Bu Blog içinde Ara

19 Haziran 2012 Salı

KADERE İMAN - 1

YÜCE RABBİN KUDRETİ


Rabbin kudreti hakkında üç görüş - Cumhura göre madum - Allah’ın kudretinin kapsamı - Geçişsiz ve geçişli fiil ve üç ayrı görüş -  Kadim ve sonradan olma varlık – Allah’ın harekete yatkınlık niteliği - Allah’ın ezelde ve ebedde kadir oluşu - Her mahluk Allah’ın nimetlerindendir - Şükür tevhid birleşmesi - Tevhid dinin başı ve sonudur - Tevhid dinin başı ve sonudur - Yaratmadaki hikmet ve rahmet.
                  
Bismillahirrahmanirrahim

Bir ve ortaksız olan Allah’a hamdolsun. Salat ve selam kendi-sinden sonra peygamber gelmeyecek olan Hz. Muhammed’in üzerine olsun.
 Şeyhü’l İslâm Ahmed b. Teymiye (Allah ruhunu kutsasın) bu-yurdu:

Müslümanlar ve diğer dinlerin mensupları, Allah’ın gücünün her şeye yettiği hususunda görüş birliği içindedirler. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, birçok yerde bu hususu dile getirmiştir. Ben de değişik yerlerde, yüce Rabbin kudretini (her şeye güç yetirmesini) inkâr edenlere cevap niteliğinde uzun açıklamalarda bulundum. Bu bağlamda “el-Erbain” üzerine yaptığımız değerlendirmeler kapsa-mında, “el-Muhassal”da ve “el-İsbehaniye” şerhinde görüşlerimizi dile getirdik. İmam Fahreddin er-Razi ve başkalarının, “Allah’ın her şeye kadir ve serbest iradeye sahip oluşu meselesi” üzerine yaptıkları değerlendirmelere ilişkin görüşlerimizi ifade ettik. Bu hususta eksik bırakılan birçok noktayı gözler önüne serdik. Ancak, söz konusu hususları uzun uzadıya anlatmanın yeri burası değildir.
Burada üzerinde durmayı amaçladığımız husus, peygamberleri tasdik eden grupların değerlendirmeleri hakkında görüşlerimizi açıklamaktır. Diyoruz ki: Burada üzerinde durulması gereken birkaç mesele vardır:

Rabbin kudreti hakkında üç görüş

Birinci mesele: Yüce Allah, her şeye kadir olduğunu haber vermiştir. İnsanlar bu mesele bağlamında üç gruba ayrılmışlardır:
Bir grup, “herşey” geneldir, bunun kapsamına iki zıddın bir arada bulunması gibi bizzat imkânsız olan şeyler de girer. Bunlar “güç yetirilenler” kategorisine de girerler. Bu görüşü aralarında İbn-i Hazm’ın da bulunduğu bir grup ileri sürmüştür.
Bir diğer grubun görüşü de şöyledir: Bu ifade (Allah’ın her şeye kadir oluşu), özelliği olan bir genellemedir. Özelliği de, bizzat imkânsız olanın dışarıda tutulmasıdır. Çünkü bizzat imkânsız olan, bir şey olsa da “güç yetirilenler” kapsamına girmez. Bu görüşü İbn-i Atiye ve başkaları dile getirmişlerdir. Her iki görüş de yanlıştır.
Doğrusu, tartışmacı gözlemcilerin genelinin savunduğu şu üçüncü görüştür. Buna göre, zatından dolayı imkânsız olan bir şey, kesinlikle “şey” değildir. Bu görüşü savunanlar “Madum = yok” kavramı hakkında farklı görüşler savunmakla birlikte, onlara göre, zatından dolayı imkânsız olanın objeler dünyasında gerçekleşmesi imkânsızdır. Zihin, onun objeler dünyasında sabit oluşunu tasavvur edemez. Ama iki zıddın zihinde bir araya gelmesi mümkündür. Sonra da iki zıddın objeler dünyasında bir araya gelmesinin imkânsız olduğuna hükmedilir. Çünkü, nesneler arasında gerçekleş-mesi ve zihinde tasavvur edilmesi, ancak temsili olarak mümkün-dür. Zihinsel bir egzersiz olarak şöyle demek gibi: “Hareket etme ve durma, bir şeyde aynı anda olabilir. Acaba, hareket etme ve durmanın aynı anda bir yerde bulunması gibi, objeler dünyasında siyah ve beyaz da bir yerde aynı anda bulunabilirler mi?” Sonra şöyle denir: Hayır! Bu imkânsızdır. Böylece, önce mümkün olanın benzerinin bir arada oluşu takdir edilir, ardından bunun imkân-sızlığına hükmedilir. Siyah ve beyaz renklerin bir yerde aynı anda bulunmalarına gelince; bu, imkânsız olduğu gibi, düşünülemez de. O halde bu, ne objeler dünyasında, ne de zihinde bir “şey” değildir. Dolayısıyla “O her şeye kadirdir.”[1] ayetinin kapsamına girmez.


Cumhura göre madum bir “şey” değildir

İkinci mesele: Ulemanın çoğunluğuna (cumhur) göre, madum (yok), bir “şey” değildir. Bizce bu yaklaşım doğrudur.
“Şey”in, mevcut olan, var olan demek olduğu ifade edilir. Buna dayalı olarak denilir ki: Bu durumda yüce Allah’ın varolmayan şeylere kadir olmaması gerekir. Bunun anlamı, Allah, yaratmadığı bir şeye kadir değildir, demektir. Bazı bid’atçı gruplar bu görüşü savunmuşlardır. Diyorlar ki: Allah, ancak irade ettiği şeye kadirdir, irade etmediğine değil. Bu yorum, en-Nazzam’ın öğrencisinden aktarılmıştır. Eş’ari gibi müsebbite ekolünün tartışmacıları, yine onunla aynı görüşü paylaşan, mezhep imamlarının takipçilerinden Ahmed, Kadı Ebu Ya’la ve İbn-i Zağuni gibi “şey, varolana denir” diyenler, şunu savunuyorlar: Allah, varolana kadirdir. Buna dayalı olarak onlara: Bunlar, ayetin ispat etmediğini ispat ediyorlar. Çünkü ayet, Allah’ın mevcut olana kadir olduğunu söylüyor, bunlar ise, Allah varolana da yok olana da (mevcuda da maduma da) kadirdir, diyorlar, şeklinde karşılık verilir.
Doğrusu “şey”, objeler dünyasında var olan ve zihinlerde tasavvur edilene denir. Dolayısıyla yüce Allah neyi takdir etmiş ve ileride olacağını biliyorsa o, takdir, bilgi ve kitap kapsamında şeydir, henüz objeler dünyasında “şey” olmasa da. “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ‘ol’ demekten ibarettir. O da hemen oluverir.”[2] ayeti bu hususa işaret etmektedir. Bu ayette geçen “şey” lafzı hem objeler dünyasında var olanı, hem de zihnin varlığını tasavvur ettiğini kapsar. Şu halde yüce Allah, her şeye; var olana, zihnin varolduğunu tasavvur ettiğine, var olacağını tasavvur ettiğine kadirdir. Bundan hiçbir şey istisna edilemez ve buna eklemede de bulunulamaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bilakis, biz onların parmak uçlarını toplamaya kadiriz.” “De ki: O, üstünüzden veya ayaklarınızın altından üzerinize bir azap göndermeye kadirdir.”[3]
Buhari ve Müslim’de şu rivayet yer alır: Bu ayet indiği zaman Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah’ım, senin vechine sığınırım.” Ama “Birbirinize düşürmeye gücü yeter”[4] ayeti inince şöyle buyurdu: “Bu, ilk ikisinden daha ehvendir.”[5] Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allah, ilk ikisini yapmamış olsa da onlara kadirdir. Yine yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbette gücümüz yeter.”[6]
Müfessirler bu ayetle ilgili olarak şu yorumu yapmışlar: Biz bu suyu giderip yok etmeye, bunun sonucunda susuzluktan ölmenize, sürülerinizin helâk olmasına, yerlerinizin harap olmasına kadiriz. Bilindiği gibi yüce Allah, bu suyu giderip yok etmemiştir. İşte aşağıdaki ayette de aynı gerçeğe işaret edilir: “Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?” “Allah’ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?”[7] Bu ayet, Allah’ın yapmadığına da kadir olduğunu gösteriyor. Çünkü, dilerse suyu acı yapabileceğini bildiri-yor ki, böyle yapmamıştır. Aşağıdaki ayetleri de buna örnek gösterebiliriz: “Eğer dileseydik her nefse hidayetini verirdik.”[8] “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki herkes iman ederdi.”[9] “Eğer Allah dileseydi savaşmazlardı.”[10] Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, yüce Allah birçok yerde, dilemesi durumunda, yapmadığı şeylere kadir olduğunu dile getirmiştir. Çünkü Allah bunları yapmağa kadir olmasaydı, onları yapmayı dilemesi durumunda da yapamazdı.

Allah’ın kudretinin kapsamına herşey girer

Üçüncü mesele: Allah her şeye kadirdir: Bunun kapsamına kulların fiilleri girdiği gibi, kulların fiillerinin dışındaki şeyler de girer. Mutezile mezhebine mensup olanların çoğu, kulların fiilleri, Allah’ın güç yetirdiklerinin (makdur olanların) kapsamına girmezler.
Dördüncü mesele: Allah’ın kudretinin kapsamına, kulun kendi fiilleri de girer. Birçok nasta bu husus açıkça dile getirilmiştir. “Gökleri ve yeri yaratan bunların benzerini yaratmaya kadir değil midir?”[11] “Böyleyken, ölüleri diriltmeye kadir değil midir?”[12] “Bilakis, biz, onların parmak uçlarını eski haline getirmeye kadiriz.”[13] Buna benzer birçok ayet örnek gösterilebilir.
Allah’ın objelere güç yetirdiği, onları yaratmağa kadir olduğu şu şekilde dile getirilmiştir: “Andolsun biz insanı yarattık.”[14] “İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?”[15] Bu gerçek kitap ve sünnette yer alan birçok nass’la vurgulanmıştır. Kitaptan aşağıdaki örnekleri verebiliriz: “Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız.”[16] Bu ayette yüce Allah onların kendilerine (nefislerine) de kadir olduğunu vurguluyor. Bu ayet, Allah’ın yapılmış-edilmiş (mef’ul) objelere de kadir olduğuna ilişkin bir nass’tır. “Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.”[17] gibi ayetler, sadece yüce Allah’ın kullar üzerinde zorlayıcı, onlara egemen olduğunu gösteriyor. Bu da Allah’ın onlara kadir olmasını, güç yetirmesini gerektirir.
“Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti.”[18] Aye-tine gelince, bu ayetin de Allah’ın kudretine ilişkin olduğunu savunan el-Hasan ve benzeri selef (ilk kuşak) ulemasına göre, Allah’ın buna ve benzerlerine kadir oluşunun kanıtıdır. Aynı şekilde ailesine vasiyet ederken, beni yakın ve küllerimi boşluğa savurun, “Eğer Allah beni bulmaya, küllerimi bir araya getirip hesap sormaya güç yetirirse, hiç şüphesiz alemler içinde hiç kimseye etmediği ağır bir azaba beni çarptırır” diyen adamın durumunu da buna örnek gösterebiliriz. Nitekim adam ölünce ailesi onu yakıp küllerini boşluğa savurmuştu. Allah onu yeniden bir araya getirip ona: “Niçin böyle yaptın? demişti. O: Senden korktuğum için, ya rab! demişti. Bunun üzerine yüce Allah onu bağışlamıştı.[19] Bu adam “Eğer Allah beni bulmaya, küllerimi bir araya getirmeye güç yetirirse, beni azaba çarptırır.” derken yanlışlık içindeydi. Nitekim hadiste bu hususa işaret ediliyor. Nitekim Allah ona güç yetirmiş, ama kendisinden korktuğu ve iman ettiği için de onu bağışlamıştı.” Bu cehaletini ve işlediği bu hatasını affetmişti.
“Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı? (...) ve bizim gücümüz ne büyüktür!”[20] ayetleri, bunu, kudretin kapsamına giren bir olgu olarak değerlendirenlerin sözlerine yönelik bir kanıt olarak değerlendirilmiştir. Çünkü burada, Allah’ın varlıkları yaratmağa güç yetirdiği gibi, onların kendilerine de güç yetirdiği gerçeğine işaret ediliyor. Bir hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) kölesini döven Abdullah İbn-i Mesuda şöyle dediği belirtiliyor: “Senin şu köleye güç yetirdiğinden çok daha fazla ona güç yetiren Allah için dövme.”[21] Bu hadiste, yüce Allah’ın kölenin nesnesine kadir olduğu gibi, sahibinden daha çok ona kadir olduğu ifade ediliyor ki bu, aynı zamanda kulun da kudretinin olduğuna delalet etmektedir.
Alimler “Rabbin ve kulun kudreti” üzerine yoğun bir tartışmaya girmişlerdir. Bir gruba göre, kudretin bu iki türünün her biri fail ile kaim olan fiili kapsadığı gibi failin güç yetirdiğini de kapsar. Bu, konuyla ilgili olarak ileri sürülen görüşlerin en doğrusudur. Kitap ve sünnet bunu ifade eder. Buna göre, bu kudretlerin her bir türü, kadir (güç yetiren) ile kaim olan fiili kapsadığı gibi, ondan farklı olan güç yetirilmişini de kapsar. Rabbin kudretini incelerken, bu gerçeğe delalet eden bazı nas’lara yer vermiştik.
Kulun kudretine gelince, kulun kendisiyle kaim olan fiillere kadir olduğu birçok yerde zikredilmiştir. Kulun bir yapabilirliğe (kudret) sahip olduğunu kabul eden ekoller, bu hususta görüş birliği içindedirler. Buna işaret eden bazı ayetler şunlardır: “Gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçınınız.”[22] “Art arda iki ay oruç tutar... Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur.”[23] “Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık, diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler.”[24] Peygamber efendimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna ilişkin bir kanıt konumundadır: “Ayakta dikilerek namaz kıl, eğer buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak kıl.”[25]
Kudretin belirginleştiği yere göre farklılık arz etmesine gelince, buna şu ayetleri; örnek gösterebiliriz: “Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimet vadetmiştir. (...) Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır. (...) Allah her şeye kadirdir.”[26] Bu ayetler, onların önceki ganimetlere güç yetirdiklerine delalet etmektedir. Diğer bir grup ganimet daha vardır ki, ona da başka bir zaman güç yetirmelerinin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Bu, objelere güç yetirme, nesnelere kadir olmadır. “Güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler. (...) Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir.”[27] Ebu’l Ferec, burada geçen “Güçleri yettiği halde” ifadesiyle ilgili olarak üç görüş ileri sürülmüştür, der.
Birincisi: Kendilerince bahçelerine güçlerinin yettiğini düşünü-yorlardı. Bu görüşü Katade savunmuştur. -Ben derim ki:- Bu, Mücahit ve Katade’nin görüşüdür. İbn-i Ebu Hatem her ikisinden de rivayet etmiştir. Mücahit der ki: Onlar, kendi içlerinde buna güç yetirecek durumdaydılar. Bağavi ise şunları söylemiştir: Kendi yanlarında bahçelerine güç yetirecek durumda olduklarını, hiç kimsenin bahçelerinin meyvelerini devşirmelerine engel olamaya-cağını düşünüyorlardı. Katade’nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sabah erkenden bahçelerine gitmek üzere yola koyuldular. Kendi-lerince buna güçleri yetiyordu.
İkincisi: Yoksullara güç yetirdiklerini düşünüyorlardı. Bu görüşü eş-Şa’bi savunmuştur. Yani, yoksulların bahçelerin meyvelerinden yemelerine engel olma gücüne sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bir görüşe göre, kastedilen anlam şudur: Yoksullara vermeye güçleri vardı, fakat cimrilik onları vermekten alıkoyuyordu. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Üçüncüsü: Sabah erkenden, muktedir oldukları, yani varlıklı oldukları halde yola koyuldular. Bu görüşü İbn-i Kuteybe ileri sürmüştür.
Bana göre, ayet, onları, güçlerinin yettiğine dayalı bir azim ve kararlılıkla sabah erkenden yola koyuldular, şeklinde vasfediyor. “El-Hardu” kelimesi sonuç itibariyle kastetme anlamını ifade eder. Buna göre onlar, sabah erkenden kesin bir irade ve yapabilirlik öz-güveniyle yola koyulmaya niyetlendiler. Fakat Allah onları aciz bıraktı. “Onlar kendilerince buna güç yetirdiklerini düşünüyorlardı.” diyenlerin bu sözüne gelince, bundan maksat şudur: Onlar, işin hep böyle olacağını sanıyorlardı. Eğer böyle olsaydı, kudretleri tamam-lanmış olurdu. Ancak bahçelerinin yok edilmesiyle güçleri ortadan kaldırıldı.
Bağavi şöyle der: el-Hardu kelimesi sözlükte kastetme, engelleme ve öfke anlamına gelir. El-Hasan, Katade ve Ebu’l Aliye şöyle derler: Bir kararlılık ve çaba üzere... şeklinde bir anlam kastedilmiştir. Kurtubi, Mücahid ve İkrime’ye göre de: Aralarında görüş birliğine varılarak kurdukları bir iş üzere harekete geçtiler, şeklinde bir anlam kastedilmiştir. -Bağavi der ki:- Bu da netice de kastetme anlamına gelip dayanıyor. Çünkü bir işe niyetlenen kimse, işle ilgili olarak kararlı ve tüm gücünü veren bir kimse demektir. Ebu Ubeyde ve el-Kuteybi şöyle demişlerdir: İçlerinde, yoksulları engelleyeceklerine dair bir kararlılıkla yola koyuldular. Araplar: Sene yağmursuz geçince “Haredeti’s Senetu”, devenin sütü olmayınca “Haredeti’n Naqetu” derler. Eş-Şa’bi ve Süfyan da şöyle demişlerdir: Yoksullara karşı bir kin ve öfkeyle yola koyuldular. “Tefsir-ul Walibi’”de şöyle deniyor: İbn-i Abbas’tan, bir güce sahip olarak... şeklinde bir yorum rivayet edilmiştir.
Bana göre, el-Hardu kelimesi, şiddetli azim ve kararlılık anla-mını da içerir. Çünkü bu lafız, böyle bir anlamı gerektirir. Senenin ve devenin yağmursuz ve sütsüz oluşları şiddet ve zorluğu da beraberinde getirdiği için bu kelimeyle ifade edilmişlerdir. Aynı şekilde kin ve öfkede de bir şiddet unsuru vardır. Bu demektir ki, onlar bahçelerin meyvelerini alma hususunda şiddetli bir kararlılık içindeydiler. Aynı şekilde yoksulları engellemeye de kesin karar-lıydılar. İşte böyle bir kararla, güçlü kimseler olarak, kendilerini aciz bırakacak ve engelleyecek bir kimsenin olmadığını düşünerek sabahleyin erkenden yola koyuldular. Ne var ki, bahçeleriyle ilgili gökten bir emir geldi. Bütün planlarını bozdu, düzenlerini altüst etti. Bazılarına göre, el-Hardu, gayz ve gazap anlamına gelir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Kulun kudreti açısından maksadı daha açık ifade eden ve bu ayetle de benzeşen bir nass da şudur: “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir. (...) Gece veya gündüz ona emrimiz gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz.”[28] Bu ayette yer alan: “Sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandılar.”[29] ifadesinden anlaşılıyor ki, şayet sahip oldukları şeyler helâk edilmeseydi bu zanları doğru olacaktı. Fakat, sahip oldukları şeylerin helâk edilmesine ilişkin ilâhî emir gerçekleşince, bu zanlarının yanlışlığı ortaya çıkmış oldu. Şayet onlar, mallarının yerinde durduğu zamanda da, bozulduğu zamanda da, onlara güç yetirecek durumda olmasalardı, yüce Allah, mallarını helâk etme yoluyla bu zanlarını boşa çıkarmazdı.
Yüce Allah bahçelerini helâk etmekle, zanlarını iptal etmemişti. Ayrıca onlar da bahçelerinin meyvelerini devşirmek için gitmiş değillerdi. Sadece bahçelere yönelik -eksiksiz kudretleri- olumsuz-lanmıştı. Kuşkusuz kudretlerini gerçekleştirecekleri zemin, mekan olumsuzlandığı için, failin zayitliği için değil. Bundan dolayı yüce Allah “Güçleri yettiği halde, (...) niyet ve azmi ile...” buyurmuştur. Sözgelimi “Kendilerince buna güç yetireceklerini düşünüyorlardı...” şeklinde bir ifade kullanmamıştır. Eğer “Kendilerince...” şeklinde anlam verenlerin dediği gibi demiş olsaydı, anlam aynı olurdu. Yani, “onların güçlerinin yetmesiyle”, nefislerinde bu gücü olumsuzlayan hastalık ve zayıflık gibi bir şey olmadığı, fakat güçlerini gerçekleş-tirecekleri yer iptal edilmişti şeklinde bir anlam kastedilmiş olacaktı. Bu da, paraya ve rızık kazanmaya gücü yettiği halde alacak bir şey bulamayan kimsenin durumuna benzer.
“Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazan-dıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İyiden iyiye sapıtma işte budur.”[30] Buna göre, onlar kazandıkları hiçbir şeye güç yetiremez haldedirler. Bu da gösteriyor ki, onlar, bu halin dışındaki durumlar-da kazandıklarına güç yetirmektedirler. Yine bundan anlaşılıyor ki onların dışındaki kimseler kazandıklarına güç yetiriyorlar. Buna göre, kazanılanlardan maksat, kazanılan maldır.
“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi misal verir.”[31] Bu ayette yüce Allah, başkasının malı olmuş kölenin hiçbir şeye gücünün yetmediğini belirtince, bunun anlamı, diğeri (hür kimse) böyle değildir, şeklinde belirgin-leşiyor. Bilakis, bu hür kimse, köle kimsenin güç yetiremediği şeylere güç yetirmektedir. Bu, sahibi tarafından güç yetirilen, güzel rızkın ve kişinin bu güzel rızka kadir oluşunun ispatıdır. Nitekim akıl sahibi olan herkes bunu ifade etmektedir. “Falan adam şuna şuna güç yetirir.” “Falan da şuna şuna güç yetirir” derler. Herkesin güç yetirdiği alan, öbüründen farklıdır.
Bu konuya açıklık getirecek bir değerlendirme şudur: Hiç kuşkusuz mülk, kullara, Allah’ın kendilerini sahip kılmasıyla tevdi edilmiştir. Mülke sahip olmak ise gücü gerektirir. Kendi gücünden kaynaklanan veya velisi ve vekili aracılığıyla bir tasarrufu yapabilen kimseden başkası sahip olamaz. Akid ve menkul şeyler sahibinin mülkü sayılırlar. Bu, sahibin onlara güç yetirdiğini gösterir. Nitekim Kur’an’da Hz. Musa’nın (a.s.) şu sözü aktarılmaktadır: “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum.”[32] Hz. Musa (a.s.), kardeşinin kendisine itaat etmesi sonucu onun üzerinde tasarrufta bulunuşunu kendisi açısından bir mülkiyet olarak değerlendiriyor. Bir ayette şöyle buyurulmuştur: “Onlar bunlara sahip olmuşlardır.”[33] Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor: “Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.”[34] Yani, bunları hizmetimize sokmaya gücümüz yetmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki, bunlar, onların hizmetine verildiği için güç yetirecek duruma gelmişlerdir. İşte “On-lar bunlara sahip olmuşlardır.” ayetinde kastedilen anlam budur. Bir ayette: “Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ne de onu delebildiler.”[35] buyuruluyor. Bu ayet gösteriyor ki, onlar delebil-selerdi, delmeye güç yetirmiş olacaklardı. Delme, onların ellerinin bir hareketi değil, bir şeyin delinmiş kılınmasıdır. Dolayısıyla delme işinin kulların yapabilirliklerinin kapsamında olduğu anlaşılıyor.
Aynı şekilde Kur’an, objeler dünyasında yapılmış-edilmiş şeyle-rin de insanlar tarafından yapılmış, meydana getirilmiş olduklarına delalet eden ifadeler içermektedir. Onlar tarafından yapılmış bir şeyinde, zorunlu olarak onları güç yetirdikleri bir şey olduğu hususunda görüş birliği vardır. Ama buna karşı çıkanlar diyorlar ki: Onların kudretlerinin mahallinin dışında olan bir şey, onlar tara-fından meydana getirilmiş, yapılmış bir şey olamaz. Bu, Kur’an’ın ifadelerine aykırı bir ifadedir. Yüce Allah Hz. Nuh’a (a.s.) hitaben şöyle buyuruyor: “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap.”[36] Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Gemiyi yapıyor”[37] Ayrıca gemi, Ademoğulları tarafından yapılan bir şey olduğu halde, yüce Allah onun yaratılmış olduğunu haber veriyor ve onun ayetlerinden, işaretlerinden biri olduğunu belirtiyor: “Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için bir ayettir.”[38] “Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir.”[39] “Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz? Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.”[40]
Bu ayetlerde yüce Allah, yontulmuş heykellerin onlar tarafından imal edildiklerini belirttikten sonra, hem onların, hem de imal ettikleri şeylerin yaratıcısının kendisi olduğunu haber veriyor. Bu ayette geçen “ma” edatı, akıl sahibi varlıklara işaret etmek için kullanılan “ellezi” anlamındadır. Kastedilen de, insanların imal ettikleri heykellerin yaratılmasıdır. Allah imal edilen şeyin yaratıcısı olduğuna ve imal edilen şeyde de fiilin izi, etkisi bulunduğuna göre, kulların fiillerinin de yaratıcısıdır. Fakat, ayette geçen “ma” edatının mastariye olduğunu söyleyenlerin bu görüşü çok zayıftır.
“Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.”[41] Helâk edilen, yerle bir edilen, onların yaptıkları binalar ve yetiştirdikleri bahçelerdir. Firavun ve kavmi-nin, bunlarla hedefledikleri sonuçlar ise, suda boğulmalarından önce olumsuzlanmış, uçup gitmiştir. “Yetiştirdikleri bahçeler” ifadesi gösteriyor ki, bunlar, onlar tarafından yapılmışlardır. Diğer bir ifadeyle Firavun’un tahtını onlar yapmışlardır. Yani parçaları bir araya getirip kurmuşlardır. Buna şu ayeti de örnek gösterebiliriz: “Siz her yüksek yere bir alamet dikerek eğleniyor musunuz?”[42] Bu ayet, bina edilip dikilen şeyi onların kurduklarına delalet ediyor. Çünkü: “Dikerek eğleniyor musunuz?” buyuruyor. Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: “Dağlarda ustaca evler yontuyorsunuz.”[43] Bu ayet “yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz?”[44] ayetine benziyor. Ayrıca “O vadide kayaları yontan...”[45] ayeti, onların kayaları kesip yonttuklarına delalet etmektedir.
Buna bir örnek de aşağıdaki ayettir. “Haram aylar çıkınca müşrikleri öldürün.”[46] Burada yüce Allah müslümanlara müşrikleri öldürmelerini emrediyor. Emri ancak kulun kudretinin dahilinde olan bir şeyle ilgili olabilir. Dolayısıyla bundan, öldürmenin kulun yapabilirliğinin kapsamında olduğu anlaşılıyor. O da (yani, öldürme) bir şahsa karşı yaptığı ve sonunda ölmesine neden olduğu bir fiildir. Bu tıpkı hayvan boğazlama gibidir. Dolayısıyla aşağıdaki ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: “Yetişip kestikleriniz.”[47] “...Avı öldür-meyin.”[48] “İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır.”[49] Bu ayet gösteriyor ki, av, kendisini öldüren insan tarafından öldürülmüştür. Ama şu ayette bundan farklı bir anlama işaret edilmiştir: “Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları.”[50]  Bu ifade, anlam itibariyle aynı ayette yer alan şu ifadeye benziyor. “Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.”[51] Çünkü, o sırada müşriklerin öldürülmeleri, müslümanların kudretle-inin dışındaki sebeplerle gerçekleşmişti, meleklerin indirilmesi, müşriklerin kalplerine öldürücü bir korkunun salınması gibi. Aynı şekilde, atma eylemi de peygamberin (s.a.v.) kudreti dahilinde değildi. Çünkü görünürde peygamberin (s.a.v.) attığı toprak bütün müşriklerin gözlerine girmiş, kalplerine korku salmıştı. Şu halde, burada yüce Allah’ın kulun alışıla gelmiş kudretinin dışında tuttuğu atma eylemidir bu ayette olumsuzlanan...
Ebu Ubeyd bu ifadeye şu açıklamayı getirir: Zaferi sen kazanmadın ve attığın zaman da hedefi sen tutturmadın, fakat Allah seni başarılı kıldı ve seni destekledi. Ez-Zeccac ise şu açıklamada bulunur: Bir avuç toprak veya çakıl taşı atmış olman, o kalabalık ordudaki her askerin gözünü dolduramazdı, fakat Allah bunu gerçekleştirdi. İbn-ul Enbari şöyle der: “Onların yüzlerine doğru toprak savurduğun zaman, yüreklerine korkuyu sen salmadın.” Dolayısıyla bu, peygamberin (s.a.v.) yapabilirliğinin dışında bir olaydı, ama onun peygamberliğinin de bir işaretiydi.
Bir görüşe göre, yüce Allah, yaratılmış, ayrı, ama güç yetirdiği bir fiille kaim olmayan şeylere kadirdir. Kul ise, ancak kaim olan şeylere güç yetirir. Kendisinden ayrı olan bir şeye güç yetirmez. Bu görüşü Eş’ari ve kelâm imamlarının tabilerinden Kadı Ebu Ya’la, İbn-i Akil ve İbn-i Zağuni gibi zatlar savunmuştur.
Bir diğer görüş de şöyledir: Kul, kendisiyle kaim olana da, kendisinden ayrı olana da güç yetirir. Yüce Allah ise, ayrı olana güç yetirir. Bu görüşü Mutezile mezhebinin mensupları savunmuştur. Bir diğer görüş de şöyledir: Allah da, kul da ancak kendisiyle kaim olana güç yetirir, ayrı olana değil. Allah da, kul da ayrı olana güç yetirir, bitişik olana değil, diyen birini bulamazsınız.

Geçişsiz ve geçişli fiil ve üç ayrı görüş

Dördüncü Mesele: Kudret, fiili yapabilme gücüdür. Fiil ise, lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olmak üzere iki kısma ayrılır. Fiilin her iki türünü de aşağıdaki ayette görebiliriz: “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşın üzerine istiva edendir.”[52] Dolayısıyla, istiva etmek (bürümek, kurulmak), gelmek, varmak ve inmek gibi fiiller lazım (geçişsiz) fiillerdir, bir mef’ule geçiş yapmazlar. Sadece fail ile kaimdirler. Yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme verme, alıkoyma, hidayet etme, yardım etme ve indirme gibi fiillerde bir mef’ule geçiş yaparlar.
Alimler bu iki çeşit fiil hakkında üç ayrı görüş ileri sürmüş-erdir:
Birinci görüş: Lazım olsun, müteaddi olsun, hiçbir fiil fail ile kaim değildir. Lazım fiil, bu düşüncede olanlar nezdinde tamamen uzak kabul edilir ve olumsuzlanır. Yaratma gibi müteaddi filler, ise şu şekilde değerlendirilir: Yaratma aslında yaratılmışın kendisidir. Ya da yaratılmış olmayan anlamını ifade eder. Bu, Cehmiye ve Mutezile ekolünün savunduğu bir görüştür. Eş’arî ve izleyicileri de bu görüştedir. Kadı Ebu Ya’la’nın ilk görüşü de böyleydi. İbn-i Ukayl de bu düşüncededir.
Mutezile mezhebine mensup olanların çoğu, yaratma, yaratıl-ışın kendisidir. Geri kalanı ise, yaratma yaratılmış olandan başka bir şeydir, diyorlar. Ama şunu da ekliyorlar: Yaratmanın da başka bir yaratılması vardır. Örneğin Ma’mer b. Abbad bu görüştedir. Bunlara “zincirleme anlamlar” ehli denir. Bunlardan bazıları şöyle demiş-lerdir: Yaratma, iradenin kendisidir. Örneğin Basralı Mutezililerin bir kısmı bu görüştedir.
İkinci görüş: Lazım fiil değil ama müteaddi fiil, kendisiyle kaimdir. Bunlar diyorlar ki: Kendisiyle kaim olan yaratma, yaratıl-mışın kendisi değildir. Bu düşünceyi savunanlar da iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir.
Bazısı bu fiili sonradan olma (hadis) olarak nitelendirirken, bazısı öncesiz (kadim) olduğunu savunmuş ve yaratılış ve varoluş öncesiz ve ezeli olgulardır, demişlerdir.
Bunlardan bazılarına göre, yaratılış objesi bir tek şeydir ve o da kadimdir, yaratılmışlar ise, onun maddesini oluştururlar. Bununla beraber kadim ve ezelidir. Onlara göre, kendisiyle kaim bir iniş de, kendisiyle kaim bir istiva da yoktur.
Çünkü bunlar ‘sonradan olma’ (hadis)dirler. Bu, “Allah’ın kelâmı gibi fiili de kadimdir.” diyen el-Külabiye ekolünün savunduğu bir görüştür. İbn-i Huzeyme’nin arkadaşları da bunu savunmuşlardır. Hanefilerin, Hanbelilerin, Malikilerin ve Şafiilerin çoğu da bu kanaate sahiptir. Bunlar arasında türü kadim sayıp fertlerini, birimlerini sonradan olma (hadis) olarak değerlendirenler de vardır. Bu görüşe göre, fiilin kendisi, güç yetirilen bir olgu olarak belirginleşir. Fiili muayyen bir şey olarak kabul edenlerse, onun kadim olduğunu söyleseler çelişkiye düşmüş olurlar. Kaçınılmaz olarak muayyen kadimin güç yetirilen olmasını kabul etmek zorunda kalırlar. Eğer güç yetirilen değildir, deseler, yine çelişkiye düşmüş olurlar. Çünkü fiil, güç yetirilen olmak zorundadır. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Üçüncü görüş: Kur’an’ın da delalet ettiği gibi, lazım ve müteaddi fiilin ispatı.
Biz diyoruz ki: Yüce Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattığını, sonra arşa istiva ettiğini bildiriyor. Selef uleması ve ehl-i sünnet imamları bunu savunur. Ayrıca, Ebu Muaz’ın arkadaşları, Züheyr el-Babi, Davud b. Ali gibi alimler ve Kerramiye gibi değişik ekollerden olup, ihtiyari sıfatlar da O’nunla kaimdir, diyenler de bu görüştedir. Gerçi Kerramiye ekolü, iniş ve geliş fiilleri O’nunla kaimdir, derken, öbürleri: gelmeye, inmeye ve istiva etmeye ve benzeri fiillere güç yetirir, derler. Nitekim yüce Allah, böyle haber vermiştir ve kemal dediğimiz de budur.
Bu düşünceyi savunanlar, Allah’ın “hareket ettiğini” de söyler-ler. Nitekim Harb el-Kermani ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebinin bu düşünceyi esas aldığını söyler ve Ahmed b. Hanbel, Said b. Mansur ve İshak b. İbrahim gibi isimleri verir. Aynı şekilde Osman b. Said ed-Darimi de bu görüşü ehl-i sünneti kaynak göstererek nakleder. Ona göre, Allah’tan hareketi olumsuzlamak, selef ulemasının karşı çıktığı Cehmiye ekolünün görüşüdür. Ardından şunları söyler: Her canlı hareket eder, hareket etmeyen diri olamaz. Bazıları şöyle demişler-dir: Eğer Cehmiye ekolünden biri: Ben hareket eden bir Rabbi inkâr ediyorum, derse, sen: Ben dilediğini yapan Rabbe inanıyorum, de.
Bunlar diyorlar ki: Bu hareketlerin mümkün nitelikli olmadıkla-rını ve O’nun tarafından güç yetirilenler olmadıklarını söyleyenler, O’nu cansız varlıklardan (cemad) da ayrı kabul etmiş olurlar. Çünkü cansız varlıklar kendilerinden kaynaklanan bir güçle hareket ediyor olmasalar da, genel olarak harekete yatkındırlar. Bunlar şunu da diyorlar: “Allah, hareketi hiçbir şekilde kabul etmez. Hareket etmesine imkân yoktur.” Hareket ve fiil ise kemal sıfatıdır. Tıpkı ilim, kudret ve irade gibi. Bu gibi sıfatları olumsuzlayanlar, Allah’ın kemal sıfatlarını yok saymış olurlar. İşte Külabiye ekolünün yaklaşımı bundan ibarettir.
Bu “sıfat olumsuzlayıcılar”a: Eğer Allah, diri, bilen, işiten, gören ve konuşan değilse, bu O’nun ölü, bilmeyen, sağır, kör ve lal olmasını gerektirir. Bunlar da yüce Allah’ın münezzeh kılınması gereken noksanlıklardır. Ayrıca yüce Allah, diri, işiten, gören, konuşan, bilen, güç yetiren ve hareket edebilen bir varlık yarattığına göre, O, herkesten çok bu niteliklere en mükemmel şekliyle sahip olmaya layıktır. Çünkü malul her mahlûktaki bir kemal sıfatı, etkin illet denilen yaratıcının kemalinden kaynaklanır...


[1]     Hadid, 2
[2]     Yasin, 82
[3]     En’am, 65
[4]     En’am, 65
[5]     Buhari, 6. Sure 2; Tirmizi, 6. Sure 2; Ahmed b. Hanbel, 3/309
[6]     Mü’minun, 18
[7]     Vakıa, 68-82
[8]     Secde, 13
[9]     Yunus, 99
[10]    Bakara, 253
[11]    Yasin, 81
[12]    Kıyamet, 4
[13]     Kıyamet, 4
[14]     Kaf, 16
[15]     Beled, 5
[16]     Zuhruf, 41
[17]     Casiye, 22; Kaf, 45
[18]     Enbiya, 87
[19]     Buhari, Tevhid 35, Müslim, Tevbe 24-25
[20]     Mürselat, 20-23
[21]     Müslim Eyman 34-35-36, Ebu Davud, Edeb 124, Tirmizi, Birr 30, Ahmed, 3/120
[22]     Tegabun, 16
[23]     Mücadele, 4
[24]     Tevbe, 42
[25]     Buhari, Taksiru’s-selat 19, Tirmizi, Selat 15, İbnu Mace, İkame 139, Ahmed, 4/426.
[26]     Fetih, 20-21
[27]     Kalem, 25-32
[28]     Yunus, 24
[29]     Yunus, 24
[30]     İbrahim, 18
[31]     Nahl, 75
[32]     Maide, 25
[33]     Yasin, 71
[34]     Zuhruf, 13
[35]     Kehf, 97
[36]     Hud, 37
[37]     Hud, 38
[38]     Yasin, 41
[39]     Zuhruf, 12
[40]     Saffat, 95-96
[41]     Araf, 137
[42]     Şuara, 128
[43]     Şuara, 149
[44]     Saffat, 95
[45]     Fecir, 9
[46]     Tevbe, 5
[47]     Maide, 3
[48]     Maide, 95
[49]     Maide, 95
[50]     Enfal, 17
[51]     Enfal, 17
[52]     Hadid, 4