yaratılışı ve hikmeti” üzerine fikir yürütünce, her grup bildikleri oranında fikir yürüttü. Bunun neticesinde hakkın bir yönünü tutturdular, ama birçok yönleri de üzeri örtülü kalmaya devam etti.
Aynı durum, insanların üzerinde tartıştıkları konuların geneli için de geçerlidir. Hakkın bir boyutuna sahip olmaları ihtimal dahilindedir. Ama bir boyutunu da terk etmiş olabilirler. Başkaları da öyle. İnsanlar kesinlikle salt batılı tespit etme hususunda yanılgıya düşmezler. Ama haktan bazı kırıntılar barındırdığı zaman batılı batıl olarak algılayıp tespit etmeleri zorlaşır. Bundan dolayı Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesna, insanlar daima bir çekişme ve tartışma halinde olurlar. Ama Allah’ın rahmetine nail olanlar, hakkın tümüne iman eden kimselerdir, bunlar her grubun dile getirdiği hakkın kısımlarını tasdik ederler. Dolayısıyla onlar doğruyu getirdiler, doğruyu tasdik ettiler ve bu yüzden ihtilaf etmezler.
Kelâmcıların bu hususta ileri sürdükleri üç görüş vardır ki, bu görüşlerin her birini ünlü gruplardan biri savunur. Her grubu da, Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed gibi mezhep imamlarının izleyicilerinden bir kısmı desteklemektedir.
Yaratma ve emir hikmeti hakkında insanların görüşleri
Birinci görüş: Hikmet olgusunu olumsuzlayanlar
Hikmet olgusunu olumsuzlayanların görüşüdür bu. Bunlara göre, hikmeti olumlamak Allah için muhtaç olmak gibi bir sonuç doğurur. Diyorlar ki, Allah dilediğini yapar, ama bir hikmetten dolayı değil. Bunu derken Allah’ın kudretinin ve dilemesinin olmasını, O’nun dilediğini yapmasını olumluyorlar. Kuşkusuz bu, Allah’ı ta’zim etmektir. Ama, ihtiyacı gerektirir zannıyla hikmeti olumsuzluyorlar. İşte bu, Eş’ari ve arkadaşlarının görüşüdür. Kadı Ebu Ya’la, İbn-i Zağuni, el-Cuveyni ve el-Baci gibi bazı zatlar da onun görüşünü paylaşmışlardır. Aslında bu, Cehm b. Safvan’ın ve Cebriye ekolünden izleyicilerinin görüşüdür.
Felsefecilerin görüşü ise, bundan çok daha uzaktır. Onlara göre, nefislerin çektiği azap ve benzeri zararları savmanın imkânı yoktur. Diyorlar ki: Bu tür şeyler bizzat gereklidirler. Meydana gelen herşey, zatının ayrılmaz gereğidir. Eğer, Allah, dilemesi ve kudretiyle yaptığının gerektiricisidir, deselerdi, doğru söylemiş olurlardı. Ayrıca şunu diyorlar: kötülük alemde, hayırla birlikte ama mağlup olarak vardır. Bu değerlendirme doğrudur, fakat bu, yaratıcının, kabul edilen ve yinelenmeyen malûm bir hikmetten dolayı yaratma fiilini gerçekleştirmesini de gerektirir. Aksi takdirde, bu iki olgunun olumsuzlanmasıyla bütün sözler boşa gitmiş olur. Şu halde diyebiliriz ki, her grubun görüşünde bir tür hak da var, bir tür batıl da. Buraya kadar sıraladıklarımız felsefecilere ait dört görüştü.
Beşincisi ise, imamların şu görüşüdür: Allah’ın her yarattığında O’na ait bir hikmet vardır. Daha doğrusu her yarattığında bir hikmet ve rahmet vardır.
İkinci görüş: Kullara dönük olan hikmet
(Kelâmcıların üç görüşünden ikincisini kastediyoruz.) O, kullara dönük bir hikmetten dolayı yaratır ve emreder. Bu hikmet de kulların yararlanması, onlara iyilik edilmesidir. Bundan başka bir şey için yaratmaz, emretmez. Bu, Mutezile’nin ve onların dışındaki bazı grupların görüşüdür. Daha sonra, bunlar içinde bazıları, hikmetin ayrıntıları üzerinde fikir yürütmüş ve neticede kaderi inkâr etmişler ve Rableri için değiştirme ve aşma esasına dayalı bir yasa (şeriat) öngörmüşlerdir. Bunlardan bazıları kaderi kabul etmiş ve: Allah’ın bize gizli kalan bir hikmeti vardır, demişlerdir. Bu da İbn-i Ukayl gibi kaderi olumlayanların görüşüdür. Dolayısıyla bunlar, kula dönük olan hikmeti olumlama noktasında Mutezile ile örtüşürlerken, kaderi kabul etme noktasında sözkonusu mezheple ayrışıyorlar.
Üçüncü görüş: Rabbe dönük olan hikmet
Yaratılışın temelinde yüce Allah’a dönük olan bir hikmetin varlığını kabul edenlerin görüşüdür bu. Ancak bu hikmeti, Allah’ın ilmiyle kayıtlandırırlar ve derler ki: Allah, onları kedisine kulluk sunsunlar, hamd etsinler, övünsünler ve ululasınlar diye yaratmıştır. Dolayısıyla varlıklar, bu yüzden onun için yaratılmış, onun için meydana getirilmiş, diğer bir ifadeyle onun için halkedilmişlerdir. Yani, mü’mindirler -kulluk sundukları, hamdettikleri, övdükleri ve ululadıkları için-. Ama kendisinde bu özellikler bulunmayanlar, O’nun için yaratılmış değildirler. Diyorlar ki: Bu, amaçlanan bir hikmettir ve bu yüzden gerçekleşen (vakî olan) bir hikmettir. Bu yüzden Mutezile mezhebine mensup olanların savundukları hikmetten farklıdır. Çünkü Mutezililer, bir hikmeti savunurlar ki bu, kulların menfaatidir. Ama ardından şunu da söylüyorlar: Allah, kulların yararlanamayacağını bilakis göreceğini bildiği şeyleri de yaratmıştır. İşte bunu söylemekle çelişkiye düşmüşlerdir.
Biz ise, Allah’ın gerçekleşeceğini bildiği bir hikmeti savunu-yoruz, nitekim bu hikmet gerçekleşmiştir de. Bu da yüce Allah’ın, kendisine iman eden, hamdeden, öven ve ululayan kullarını bilmesi-dir ki bu, fiilen mü’minler aracığıyla gerçekleşmiş bir hikmettir.
Öte yandan şunu da diyorlar: Yüce Allah, bazılarına yararlı olduğu için, bazı kullarına zararlı olan şeyleri de yaratmıştır. Çok bir hayır elde etmek için az bir şer işlemek hikmetin gereğidir. Bazı insanlara zarar verse de, kulların yararına yağmur yağdırmak gibi. Ayrıca diyorlar ki: Kâfirleri yaratmanın ve onlara azap etmenin hikmeti, mü’minlere itibar kazandırmak, cihad ameliyesini gerçekleştirmek ve birçok maslahatların elde edilmesini sağlamaktır. Bu görüş, Kadı Ebu Hazım b. Kadı Ebu Ya’la’nın tercihidir. Bu görüşü, Muhammed b. Heysem el-Kerrami’nin kitabına karşılık olmak üzere tasnif ettiği “Usulu’d Din” adlı kitabında dile getir-miştir.
Bu görüşü, savunanlar şunu da söylüyorlar: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[63] ayeti, fiilen ibadeti gerçekleştirenlere özgüdür. İlk kuşak (selef) ve son kuşak (halef) ulemasından bir grup savunmuştur bu görüşü. Diyorlar ki: Bu ayetten maksat şudur: Kendisinde ibadet etme niteliği bulunan kimse, ibadet için yaratılmış kimsedir, bu niteliği bulunmayan kimse de, ibadet için yaratılmamış kimsedir. Said b. Müseyyeb’den sözkonusu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: Bana ibadet etmekte olanı, ancak bana ibadet etmesi için yarattım... Dahhak, Ferra ve İbn-i Kuteybe’den de bu yönde bir görüş rivayet edilmiştir. Yani, bu ayet, sadece Allah’a ibadet edenlerle ilgilidir... Dahhak şöyle der: Bu, mü’min olanlara özgü bir husustur.... Kerramiye grubunun görüşü de budur. Nitekim Muhammed b. Heysem de buna işaret etmiştir. Diyor ki: Bu ayetten önceki bir ayette yer alan “Onlara aldırma...”[64] ifadesi de buna delalet eder. Sonra da şöyle buyurmuştur: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” [65] Yani, öğüt vermenin fayda verdiği şu mü’minleri bana ibadet etsinler diye yarattım.
Diyorlar ki: Bu, kastedilen ve fiilen gerçekleşen bir amaçtır. Çünkü ibadet, mü’minler arasında gerçekleşmiştir. Bu, Ebu Bekir b. Tayyib’in tercih ettiği görüştür. Kadı Ebu Ya’la da bu görüştedir. Bu ikisinin dışında: “Allah bir illetten dolayı bir şey yapmaz” diyenler de bu görüşü benimsemişlerdir. Bunlar diyorlar ki -ifade Kadı Ebu Ya’la’ya aittir-: Bunu genelleme anlamına değil, özelleştirme anlamına almak gerekir. Çünkü ahmaklar, çocuklar ve deliler insan olsalar da bu hitabın kapsamına girmezler. Aynı şekilde kâfirler de: “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.”[66] ayetinde işaret edildiği gibi, bu genellemenin dışındadırlar. Dolayısıyla bedbahtlık ve cehennem için yaratılanlar ibadet için yaratılmamışlardır.
Ben diyorum ki: Bunlar Kerramiye grubuna mensup ve onları onaylayan kimselerdir. Gerçi, Cehmiye ve Mutezile mezheplerine göre, Allah için bir tür hikmet öngörmelerinden dolayı tercih edilebilir olsalar da, sözkonusu ayete ilişkin tefsirlerini selef ulemasından bazıları olumlu görse de, bu, zayıf bir görüştür, ulemanın çoğunluğunun (cumhurun) görüşüne ve ayetin delalet ettiği anlama aykırıdır. Çünkü ayette genel bir anlamın kastedildiği açıktır. O kadar açıktır ki, aksini kanıtlamak mümkün değildir. Çünkü eğer sadece mü’minler kastedilmiş olsaydı, onlarla melekler arasında bir fark kalmazdı. Çünkü her biri, yaratıldığı şeyle sınırlı bir faaliyet içinde olacaktı ve ayette insanlarla cinler genel olarak zikredilmeyecekti. Sonra ayette meleklerden söz edilmiyor. Oysa itaat ve ibadet insanların ve cinlerin büyük bir kısmından çok melekler tarafından sergilenen bir niteliktir.
Öte yandan ayetin akışı, bunun Allah’a ibadet etmeyen kimselere yönelik bir yergi, bir kınama olmasını gerektiriyor. Allah onları bir amaç için yaratmış, ama onlar bunu gerçekleştirme-mişlerdir... Nitekim üzerinde durduğumuz ayetin ardından: “Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.”[67] ifadesinin yer alması da bu yüzdendir. Dolayısıyla önceki ayette ibadetin olumlanması, bu ayette de sayılan hususların olumsuzlanması, onların ibadet için yaratıldıklarını gösterir. Yani onlardan istenen şey, efendilerin kölelerinden istedikleri rızık ve yiyecek yoluyla kendilerine yardımcı olmaları değildir. Bu yüzden takip eden ayetlerin birinde şöyle buyuruluyor: “Muhakkak ki bu zulmedenlerin günahtan bir payları vardır...” “Tıpkı geçmişlerin payı gibi.”[68] Daha önce gelip geçmiş kâfirler gibi. Yani azaptan bir payları vardır. Bu, insanlardan ve cinlerden olup da Allah’a ibadet etmeyen kimselere yönelik bir tehdittir. Bu nedenle, tehdidin, başından sonuna kadar ayetin ardından yer alması, Allah’a ibadet etmeyenlere yönelik bir tehdit olduğunu gösterir.
Nitekim yüce Allah, dünya ve ahirette onlar için öngördüğü azaba da işaret etmiş ve Zariyat suresinin başında şöyle buyurmuştur: “Tozdurup savuranlara... (...) andolsun ki, size vaadedilen kesinlikle doğrudur; ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.”[69] sonra şöyle buyurmuştur: “Siz çelişkili sözler söylüyorsunuz. O’ndan dönen döndürülür.”[70] ardından uhrevi tehdide yer veriyor: “Kahrol-sun o koyu yalancılar! Onlar koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir. Ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar. O gün onlar ateşe sokulacaklardır.”[71] Sonra da Allah’ın mü’minlere yönelik vaadine yer veriliyor: “Şüphesiz ki Allah’a isyandan sakınanlar cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. (...) Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardır. (...) Semada da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.”[72] Ardından iman edip de imanından yarar gören, inkâr edip de inkârından dolayı azaba çarptırılan kimselerin kıssalarına yer veriliyor. Bu bağlamda Hz. İbrahim ve Lut peygamberlerin (a.s.) kıssaları ile Lut kavminin tutumu ve sonunda azaba çarptırılmaları anlatılıyor. Sonra şöyle buyuruyor: “Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık. Musa’da da ibret vardır. Onu apaçık bir delil ile Firavuna göndermiştik.”[73] Yani, Musa’nın kıssasında da alınacak ibret dersleri vardır. Müfessirlerin büyük çoğunluğunun görüşü budur. Hatta Ebu’l Ferec gibi, sadece bu görüşü zikreden kimseler de vardır. Bazılarına göre, bu, “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardır (...) Musa’da da...” ayetlerine atfedilmiştir. Ama bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Firavun ve Ad kavmi kıssaları Lut kavmi kıssasına benzemektedir. Bu kıssalarda peygamberlerden, onlara tabi olanlardan ve onlara karşı çıkanlardan söz ediliyor ki bu da peygamberlik misyonunu ve itaat edenlerle karşı çıkanların akibetlerini ispat etmektedir.
“Yeryüzünde...” ve “Kendi nefislerinizde...” ifadelerine gelince, burada işaret edilen hususlar, yüce yaratıcıya yönelik ayetlerdir. Ki daha önce bunlara işaret ettik. Ayrıca bu ifadeler, işaret edilen şu uzun açıklamalar gibi, matuf ve matuf aleyhi birbirinden ayırmadıkları için bu şekilde değerlendirilmiş değildirler. Kaldı ki öncesinde yer alan: “Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” ayeti, sözünü ettiğimiz ayetin atfedilmesine elverişli değildir. Nitekim daha sonra “Ad kavminde...”[74] Semud kavminde...”[75] buyurulmuştur. Ardından yüce Allah, göğü kendi elleriyle kurduğunu[76], yeri döşediğini[77], düşünüp öğüt alasınız diye herşeyden çift çift yarattığını[78] belirtmiştir. Nitekim imana ve ibadetin gerekliliğine delalet eden bu ayetlerin açıklanmasının ardından da bunu emretmiş ve şöyle buyurmuştur. “O halde Allah’a koşun. Çünkü ben, size O’nun katından gelmiş açık bir uyarıcıyım. Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin.”[79] Ardından, Kur’an’ı yalanlayanların, kendilerinden önceki kâfirlere benzediklerini belirtmiştir, bununla Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve mü’minleri teselli etmek, kâfirlerden gördükleri eziyetlere sabretmelerinin sağlanması amaçlanmıştır. “İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen; O, bir büyücüdür veya delidir, dediler. Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur.”[80]
Bütün bunlar, insanlara ve cinlere yönelik, Allah’a ibadet etmeye, O’na ve Resulü’ne itaat etmeye ilişkin emri, bunu yerine getirenlerin dünya ve ahirette öngörülen akibeti hakketmeleri gerçeğini içermektedir. Bundan sonra: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.”[81] buyurulmuşsa bu, önceki açıklamalarla uyumlu, onlarla bütünlük arzeden bir açıklamadır. Yani, benim emrettiğim bunlardır. Ben onları bana ibadet etmeleri için yarattım. Bundan başka bir şey istemiyorum onlardan; ne bir rızık, ne de yiyecek...
Eğer denilse ki: Bununla sadece mü’minler kastedilmiş. Şayet böyleyse, bu, surede daha önce geçen açıklamalarla kesinlikle çelişir. O zaman, Allah’a ibadet etmediği için, O’nun tarafından yerilen ve kınanan kimseler açısından bu bir mazeret oluşturur. Ve derler ki: Sen beni sana ibadet etmem, emirlerine uymam için yaratmadın ki; eğer bunun için yaratmış olsaydın kesinlikle sana ibadet eden biri olurdum. Sen sadece şu kimseleri sana ibadet etsinler diye yarattın. Bize gelince, seni inkâr edelim, sana ortak koşalım, senin elçilerini yalanlayalım, şeytana ibadet edip, ona uyalım diye yarattın. Şu mü’minler, senin onları yarattığın şeyi gerçekleştirdikleri gibi, biz de bizi yarattığın şeyi yaptık. Dolayısıyla bizim bir günahımız yok ve biz azabı hakketmiyoruz!... İşte bu ve benzeri sözler, bu tür görüşleri savunanların sarıldıkları bir bahanedir. Oysa Allah’ın kelâmı bu tür çelişkilerden münezzehtir. Onlar, bu tür mazeretleri dile getirirken dayanak olarak yüce Allah’ın dilediği şeyi kesinlikle yapmasını gösteriyorlar ve diyorlar ki: Eğer Allah bizden kendisine itaat etmemizi isteseydi, mü’minlerde olduğu gibi, bizi de itaatkar kullarından yapardı.
Kaderiye grubu diyor ki: Allah bunlardan (mü’minler) da, onlardan (kâfirler) da, sadece kendisine itaat etmelerini istedi; ancak O, bunları da, onları da itaatkar yapmadı. Aksine, irade emir anlamındadır ve Allah her iki gruba da emreder. Bunlar kendi iradelerini ve itaatlerini meydana getirmek sûretiyle O’na ibadet ederler, şunlarda kendi iradelerini ve günahlarını meydana getirmek sûretiyle O’na isyan ederler.
Fakat yukarıdaki görüşü savunanlar, Kaderiye grubunun bu değerlendirmelerinin yanlış olduğunu biliyorlar. Çünkü Allah, her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. Dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun mülkünde sadece dilediği şeyler olur. O’nun mülkünde bir şey olursa bu O’nun kudreti, yaratması ve dilemesi ile mümkündür. Nitekim işitsel (nakli) kanıt da, akli (düşünsel) kanıt da buna delalet eder. Ki bu, bütün sahabenin, müslüman imamlarının, cumhuru ulemanın görüşüdür. Ehl-i Sünnet mezhebi bu esasa dayanır. Bunca somut kanıttan dolayı, adı geçen grup, üzerinde durduğumuz ayeti genel nitelikli olarak tefsir etmekten vazgeçip özel nitelikli bir anlam çerçevesinde tefsir etmeye yönelmişlerdir. Çünkü kadere inanmakla, Allah’a ibadet etmek için yaratıldıkları halde, O’na ibadet etmemeleri durumunu birbirleriyle bağdaştıramamışlardır. Bu yüzden şöyle demişler: Allah birini cehennem için var etmişse, onu kendisine ibadet etmesi için yaratmamıştır... Allah, mü’minler kendisine ibadet etsinler diye, insanları yaratmıştır, diyenler de bu yolu izlemişlerdir.
Eş’ari ve Kadı Ebu Bekir ve Ebu Ya’la gibi izleyicilerinden ve başkalarından oluşan “hikmeti olumsuzlayanlara” gelince, bunların bu bağlamdaki temel düşünceleri şudur: Allah bir şeyi diğer bir şey için yaratmaz. Dolayısıyla bir kimseyi ibadet etmesi için veya başka bir şey için yaratmamıştır. Onlara “...Olsun diye ...nun için” anlamında “Lam” harfi cerri Kur’an’da kullanılmamıştır. Bu harfi cerr kullanıldığı yerde “sonuç” anlamını bildirir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi: “Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve tasa olacaktı.”[82] Aynı yaklaşımı aşağıdaki ayete karşı da sergilerler: “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.”[83] Onlara göre, bu ayette, cinlerden ve insanlardan birçoğunun akibetinin cehennem olacağı kastedilmiştir. Mü’minlerin akibeti de ibadettir. Fakat, Allah onları ne şunun için, ne de bunun için yaratmıştır. Sadece yarattığı bütün şeyleri yaratmayı dilemiştir. Başka bir şey için değil. Sözünü ettiğimiz grubun görüşü bundan ibarettir ve bu görüş birçok açıdan zayıftır:
Birincisi: Fiilinde sonuç hedeflenmeyen “lam” harfi cerri, ancak sonucu bilinmeyen veya bilip de elinden bir şey gelmeyen bir kimseyle ilintili olarak kullanılır. Sonuçtan haberi olmadan bir fiili işlemeye aşağıdaki ayeti örnek gösterebiliriz: “Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve tasa olacaktı.”[84] Çünkü Firavun bu sonucu bilmiyordu. Elinden bir şey gelmeme durumuna da Arapların şu sözlerini örnek gösterebiliriz: “Ölüm pahasına doğurun, harap olmak için bina yapın” (Sonunun ölüm olacağını bile bile) “Yıkım için yaptılar.” (Yıkılacağını bile bile binayı yaptılar.) Çünkü bu sonucu biliyorlar, ama ellerinden bir şey gelmiyor. Allah ise, her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. O’nun fiili, bilmeyen veya elinden bir şey gelmeyen bir kimsenin gibidir, denemez.
İkincisi: Bütün gruplar, yüce Allah’ın bu amacı irade ettiği hususunda görüş birliği içindedir. Şu halde, yüce Allah’ın varlıkları onun için yarattığı ibadet, bütün grupların ortak görüşü olarak, irade edilen bir amaç olarak belirginleşiyor. Dolayısıyla yüce Allah’ın bunu, yani ibadeti irade ettiğini kabul ediyorlar. Ancak “lam” harfi cerrinin sonuç bildirir nitelikte olduğu bir yerde, fail sonucu irade etmez de diyorlar. Bunlar diyorlar ki, Allah bizi yarattı ve fiilerimizi de irade etti. Bunlara dayalı olarak akibetlerini de irade etti. Dolayısıyla bunlardan biri gerçekleştiği anda Allah tarafından irade edilmiş olur. Ancak bunlara göre, yüce Allah, irade edilen bir şeyi, kesinlikle irade edilen bir başka şey için yapmaz. Çünkü bir illetten dolayı fiil işlemek, ihtiyaç sahibi olmayı gerektirir. Bu ise, son derece zayıf bir görüştür ve zayıflığı apaçık ortadadır. Ayeti daha özel bir anlam çerçevesinde ele alanlar da buna benzer bir cevap veriyorlar.
Bir diğer grup şöyle demektedir: Ayeti genel bir çerçevede ele almak gerekir. Ancak ayette geçen ibadetten maksat, Allah’ın onları kendine kul yapması, kulluğa zorlaması, kudretini ve iradesini onlar üzerinde etkin kılmasıdır. Allah’ın onları, yaratılışlarının maksadı olan mutluluğa ve mutsuzluğa meylettirmesidir. Bu, Zeyd b. Eslem’in ve bir başka grubun verdiği cevaptır. Üzerinde durduğumuz ayete ilişkin ikinci bir tefsir de diyebiliriz buna.
İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Cureyh’ten, o da Zeyd b. Eslem’den “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[85] ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir: “Yani, Allah cinleri ve insanları mutsuzluk ve mutluluk cibiliyetine, tabiatına sahip olarak yaratmıştır.” Vehb b. Münebbih: “Onları itaat etme özelliğine ve isyan etme özelliğine sahip olarak yaratmıştır” der. Bu açıklamalar, peygamber efendimizin (s.a.v.): “Her çocuk fıtrat üzere doğar.”[86] hadisini, kendisi için öngörülen mutluluk ve mutsuzluk cibiliyeti üzere doğar, şeklinde yorumlayanların görüşlerine benziyor. Nitekim aralarında İbn-i Mübarek’in, Ahmed b. Hanbel’in de kendisinden aktarılan bir rivayetiyle yer aldığı bir grup bu görüşü savunmuştur. Nitekim İmam Malik’e: Kaderiye grubu mensupları, bu hadisi bize karşı kanıt olarak kullanıyorlar; onlara karşı ne yapalım? diye sorulmuş, o da: Siz de onlara karşı bu hadisin son cümlesini ileri sürün. O da şu: “Allah onların yapmakta olduklarını herkesten daha iyi bilir.” Bu, Allah’ın fiilin gerçekleşmesinden önce onu bilmesini inkâr edenlere verilebilecek en güzel cevaptır. Nitekim ilk kuşak kelâmcılardan bir grup bu görüşteydi. İmam Malik terminolojisinde bunlara “Kaderiye” denir.
(...) Üzerinde durduğumuz ayeti tefsir ederken “ibadet ederler..” ifadesini, burada kastedilen, Allah’ın onları yaratırken özlerine yerleştirdiği cibiliyetleridir, onlar için takdir ettiği mutluluk ve mutsuzluktur. Yukarıdaki hadiste de kastedilen anlam budur, şeklinde açıklayanlar “ibadet ediyorlar...” ifadesini “Benim irademe ve kudretime teslim oluyorlar. Böylece kulluk sunanlar ve zelil olanlar oluyorlar ki, onlar hakkında hükmüm ve iradem geçerli olsun. Benim verdiğim hükmün ve kudretimin dışına çıkmıyorlar.” şeklinde anlamlandırmış oluyorlar. Bu, Kaderiye grubu tarafından reddedilse de, özü itibariyle doğru bir yorumdur. Zaten Kaderiye grubu bunu inkâr etmekle bid’atçıların safına katılmış oluyorlar. Kuşkusuz yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır, O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) istiazede bulunurken şöyle buyurmuştur: “Yarattığı ve meydana getirdiği varlıkların şerrinden, Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım ki, ne iyi ne de günahkâr hiç kimse bu kelimelerin dışına çıkamaz. Allah’ın gazabından, azabından ve kullarının şerrinden O’nun eksiksiz kelimelerine sığınırım.”[87]
Buna göre Allah’ın eksiksiz kelimeleri, varlıkların oluşumunu gerçekleştirme araçlarıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.”[88] Dolayısıyla ne iyi, ne de günahkâr hiç kimse bu kelimeleri aşamaz, hiç kimse tasarlanan kaderin dışına çıkamaz. Yazılı levhte kendisi için belirlenen çizginin dışına çıkamaz. Kur’an birçok yerde bu anlama işaret eder: “Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi.” [89]
“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökten ne varsa bilir? Bu, bir kitapta mevcuttur. Bu, Allah için çok kolaydır.”[91] Yüce Allah’ın sihirle ilgili şu sözünü de buna örnek gösterebiliriz: “Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.”[92] Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse, kalbini iyice daraltır.”[93] Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Şu kadarı var ki: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[94] ayetinde, onların benimsedikleri ve hararetle savundukları: “Bütün varlıklar Allah’ın meşiyeti, zorlaması ve hükmü altındadırlar” anlamı kastedilmemiştir. Bu anlam özü itibariyle doğrudur, fakat bu ayetin maksadı bu anlam değildir. Evet bütün varlıklar bunun içindedir ve hiçbir varlık bundan istisna değildir. Şimdi aşağıdaki ayetlere bir göz atalım: “Ey Ademoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Ve bana kulluk ediniz...”[95]
“O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.[98]
“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar...” [99]
Bunlara benzer birçok ayet vardır Kur’an’da. Ve bu ayetlerde, ibadet kavramıyla sadece peygamberlerin emrettikleri şeyler kastedilmiştir; tek ve ortaksız Allah’a kulluk etmek yani. Müşriklerse Allah’a ibadet etmiyorlar, aksine, şeytana ve Allah’ı bir yana bırakarak dua ettikleri başka şeylere tapıyorlar. Bu başka şeylerin Melek, peygamber, ermiş-salih insan veya kendi elleriyle yonttukları putlar, heykeller olması farketmez. Neticede bu müşrikler, yüce Allah’ın da haber verdiği gibi Allah’tan başkasına ibadet ediyorlar. Allah’ın kaderi üzerlerinde caridir diye bütün insanların ve cinlerin Allah’a ibadet ettikleri nasıl söylenebilir? İnsanların ve cinlerin kendi iradeleri, tercihleri, dini Allah’a özgü kılmaları ve O’nun peygamberine uymaları sonucu Allah’a ibadet etmeleri ile, Allah’ın onları kendine taptırması, iradesini onlar üzerinde hükümran kılması, bunun yanında, onların şeytana ve putlara ibadet etmelerinin takdir gereği olması arasında büyük bir fark vardır.
Bu değerlendirme, son dönem kelâmcılarından bazılarının: Biz isyan edilebilen, iradesinin dışına çıkılabilen bir tanrıyı inkâr ederiz, şeklindeki yaklaşımlarına benziyor. Onlara göre meydana gelen her şey, itaattir ve Allah’a yönelik ibadettir. Çünkü her şey Allah’ın dilemesi altındadır. Bunların önde gelen şeyhlerinden bazıları şöyle demişlerdir: İblis, emre karşı gelmişse de, ilâhî iradeye itaat etmiştir. Her şeyi mübah gören bu ibahiyeciler, ilâhî emir olgusunu tamamen geçersiz kılıyorlar.
Zeyd b. Eslem ve Vehb b. Münebbih gibilerini bu tür düşünceler-den tenzih etmek gerekir. Çünkü bu şahıslar, Allah’ın emir ve yasaklarına, vaad ve tehditlerine en çok saygı gösteren kimselerdi. Ancak kaderi yalanlayanları reddetmek maksadıyla şöyle dediler: “Allah olmayanı dileyebildiği gibi, dilemediği de olabilir.” Aslında onların bu sözlerinin özü şudur: “Allah, onların başka ilahlara kulluk sunmalarını takdir etmez, onları iradesinin tasarrufu altında bu yöne yönlendirmez.” Böylece, yukarıdaki görüşü savunanların düşün-celerini iptal etmek istemişlerdi. İstedikleri güzel de, fakat bunu, ayette kastedilen anlam çerçevesinde ifade etmek daha da güzeldir!
İbahiye grubunun bu görüşleri, bazı grupların şu değerlen-dirmelerine benziyor: “Arif kişi ilâhî meşiyeti gözlemlediği zaman artık kınamayı bırakır. Hükmü -yani meşiyeti- seyrettiği zaman, artık sebebini ne iyi, ne de kötü görür.” Ki bu ve benzeri görüşler müşriklerin şu sözlerine benziyor: “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.”[100] Biz, bu düşünceye ilişkin değerlendirmelerimizi başka yerlerde etraflıca sunduk. Bu çerçevede ortaya koymuştuk ki, önceden tasarlanmış bir kaderin olması haktır. Fakat bu, kulun izlediği yoldur, yaratılışının (fıtratının) esası değildir. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır ya da mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın bütün organları sağlam bir yavru doğurması gibi. Yavru doğarken bir tarafında kesiklik fark eder misiniz?”[101] Burada peygamberimiz (s.a.v.) hayvanın bütün organları sağlam bir yavru doğurduğunu, sonra insanların kulaklarını veya burnunu kestik-lerini örnek veriyor. Ki yavrunun kulak ve burnunun kesilmesi, önceden tasarlanarak onun için takdir edilmiştir. Aynı şekilde kul da fıtrat üzere doğar, başlangıçta sağlamdır, sonra yahudileştirilmesi, hıristiyanlaştırılması... sonucu bozulur. Bu, olacağı önceden yazılmış bir olgudur.
Bu sözü söyleyenler, kulun yaratılışının amacı olan şeyi açıklamak için söylüyorlar. Nitekim bir grup da ibadet, genelde vakî olan olgular şeklinde açıklamışlardır. Bu ise, peygamberler aracılı-ğıyla emredilen ibadet değildir. Örneğin İbn-i Abbas’a nispet edilen İbn-i Ebu Talha tefsirinde şöyle deniyor: Zariyat 56 . ayetin anlamı şöyledir: İsteyerek veya istemeyerek kulluklarını itiraf etmeleri için. Burada işaret edilen kulluk aşağıdaki ayetlerde işaret edilen duruma benzer: “Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O’na teslim olmuşlardır.”[102] “Göklerde ve yerdekiler, ister istemez Allah’ı secde ederler.”[103] Bir grup “el-Kurhu = istememe”yi, kaderin hükmünün yürürlükte olması şeklinde açıklamışlardır. Dolayısıyla bu açıklama, önceki görüşle buluşmuş oluyor. Doğrusu bundan maksat, varlıkların kendi istekleri olmaksızın Allah’ın kader çerçevesinde belirginleşen hükmüne boyun eğmeleridir. Musibetler zamanında teslim olmak zorunda kalışları ve hoşlanmadıkları şeri hükümlere boyun eğişleri gibi. Şu halde herkes, Allah’ın takdiri ve teşri’i hükmüne boyun eğmek zorundadır. Kuşkusuz bu, doğru bir anlamdır ve başka yerlerde de bu anlamı uzun uzadıya açıkladık; ancak bu, ibadet demek değildir.
Diğer bazıları da sözkonusu ayeti şu şekilde açıklamışlardır: “Bana boyun eğsinler ve eğilsinler diye...” Diyorlar ki: el-İbadetu kelimesi, sözlükte zelillik ve boyun eğme anlamına gelir. Cinlerin ve insanların her biri Allah’ın ezeli öntasarımına (kazasına) boyun eğer, iradesi karşısında ezilir. Hiç kimse, kendi gücüne dayanarak yaratılışının maksadı olan çizginin dışına çıkamaz.
Ebu’l Ferec, İbn-i Abbas’ın şu sözünü nakleder: Üzerinde durduğumuz ayetin (Zariyat, 56 ) açıklaması şu ayettir: “Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette “Allah” derler.”[104] Bu ayet, ileride yer verileceği gibi, sözkonusu ayeti “...Beni tanısınlar, bilsinler diye yarattım.” şeklinde açıklayanların görüşleriyle uyuşmaktadır. Allah’ın kendilerini yarattığını söyleyen bu insanlar, bunu zorla söylemek durumunda kaldıkları için söylüyor değiller. Ama Allah’a teslim oluşları ve O’na boyun eğişleri bundan farklıdır, çünkü bu, istemeden gerçekleşir. Ama Allah’ın yaratıcılığının ikrar edilişinin kendisi fıtridir ve insanlar bu fıtrat üzere yaratılmışlardır, bu yüzden isteyerek bunu itiraf ederler.
[25] Taha, 11
[53] Müslim, İman, 43
[63] Zariyat: 56
[71] Zariyat, 10-13
[72] Zariyat, 15-23
[73] Zariyat, 37-38
[74] Zariyat, 41
[75] Zariyat, 43
[76] Zariyat, 47
[77] Zariyat, 48
[78] Zariyat, 49
[80] Zariyat, 52-53
[81] Zariyat, 56-57
[82] Kasas, 8
[83] Araf, 179
[84] Kasas, 8
[85] Zariyat, 56
[87] Ahmed, 3 /419 ; Malik, Şiir, 10
[88] Yasin, 82
[89] Enam, 111
[90] Araf, 179
[91] Hac, 70
[92] Bakara, 102
[93] Enam, 125
[94] Zariyat, 56
[95] Yasin, 60 -61
[96] Nisa, 36
[97] Zümer, 17
[98] Zümer, 3
[99] Yunus, 18
[100] En’am, 148
[104] Zuhruf, 87