İnsanlar ibadet için yaratıldı
Bir dördüncü görüş daha ileri sürülmüştür: İbn-i Ebu Hatem Zaide’den, o da Süddi’den rivayet eder ki: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[ ’ın onları ibadet için yarattığı kastediliyor. Fakat bir ibadet vardır ki, fayda verir, biri de vardır ki, fayda vermez. Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, kesinlikle: Allah, diyecekler.”[2] İşte bunu demeleri bir ibadettir; ama bu ibadet şirk işlemeleri haliyle birlikte onlara bir fayda sağlamaz. Kuşkusuz bu, doğru bir anlamdır. Ancak müşrik insan şeytana ibadet eder ve Allah onu şeytana ibadet etmekten alıkoymaz. Allah’a ortak koşuyorken sırf yaratıcıyı ikrar etmesi de Allah’a ibadet sayılmaz. Bu gibi kimselerin durumu yüce Allah’ın şu ayetinde ifade edildiği şekilde izah edilir: “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.”[3] Şu halde onların yaratıcıya iman edişleri, O’na ortak koşmalarıyla iç içe bir durumdur. İbadete gelince bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ben, ibadette ortak koşulanlardan ve şirkten müstağniyim. Bir amel işleyip de bu amelinde bir başkasını bana ortak koşan kimseden beriyim. O işlediği amel bütünüyle bana ortak koştuğuna aittir.”[4] Dolayısıyla müşriklerin ibadetleri, bir kısmı Allah’a yönelik olsa da, hiçbir şekilde kabul edilmez, bilakis bütünüyle ortak koştukları şeylere dönük olur. Allah’a ibadet etmiş olmazlar. Üzerinde durduğumuz ayetin anlamı hususunda ileri sürülen görüşler içinde aşağıdaki yorum da buna benzemektedir: “...Beni bir bilsinler diye...” Mü’minler, zorlukta da, esenlikte de Allah’ı bir bilirler. Kâfirler ise, zorlukta ve bela zamanlarında Allah’ı bir bilirken, nimetler içindeyken, rahat zamanlarda O’nu bir bilmezler. Bu tutumun açıklaması şu ayette yer almaktadır: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak Allah’a yalvarırlar.”[5]
Burada, Allah
Burada, Allah
1]
Beni tanısınlar, bilsinler diye
Konuyla ilgili beşinci bir görüş de İbn-i Ebu Hatem tarafından İbn-i Cureyh’ten rivayet edilmiştir. Buna göre, ayette “...Beni tanısınlar, bilsinler diye...” anlamı kastedilmiştir. İbn-i Cureyh devamla şöyle der: Bu görüş Katade’den rivayet edilmiştir. Bağavi de Mücahide dayanarak bu görüşü nakletmiştir. Mücahid: Bu, “Beni tanısınlar...” demektir, demiştir. Bu, aslında güzel bir yorumdur, çünkü Allah cinleri ve insanları yaratmasaydı, varlığını ve birliğini bilmeyeceklerdi. Bunun kanıtı da şu ayettir: “Andolsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan, mutlaka “Allah” derler.” [6] Bu değerlendirmeye şu karşılık verilir: Evet, bu yorum doğrudur. Allah’ın ancak onların yaratılmış olmalarıyla biliniyor olması, onların Allah’ı bilmelerinin şartının yaratılmaları olmasını gerektirir, Allah’a ilişkin olarak elde ettikleri bilginin yaratılma-larının amacı olmasını değil. Bu bakımdan yukarıdaki değerlendirme Süddi’nin şu görüşüyle aynı kategoriye girer: Çünkü bu genel ikrara onlar da ortaktırlar... Nitekim yüce Allah: “Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı...”[7] Ancak ibadet bu da değildir.
Bu saydığımız dört görüş, sözkonusu ayetin genel nitelikli olduğunu düşünenler tarafından ileri sürülmüştür. Bu yüzden, ayette geçen ibadet kavramını bütün insanları ve cinleri içine alacak şekilde yorumlama gereğini duymuşlar. Çünkü onlara göre, bu ayette geçen “ibadet” kavramı, bilinen anlamıyla, yani Allah’a ve Resulü’ne itaat etme anlamında yorumlanacak olursa, bu, bu anlamıyla ibadetin bütün insanlar ve cinler tarafından fiilen gerçekleştirilmesini zorunlu kılar. Oysa bu şekilde bir ibadet olgusunun fiilen gerçekleşmediği ortadadır. Dolayısıyla bunlar, ayette geçen “ibadet kavramını, gerçekleşen ibadet şeklinde yorumlama gereğini duymuşlardır. Ayrıca, fiilen gerçekleşmeyen bir ibadet olarak algılanması durumunda bunun, Kaderiye grubunun görüşünü haklı çıkaracağını sanmışlardır. Yani, Allah, onları ibadeti için yaratırken, onlar Allah’ın meşiyeti ve kudreti olmaksızın O’na isyan etmiş olacaklar... İşte Kaderiye grubunun bu çıkarsamasını olumlamaktan kaçınmışlar ve kaçınmaları bir ölçüde mazur da görülebilir; ancak ayeti, ayette kastedilmeyen bir anlam ekseninde yorumladıkları da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim insanların büyük çoğunluğu, bid’at ehlinin kendi görüşlerinin kanıtı olarak ileri sürdükleri ayetlerin zahiri karşısında bu tür yanlışlıklara düşmektedirler. Rafizilerin: “Başlarınızı meshedin ve ayakları-nızı...”[8] ayetini, abdest alınırken ayakların üzerinin meshedilmesi gerektiğinin kanıtı olarak ileri sürmeleri gibi. Bir de bakarsın ki, bu hususta şiilere muhalif olanlar son derece zayıf görüşler ileri sürüyorlar. Mesela diyorlar ki: “erculikum” kelimesi “ruusikum” kelimesine komşu olmasından dolayı cerr kılınmıştır, dolayısıyla onun hükmüne tabi değildir. Nitekim Araplar: “Cuhru Dabbin Harabin: Kelerin yuvası yıkıldı.” derler. Burada “harab” kelimesi “Dabb” kelimesine komşu olmasından dolayı mecrurdur. Bunun gibi nice zayıf görüşler ileri sürülmüştür. Yine “Musa Adem’i yendi”[9] sözü ile ilgili olarak da bu tür zayıf yorumlar yapılmıştır. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Emrolunan şey üzerine ibadet
Altıncı görüş: -Ebu’l Ferec bu görüşlerden sadece dört tanesini zikretmiştir- Bu, müslümanların çoğunluğunun görüşüdür. Şöyle ki: Allah insanları ve cinleri kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. Bundan maksat da kendilerine emredilen şeyleri yerine getirmeleridir. Bu yüzden ilk kuşak müslümanlar gibi son kuşak müslümanları da, sözkonusu ayeti, işaret ettiğimiz bu anlamda kanıt olarak ele almışlar, vaazlarında, hatıralarında ve hikayelerinde bu anlamıyla yorumlamışlar. Nitekim İbrahim b. Ethem hikayesinde şu ifade yer alır: “Ne bunun için yaratıldım, ne de bu bana emredildi.” Bir Yahudiyle ilgili rivayette şöyle deniyor: “Ey Ademoğlu! Seni bana ibadet etmen için yarattım, başka şeylerle oynayıp oyalanma. Rızkını ben üstlendim, sen yorulma. Beni ara, bulursun. Beni bulduğunda, her şeyi bulursun. Eğer beni yitirirsen, her şeyi yitirmiş olursun. Ben sana her şeyden daha sevimliyim.” Bu görüş Emirul Mü’minin Ali b. Ebu Talip’ten ve selef kuşağına mensup başka zatlardan rivayet edilmiştir. Örneğin Ali b. Ebu Talib’in sözkonusu ayetle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Ancak bana ibadet etmelerini emretmem ve onları bana ibadet etmeye çağırmam için yarattım...
Bazı alimler demişlerdir ki: Aşağıdaki ayetler de Hz. Ali’nin (r) bu çıkarsamasını desteklemektedir:
“Onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu.”[11] Bu görüş, Zeccac’ın ve başkalarının da tercih ettiği bir görüştür. Ayrıca sağlam bir rivayet zinciriyle Mücahid’den de rivayet edildiği bilinmektedir. İbn-i Ebu Hatem şöyle der: “Ebu Said el-Eşecc aktardı ki, Ebu Usame, Şibl’den şöyle rivayet etti: Bana Ebu Necih, Mücahid’in şöyle dediğini bildirdi: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Yani, onlara bazı şeyleri emredeyim ve bazı şeylerden nehyedeyim diye... Aynı şekilde Rebi b. Enes’in de şöyle dediği belirtilmiştir: “Cinleri ve insanları ancak ibadet için yarattım...”
Aşağıdaki ayetler de buna kanıt oluşturmaktadır: “İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır!”[12] Kendisine bazı şeylerin emredilmeyeceğini ve bazı şeylerin nehyedilmeyeceğini mi sanır! “De ki: Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”[13] Yani, ibadetiniz olmasa... “Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin!”[14] “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? (...) Halkı habersizken...”[15] “Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur, demedim mi?”[16] Bunları izleyen ayetler de bu çerçevede değerlendirilebilirler. Nitekim cinler Kur’an’ı dinlediklerinde şöyle demişlerdir: “Ey kavmimiz! Doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendisinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun. O’na iman edin.”[17] Ayrıca bunu izleyen ayetler de aynı hususa örneklik oluşturmaktadır. Yine cinler şöyle demişlerdir: “İçimizde, teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu arayanlardır.”[18]
Kur’an’da birçok yerde: “Ey insanlar! Rabbinize ibadet edin.”[19] “Ey insanlar! Rabbinizden sakının.”[20] gibi ayetlere rastlamak mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allah yaratılış amaçları kıldığı ve uğruna elçilerini insanlara ve cinlere gönderdiği ibadeti onlara emretmektedir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) de hem insanlara, hem de cinlere gönderilmiş bir elçidir. Kur’an’ı cinlere de okumuştur. Rivayet edilir ki: Peygamber efendimiz (s.a.v.) cinlere Rahman suresini okumuş ve “O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?”[21] ayetini tekrarladıkça cinler: “Senin nimetlerinden ey rabbimiz! Hiçbir şeyi yalanlamayız. Sana hamd olsun.” demişlerdir.[22] Dolayısıyla Zariyat suresinin ilgili ayetinde kesin olarak kastedilen anlam budur. Müslümanların büyük çoğunluğu da ayeti bu şekilde anlamışlar ve ayetin bu anlama ilişkin bir kanıt olduğunu söyleyerek, Allah’ın insanları ve cinleri kendisine ibadet etmeleri için yarattığını, Allah’ın hakkını zayi etmeleri için yaratmadığını belirtmişlerdir. Buhari ve Müslim’de Muaz b. Cebel’den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.v.) bana dedi ki: “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin? Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki: Allah’ın kulları üzerindeki hakkı; O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. Kullar bunu yaptıkları zaman, onların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin? Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki: Kulların Allah üzerindeki hakkı, onlara azap etmemesidir.”[23] El-Müsnedde İbn-i Ömer’in peygamberimizden (s.a.v.) şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: “Kıyametin kopmasına az bir zaman kala kılıçla gönderildim ki, tek ve ortaksız Allah’a kulluk edilsin. Benim rızkım mızrağımın gölgesine koyulmuştur. Benim emrime karşı gelenler içinse alçalma ve küçülme öngörülmüştür. Kim bir topluma benzerse, o da onlardandır.”[24]
Kaderi kabul edenlerin ve etmeyenlerin görüşleri
Öte yandan bu görüş etrafında birleşen müslümanlar arasında, yine bu hususla ilgili iki görüş belirginleşmiştir:
Biri, kaderi olumlayan ehl-i sünnetin görüşü, diğeri de kaderi kabul etmeyen grupların görüşüdür. Böylece Zariyat suresinin ilgili ayeti hakkında yedi, “hikmet” hakkında da beş görüş ortaya atılmıştır.
Kaderi kabul eden ehl-i sünnet şunu söylüyor:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[25] ayeti, yukarıda görüşleri zikredilen grupların iddia ettiği gibi, cinlerden ve insanlardan ibadet olgusunun mutlaka vakî olmasını gerektirmediği gibi, Kaderiye grubunun ileri sürdüğü şekilde, Allah’ın mülkünde dilemediği şeyin olması ve olmayan şeyi dilemesi durumu geçerli olacak şekilde, önceden tasarlanmış bir kaderin olmamasını da gerektirmez. Kaderi olumsuzlayanlar diyorlar ki: Allah cinleri ve insanları ibadet için yarattı, ama ibadet tümünü kapsayacak şekilde gerçekleşmedi. Çünkü Allah, olmayanı diler ve dilemediği de olur. Buna karşı çıkanlar da diyorlar ki: Allah’ın dilediği olduğuna ve dilemediği de olmadığına göre, olmayan bir şeyi de dilememiştir. Şu halde ibadet olarak gerçekleşmeyen bir şey O’nun tarafından dilenmemiş demektir. Aslında bu özü itibariyle doğru bir anlamdır. Sonra demişlerdir ki: Allah onları bir şey için yaratmışsa, onu yaratmayı dilemesi de kaçınılmaz olur. Dolayısıyla bunu yaratmayı dilemediğine göre, onları bunun için yaratmamıştır.
Yukarıda görüşlerine yer verdiğimiz iki grubun yanılgılarının temelinde, meydana gelmesini istediğinden dolayı, onları (insanları ve cinleri) onun için (ibadet için) yaratmıştır, şeklindeki zanları yatmaktadır. Biri diyor ki: İbadeti yaratmayı diliyor. Öbürü de: İbadetin onlardan vakî olmasını diliyor, demektedir. Yani, ibadeti onlara emrediyor. Onların nazarında, kulların fiilleri hakkında ilâhî meşiyetin varlığını gösteren tek olgu, bunu emretmesidir. Dolayısıyla onlar bu emre karşı çıkmaktadırlar. Bu yüzden şöyle demişlerdir: “Allah’ın dilemediği bir şey olabilir, olmayan bir şeyi de dileyebilir.” Bir de şunu söylüyorlar: “Kullar, Allah’ın kendilerini nehyettiği şeyi yapıyorlar ve kendilerine emrettiği şeyi de terk ediyorlar.” Bu, yasama nitelikli emir kastedilmesi durumunda doğru bir çıkarsamadır. Ancak kaderi olumsuzlayanlar: Allah, emretmek anlamında diler, demiyorlar. Dolayısıyla onlara göre, kulların fiillerinden ibadet niteliğinde olmayanlar, Allah’ın dilemediği şeylerdir. Çünkü onlara göre Allah bunları yaratmaz. Bunları yaratmadığına göre de dilememiştir de. Çünkü müslümanların ortak görüşüne göre Allah, bir şeyi yaratmayı dilediğinde onu yaratır.
Kaderiye grubu bunu tartışmıyor. Yapmayı dilediği şeyin O’nun fiili olduğu, yapmayı dilediği şeyi yapmaya kadir olduğu hususunu tartışmıyor. Fakat onlara göre, kulların fiilleri O’nun yaratmasının, kudretinin ve dilemesinin kapsamına girmezler. Yapmayı dilemesinin kapsamına da girmezler. Fakat bu fiillerle ilintili dilemesi yalnızca emretmek anlamındadır. Bu yüzden diyorlar ki: Allah cinleri ve insanları, kendisine ibadet etmeleri için yarattı, ama ibadeti bizzat kendilerinin yapması sûretiyle... Nitekim ibadet etmeyi onlara emretmiştir de. Bunu yapmadıkları zaman da bu, emrine karşı gelmek olarak değerlendirilir.
Kaderi kabul edenlerse şunu diyorlar: O’nun dilediği olur ve dilemediği de olmaz. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı.”[26] “Allah dileseydi savaşmazlardı.”[27] “Rabbin dileseydi onu yapamazlardı.”[28] Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir. Allah, insanları ve cinleri emredilen ibadeti yapmaları için yarattığı halde, onlar topyekün olarak bunu yapmamışlarsa, bu, O’nun bunun gerçekleşmesini dilemediği anlamına gelir. Çünkü bunun olmasını dileseydi, kesinlikle olurdu. Fakat Allah, ibadeti emretmiştir. Dolayısıyla ibadet etmeleri vaciptir. İbadet etmelerinden razıdır ve yapmalarını irade etmiştir. Fakat bu, ibadet etmeye ilişkin emri içeren yasama nitelikli (teşrii) bir iradedir.
Bununla da ayetin anlamı açığa kavuşuyor. Çünkü bu perspektiften bakıldığı zaman “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[29] ayeti, aşağıdaki ayetlere benzer bir anlam çerçevesine oturmaktadır: “Sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı ta’zim etmeniz (...) içindir.”[30] “Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi.”[31] “Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın...”[32] “Bu da Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.”[33] “Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.”[34] Aynı şekilde aşağıdaki ayet de buna bir örnek oluşturmaktadır: “Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.”[35] Böyleyken gönderilen bir peygambere itaat edildiği gibi karşı da çıkılmıştır.
Aynı şekilde, Allah, cinleri ve insanları, ancak kendisine ibadet etmeleri için yaratmışken, ibadet eden de olmuş, etmeyen de olmuştur. Buna benzer ifadelerin birçok örneğini Kur’an’da görebiliriz. Anlaşılıyor ki Allah, ne yaptıysa, kullar O’nu büyük tanısınlar, O’na ibadet etsinler, zulüm etmesinler ve Allah’ın sıfatlarını, kullara emrettiği daha başka şeyleri bilsinler diye yapmıştır. Bunları yapmaları O’na sevimli gelir, bundan dolayı hoşnut olur. Kendilerinden, bu bağlamda istenenleri yapmaları kendileri için mutluluk, olgunluk, iyilik ve kurtuluş vesilesi olur. Böyleyken kimisi istenenleri yapar, kimisi de yapmaz.
Yüce Allah, ikinci bir fiili kendisinin yapması için birinci fiili yaptığını veya ikinci fiili onlara yaptırmayı öngördüğünü de söylememiştir. Onları ibadet edenler kılmak için onları yarattığından da söz etmemiştir. Çünkü yaptığı şeylerle ilgili olarak yaptığı sebepler, yapması kaçınılmaz olan amaçlar kapsamına girerler. Dolayısıyla ikinci bir iş yapmak için birinci bir işi yapması, buna rağmen ikinci işi yapmaması imkânsızdır. Ancak şunu söylemiştir: O ilk fiili işlemiştir ki, onlar ikinci fiili işlesinler. Dolayısıyla bu ikinci fiilin faili kendileridir ve bu fiilleri aracılığıyla mutluluğa kavuşurlar. Allah’ın onlarla ilgili olarak sevdiği ve hoşnut olduğu durum bundan ibarettir. Sonuçta hem Allah’ın sevdiği, hem de kendilerinin sevdiği bir fiil gerçekleşmiş olur. Nitekim daha önce demiştik ki, Allah’ın yarattığı ve emrettiği her şeyin amacı, hem Allah’ın, hem de kulların sevdiği bir şeydir ve bunda Allah’ın bir hikmeti ve kullara dönük bir rahmet vardır.
İşte Allah kulları bunun için yaratmıştır; eğer bunu yaparlarsa bu, hem O’nun, hem de kulların seveceği bir şeydir. Ama kullar bunu yapmadılar, bundan dolayı da, emrine karşı çıkanların, yaratılış amacı olan fiilleri terk eden asilerin hakkettiği dünya ve ahiret azabına çarptırılırlar. Yüce Allah, ibadetin, kulların işledikleri bir şey olmasını dilemiştir. Bu yüzden onların kulluk eden, iradesine teslim olanlar olmasını dilemiş ve onlara yol göstermiştir. Onlara imanı sevdirmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[36] İşte bunlar, yaratılış ve emir bağlamında kendilerinden ibadet istenen kimselerdir. Onlara ibadeti emretmiş ve yaratılış olarak da bunları ibadet edenler kılmıştır.
İkinci bir grup daha vardır ki, yüce Allah onlara ibadet etmeyi emretmiş olsa da, onları ibadet edenler olarak yaratmamıştır. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
İRADE, İZİN, KİTAP, HÜKÜM, KAZA ve HARAM KILMA
Geçmiş ve gelecekte Allah’ın meşiyeti
İbni Teymiye’ye (r.a.) soruldu:
Soru:
“İrade”, “İzin”, “Kitap”, “Hüküm/Hikmet”, “Kaza” ve “Haram kılma” gibi kavramların ayrıntılı açıklaması soruldu. Bunlardan dini olup Allah’ın sevgisine, rızasına ve yasama nitelikli emrine uygun olanlar ile varoluşsal olup varoluşsal dilemesine uygun olanların neler olduğu soruldu.
Cevap:
Allah’a hamdolsun, sözü edilen İrade, İzin, Kitap, Hüküm/Hikmet, Kaza ve Haram kılma kavramları ve benzeri kavramlar tıpkı emir, gönderme kavramları gibi, Allah’ın kitabında iki kısma ayrılır.
Birincisi, Allah’ın sevdiği ve hoşnut olduğu dini olgularla ilintilidir. Bunları yapıp edenleri yüce Allah ödüllendirir ve onları cennete koyar. Dünya ve ahiret hayatında onlara yardım eder. Bunlarla takva sahibi dostlarından, kurtuluşa ermiş hizbinden ve salih kullarından oluşan kimselere yardımcı olur.
İkincisi de, yüce Allah’ın takdir ettiği, ezelden tasarladığı varoluşsal olgularla ilintilidir. Bu bağlamda mü’min ile kâfir, iyi ile günahkâr, cennetlikler ile cehennemlikler, Allah’ın dostları ile düşmanları, kendisinin sevdiği ve kendisini seven, kendisinin ve meleklerinin üzerlerine esenlik dilediği itaat ehli olanlar ile buğzettiği, öfke duyduğu, hem kendisinin, hem de başkalarının lanet ettiği kimseler arasında bir fark yoktur.
Bu açıdan olgulara bakanlar, evrensel bir varoluş gerçeği ile yüzyüze gelirler. Bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldıklarını, O’nun dilemesi tarafından idare edildiklerini, O’nun hüküm ve hikmetinin zorlayıcı yönlendirmesi altında olduklarını gözlemlerler. Bu bağlamda Allah’ın dilediği olur, insanlar istemeseler de. Verdiği hükmü sorgulayacak, buyruğunu geri çevirecek hiç kimse yoktur. Bu açıdan bakanlar, Allah’ın herşeyin Rabbi ve sahibi olduğunu, yaratma ve emretme, yönetme yetkisinin O’nun tekelinde olduğunu, O’nun dışındaki her şeyin O’nun rububiyetinin tasarrufu altında, O’nun tarafından yönetilip yönlendirilen bir konumda olduğunu, her şeyin O’nun karşı konulmaz kahrının altında, kendisi için bir zarar veya yarar, ölüm veya hayat ya da yeniden dirilip yeryüzüne dağılma gerçekleştirecek güce sahip olmadığını bütün çıplaklığıyla görür. Bu pencereden bakınca, her şey Allah’ın kulu, her bakımdan O’na muhtaç görünür ve Allah’ın her şeyden, bütün yaratıklardan müstağni olduğu belirginleşir. Böyle bir gözlem özü itibariyle gerçektir; fakat, bir grup vardır ki, bunlar bu gerçeği göremediler. Bunların grubuna Mecusi karekterli Kaderiye denir. Bir diğer grup daha vardır ki, bunlar da gelip bu varoluşsal gözlemin sınırında durmuşlardır, olumlu ya da olumsuz bir şey söylememişlerdir. Bunlara da müşrik karekterli Kaderiye denir.
İlk gruptakiler, varlık aleminde Allah’ın kudretiyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla ilgisi bulunmayan şeyler bulunduğunu iddia ettiler, kulların fiilleri örneğin. Bunların aşırıları Allah’ın öncesiz ilmini ve önceden varolan ezeli kitabını (levh-i mahfuz) da inkâr ettiler. Bu ümmet içinde ilk kez Kaderiye fikrini ortaya atanlar bunlardır. Sahabeden, ilk kuşak ulemadan zatlar, bunlara gerekli cevabı vermiş ve onlardan, onların düşüncelerinden uzaklaşmışlar.
İkinci gruptakiler ise, bunlardan daha kötüdürler. Bunlar sülûk, irade, kendini tanrıya adama, tasavvuf ve fakr ehli olarak bilinirler. Yukarıda işaret ettiğimiz varoluşsal gerçeği gözlemleyip Allah’ın bütün varlıkların yaratıcısı, dolayısıyla kulların fiillerinin de yaratıcısı ve bütün varlıkların irade edileni olduğunu gördüler. Fakat bu gözlemden sonra iman ile küfrü, tanıma ile inkârı, hak ile batılı, hidayet üzere olan ile sapığı, doğru ile eğriyi, peygamber ile peygamberlik taslayanı, Allah’ın velisi ile Allah’ın düşmanını, Allah’ın razı olduğu ile gazap duyduğunu, Allah’ın sevdiği ile kızdığını, adalet ile zulmü, Anne-babaya iyilik ile onlara asi olmayı, cennet ehlinin amelleri ile cehennem ehlinin amellerini, iyiler ile günahkârları birbirlerinden ayırmadılar. Bütün varlıkların ortak noktası olan önceden tasarlanmış kazayı, yürürlükteki ilâhî meşiyeti, her şeyi kuşatan kudreti ve herkesi içine alan yaratılışı gözlemledikleri için, varlıkların ortak noktalarını gördüler, ama farklılaştıkları alanları göremediler. Dolayısıyla şu ayetlerin muhatapları arasına girdiler: “Allah’a teslimiyet gösterenleri, günahkârlar gibi tutar mıyız? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?”[37] “Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?”[38] “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar?” [39]
“Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz yerine geldi.”[40] Peygamber efendimizin (s.a.v.) şu hadisi de sözünü ettiğimiz mistik grubun tutumunun yanlışlığını ortaya koymaktadır: “Yaratıp meydana getirdiklerinin, var ettiklerinin şerrinden, göklerden inenlerin ve göklere yükselenlerin şerrinden, yeryüzünde yarattıklarının ve yeryüzünden çıkanların şerrinden, gece ve gündüzün şerrinden, hayırla gelip kapıyı çalan hariç, geceleyin kapıyı çalanların şerrinden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığırım ki, iyi-kötü hiç kimse onları aşamaz. Ey Rahman!”[41] Bundan da anlaşılıyor ki, Allah’ın eksiksiz kelimelerinden maksat, şeri nitelikli emir ve yasakları değildir. Çünkü günahkârlar, Allah’ın emrine de yasaklarına da karşı çıkıyorlar. Bilakis, bundan maksat, varlıkların oluşumunu sağlayan kelimeleridir. Şer’i emir ve yasakları içeren dini kelimeler ise Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an gibi semavi kitaplardan ibarettir ki, yüce Allah bunlarla ilgili olarak şöyle buyurur: “Kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir.”[42] Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Siz kadınların ırzlarını Allah’ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız...”[43] “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır.”[44] ayeti ise, Allah’ın kelimelerinin her iki türünü de (varoluşsal olan ile yasama nitelikli, kevni olan ile şeri olanı) kapsar.
“Gönderme = el-Ba’su” kavramına gelince, bu kavramın var oluşsal anlamına aşağıdaki ayette işaret ediliyor: “Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik.”[45] Bu kavramın şeri anlamına da aşağıdaki ayetlerde işaret ediliyor: “Ümmilere içlerinden bir peygamber gönderen O’dur.”[46] “Rabbimiz! Onlara içlerinden olan bir peygamber gönder...”[47] “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tağuttan sakının” diye her ümmete bir peygamber gönderdik.”[48]
“Gönderme” anlamında “irsal”in varoluşsal boyutuna aşağıdaki ayetlerde işaret ediliyor: “Biz, kâfirlerin üzerine, kendilerini iyice isyankarlığa sevkeden şeytanları gönderdik.”[49] “Biz, rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik.”[50]
“İrsal”in yasama nitelikli anlamına da aşağıdaki ayetlerde işaret ediliyor: “Nuh’u kendi kavmine gönderdik.”[51] “Biz seni Hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”[52] “Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor.”[53] “Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.”[54] “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona: “Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.”[55] “Nasıl Firavuna bir elçi göndermiş idiysek doğrusu size de, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. Ama Firavun o peygambere karşı gelmiş, biz de onu ağır ve çetin bir şekilde muaheze etmiştik.”[56]
Geçmiş ve gelecekte Allah’ın meşiyeti
Şeyhu’l İslâma (r):
Bazı gruplar: Meşiyet, geçmişteki ve gelecekteki ilâhî meşiyettir, diğer bazı gruplar ise, meşiyet gelecekle ilgilidir, geçmişle değil, diyorlar; bunlardan hangisi doğrudur? diye soruldu.
Cevap: Geçmiş, Allah’ın meşiyetiyle (dilemesiyle) geçmiştir. Gelecek de ancak Allah’ın dilemesiyle olur. Dolayısıyla bir kimse geçmişle ilgili olarak: Allah dilerse (inşaallah), gökleri ve yeri yarattı. Allah dilerse (İnşaallah) Hz. Muhammedi (s.a.v.) peygamber olarak gönderdi, derse, yanlış yapmış olur. Ama bir kimse, Allah gökleri, Allah’ın dilemesiyle yarattı. Allah, Hz. Muhammedi Allah’ın dilemesiyle gönderdi, derse doğruyu söylemiş olur.
Bir kimse: Varlık aleminde Allah’ın dilemesi dışında bir şey olabilir, derse, yanlış söylemiş olur. Bir kimse, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz, derse doğru söylemiş olur. Geçen her şey kesinlikle Allah’ın dilemesiyle olmuştu. Dolayısıyla Allah gökleri kesinlikle dilemesiyle yarattı. Hz. Muhammed’i kesinlikle dilemesiyle gönderdi. Varolan insanı Allah, kesinlikle dilemesiyle yarattı. Allah, varlıkları bir halden başka bir hale değiştirmek isterse, buna gücü yeter. Dolayısıyla yarattığı şeyler kesinlikle O’nun dilemesiyle olmuştur. Allah bu şeyleri başka şeylerle değiştirmek isterse, kesinlikle dilemesiyle değiştirir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
MÜSLÜMANLARIN ÖNDE GELEN İMAMLARININ GÖRÜŞLERİ
Allah iki avuç toprak avuçladı hadisi – Sebeplerin oluşu ve müsebbeblere bağlanması – İki grup insan – Herkese yaratılışının gayesi olan davranışların kolaylaştırılması.
Bir cemaatte, insanlar Allah’ın kaza ve kaderi; hayrı ve şerri hakkında ihtilafa düştüler. Kimine göre, hayır Allah’tandır, şerr ise özellikle nefistendir... Bize bu hususta fetva ver, Allah sana ecir versin...
Şeyh (r.) şu cevabı verdi:
Ehl-i Sünnet mezhebine göre, Allah, herşeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir, O’ndan başka rab, O’ndan başka yaratıcı yoktur. Dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun gücü herşeye yeter ve her şeyi bilir. Kula, Allah’a itaat etmesi, Resule uyması emredilmiş; Allah’a isyan etmesi, elçiye karşı gelmesi yasaklanmıştır. Eğer itaat ederse, bu bir nimettir, şayet karşı çıkarsa, yergiyi ve cezayı hakkeder. Kula karşı Allah’ın kesin kanıtı vardır, ama hiç kimsenin Allah’a karşı ileri sürebileceği bir kanıtı yoktur. Her şey Allah’ın kazası, kaderi, dilemesi ve kudretiyle olur. Ama Allah, itaat edilmesini sever ve bunu emreder. İtaat ehlinin bu fiillerini ödüllendirir, onlara ikramda bulunur. İsyankarlığa ve günaha buğzeder, bunu nehyeder. İsyan ve günah ehlini cezalandırır ve onları alçaltır.
Kula isabet eden her bir nimeti, Allah ona bahşetmiştir. Kula bir kötülük isabet etmişse, bu da, onun günahlarından ve isyanından dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sana gelen iyilik Allah’tandır, başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[57] “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”[58] Yani, sana isabet eden bir bereket, bir yardım ve hidayet Allah’tandır, onu sana bahşeden Allah’tır. Başına gelen bir üzüntü, zillet ve kötülük de senin günahların ve hataların yüzündendir. Her şey Allah’ın dilemesi, kudreti ve yaratması ile olur. Bu yüzden kulun Allah’ın kaza ve kaderine inanması bir zorunluluktur. Allah’ın şeriatına ve emrine kesin olarak iman eden bir kimse, bundan kaçınamaz.
Kader gerçeğini tek başına esas alıp Allah’ın emir ve yasaklarını, vaad ve tehditlerini gözardı eden bir kimse, müşriklere benzemiş olur. Emir ve yasakları esas alıp kaza ve kaderi yalanlayan bir kimse de Mecusilere benzemiş olur. Ama buna da, öbürüne de iman eden bir kimse, iyilik işlerse Allah’a hamdeder. Şayet bir kötülük işlerse Allah’tan bağışlanma diler. Ama bunun, Allah’ın kaza ve kaderiyle olduğunu da bilir. İşte bu kimse mü’mindir. Çünkü Hz. Adem (a.s.), cennette günah işlediğinde, Allah’a tevbe etti. Allah da onu seçerek hidayete erdirdi. İblis ise günahta ısrar etti ve kendini savunmak maksadıyla kanıtlar ve gerekçeler ileri sürdü. Bunun üzerine yüce Allah onu lanetledi ve uzaklaştırdı. Şu halde günahtan tevbe eden kimse Ademci, günahta ısrar edip suçu kadere yıkmaya çalışan kimse de İblisçidir. Bu nedenle mutlular babalarına, bedbahtlarsa düşmanları olan İblise uyarlar.
Bizi dosdoğru yola iletmesini dileriz Allah’tan. Peygamberlerden, doğrulardan, şehitlerden ve salihlerden nimet bahşettiklerinin yoluna. Amin! Ey alemlerin Rabbi...
“Allah iki avuç toprak avuçladı” hadisi
Soru: Şöyle bir hadis rivayet edilir: Yüce Allah iki avuç toprak avuçladı ve şöyle dedi: “Şu cennet için ve ben buna aldırmam. Şu da cehennem için ve ben buna aldırmam.” Acaba bu hadis sahih midir? Bir diğer hadiste de şöyle deniyor: “Yüce Alla Adem’i yaratınca, zürriyetini sağında ve solunda ona gösterdi. Sonra dedi ki: “Bunlar cehenneme gidecekler ve ben buna aldırmam.” Bu hadis sahih kaynaklarda yer alıyor!..
Cevap: Evet, bu anlamı içeren hadisler meşhurdur ve değişik kanallarda peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilmiştir. Örneğin Malik’in Muvattasında, Sünen-i Ebu Davud ve Nesai’de, ayrıca başka kaynaklarda Müslim b. Yesardan, bir diğer versiyonunda Naim b. Rabia’dan rivayet edilir ki: Ömer b. Hattab’a: “Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı.”[59] ayetinin anlamı soruldu, Ömer (r), Resulullah’tan (s.a.v.) naklen -bir rivayette, Ömer’in şöyle dediği belirtiliyor: “Bu ayetin Resulullah’a sorulduğunu ve Resulullah’ın şöyle dediğini duydum:- şöyle dedi: Yüce Allah Adem’i yarattı. Sonra sağ eliyle sırtını sıvazladı ve oradan zürriyetinin bir kısmını çıkardı. Ardından: “Bunları cennet için yarattım. Bu yüzden cennet ehlinin ameliyle amel edecekler.” dedi. Sonra bir kez daha sırtını sıvazladı ve oradan zürriyetinin bir diğer kısmını çıkardı ve şöyle dedi: “Bunları cehennem için yarattım, ve cehennem ehlinin amellerini işleyecekler..” Bu sırada bir adam Resulullah’a (s.a.v.) şöyle dedi: “Ya Resulullah! Şu halde ne diye amel ediyoruz ki?” Resulullah (s.a.v.) şu karşılığı verdi: “Allah bir adamı cennet için yaratınca, ona cennet ehlinin amellerini yaptırır. Ölünceye kadar cennet ehlinin amelleri üzere olur ve bu amellerle cennete girer. Bir adamı da cehennem için yaratınca, ona da cehennem ehlinin amellerini yaptırır. Ölünceye kadar cehennem ehlinin amelleri üzere olur ve bunlarla cehenneme girer.”[60]
Hakem b. Süfyan’ın, Sabit’ten, onun da Enes b. Malik’ten rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniyor: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yüce Allah (insanların bir kısmını) avucuna aldı ve benim rahmetimle cennete girin, dedi. Bir kısmını daha avucuna aldı ve cehenneme girin, dedi, size aldırış etmiyorum.”[61] Bu ve benzeri hadisler için iki bölüm geçerlidir.
Birincisi: Daha önce tasarlanmış kader. O da yüce Allah’ın, amelleri işlemeden önce cennetlikleri ve cehennemlikleri bilmesidir. Bu, haktır ve buna iman etmek gerekir. Hatta Malik, Şafii ve Ahmed gibi imamlar, bunu inkâr eden kimse kâfir olur, demişlerdir. Daha doğrusu, yüce Allah’ın olacak her şeyi olmadan bildiğine; O’nun bütün bunları önceden yazdığına ilişkin olarak bildirdiği haberlere; bu haberleri onlar olmadan bildirdiğine iman etmek gerekir. Nitekim Sahih-i Müslim’de Abdullah b. Amr’den peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce varlıkların kaderlerini belirlemişti. O sırada Allah’ın arşı su’yun üzerindeydi.”[62] Yine sahih-i Buhari’de ve başka kaynaklarda İmran b. Husayn’den, peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Arşı o sırada su’yun üzerindeydi. Herşeyi zikre yazdı. Gökleri ve yeri yarattı.” Hadisin bir diğer versiyonunda, “sonra gökleri ve yeri yarattı”[63] şeklinde geçiyor.
El-Müsned’de İrbad b. Sariye’nin peygamberimizin (s.a.v.) şöyle dediğini rivayet ettiği belirtiliyor: “Daha Adem balçık halinde iken, ben, Allah katında peygamberlerin sonuncusu olarak yazılmıştım. Ben sizden bundan öncesini de haber vereceğim. Ben atam İbrahim’in rüyasıyım. İsa’nın müjdesiyim. Annemin beni doğurduğu sırada gördüğü rüyayım. Ki kendisinden bir nurun çıkıp Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.”[64] Meysere el-Fecr hadisinde şöyle deniyor: “Dedim ki: Ya Resulullah! Ne zaman peygamber olarak yazıldın? –Hadisin bir diğer rivayetinde ne zaman peygamber oldun? şeklindedir- Buyurdu ki: Daha Adem Ruh ile beden arasında bir şeyken, peygamber olarak yazılmıştım.”[65]
Buhari ve Müslim’de Abdullah b. Mesuddan (r.) şöyle rivayet edilir: “Bize Resulullah (s.a.v.) şöyle anlattı -ki o, doğru sözlüdür ve sözleri hep doğru çıkmıştır-: Sizden biriniz yaratılırken kırk gün annesinin karnında nütfe halinde kalır. Sonra o kadar bir süre bir kan pıhtısı olarak kalır. Sonra bunun kadar bir süre bir çiğnem et olarak kalır. Sonra ona bir melek gönderilir ve ona dört kelime emredilir: Onun rızkını, amelini, ecelini ve bedbaht mı, mutlu mu olacağını yaz, denir. Sonra ona ruh üflenir. Ardından peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki -veya kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki-, sizden biriniz bütün hayatı boyunca cennet ehlinin amelini işler, öyle ki onunla cennet arasında bir zira kadar bir mesafe kalmışken, daha önce yazılmış olan kitap (kader) devreye girer ve o da cehennem ehlinin amelini işleyerek cehenneme girer.”[66]
Buhari ve Müslim’de Ali b. Ebu Talib’in (r) şöyle dediği rivayet edilir: “Bekıul-ğeked mezarlığında bir cenazede Resulullah (s.a.v.) ile beraberdik: Buyurdu ki: “Sizden hiç kimse yoktur ki, cehennemdeki yeri ve cennetteki yeri yazılmış olmasın. Orada bulunanlar dediler ki: Ya Resulullah! Öyleyse, bu önceden yazılmış kadere dayanıp amel etmeyi bırakmamız gerekmez mi? Buyurdu ki: Amel etmeye devam edin, çünkü kişi hangi şey için yaratılmışsa, bu şeyle ilgili ameller onun için kolaylaştırılır. Dolayısıyla mutluluk ehli olan birisi için, mutluluk ehlinin amelleri kolaylaştırılır. Bedbahtlık ehli olan birisi için de bedbahtlık ehlinin amelleri kolaylaştırılır.” Ardından Resulullah (s.a.v.) şu ayetleri okudu: “Artık kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız.”[67]”[68]
Yine sahih bir hadiste şöyle bildiriliyor: “Resulullah’a (s.a.v.) şöyle denildi: Cennet ehli cehennem ehlinden ayırt edilebilir mi? Evet, dedi. Hangi amelleriyle ayırt edilebilirler? diye soruldu. Buyurdu ki: Amel etmeye devam edin, çünkü herkese, yaratıldığı şeye uygun ameller kolaylaştırılır.”[69] Dolayısıyla peygamber efendimiz (s.a.v.) yüce Allah’ın cennetliklerle cehennemlikleri önceden bildiğini, bunu yazdığını haber veriyor. Bunun yanı sıra, insanların tıpkı dinsizler gibi sırf kaderde yazılana dayanıp amel etmeyi terk etmelerini de yasaklıyor. Ve şöyle buyuruyor: Herkese, yaratıldığı şeye uygun ameller kolaylaştırılır. Mutluluk ehli olanlara mutluluk ehlinin amelleri, bedbahtlık ehli olanlara da bedbahtlık ehli olanların amelleri kolaylaştırılır. Bundan daha güzel açıklama olmaz.
Çünkü yüce Allah, olguları oldukları gibi bilir. Bunun yanında varlıkların olmalarına aracı olan sebepler de yaratmıştır. O, bu olguların bu sebepler aracılığıyla olacaklarını bilir. Tıpkı falan kimsenin, bir kadınla cinsel ilişkiye girilip hamile kalmasıyla doğacağını bilmesi gibi. Şayet bir kimse, nasıl olsa yüce Allah, çocuğumun doğacağını biliyor, dolayısıyla cinsel ilişkiye girmeme gerek yoktur, dese, bu kimse ahmaktır. Çünkü yüce Allah, takdir ettiği şeyin cinsel birleşme yoluyla olacağını biliyor. Aynı şekilde, şu adamın tarlayı sulamasıyla ve tohum ekmesiyle ekinin olacağını biliyorsa ve bu kimse, madem ki Allah ekinimin olacağını biliyor, o halde tohum ekmeme gerek yoktur, derse şaşkın bir cahil olduğu anlaşılır. Çünkü Allah, bu ekinin tohum ekme ve sulama ile olacağını biliyor. Yine, falan adamın yemekle doyacağını, şu adamın su içerek susuzluğunu gidereceğini, şunun da öldürüleceğini biliyorsa, yüce Allah’ın bu gibi olguların gerçekleşmesine aracı olacağını bildiği sebeplerin meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Aynı durum, falan kişinin ahirette mutlu, falancanın da ahirette bedbaht olacağını bilmesi için de geçerlidir. Çünkü bedbaht olacak kişinin, bedbahtların amellerini işleyeceğini bilir. Dolayısıyla Allah, onun bu amelle bedbaht olacağını bilir. Eğer bu kimse, bedbahtların amellerini işlemese de bedbaht olacaktır, denilse, bu, yanlış olur. Çünkü yüce Allah, bir kimseyi ancak işlediği günahından dolayı cehenneme koyar. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.”[70] Burada yüce Allah, cehenneme İblis ve izleyicilerini dolduracağına yemin ediyor. İblise tabi olan da yüce Allah’a karşı gelmiştir. Yüce Allah, bir kul kötü bir ameli işlemedikçe, sırf o ameli işleyeceğini bilmesine dayalı olarak o kula azap etmez.
Bu yüzden peygamberimize (s.a.v.) müşriklerin çocuklarının durumu sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Allah onların neler yapacaklarını herkesten daha iyi bilir.”[71] Yani, yaşasalardı ve bu imkâna kavuşsalardı, neler yapacaklarını herkesten daha iyi bilir. Rivayet edilir ki, kıyamet günü bunlara bir elçi gönderilir, uyanlar cennete, uymayanlar da cehenneme gönderilir. Böylece, onların itaat mı, yoksa isyan mı edecekleri ortaya çıkar.
Aynı şekilde yüce Allah cenneti, iman ve itaat ehli için yaratmıştır. Kimin iman ve itaat ehli olmasını dilemişse, iman ve itaati onun için kolaylaştırmıştır. “Allah benim cennet ehli olduğumu bildikten sonra, iman etsem de, inkâr etsem de cennete girerim” diyen bir kimse, bu sözleriyle Allah’a iftira atmış olur. Çünkü Allah, onun iman ile cennete gireceğini biliyor. İmanı olmayınca, o artık, Allah’ın cennete gireceğini bildiği kimse olmaz. Bilakis, mü’min olmayan, kâfirdir. Dolayısıyla Allah, onun cehennem ehli olacağını bilir, cennet ehli değil.
Bu yüzden insanlara dua etmelerini ve Allah’tan yardım istemelerini ve bunun dışındaki sebeplere sarılmalarını emretmiştir. Bir kimse, kadere bel bağlayarak, ben dua etmem, Allah’tan bir şey istemem, derse, o da büyük bir yanlışlık içine girmiş olur. Çünkü Allah duayı ve istemeyi, mağfiretine, rahmetine, hidayetine, yardımına ve rızkına kavuşmanın sebeplerinden biri kılmıştır. Bir kul için hayır takdir edilmişse, bu hayra dua ile kavuşur ve duasız onu elde edemez. Allah’ın kullar için takdir ettiği ve akibetlerini bildiği hallerini bir takım sebeplere bağlı olarak takdir etmiştir. Bu sebepler takdirleri, gerçekleşecekleri vakitlere doğru sürükler. Dünya ve ahirette her şeyin bir sebebi var. Allah sebeplerin de sonuçların da yaratıcısıdır.
Sebeplerin oluşu ve müsebbeblere bağlanması
Bu yüzden bazıları: Sebeplere büsbütün yönelmek tevhid inancı açısından şirk sayılır, demişlerdir. Bunun yanında şayet gerçekten sebep iseler, bunları büsbütün geçersiz saymak ta akıl açısından eksiklik olarak değerlendirilir. Sebeplerden bütünüyle yüz çevirmek şeriat açısından olumsuz bir davranıştır. Fakat salt sebepler bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Söz gelimi yağmur yağsa ve bu esnada toprağa tohum da serpilmiş olsa, yine de ekinin yeşermesi için yeterli gelmez. Bunun için ayrıca Allah’ın izniyle bitkinin yeşermesine uygun ortamı sağlayacak bir rüzgara da ihtiyaç vardır. Bu bitkinin yeşermesi açısından engel oluşturacak zararlı maddeleri de bertaraf etmek şarttır. Bütün şartların yerine getirilmesi ve bütün engellerin ortadan kaldırılması zorunludur. Bütün bunlar da Allah’ın kazası ve kaderi uyarınca olurlar. Aynı şekilde bir çocuk da sırf kadının döl yatağına meninin akıtılmasıyla dünyaya gelmez. Nice meni akıtanlar vardır ki, çocukları olmuyor. Bilakis, her şeyden önce yüce Allah’ın bu çocuğu yaratmayı dilemesi, ardından kadının hamile kalması ve rahminde beslemesi gerekir. Ayrıca bir çocuğun yaratılması için gerekli olan diğer tüm şartların yerine gelmesi ve engelleri de bertaraf edilmesi bir zorunluluktur.
Ahiret de öyle. İnsan sırf dünyada iken işlediği amellerle ahiret mutluluğuna erişemez. Dünyadaki ameller ahiret mutluluğu açısından sadece bir sebep konumundadır. Bu yüzden peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiç kimse yalnızca işlediği amellerle cennete giremez. Orada bulunanlar: Ya resulallah! Sen de mi? diye sordular. Evet, dedi, ben de. Ancak Allah’ın rahmeti ve lütfuyla beni kuşatması başka.”[72] Kuşkusuz yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yapmış olduğunuz iyi işlerle cennete giriniz.”[73] Bu ayette yer alan “ba” harfi cerri, ifadeye nedensellik anlamını kazandırmaktadır. Yani, işlediğiniz ameller sebebiyle ... Peygamberi-mizin (s.a.v.) olumsuzladığı husus ise, cennete girmenin işlenen amellerin karşılığı olmasıdır. Falan şeyi falan şeye karşılık olarak satın aldım, demek gibi. Yani, bir insanın işlediği ameller, cennete girmek için yeterli bir karşılık ve fiyat değildir. Bunun için Allah’ın bağışlamasına, lütfuna ve rahmetine ihtiyaç vardır. Allah affıyla kötülükleri siler, rahmetiyle hayırlar verir ve lütfuyla bereketleri katlayarak artırır.
İki grup insan
Bu meseleyle ilgili olarak iki grup insan sapmıştır:
Bir grup kadere inanmaktadır. Ama maksadın hasıl olması için bu inancın yeterli olduğunu sanmaktadırlar. Bu nedenle şeriatın olumlu gördüğü sebeplerden yüz çevirmiş bulunuyorlar. Salih ameller işlemeyi gerekli görmüyorlar. Bunlar sonunda Allah’ın kitaplarını, peygamberlerini ve dinini inkâr etmek durumunda kaldılar.
Bir diğer grup ise, işi o kadar ileri götürdüler ki, bir ücretlinin kendisini çalıştırandan ücret talep eder gibi Allah’tan ecir talep etme noktasına kadar vardırdılar. Sırf kendi yeteneklerine, güçlerine ve çalışmalarına güvenirler. Tıpkı kölelerin ücretlerini talep etmeleri gibi. Bunlar cahil ve sapık kimselerdir. Çünkü yüce Allah kullarına bir şey emrediyorsa, bunu ihtiyaç duyduğundan yapmaz. Ya da insanlara bir şeyi yasaklıyorsa, bu da Onun cimriliğinden kaynaklanmaz. Bilakis insanlara, onların maslahatına olan şeyleri emreder ve onlara, hayatlarını ifsad edecek şeyleri yasaklar. Nitekim bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur: “Ey kullarım! Siz benim zararımın düzeyine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz ve benim menfaatimin düzeyine ulaşamazsınız ki, bana menfaatiniz dokunsun.”[74]
Nitekim bir kral tebasına bir şey emrettiği zaman, onlara ihtiyaç duyduğundan emir verir, onlar da bu emri kendi kuvvetleriyle yerine getirirler, ki bu kuvveti kendileri yaratmış değildirler. Bu yüzden yaptıkları şeyin karşlığını isteme hakkına sahiptirler. Ama Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur, O müstağnidir. İnsanlar güzel davranırlarsa, kendilerinin lehine olmak üzere güzel davranmış olurlar. Eğer kötülük işlerlerse, kendi aleyhlerine olmak üzere kötülük işlemiş olurlar. İşledikleri iyilik kendi lehlerine ve işledikleri kötülük de kendi aleyhlerinedir. “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.”[75]
Sahih bir hadiste yüce Allah’ın şöyle buyurduğu belirtiliyor: “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin aranızda da onu haram kıldım; zulmetmeyin ey kullarım! Siz gece gündüz hata işlersiniz, ben bütün günahları bağışlarım, yine de önemsemem. Benden bağışlanma dileyin, sizi bağışlayayım, ey kullarım! Hepiniz sapmışsınız, hidayete erdirdiklerim hariç. Benden hidayet isteyin, sizi hidayete erdireyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız, benim doyurduklarım hariç. Benden yiyecek isteyin, size yiyecek vereyim. Ey kullarım! Siz benim zarırımın düzeyine erişemezsiniz ki, bana zarar veresiniz ve benim menfaatimin düzeyine erişemezsiniz ki bana menfaat dokundurasınız, ey kullarım! eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz.. tümünüz en müttaki olanınızın kalbine sahip olsanız dahi, mülküme bir şey katamazsınız. Eğer öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz ... tümünüz en günahkâr olanınızın kalbine sahip olsanız dahi benim mülkümden bir şey eksiltemezsiniz. Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz.. Hepiniz yüksek bir yere çıksanız ve benden isteseniz, ben de her birinize teker teker istediğini versem, bu, benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez. Nasıl denizden bir avuç içilmiş olmasıyla deniz eksilmiyorsa, benim mülkümde öyle. Sizin amellerinizi eksiksiz sayar ve karşılıklarını tam olarak veririm. Hayır bulanlar bundan dolayı Allah’a hamd etsinler, bundan başka bir şeyle karşılaşanlar da kendi nefislerinden başka kimseyi kınamasınlar...”[76]
Yüce Allah’ın alemlere ihtiyacının olmamasına rağmen, kullarını yaratmış, onlara elçilerini göndererek, onlar aracılığıyla kendilerini mutlu edecek ve bedbaht edecek şeyleri açıklamıştır. Bunun sonrasında mü’min kullarını, ihtilafa düştükleri hak hususunda izniyle doğruya iletmiştir. Böylece iman ve salih amellerle onlara minnet etmiştir. Çünkü kullarını yaratması, O’nun lütfunun bir göstergesidir, elçilerini göndermesi ilâhî bağışının bir eseridir. Onları hidayete erdirmiş olması sonsuz feyzinin belirtisidir. Kulların elde ettikleri bütün hayırlar, sahip oldukları bütün güç ve yetenekler, güçlerinin fevkinde olup da bizzat kendisinin bahşettiği bütün nimetler O’nun lutfünün eseridir. Aynı şekilde kullara amellerinin karşılığında sevap ve ceza vremesi de O’nun lutfünün bir göstergesidir. Bunu kendi üzerine almış olsa da. Tıpkı kendine zulmü haram etmesi gibi. Nitekim bunu vadetmiştir de: “Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı.”[77] “Mü’minlere yardım etmek de bize düşer.”[78] Bütün bunlar zorunlu olarak gerçekleşirler. Bu, O’nun gerekli kılmasının bir sonucudur. Çünkü kullar Allah’a bir şeyi vacip kılamazlar veya O’na herhangi bir şeyi yasaklayamazlar. Bilakis kullar bundan acizdirler, buna güçleri yetmez. O’nun bahşettiği her nimet, O’nun lutfüdür. O’nun verdiği her azap da O’nun adaletinin bir göstergesidir. Nitekim biraz önce sunduğumuz kutsi hadiste şöyle buyurmuştu: “Sizin amellerinizi eksiksiz sayar ve karşılıklarını tam olarak veririm. Hayır bulanlar bundan dolayı Allah’a hamd etsinler, bundan başka bir şeyle karşılaşanlar da kendi nefislerinden başka kimseyi kınamasınlar...”
Sahih bir hadiste peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İstiğfarın efendisi kulun şöyle demesidir: Allahım! Sen benim rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Senin ahdin ve vaadin üzereyim. Gücüm yettiğince yaptığım şeylerin kötülüğünden sana sığınırım. Bana bahşettiğin nimetlerini ikrar ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur.... Kim bunu söyler ve buna kesin olarak inanmış biri olarak sabahlarsa, o gece ölüverse cennete girer.”[79] “Bana bahşettiğin nimetleri ikrar ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum” sözü, rabbin nimetlerini itiraf etmenin ve kulun da günahkârlığının itirafıdır. Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir: Şu anda Allah’tan üzerime akan bir nimet ile benden Allah’a doğru yükselen bir günah arasında bulunuyorum. Bu yüzden nimete karşı şükrümü ifade etmek ve günahtan dolayı da bağışlanma dilemek istiyorum..”
Dolayısıyla kaderi bahane ederek emirlerden, yasaklardan, ilâhî vaad ve tehditlerden yüz çeviren, onları dikkate almayan bir kimse sapmış olur. Bunun yanında kaderi göz ardı ederek emir ve yasaklara uyan kimse de sapıktır. Bilakis mü’minin tavrı şu ayette belirtildiği gibidir: “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.”[80] Şu halde biz, Allah’ın emrine uyarak O’na ibadet ederiz ve kadere imanımızın bir gereği olarak da O’ndan yardım dileriz. Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste şöyle deniyor: “Güçlü mü’min daha iyidir ve Allah katında zayıf mü’minden daha sevimlidir. Her ikisinde de hayır vardır. Sana faydalı olacak şeye içtenlikle sarıl ve Allah’tan yardım iste, kesinlikle acizlik gösterme. Eğer başına bir şey gelirse: Eğer şunu yapsaydım, şöyle olurdu, deme. Bilakis: Bu Allah’ın kadiridir, Allah dilediğini yapar, de. Çünkü “eğer...” diye başlamak, şeytana özgü amellerin açılışıdır...”[81]
Bu hadiste peygamberimiz (s.a.v.) insanlara iki şeyi emret-mektedir: Birincisi; kendilerinin menfaatine olan şeylere karşı istekli bir çaba içinde olmalarıdır. Yani Allah’ın emirlerine uymak. Buna ibadet diyoruz. İbadet ise Allah’a ve Resulü’ne itaat etmek sûretiyle yerine getirilen bir olgudur.
İkincisi; Allah’tan yardım dilemeleridir. Bu, kadere imanı da içeren bir olgudur. Yani, değiştirme yetkisi ve güç ancak Allah’ındır. Allah’ın dilediği olur ve dilemediği de olmaz.
Kaderiyenin ve mecusiliğin sandığı gibi, Allah’ın yardımı olmadan O’na itaat ettiğini zanneden kimse, Allah’ın eksiksiz kudretini, her şeyde geçerli olan meşiyetini ve her şeyi yaratmasını inkâr etmiş olur. İstediği şeyi yapma hususunda yardım gördüğünde ve bu işi gerçekleştirme imkânı bulduğunda, ister şeriata uygun olsun, ister aykırı olsun, bunun övgüye değer bir davranış olduğunu zanneden kimse Allah’ın dinini inkâr etmiş, kitaplarını, peygam-berlerini, vadini ve azap tehditini yalanlamış olur. Bu gruptakilerin hakkettikleri ilâhî gazap ve ceza öncekilerin hakkettiğinden çok daha korkunçtur.
Herkese yaratılışının gayesi olan davranışların kolaylaştırılması
Çünkü kul, Allah’ın hoşnut olduğu, sevdiği, emrettiği, yakınlaşıl-masına vesile kıldığı şeyleri istediği gibi, Allah’ın öfkelendiği, hoşlanmadığı, kızdığı, yasakladığı ve kişinin azaba çarptırılmasına sebep saydığı şeyleri de ister. Her iki gruptaki davranışları da Allah onun için işlenebilir hale getirmiş, kolaylaştırmıştır. Nitekim peygamber efendimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Herkese, yaratılışının gayesi olan davranışlar kolaylaştırılmıştır. Mutluluk ehli olan kimselere, mutluluk ehli olanların amelleri kolaylaştırılır. Bedbahtlık ehli olan kimselere de bedbahtlık ehli olanların davranışları kolaylaştırılır.”[82] Yüce Allah da konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mü’min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldur. Hepsine, onlara da bunlara da rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.”[83] Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: “İnsan var ya, rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde, rabbim bana ikram etti, der. O’nu imtihan edip rızkını daralttığında ise, rabbim beni önemsemedi, der. Hayır!”[84]
Burada yüce Allah, dünya hayatında bir kimseyi sınadığında, bunun, onu önemsemediği anlamına gelmeyeceğini açıklıyor. Bilakis, O, kullarını rahatlık ve zorlukla imtihan eder. Mü’min kimse bu imtihan esansında sabırlı ve haline şükreden biri olur ki, her ikisi de, yani hem rahatlık, hem de zorluk kendisi için hayır olur. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Allah mü’min hakkında hangi hükmü verirse, mutlaka bu hüküm onun hakkında hayır olur. Bu durum mü’min kimseden başkası için geçerli değildir. Şayet mü’min kimseye bir rahatlık isabet ederse, şükreder ve bu onun için hayır olur. Eğer başına bir zorluk gelirse, sabreder ve bu da onun için hayır olur.”[85] Münafık ise, pek sabırsız ve feryadı basan bir karektere sahiptir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. O’na imkân verildiğinde ise pinti kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Namazı kılanlar, ki onlar namazlarında devamlıdırlar; mallarında isteyene ve mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar. (...) cennetlerde ağırlanırlar..”[86]
Kula faydası olmayan, bilakis kendisine zararlı olan, Allah’a isyan etmek, varlık içinde şımarmak ve azmak gibi şeyler kolaylaştırıldığı gibi, Allah’a ibadet maksadıyla yönelmek, O’na itaat etmek ve salih amel işlemek de kolaylaştırılmıştır. Bu yüzden her namazda şöyle demesi emredilmiştir: “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz...”[87] Sahih bir hadiste peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah diyor ki: Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Bir kısmı benim, bir kısmı da kulumundur. Kuluma istedikleri verilecektir. Kul: Hamd alemlerin rabbine mahsusutur, dediği zaman, Allah şöyle der: Kulum bana hamd etti. Kul: “Rahmandır, rahimdir”, dediği zaman, Allah şöyle der: Kulum beni övdü. Kul: Din gününün sahibidir, dediği zaman, Allah: Kulum beni ululadı, der. Kul: Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz, dediği zaman, Allah: Bu ayet benimle kulumun arasındadır. Kuluma istediği verilir, der. Kul: Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil, dediği zaman, Allah: Bunlar kuluma aittir. Kuluma istediği verilir, der.”[88]
Selef alimlerinden biri şöyle demiştir: Yüce Allah yüz ondört kitap indirdi. Bu kitapların ilmini dört tanisinde topladı: Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’da... Sonra dördünü Kur’an’da topladı. Kur’an’ın ilmi mufassal surelerdedir. Mufassal surelerin ilmi de Fatiha’dadır. Fatiha’nın ilmi de “yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” ayetindedir.
Kul, bir amel işle, bu amel Allah’a yönelik itaat ve ibadet değilse, yani salih amel değilse, bu amel batıldır. Çünkü dünya lanetlenmiştir, onda bulunan şeyler de lanetlenmişlerdir. Ancak Allah için olan şeyler müstesnadır. Eğer insan dünyada işlediği amellerle liderlik ve mal elde etmek isterse, liderlik istemenin sonu firavunluk, mal biriktirmenin sonu da karunluktur.Yüce Allah Kasas suresinde firavunun da karunun da kıssanını anlatmış ki, bu kıssalarda akıl sahibi kimseler için büyük ibretler vardır. Bir işte Allah kuluna yardım etmezse, bu iş olmaz ve fayda sağlamaz. Allah ile olmayan bir şey de asla olmaz. Allah için olmayan bir şey de ne fayda verir, ne de devam eder. Bu yüzden kulun: “yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz,”[89] demesi emredilmiştir.
Kul için, takdir edilenle ilgili olarak iki durum sözkonusudur. Biri kaderden önceki durum, biri de kaderden sonraki durumdur. Takdir edilenden önce kulun Allah’tan yardım istemesi, O’na güvenip dayanması ve O’na dua etmesi gerekir. O’nun fiilinin bir etkisi olmasızın ön görülen şey takdir edilince, buna sabretmesi veya rıza göstermesi gerekir. Şayet takdir edilen şey kendi fiili aracılığıyla gerçekleşirse, o zaman bu, bir nimettir ve bundan dolayı Allah’a hamd etmesi gerekir. Şayet fiili sonucu takdir edilen şey günah nitelikli ise, o zaman da Allah’tan bağışlanma dilemesi gerekir.
İnsan için, emredilen şeylerle ilgili olarak da iki durum sözkonusudur. Biri fiilden öncedir. Emredileni yerine getirme hususunda kararlılık göstermek ve bunun için Allah’tan yardım istemek. Biri de fiilden sonraki durumdur. O da işlenen kusurlardan dolayı Allah’tan bağışlanma dilemek ve fiilin sonucunda ortaya çıkan ilâhî nimetlere karşılık Allah’a şükretmektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vaadi haktır. Günahının bağışlanmasını iste.”[90] Burada yüce Allah, takdir edilen musibetlere karşı sabretmeyi ve işlenen günahtan dolayı da bağışlanma dilemeyi emretmektedir. Kuşkusuz her insanın bağışlanma dilemesi, kendi düzeyiyle ilgilidir. Çünkü ebrar denilen derecedeki insanların iyilikleri, mukarebbin düzeyindeki insanlar açısından kötülük konumundadırlar. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, işlerin en değerlisidir.”[91] Yüce Allah bize Hz. Yusuf’un (a.s.) şu sözünü aktarır: “Kim Allah’tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükafatını zayi etmez.”[92] Burada musibetlere karşı sabretmek ve günahlardan kaçınmak sûretiyle de takva göstermek zikrediliyor. Nitekim peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Her hayırda sana faydalı olacak şeye içtenlikle sarıl ve Allah’tan yardım iste, kesinlikle acizlik gösterme. Eğer başına bir şey gelirse: Eğer şunu yapsaydım, şöyle olurdu, deme. Bilakis: Bu Allah’ın kadiridir, Allah dilediğini yapar, de. Çünkü “eğer...” diye başlamak, şeytana özgü amellerin açılışıdır...”[93]
Burada peygamberimiz (s.a.v.) insanın başına bir musibet geldiği zaman kadere bakmasını ve geçenden dolayı hasret çekmemesini emretmektedir. Bilakis insanın şunu bilmesi gerekiyor ki, başına gelen şey kendi işlediği hatanın sonucu değildir. Çünkü işlediği her hatanın mutlaka başına bir musibet olarak gelmesi zorunlu değildir. O halde yapılacak şey, musibetler zamanında kadere bakmak, kusur işlendiği zaman da Allah’tan bağışlanma dilemektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Yer yüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.”[94] Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.”[95] Alkame ve başkaları bu ayetle ilgili olarak şöyle demişlerdir: Burada kastedilen kimse, başına bir musibet geldiği zaman, bunun Allah’tan geldiğini bilen ve bu gelen şeye razı olup teslimiyet gösteren kişidir... Yüce Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
YÜCE YARATICININ SAPTIRMASI
VE HİDAYETE ERDİRMESİ
Kaza, kader, hikmet ve talil hakkında söylenenlerin en sağlamı – Şer’i hükümlerin emir ve neyhi – üç temel değerlendirme – Akılca güzellik ve çirkinlik meselesi – Peygamberlerin gönderilmesi herkes için birer nimet ve hikmettir – el-Muntakim (intikam alan) ismi – Kader konusunda Cumhurun görüşü – Kader konusunda Mutezile’nin görüşü – Kader konusunda diğer görüşler – Cebriyecilerin Kaderiyecilerle bir olması – Mürciyecilerle Kaderiyecilerin bir olması – İnsanlar şeriat ve kader konusunda dört gruba ayrılırlar – Adem ve Musa’nın tartışması – Nisa suresi 78 -79 . ayetlerin tartışması – Selefi görüşe göre kul gerçek bir faildir – Mutezile ve Cebriye’nin görüşü – Fiil ile yapılmış, yaratma ile yaratılmış – Fiillerde benzeşme, sıfatlarda ayrışma – Muzetile’nin Eşariyle örtüşmesi – Tesir, cebir ve rızık kelimelerinin açıklanması – Yapabilirlik konusunda tartışmalar – Güç yetirilemeyeni teklif etme – Sebeplerin varoluşu – Bir şeyden ancak bir şey sadır olur yanılgısı – Hayra ulaşmada sebepler en büyük duadır – Dostluk, sevgi ve onları inkar edenler – Allah’a eksiklik yakıştıranlara birkaç cevap – İnsanların üç fırkaya ayrılması
Soru:
Yüce yaratıcı saptırır mı hidayete mi erdirir?
Cevap:
Varlık aleminde olan her şey Allah tarafından yaratılmıştır. Her şeyi dilemesi ve kudretiyle yarattı. O’nun istediği olur, istemediği de olmaz. Veren de O’dur, vermeyen de. Alçaltan da O’dur, yükselten de. Üstün kılan da O’dur, alçaltan da. Zengin eden de O’dur, fakir eden de. Kimini saptırır, kimini de doğru yola iletir. Kimini mutlu eder, kimini bedbaht. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alır. Dilediği kimsenin göğsünü islâma açar, dilediği kimselerinde göğsünü göğe yükseliyormuş gibi sıkıştırır. O, kalpleri çekip çevirendir. Bütün kulların kalpleri Rahman’ın iki parmağının arasındadir. Bunlardan dilediğini dosdoğru tutar, dilediğini de kaydırır. Mü’minlere imanı sevdiren, onu kalplerine süslü gösteren, onların küfürden, fısktan ve günahtan tiksinmelerini sağlayan O’dur. İşte bunlar doğru yol üzere olanlardır.
Müslümanı müslüman kılan O’dur, namaz kılanı namaz kılan. İbrahim’in (a.s.) şu sözlerini bize aktarır: “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar.”[96] “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle.”[97] “Sabrettikleri için, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.”[98] Yüce Allah firavun soyu hakkında da şöyle buyuruyor: “Onları, ateşe çağıran öncüler kıldık.”[99] Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: “Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.”[100] Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap.”[101] “Gemiyi yapıyor..”[102]
Gemi adem oğullarının yararlanmaları için yaratılmıştır. Yüce Allah aşağıdaki ayette gemiyi yarattığını haber veriyor: “Onlar için, bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık.”[103] Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükun yeri yaptı ve sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden ve kıllarından bir süreye kadar faydalanacağınız bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi..”[104] İşte burada sayılanların tamamı Adem oğlu için yapılmıştır.
“Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.”[105] Ayetin orijinalinde geçen “ma” edatı “ellezi..” anlamındadır. Bunun masdariye olduğunu söyleyenler yanılıyorlar. Yüce Allah, yontulanları, yapılanları ve giyilenleri yarattığına göre, bu, O’nun yapan ve yapılan her şeyin yaratıcısı olduğunu gösterir. Bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.”[106] Bir başka ayette şöyle buyurmuştur: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse kalbini iyice daraltır.”[107] Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, yüce Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. Yarattığı her şeyde O’nun üstün hikmeti gizlidir. Yarattığı her şey, engin nimetinin göstergesidir. Her varlık O’nun genel ve özel rahmetinin eseridir. O, yaptığından dolayı sorguya çekilmez, ama kullar yaptıklarından dolayı sorguya çekilirler. Bunun nedeni, sadece kudretinin ve karşı konulmaz gücünün sınırsızlığı değildir, aynı zamanda ilminin, kudretinin, rahmetinin ve hikmetinin eksiksizliğidir de.
Şu halde yüce Allah hükmedenlerin en iyisi, merhametlilerin en merhametlisidir. O, bir annenin yavrusuna duyduğu merhametten çok daha fazla kullarına merhamet besler. Her şeyin yaratılışını da güzel yapmıştır. Nitekim bir ayette şöyle buyuruyor: “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.”[108] Öte yandan yüce Allah varlıkları bir takım sebeplere bağlı olarak yaratmıştır. Nitekim bu hususta şöyle buyuruyor: “Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda...”[109] “Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız.”[110] Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür.”[111]
Kaza, kader, hikmet ve ta’lil hakkında söylenenlerin en sağlamı
Soru:
Yüce Allah’ın varlıkları yaratma ve canlıları var etme hususunda gösterdiği güzel iradesi hakkında soruldu. Allah bir illetten dolayı mı yaratır, yoksa bir illet olmaksızın mı yaratır? Eğer bir illet sözkonusu değildir, denilirse, bu durumda yaratma boş bir iş olarak belirginleşir- ki Allah’ı boş bir şey yapmaktan tenzih ederiz- Eğer bir illetten dolayı yaratır, denilirse, bu durumda illet hep vardı (lem yezeldi) derseniz, bu, malulun da hep var olmasını gerektirir. Yok eğer illetin sonradan olma (hadis) olduğunu söylerseniz, bu durumda onun da bir illetinin olması gerekir. Oysa sonsuza kadar illetler zinciri ortaya çıkar ki bu, imkânsızdır.
Cevap:
Alemlerin rabbi olan Allah hamd olsun. Bu büyük bir meseledir. İnsanların hakkında fikir yürüttükleri en önemli meselelerden biridir. Bölümleri ve dalları olan büyük bir mesele. En çok da kuşkuya ve hayrete düşülen bir meseledir. Çünkü Allah’ın sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle, emir, nehiy, vaad ve tehdit nitelikli hükümleriyle ilgilidir. Dolayısıyla Allah’ın yaratmasının ve emretmesinin kapsamına girer. Şu halde varlık aleminde mevcut olan her şeyin bu meseleyle ilgisi vardır. Bütün varlıklar bu meseleyle ilgilidirler, çünkü bu mesel Allah ile ilgilidir. Aynı şekilde bütün şeri hükümler; emir, nehiy, vaad ve tehdit... Hep bu meseleyle ilgilidirler. Dolayısıyla kader ve emir meseleleriyle ilintilidir. İlâhî sıfatlar ve fiiller meseleleriyle de. İnsanların sahip oldukları bilgilerin toplandığı bir merkez meseledir bu. Nitekim emir ve yasaklardan ibaret olan fıkıh ilmi de bu meseleyle ilgilidir.
Şer’i hükümlerin emir ve neyhi
Alimler “şeri hükümlerin, emir ve yasakların illetleri” hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Tıpkı tevhidi, doğruluğu, adaleti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı emretme, şirki, yalanı, zulmü ve çirkin hayasızlığı yasaklamanın gerekçeleri üzerinde çeşitli görüşler ileri sürdükleri gibi. Acaba bütün bunların emredilmesi bir hikmete ve maslahata mı dayanıyor? Bir illet mi bunları gerektirmiştir? Yoksa salt ilâhî meşiyetten ve iradeden mi kaynaklanmışlardır? Acaba şeriatın illetleri gerektirici sebep ve sürükleyici etken anlamına mı gelirler? Yoksa birer belirti ve işaret midirler? Acaba (varsayalım ki) Allah’ın tevhidi, doğruluğu, adaleti yasaklaması; şirki yalanı ve zulmü emretmesi gibi bir durum ortaya çıksaydı, bu hikmete sığar mıydı?
Bütün kelâm ekolleri yüce Allah’ın zulümden münezzeh olduğunu söylüyorlar. Acaba Allah zulme güç yetirir olduğu halde mi ondan münezzehtir, yoksa zulüm kendisi açısından imkânsız mıdır ve zulmün O’ndan vaki olmasına imkân yok mudur?
Ayrıca yeryüzünde meydana gelen küfür, fısk ve günah ile ilgili olarak da yoğun bir tartışma yaşanmıştır. Acaba Allah, başka şeyleri istediği ve sevdiği gibi bunları da istiyor ve seviyor mu? Yoksa bunlar O’nun kudreti ve dilemesi dışında mı meydana geliyorlar? Allah sapığı doğru yola iletmeye ve doğru yolda olanı da saptırmaya güç yetiremez mi? Yoksa sapma ve doğru yola girme olguları onun kudreti ve iradesi dışında mı gerçekleşiyor? Acaba gerçek şu mudur: O’nun mülkünde istemediği bir şey olmaz. Bütün yarattıklarının temelinde O’nun yüksek hikmeti yatmaktadır. Allah yukarıda sayılan hususlara buğz eder, onlardan hoşlanmaz ve bunları işleyenleri cezalandırır. Fesadı sevmez, kullarının kâfir olmalarını istemez. Hoşnutluğunun ve sevgisinin göstergesi olan dini irade anlamında bunları istemez, sadece kaderinin ve kazasının kapsamında olan tekvini iradeyle ister. Üzerinde durmak istediğimiz bu meselenin daha birçok ayrıntısı vardır. Ancak bunları teker teker saymak bu bölümün hacmini aşar.
Üç temel değerlendirme
Bu temelin gel gitli, çekişmeli bir özelliğe sahip olması, birçok yanılgıların gün yüzüne çıkması yüzünden, soruyu soran şahsın da işaret ettiği üç temel değerlendirme belirginleşmiştir. Bu değerlendirmelerin her birini, Adem oğullarının, müslüman veya müslüman olmayan bir grubu savunmaktadır.
Birinci Değerlendirme: Bu düşünceyi savunanlar diyorlar ki: Allah varlıkları yaratmış ve bir takım emirler yöneltmiştir, ama bir illetten, bir gerektirici sebepten veya sürükleyici bir etkenden dolayı değil. Bilakis, salt meşiyetinden ve sırf iradesinden dolayı böyle davranmıştır. Bu, kaderi kabul eden grupların çoğunun görüşüdür. Kelâm ve fıkıh ekollerinden olup kendilerini ehli sünnete nispet eden bazı gruplar da bu düşüncededir. Malik’in, Şafii’nin ve Ahmed’in bazı arkadaşları ve başkaları bu düşüncelere sahiptir. Eş’arî ve arkadaşlarının görüşü de bu yöndedir. İbni Hazm ve benzerleri gibi “fıkıh bağlamında kıyas olgusunu olumsuzlayan” grupların çoğu da bu görüştedir.
Bunların temel argümanlarından, dayandıkları ana kanıtlardan biri şudur: Eğer Allah varlıkları bir illetten dolayı yarattıysa, bu, Allah’ın illet olmadığı zaman eksik, illetle beraber kamil olmasını gerektirir. Bu yüzden ya bu illetin varlığı ile yokluğu O’nun açısından bir olacak ya da varlığı O’nun için daha iyi olacak. Eğer birincisi doğruysa o zaman bir illet için bir şeyi yapması imkânsız olur. Şayet ikincisi doğruysa, o zaman da illetin varlığı O’nun için daha iyi olacak ve kendisi bu illetle kamil olacaktır. Bu da illetin öncesinde eksik olduğu sonucu gündeme getirir.
Yine bunların argümanlarından bir diğeri de, soruyu soran zatın dile getirdiği şu husustur: Eğer illet öncesiz (kadim) ise bu, malulun da kadim olmasını gerektirir. Çünkü amaç niteliğindeki illet, bilgi ve niyet bazında maluldan önce ise de -Nitekim: Düşünce önce, eylem sonra gelir veya önce istek sonra idrak gelir, denir ve yine, fail, amaç niteliğindeki illet sayesinde fail olur, denir- onun varlık olarak maluldan sonra olduğunda en küçük bir kuşku yoktur. Çünkü bir kimse, istediği bir amaç için bir fiili işlediğinde, istenen şeyin varlığı fiilden sonra gerçekleşecektir. Eğer illet dediğimiz bu istenen şeyin kadim olduğu takdir edilirse, fiilin kadim olması çok daha öncelikli bir olgu olarak belirginleşir.
Eğer denilse ki: Allah kadim bir illetten dolayı yapar. O zaman hiçbir sonradan olma (hadis) varlığın meydana gelmemesi gerekir. Oysa gözlemlenen alemdeki gelişmeler bunun tam aksini göstermektedir. Bunun yerine: Allah sonradan olma (hadis) bir illetten dolayı yapar, denilse, o zaman da şu iki sakınca gündeme gelir:
Birincisi: Olayların mahalli olması gerekir. Çünkü illet O’ndan ayrı olduğu zaman, onunla ilgili bir hüküm Allah’tan sadır olmasa, bu takdirde illetin varlığının Allah açısından yokluğundan daha iyi olması imkânsız olur. Şayet illetle ilgili hükmün Allah’tan sadır olduğu takdir edilirse, bu zorunlu olarak sonradan olma (hadis) olacak ve sonradan olmalar (havadis) da O’nunla kaim olacaklardır.
İkincisi: Bu, iki açıdan sonsuz zincirlemeyi gerektirir. Birincisi; bu sonradan olma (hadis) ve fiil aracılığıyla istenen illet de Allah’ın kudreti ve dilemesiyle var ettiği bir şeydir. Eğer onu bir illet olmadan var ettiyse, daha önce söylediğimiz gibi, bu, boş bir iş olur. Şayet bir illetten dolayı yapmışsa, o zaman illetlerin taksimi yeniden gündeme gelir. Eğer Allah her meydana getirdiğini, bir illetten dolayı meydana getiriyorsa ve illet de O’nun meydana getirdiği bir şeyse, bu, meydana gelişlerin zincirleme oluşunu kaçınılmaz kılar. İkincisi; bu illet ya kendisinden dolayı istenen bir şey olur, ya da başka bir illetten dolayı. Şayet kendisinden dolayı istenen bir şey olursa, sonradan olma (hadis) olması imkânsız olur. Çünkü Allah’ın irade ettiği ve kadir olduğu bir şeyin oluşu ertelenemez. Şayet başka bir illetten dolayı isteniyorsa, o zaman bu başka bir illet hakkında söyleyeceklerimiz, onun hakkında söylediklerimizin aynısı olacaktır ve kaçınılmaz olarak illetler zincirlemesini gerektirecektir. İşte bu ve benzerleri, Allah’ın fiillerinin ve hükümlerinin bir illete dayanmasını olumsuzlayanların argümanlarıdır.
İkinci Değerlendirme: Fail konumundaki illeti kadim gördükleri gibi, amaç nitelikli illeti de kaim görenlerin savunduğu görüştür. İleride açıklayacağımız gibi, bazı müslüman gruplar bu düşünceyi savunduğu gibi, evrenin kadim (öncesiz) olduğunu ileri süren felsefeciler de bu görüşü savunmuşlardır. Bunların düşüncelerinin temeli şudur: Evreni var eden tam bir illettir ve bu illet malulunu kaçınılmaz kılar. Malulunun ondan geri kalması caiz değildir. En büyük kanıtları ise şudur: Var oluşu itibariyle fail kabul edilen bütün olgular, eğer ezelden beri var iseler, bu, mef’ulun (failin yaptığının) da ezeli olmasının gerektirir. Çünkü tam illetin malulu ondan geri kalamaz. Çünkü tam illetin malulu ondan geri kalırsa, o zaman fiilin bütün şartları ezelde olmamış olurlar. Çünkü tam illeti dediğimiz zaman, gerektirdiği malulundan başka bir şeyi kast etmiş olmuyoruz. Eğer malulunun ondan geri kaldığı takdir edilirse, o zaman bu illetin tamlığı ortadan kalkar. İllet tam değilse -ki tam illet fiilde ifadesini bulan bütün olgulardan ibarettir ve fiilin meydana gelmesini sağlayan tam bir gerektiricidir ve yine tamamı ezelde varolmasa da varlıklarıyla fiilin varlığını gerektiren bütün şartlardan ibarettir- o zaman kaçınılmaz olarak yapılan-edilen şey, bundan sonra bir hadisin (sonradan olma varlığın) sebebiyle yenilenmesiyle var olmuştur denilecektir. Aksi takdirde tercih edici bir irade olmaksızın mümkün olan iki taraftan birini tercih etme gereği gündeme gelecektir. Eğer sonradan olma bir sebep varsa, bunun sonradan oluşuyla ilgili söyleyeceklerimiz, ilk olarak sonradan olma (hadis) varlık olan şey hakkında söyleyeceklerimizin aynısı olacaktır. Yani, zincirleme oluş kaçınılmaz olacaktır. Kısaca diyorlar ki: Yapılanı-edileni (mef’ul) gerektiren tam bir illeti olumsuzlamak ya sonsuz zincirleme oluşu ya da tercih eden bir irade olmaksızın iki şıktan birini tercih etme olgusunu gündeme getirecektir.
Daha sonra bu düşünceyi savunanların büyük bir kısmı, fiil için, fiil nitelikli illetin aynısı olan amaç nitelikli bir illetin varlığını savunmuşlardır. Ancak bunlar çelişki içindedirler. Çünkü Allah için amaç nitelikli bir illetin varlığını ileri sürdükleri gibi, fiili için de amaç nitelikli bir illetin var olduğunu ileri sürmüş oluyorlar. Bununla beraber onun bir iradesi yok, sadece bizzat gerektiricidir, diyorlar, kendi seçimiyle fail olan değildir. Bu söyledikleri birçok açıdan batıldır.
Bunlardan biri, bu söz hiçbir şeyin olmamasını ve olan her şeyin de bir varedicinin var etmesi olmaksızın olmasını gerektirir, denilmesidir. Bilindiği gibi bunun batıl oluşu, sonsuz illetler zincirlemesinin ve bir tercih edici olmaksızın iki şeyden birinin tercih edilmesinin batıl olmasından çok daha açıktır. Şöyle ki: Malulunu gerektiren tam illetin malulu onunla beraber, eş zamanlı olur. Malulunun zaman olarak ondan geri kalması caiz değildir. Aksi takdirde olan hiçbir şeyin bu tam illetten meydana gelmesi caiz olmaz. Bunların tam illet dedikleri varlığı zorunlu (vacib-ul vücut)dan başka mümkün nitelikli varlıkların kaynaklandığı bir şey yoktur. Eğer sonradan olma varlıkların O’ndan kaynaklanmaları imkânsız ise, üstelik O’ndan başka da bunları meydana getirecek başka biri de yoksa, bu durumda meydana gelen sonradan olma (hadis) varlıkların, bir varedici olmadan var olmuş olmaları gerekir.
Öte yandan, bütün bu sonradan olma varlıkları O’ndan başkasının var ettiği bir an için takdir edilse, bu başkası da kendisinden dolayı zorunlu (vacip) varlık ise, ilk vacip varlık için söylediklerimiz bunun için de geçerli olacaktır. Onların dediklerinin özü şudur: Vacip varlık tam bir illettir ve bu illet malulunun varlığının kendisiyle iş zamanlı olmasını gerektirir. Bu dediklerine bakılırsa, bu tam illetten, sonradan olma (hadis) bir varlığın ne aracılı, ne de aracısız sadır olmasının caiz olmaması gerekir. Çünkü bu aracı eğer onun varoluşunun gereklerinden biri ise, onunla beraber kadimdir demektir. Dolayısıyla sonradan olma bir varlığın ondan sadır olması imkânsız olur. Şayet bu aracı sonradan olma bir varlık ise, diğer sonradan olma varlıklar için söylenenler onun için de geçerli olur.
Eğer sonradan olma varlıkları meydana getirenin kendinden vacip olmadığı takdir edilirse, bu demektir ki, mümkün nitelikli bir varlıktır ve kendisini vacip nitelikli varlık kılacak bir vacip varlığa muhtaçtır. Sonra eğer onun sonradan olma olduğu söylenirse, sonradan var edilen varlıklardan biri olduğu anlaşılır. Yok eğer onun varolmasını gerektiren tam bir illeti olan kadim bir varlık olduğu söylenirse, bu durumda da sonradan olma varlıkların ondan meydana gelmeleri imkânsız olur. Çünkü mümkün nitelikli varlıklardan birinin kendisi de, sıfatları ve fiilleri de kendiliğinden vacip bir varlık olmadan meydana gelemez. Şayet sonradan olma varlıkların, kadim bir illetin malulu kadim bir mümkün nitelikli varlıktan meydana geldikleri takdir edilse, o zaman şöyle denir: Meydana gelişi gerektiren bir sebep ondan meydana geldi mi, gelmedi mi? Eğer bir sebep meydana gelmedi diye cevap verilirse, bu, tercih edici olmadan tercih etme eyleminin olmasını gerektirir. Şayet, bir sebep meydana geldi, diye cevap verilirse, o zaman da daha önce söylediğimiz gibi sonsuz illetler zinciri gündeme gelir.
İkincisi: Onların bu görüşlerinin batıl olduğunu şöyle söyleyerek ortaya koyabiliriz: Sizin ileri sürdüğünüz argümanların özü şudur: Ortada kadim bir illet yoksa bu, sonsuz illetler zincirini veya tercih edeni olmayan tercih etmeyi gerektirir. Size göre de sonsuz illetler zinciri olabilir. Çünkü onların dedikleri aslında şundan ibarettir: Şu sonradan olma olaylar, birbirinin ardınca meydana gelen bir zincirleme oluştan müteşekkildir. Çünkü felekin hareketleri, kabiliyetlerin, kadim bir illetten kaynaklanan yeni oluş biçimlerini kabul etmeye hazırlanışını gerekli kılar. Siz ister buna faal akıl deyin, ister akıllar ya da başka olgular aracılığıyla varlıkları sadır eden vacip varlık deyin, fark etmez. Size göre sonsuz illetler zincirinin olması caiz olduğuna göre, illetler zincirini gerektirse de, malulunu gerektiren bir illet olmaksızın da oluşların olması imkânsız olmaz. Hatta şeriata ve akla göre, böyle bir durum, sizin söylediklerinizden daha iyi de olabilir. Çünkü şeriat, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını haber veriyor. Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bu hususta görüş birliği içindedirler. Eğer biri dese ki, Allah bunları, bundan önceki sonradan olma bir olgu sebebiyle yarattı, bu dediği, şeriata göre, sizin, bu onunla beraber kadim ve ezeliydi, demenizden çok daha iyidir. Üstelik bu, akla da daha uygun olur. Çünkü akıl, feleklerin kadim oluşunu kabul etmez ki, şeriatla çelişsin. İşte size akli bir kanıt: hiçbir olay, sonradan olma (hadis) bir varlık olmaksızın olmaz. Eğer: Allah gökleri ve yeri, bundan önce olan bir şey dolayısıyla yarattı, denilse sizin akli kanıtlarınızdan bunu çürütecek hiçbir şey olmaz.
Üçüncüsü: Şunu diyebiliriz: Sonsuza dek, sonradan olma bir varlığın bir başka sonradan olma varlıktan sonra olması ya aklen mümkündür veya imkânsızdır. Eğer aklen imkânsız ise, bu, bütün sonradan olma varlıkların bir öncesinin olmasını gerektirir. Nitekim kelâm gruplarından bazısı bu görüştedir. Bu da onların, feleklerin hareketlerinin kadim olduğuna ilişkin sözlerini geçersiz kılar. Şayet aklen mümkün ise, gökler ve yer gibi Allah’ın meydana getirdiği sonradan olma varlıkların var olmalarının, bundan önce olan sonradan olma başka olaylara bağlı olmasının mümkün olması gündeme gelir. Nitekim siz de şu evrende meydana gelen hayvanlar, bitkiler, madenler, yağmurlar ve bulutlar gibi olgular için böyle düşünüyorsunuz. Böylece her iki varsayıma ilişkin kanıtınızın geçersizliği, argümanlarınızın mesnetsizliği ortaya çıkar.
Sonra şöyle deriz: Ya evreni vareden için bir hikmetin ve istenen bir amacın varlığını kabul edersiniz, ay da etmezsiniz. Eğer kabul etmezseniz, o zaman amaç nitelikli illetin varlığına ilişkin iddianız geçersiz olur ve buna bağlı olarak da yüce yaratıcının hayvanları ve diğer varlıkları yaratırken bir hikmete dayandığına ilişkin söylediklerinizin de bir anlamı kalmaz. Kaldı ki, varlık aleminin hareket tarzı da sizin bu söylediklerinizi yalanlamaktadır. Çünkü varlık aleminde mevcut olan hikmetleri saymak mümkün değildir. Yüce Allah’ın kullarına yönelik nimetinin ve rahmetinin bir göstergesi olarak meydana getirdiği şeyleri tam da kulların ihtiyaç duydukları bir vakitte meydana getirmesi gibi. Kış mevsiminde ihtiyaç duyulduğu kadar yağmur yağdırması bunun bir örneğidir. Bir diğer örneği de, insanların ihtiyaç duydukları kadar araç ve gereç nitelikli varlıkları meydana getirmesidir. Bunun daha birçok örneği vardır ki, burası bu tür örnekleri uzun uzadıya anlatmanın yeri değil. Eğer Allah’ın istenen bir hikmetinin olduğunu kabul ederseniz- ki bu, sizin terminolojinizde amaç nitelikli illet olarak ifade edilir- zorunlu olarak onun meşiyetinin ve iradesinin de olduğunu kabul etmeniz gerekir. Çünkü: Falan fail falanca işi bir hikmete dayalı olarak yarattı dedikten sonra, onun bu istenen hikmeti irade etmediğini söylemek iki çelişik olguyu bir araya getirmek olur. Zaten şu felsefeciler, insanlar içinde en çok çelişkiye düşen kimselerdir. Bu yüzden ilmin alimin kendisi olduğunu, ilmin irade olduğunu, iradenin de kudret olduğunu söylüyorlar. Bunun gibi daha birçok çelişkiyi söyleyip duruyorlar. Nitekim başka yerlerde onların bu yaklaşımlarına ilişkin detaylı değerlendirmelere yer verdik.
Üçüncü Değerlendirme: Allah, övgüye değer bir hikmete dayalı olarak yapılıp edilenleri yapar, emredilenleri emreder. Müslüman olsun, olmasın insanların büyük çoğunluğunun görüşü budur. Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmed’in taraftarlarından oluşan gruplar bu görüştedir. Mutezile, Kerramiye, Mürcie ve benzeri kelâm gruplarının birçoğu da bu düşünceyi savunur. Hadis, tasavvuf ve tefsir ekollerinin çoğu, kadim filozofların büyük bir kısmı, Ebu’l Berekat gibi son kuşak filozofların bazısı bunu savunmuştur. Ancak bu ortak kanaat üzerinde birleşmekle beraber her grup kendi görüşünü farklı şekilde formüle etmiştir.
Bazılarının görüşü şöyledir: İstenen hikmet yaratılmıştır ve o da Allah’tan ayrıdır. Bunu Mutezile ve şia mezhepleriyle bu hususta onlarla aynı görüşü paylaşan başka gruplar ileri sürmüşlerdir. Diyorlar ki: Bu bağlamda hikmet, Allah’ın kullarına yönelik ihsanıdır. Emir verdiğinde bunun altındaki hikmet, bu emri yerine getirmelerine karşılık sevap almalarıdır. Yine diyorlar ki: Başkasına iyilik etmek, ihsanda bulunmak aklen güzel ve övgüye değer bir davranıştır. Dolayısıyla yüce Allah varlıkları bu hikmete dayalı olarak yaratmıştır ve bundan dolayı kendisine dönük herhangi bir hüküm sözkonusu değildir, O’nunla kaim olan bir fiil veya sıfat yoktur.
İnsanlar da onlara şu karşılığı vermişlerdir: Siz bu sözlerinizle çelişkiye düşüyorsunuz. Başkalarına iyilik etmek, ihsanda bulunmak övgüye değerdir, çünkü bundan dolayı iyiliği yapana bir hüküm döner ve bunun için de övgüyü hakkeder. Bu, ya kendi eksikliğini tamamlamak veya bununla övülmeyi ve ödüllenmeyi beklemesi içindir. Ya da kendi nefsinde bir duygusallık ve acı hissediyor, yaptığı bu iyilikle, duyduğu acıyı dindirmek istiyor. Yahut yaptığı iyilikten dolayı hissettiği lezzet, sevinç ve neşeden dolayı böyle davranma gereğini duyuyor. Çünkü soylu bir nefis, başkalarına yaptığı iyilikten dolayı sevinir, neşe duyar ve lezzet alır. O halde başkasına iyilik etmek övgüye değerdir, çünkü iyilik edene yaptığı bu işten dolayı övülmesini gerektiren bir nitelik, bir hüküm dönüyor. Şayet iyilik yapan açısından iyiliğin varlığı ile yokluğu aynı düzeyde ise, böyle bir fiili işlemenin kendisi için iyi olacağını bilmez, tam tersine, akıl sahiplerinin itiraf edecekleri gibi böyle bir davranış boş bir iş olarak belirginleşir. Bir kimse herhangi bir fiili işlerse ve bu fiili işlediğinden dolayı içinde bir lezzet hissetmezse, bunun bir maslahatı yoksa ve bir şekilde kendisine dünya veya ahiret menfaatı olarak geri dönmezse, yaptığı bu iş boştur ve bu yaptığından dolayı da övülmeyi hakketmez. Siz ise, yüce Allah açısından fiillerin boş birer olgu olarak algılanmasından kaçınmak için O’nun fiillerini birer illete dayandıralım derken, kendiniz boş bir işin içine düştünüz. Çünkü boş iş demek, failine bir maslahat, menfaat veya bir fayda olarak dönmeyen fiil demektir. Bu yüzden gerek yüce Allah, gerek O’nun elçisi (s.a.v.) ve gerekse herhangi bir akıl sahibi kimse, mutlaka içinde bir maslahat, bir menfaat gördükleri için birine, bir başkasına iyilik etmesini emretmişlerdir. Aksi takdirde dünya veya ahirette kendisine bir şekilde, bir lezzet, bir sevinç, bir menfaat, bir neşe olarak getiri sağlamayacak bir fiili bir kimseye emretmek güzel bir davranış olarak kesinlikle nitelendirilemez.
Akılca güzellik ve çirkinlik meselesi
Bu sözlerden dolayı, Mutezile ve onlarla aynı görüşü paylaşan diğer gruplar arasında “Aklen güzel sayma ile aklen çirkin sayma meselesi” hakkında tartışma çıkmıştır. Mutezile ve Ebu Hanife’nin, Malik’in, Şafii’nin ve Ahmed’in arkadaşları ve hadis ehli gibi gruplar içinde onlarla bu hususta örtüşen kimseler aklen güzel saymayı ve aklen çirkin saymayı kabul etmişlerdir. Eş’arîler ile Malik, Şafii ve Ahmed’in arkadaşlarından bazıları ile onlarla örtüşen kimi gruplarsa bunu kabul etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım Ebu Hanife’nin kendisinden de rivayet edilmiştir. Ama her iki grup ta şu noktada hemfikirdir: Güzellik, fiilin fail için faydalı ve çekici, çirkinlik de fiilin fail için zararlı ve itici olarak tanımlanırsa, bunun şeran bilinmesi gibi aklen bilinmesi de mümkündür. Ama bunların içinde bazı kimseler, şeran bilinen çirkinlik ve güzelliğin bu kapsamın dışında olduğunu sanmışlarsa da, böyle değildir. Bilakis yüce Allah’ın vacip kıldığı ve insanları yapmaya teşvik ettiği bütün fiiller failleri için faydalı ve onların maslahatına uygundur. Yine yüce Allah’ın yasakladığı bütün fiiller de failleri için zararlı ve onlar hakkında yıkıcıdır. Kanun koyucuya (şari) itaat etmeye terettüp eden övgü ve sevap fail için faydalı ve onun maslahatına uygundur. Yine kanun koyucuya (şari) karşı günah işlemeye terettüp eden yergi ve azap da fail için zararlı ve yıkıcıdır.
Mutezile mezhebi, yüce Allah’ın fiileri açısından güzelliği kabul eder, ama bunu fiillerinden ona dönük bir hüküm şeklinde algılamaz. Bir fiilin failine dönük bir hükmü olmadığı sürece güzellik ve çirkinlikten söz edilmeyeceğine inanan karşıtları ise, onların bu görüşlerini olumsuzlamış ve şöyle demişlerdir: Allah hakkında çirkinlik özü itibariyle imkânsızdır. Mümkün olduğu takdir edilen bütün fiiller güzeldirler. Çünkü onlara göre Allah açısından bir yapılmış ile diğer bir yapılmış arasında herhangi bir fark yoktur. Bunlara göre, fiillerin güzelliği ve çirkinliği söz onusudur; ancak bunlardan faile dönük kendisiyle kaim bir hüküm yoktur. Çünkü, onların nazarında ne bir sıfat, ne bir fiil ne de başka bir şey kendisiyle kaim olamaz. Bunu demekle kendi kendileriyle çelişkiye düşmüş olsalar da.
Sonra bunu, kuldan sadır olan güzellik ve çirkinlik olgularıyla kıyaslamış ve kul için vacip gördüklerini yüce Allah için de vacip görmüşlerdir. Yine kula yasak ve haram saydıkları şeylerin benzerlerini Allah için de yasak ve haram saymışlardır. Allah’ın hikmetini ve adaletini kavrayamayan kıt akıllarıyla buna da adalet ve hikmet adını verdikleri gibi, Allah’ın genel meşiyetini ve tam kudretini kabul etmeme, O’nun “her şeye kadir” oluşunu ön görmeme, “Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz” dememe, O’nun her şeyi yarattığını ikrar etmeme ve Allah’ın münezzeh olduğu zulmü işleyebileceğini tasavvur etme durumunda kalmışlardır. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her kim, mü’min olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.”[112] Başkasının işlediği zulümlerin kendisine yüklenmesinden ve iyiliklerinin çiğnenmesinden korkmaz. Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: “Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim.”[113] Peygamberimiz (s.a.v.) de İmam Ahmed, Tirmizi ve başkalarının rivayet ettiği “belge” hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü ümmetimden bir adam getirilir. Önüne doksan dokuz sicil açılır. Her bir sicil göz alabildiğince uzanır. Ona denilir ki: Burada yazılanlardan inkâr ettiğin bir şey var mı? Hayır, ya rabbi! der. Denilir ki: Bir mazaretin veya bir iyiliğin var mıdır? Hayır, ya rabbi! der. Allah buyurur ki: Aksine, senin işlediğin bir iyilik vardır. Bu gün sana hiçbir haksızlık edilmeyecektir. Sonra ona bir belge gösterilir. Üzerinde “Eşhedu en lailahe illallah” yazılıdır. Bu belge terazinin bir kefesine, diğer siciller de öbür kefesine konur. Sicillerin bulunduğu kefe yukarı doğru kalkarken, belgenin bulunduğu kefe ağır basar.”[114] Bu hadiste peygamberimiz (s.a.v.) kula haksızlık edilmeyeceğini, bilakis iman ettiği tevhidden dolayı ödüllendirileceğini haber veriyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”[115]
Kendilerine “adaletçiler” adını veren grupların büyük kısmı şu görüştedir: Büyük bir günah işleyen kişinin bütün iyilikleri boşa gider ve ebediyen ateşte kalır. Oysa Allah ve Resulü’nün zulüm dediği de budur. Güya Allah’ın zulümden münezzeh olduğunu söylerler, ama Allah’ı böyle bir zulümle vasfetmek durumunda kalıyorlar. Böylece Allah’ın dilediği kimseyi rahmetinin ve lutfünün kapsamına almasını, engin bir hikmete dayalı olarak dilediği şeyi yaratmasını da zulüm olarak nitelendirmiş oluyorlar. Bu meselelerle ilgili açıklamalar daha uzundur, ancak burası detaylı açıklamaların yeri değildir. Sadece çeşitli grupların bu meseleler hakkındaki düşüncelerinin temellerine dikkatleri çekmek istedik.
Mutezililer ve onlarla aynı görüşü paylaşan şiilere göre, Allah’ın din hususunda kulları için maslahata en uygun olanını yapması vaciptir. Ama kulun dünyası için maslahata en uygun olanını yapmasının da vacip olması hususunda aralarında tartışma çıkmıştır. Sonunda tuttukları yol şudur: Allah, yaratılmış dinsel bir maslahatla ilgili olarak yaptığından başkasını yapmaya kadir değildir. Sapan birini hidayete erdirmeye ve hidayet üzere olan birini de saptırmaya kadir değildir.
Fakat fıkıhçılar, hadisçiler ve kerramiye gibi kelâmcı gruplar, ayrıca felsefeciler gibi her şeyin bir illetinin olmasını savunan gruplar, bu hususta onlarla aynı görüşü paylaşmamaktadırlar. Bilakis diyorlar ki: Allah, kendisinin bildiği bir hikmete dayalı olarak yaptığını yapar. Kullar da, en azından bazı kullar O’nun bu hikmetinden haberdar olmalarını dilediği kadarını bilebilirler. Bunu bilmeyebilirler de. Allah’ın yaptığı genel işler, genel bir hikmete ve genel bir nahmete dayanır. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak göndermesini buna örnek verebiliriz. Nitekim bu hususta şöyle buyurmuştur: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[116] Çünkü Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmesi mahlûkat için en büyük nimettir ve bunda yaratıcının da en büyük hikmeti, kullarına yönelik rahmeti vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”[117] Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Aramızdan Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!, demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?”[118] Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükafatlan-dıracaktır.”[119] Yine bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık vereni görmedin mi?”[120] Bazılarına bu ayette sözü edilen nimetten maksat Hz. Muhammed’dir (s.a.v.).
Peygamberlerin gönderilmesi herkes için birer nimet ve hikmettir
Eğer biri dese ki: Ama Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmesiyle, onun peygamberliğini yalanlayan müşrikler ve ehl-i kitap gibi bir takım insanlar da zarar gördüler! Buna verilecek iki cevap vardır:
Birincisi: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmesi imkânlar ölçüsünde onlar için de yararlı olmuştur. Her şeyden önce işleye geldikleri şerrin zayıflamasına sebep olmuştur. Risalet misyonu kanıtları ve ayetleri açık şekilde ortaya koyarak kalplerini sarmış, cihad ve cizye ile onları korkutup zelil kılmış, böylece daha az kötülük işlemelerine sebep olmuştur. Onlardan öldürdükleri de, daha uzun yaşayıp ömürlerini küfürde sürdürüp daha büyük küfürler işleme zararından kurtulmuş oldular. Bu, onların kötülüklerini azaltmak demektir. Zaten peygamberler (a.s.) maslahat-ları sağlamak ve tamamlamak, ayrıca bozgunculukları da ortadan kaldırmak veya imkânlar ölçüsünde azaltmak üzere gönderilmiş-lerdir.
İkincisi: O’nun peygamber olarak gönderilmesinin sağladığı faydalar yanında sözü edilen bu zararların lafı olmaz. Küçük ve basit şeylerdir bunlar. Tıpkı faydası bütün yer yüzünü kaplayan yağmurun bazı evleri yıkması, bazı yolcuları bir süre için yolundan alıkoyması veya çamaşır çırpıcıları gibi bazı çalışanların bir süre için çalışmamalarına neden olması gibi. Bir şeyin maslahatı genel ise, onun bazı insanlara zararı olsa da, amaçlanması gereken bir hayır ve sempatiyle karşılanan bir rahmettir. Kelâmcılar, fıkıhçılar ve hanefilerden, hanbelilerden ve kerramiye ekolünden ve tasavvuf-çulardan oluşan birçok müslüman grup bu cevabı vermiştir. Bu aynı zaman da birçok felsefecinin de verdiği bir cevaptır.
Yukarıdaki cevabı paylaşan gruplar şunu demişlerdir: Varlık aleminde meydana gelen her zararın bir hikmetinin olması kaçınılmazdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.”[121] “Ki yarattığı her şeyi güzel yapmış..”[122] Bir zarardan istenen, amaçlanan bir hikmet hasıl oluyorsa, bu, mutlak şer ve kötülük olarak değerlendirilmez, zarar gören kimse açısından lokal bir zarar olsa da. Bu yüzden ne Allah’ın kelâmında, ne de peygamberin (s.a.v.) sözlerinde şer/kötülük kelimesinin yalnız başına Allah’a nispet edildiği görülmez. Bilakis, gerek ayetlerde ve gerekse hadislerde şer/kötülük kelimesi mutlaka şu üç şekilden biri esas alınarak kullanılır. Ya bütün mahlûkatın kapsamında kullanılır. Ki genel mahlûkatın içine girdiği zaman ilâhî kudretin, dilemenin ve yaratmanın genelliğini ifade eder ve genele taalluk eden hikmet onu da kapsamına alır. Ya da fail konumundaki bir sebebe izafe edilir. Yahut faili hazfedilmiş olarak kullanılır.
Genelin kapsamına alınışına şu ayeti örnek gösterebiliriz: “Allah her şeyin yaratıcısıdır.”[123] Buna daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Allah’ın el-Mu’ti (veren)- el-Mani (alıkoyan), ed-Darr (zarar veren)- en-Nafi (fayda veren), el-Muizz (aziz kılan)- el-Muzill (zelil kılan), el-Hafid (alçaltan) -er-Rafi (yükselten) gibi aynı alana hitab eden karşılıklı isimleri de bu kapsamda değerlendirilebilir. Söz gelimi, el-Mani ismi, karşılığı olan diğer isimden ayrı olarak tasavvur edilemez. ed-Darr ismi de öyle. Çünkü bu isimlerin karşılıklı olarak tasavvur edilmesi anlamsal genelliğe delalet eder. Dolayısıyla varlık aleminde tezahürlerini gözlemlediğimiz rahmet, menfaat ve masla-hatın tümü Allah’ın lütfunun, bunun dışında gözlemlediğimiz olgular da O’nun adaletinin göstergesidir. Nitekim Buhari ve Müslim’de peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah’ın sağ eli dopdoludur; vermekle, gece gündüz dağıtmakla tükenmez. Gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana verdiklerini görmüyor musunuz? Buna rağmen sağ elinde olanlar tükenmedi. Diğer elinde ise adalet terazisi vardır; kefenin biri inerken öbürü yükselir.”[124] Burada peygamber efendimiz (s.a.v.) yüce Allah’ın sağ elinde ihsanın olduğunu, diğer elindeyse adalet terazisi bulunduğunu, bununla kimini alçaltıp kimini yükselttiğini belirtiyor. Bu demektir ki, kulların hayatında gözlemlenen iniş ve çıkışlar Allah’ın adaletinin göstergeleridir. Kullarına yönelik ihsanı da O’nun lütfunun göstergesidir.
Kötülükten söz edilen yerlerde failin hazfedilişine ilişkin örnekler şunlardır: “Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri onlara bir hayır mı diledi?”[125] “Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna ilet, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”[126] Bunun gibi daha birçok örnek gösterilebilir.
Kötülüğün bir sebebe izafe edilişine de aşağıdaki ayetleri örnek gösterebiliriz: “Onu kusurlu kılmak istedim.”[127] Bu ayeti şu ayetle birlikte düşündüğümüz zaman, kastettiğimiz anlam daha bir belirginleşir: “Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve hazinelerini çıkarsınlar.”[128] “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[129] “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.”[130] “İki katını düşmanınızın başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi ‘bu nasıl oluyor’ dediniz. De ki: O, kendi kusurunuzdandır.”[131] Buna ilişkin birçok örnek gösterebiliriz.
Bu yüzden Allah’ın güzel isimleri içinde içeriği şerle ilgili olan hiçbir isim yoktur. Şer, sadece yüce Allah’ın yaptıkları kapsamında zikredilir. Örneğin yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.”[132] “Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”[133] “Biliniz ki Allah’ın cezalandırması çetindir ve Allah bağışlayıcıdır, esirgeyi-cidir.”[134] “Şüphesiz Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir. Bilin ki O, ilk olarak yaratan, geri getirendir. O, çok bağışlayan ve çok sevendir.”[135] Burada yüce Allah, bir eylem olarak yakalamasının çok şiddetli olduğunu belirtirken, zatının isimleri olarak kendisinin bağışlayıcı ve seven olduğunu dile getiriyor.
[1] Zariyat, 56
[2] Zümer, 38
[3] Yusuf, 106
[4] İbnu Mace, Zühd, 21 ; Ahmed, 2 /301 -435 .
[5] Ankebut, 65
[6] Lokman, 25
[7] Araf, 172
[8] Maide, 6
[9] Buhari, Kader, 11 ; Müslim, Kader, 13 -15
[10] Beyyine, 5
[11] Tevbe, 31
[12] Kıyamet, 36
[13] Furkan, 77
[14] Nisa, 147
[15] En’am, 130 -131
[16] Yasin, 60 -61
[17] Ahkaf, 30 -31
[18] Cin, 14 ve sonrasındaki ayetler...
[19] Bakara, 21
[20] Nisa, 1
[21] Rahman, 13
[22] Tirmizi, 55 ; Suresi 1
[23] Buhari, Cihad, 46 ; Müslim, İman, 48 -49 .
[24] Ahmed, 2 /50 -92
[28] Enam, 112
[29] Zariyat, 56
[30] Bakara, 185
[31] Hac, 37
[32] Haşr, 7
[33] Maide, 97
[34] Talak, 12
[35] Nisa, 64
[38] Sad, 28
[39] Casiye, 21
[40] Araf, 137
[42] Tevbe, 40
[43] Müslim, Hac, 147; Ebu Davud, Menasik, 56; İbnu Mace, Menasik, 84; Nesai, Menasik, 34; Ahmed, 5/73.
[44] Enam, 115
[45] İsra, 5
[46] Cuma, 2
[47] Bakara, 129
[48] Nahl, 36
[49] Meryem, 83
[50] Hicr, 22
[51] Nuh, 1
[52] Bakara, 119
[53] Zuhruf, 45
[54] Nisa, 64
[55] Enbiya, 25
[56] Müzemmil, 15-16
[57] Nisa, 79
[58] Şura, 30
[59] Araf, 172
[60] Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, 6. Suresi 2, Muvatta, Kader, 2, Ahmed, 1/44
[62] Müslim, Kader, 16
[63] Buhari, Bed’ul halk, 1
[64] Ahmed, 4 /127 -128
[65] Ahmed, 5 /59
[66] Buhari, Bed’ul-halk, 6 ; Müslim, Kader, 1
[67] Leyl, 5 -10
[68] Buhari, 92 . Sure 3 ; Müslim, Kader, 6
[69] Buhari, Kader, 4 ; Müslim, Kader, 8
[71] Buhari, Kader, 3; Müslim, Kader, 23
[72] Buhari, Rikak, 18, Merda, 19; Müslim, Münafikîn, 71, 73, 75, 76, 78, İbni Mace, Zühd, 20, Darimi, Rikak, 24, Ahmed, 2, 235, 256
[73] Nahl, 32
[74] Müslim, Birr, 55
[75] Fussilet, 46
[76] Müslim, Birr, 55
[78] Rum, 47
[79] Buhari, Dualar, 16; Ebu Davud, Edeb, 101; Tirmizi, Dualar, 15; Nesai, İstiaze, 57; Ahmed, 4/125
[80] Fatiha, 5
[81] Müslim, Kader, 34; İbni Mace, Mukaddime, 10; Zühd, 14; Ahmed, 2/366, 370
[82] Buhari, Cenaiz, 82; Kader, 6; Müslim, Kader, 6-7-8; Tirmizi, Kader, 3; Ahmed, 4/67.
[83] İsra, 18-20
[84] Fecir, 15-17
[85] Müslim, Zühd, 64, Ahmed, 4/332
[86] Mearic, 19 -35
[87] Fatiha, 5
[88] Müslim, Salat, 38; Ebu Davud, Salat, 132; Tirmizi, Fatiha Tefsiri, 1; Nesai, İftitah, 23; İbni Mace, Edeb, 52; Muvatta, Nida, 39
[89] Fatiha, 5
[90] Mü’min, 55
[91] Al-i İmran, 186
[92] Yusuf, 90
[93] Müslim, Kader, 34; İbnu Mace, Mukaddime, 79
[94] Hadid, 22-23
[95] Tegabun, 11
[96] Bakara, 128
[97] İbrahim, 40
[98] Secde, 24
[99] Kasas, 41
[100] Mearic, 19 -21
[101] Hud, 37
[102] Hud, 38
[103] Yasin, 42
[104] Nahl, 80
[105] Saffat, 95 -96
[106] Kehf, 17
[107] Enam, 125
[108] Neml, 88
[109] Bakara, 164
[110] Araf, 57
[111] Maide, 16
[112] Taha, 112
[113] Kaf, 29
[114] Tirmizi, İman, 17 , İbni Mace, Zühd, 35 , Ahmed, 3 /213 , 222
[115] Zilzal, 7 -8
[116] Enbiya, 107
[117] Al-i İmran, 164
[118] En’am, 53
[119] Al-i İmran, 144
[120] İbrahim, 28
[121] Neml, 88
[122] Secde, 7
[123] Zümer, 62
[124] Buhari, Tevhid, 22 , Müslim, Zekât, 36, 37, Tirmizi, 5 . surenin tefsiri,3 , İbni Mace, Mukaddime, 13 , Ahmed, 2 /242 , 313 , 500
[125] Cin, 10
[126] Fatiha, 7
[127] Kehf, 79
[128] Kehf, 82
[129] Nisa, 79
[130] Araf, 23 .
[131] Al-i İmran,165
[132] Hicr, 49 -50
[133] A’raf, 167
[134] Maide, 98
[135] Buruc, 12 -14