El-Muntakim (intikam alan) ismi
“el-Muntakim” (intikam alan) ismine gelince, bu, peygamberi-mizden (s.a.v.) kesin olarak rivayet edilen esmai hüsna ile ilgili hadiste yer alan bir isim değildir. Sadece Kur’an’da bir ifadeyle kayıtlı olarak yer alır. Şu ayetlerde olduğu gibi: “Muhakkak ki biz, günahkârlardan intikam alırız[1] “Çünkü Allah mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanında bırakmaz.”[2] İçinde “muntakim” isminin de yer aldığı Esmai Hüsna’nın sayıldığı hadise gelince, bu hadiste isimler şu şekilde sıralanıyor: “el-Berr, et-Tevvab, el-Muntakim, el-Afuv, er-Rauf..” Hadis alimlerine göre, bu, peygamberimizin (s.a.v.) sözü değildir. Bunu Velid b. Müslim, Said b. Abdulaziz’den veya üstadlarından birinden aktarmıştır. Bu yüzden meşhur hadis derlemecileri içinde sadece Tirmizi rivayet etmiştir.[3] O da Velid b. Müslim kanalıyla, siyakıyla rivayet ederken, ondan başkaları ise, isimlerde ve isimlerin tertibinde bir takım farklılıklar olmak üzere rivayet etmiştir. Bu da peygamberimizin (s.a.v.) sözü olmadığının en açık kanıtıdır. Bu hadisi Ebu Hureyre’den, sonra A’rec’den, ayrıca Ebu Zennad’dan rivayet edenler isimleri teker teker saymazlar, sadece peygamberimizin (s.a.v.) şöyle dediğini rivayet ederler: “Allah’ın doksan dokuz (yüzden bir eksik) adı vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.”[4] Buhari ve Müslim gibi sahih hadis derlemecileri bu şekilde rivayet etmişlerdir. Allah’ın güzel isimlerinin sayısı ise başka kanallardan rivayet edilmiştir. Bunu da Muhammed b. Sirin Ebu Hureyre’den rivayet etmiştir. İbni Mace’nin de rivayet ettiği bu hadisin rivayet zinciri zayıftır, hadis alimleri, bunun Resulullah’ın (s.a.v.) sözü olmadığını bilirler. Esmai Hüsna’nın sayısı ile ilgili olarak peygamberimizden (s.a.v.) sadece bu iki hadis rivayet edilmiştir. Her ikisi de Ebu Hureyre kanalıyla aktarılmıştır ve bu mevzu ilgili eserlerde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
.”
.”
Bu açıklamaları yapmamızın amacı, bu mesele ile ilgili olarak yarar sağlayan temelleri bilmektir. Çünkü Adem oğullarının içleri, bu mesele ile ilgili olarak çeşitli kuşkular tarafından kemirilmekte-dir.
Kul, başlangıçta, genel olarak yüce Allah’ın yarattığında büyük bir hikmet olduğunu bilirse, bu ona yeter. Sonra ilmi ve imanı arttıkça Allah’ın akılları hayran bırakan hikmetinin ve rahmetinin tezahürlerini gözlemler. Allah’ın kitabında haber verdiği gerçekleri somut gözlemlere dayalı olarak tasdik eder: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.”[5] Nitekim peygamberimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyuruyor: “Andolsun, Allah kullarına, bir annenin evladına beslediği merhametten çok daha fazla merhamet besler.”[6] Buhari ve Müslim’de yer alan bir hadiste de şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah rahmeti yarattığı gün yüz tane rahmet olarak yarattı. İşte canlıların birbirlerine karşı duydukları merhamet duygusu bu rahmet iledir. Öyle ki bir hayvanın ayağını yavrusuna basmamak için kaldırması da bu rahmet ile gerçekleşir. Doksan dokuz tanesini de yanında tuttu. Kıyamet günü olunca o bir rahmeti bu doksan dokuz rahmetle birleştirir ve bununla kullarına merhamet eder.”[7]
Kader konusunda Cumhurun görüşü
Yukarıda işaret ettiğimiz müslüman grupların geneli, söz gelimi dört mezhebin imamları ve selef ulemasından daha birçokları ve Allah’ın hikmetini kabul eden birçok bilgin, Eş’arîlerin yaptığı gibi, hikmeti olumsuzlamamışlardır. Eş’arîler ise, hikmetsiz iradeden, rahmetsiz, muhabbetsiz ve rızasız meşiyetten başkasını olumlama-mışlardır. Onlara göre, bütün yaratılmışlar Allah açısından birdir.
İradeyi, sevgiyi ve rızayı birbirinden ayırmazlar. Bilakis, varlıklar aleminde meydana gelen küfrün, fıskın ve günahın Allah’ın iradesiyle olduğu gibi, sevgisi ve rızasıyla olduğunu söylemek durumuna düşmüşlerdir. Bir şeyi din olarak sevmediğini ve razı olmadığını söylemek istedikleri zaman, bunu din olarak irade etmediğini söylerler. Din ve takva olarak bir şey gerçekleşmemişse, onlara göre, Allah bunu irade etmediği gibi, bundan razı da değildir. Oysa yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Geceleyin, O’nun razı olmadığı sözü düzüp kurarlarken...”[8] Burada yüce Allah, onların bu davranışlarını takdir ettiği ve hükme bağladığı halde, bundan razı olmadığını belirtiyor. Sözünü ettiğimiz müslüman grupların çoğunluğu, Allah’ın kudretini, yaratmasının her şeyi kuşatmasını, meşiyetinin ve kudretinin genelliğini inkâr eden Mutezile ile de örtüşmüyorlar. Bunların yaptığı gibi, Allah’ı, vacip kıldığı ve yasakladığı şeyler bağlamında kullarına benzetmezler. Allah’ın kendisine ait olarak zikrettiği sıfatları ve fiilleri de olumsuzlamazlar. Bilakis Allah’ın kendisi için zikrettiği sıfatları ve fiilleri olumlarlar. O’nun kendisini tenzih ettiği sıfat ve fillerden de O’nu tenzih ederler. Allah her şeyin yaratıcısı, malikidir. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun her şeye gücü yeter. O ihsan sahiplerini, muttakileri ve adaleti uygulayanları sever. Muhacirlerden, ensardan ve onlara güzellikle uyanlardan öne geçen ilklerden razı olur. İfsadı sevmez. Kulları açısından küfre rıza göstermez. Allah’ın ve Resulü’nün sözüne aykırı sözden razı olmaz.. derler.
Şunu da derler: Allah her şeyin yaratıcısı ve maliki olduğu gibi, yarattıklarının şahıslarını ve fiillerini de birbirinden ayırmıştır, farklı kılmıştır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Teslimiyet gösterenleri, günahkârlar gibi tutar mıyız?”[9] “Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”[10] “Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?”[11] “Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz.”[12] Bunun gibi, yaratılmışlar arasındaki farka işaret eden, kulların bedbaht ve mutlu diye iki kısma ayrıldıklarını vurgulayan birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sizi yaratan O’dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü’mindir.”[13] “O, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstahak oldu.”[14] “O, dilediğini rahmetine dahil eder. Zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır.”[15] “Kıyamet kopacağı gün, işte o gün birbirlerinden ayrılacaklardır. İman edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar, cennette nimetlere ve sevince mazhar olacaklardır. İnkâr edenler, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalan sayanlar ise, işte onlar azapla yüzyüze bırakılacaklardır.”[16] Bunun örnekleri Kur’an’da çoktur.
Kader konusunda Mutezile’nin görüşü
Şurası bilinmelidir ki, bu mesele ile ilgili olarak birçok kelâm ve tasavvuf grubunun ayağı kaymış, Mutezile ve benzeri Kaderiyecilerden çok daha kötü bir duruma düşmüşlerdir. Çünkü sözünü ettiğimiz Kaderiyeci gruplar gerçekten Allah’ın emir ve yasaklarını, vaad ve azap tehditlerini, Allah’a ve Resulü’ne itaati önemsiyorlar. Marufu emretme ve münkeri yasaklama hususunda büyük bir gayret sarfediyorlar. Sadece kader konusunda yanlışa düşmüş, sapmışlardır. Genel meşiyeti, kapsamlı kudreti ve her şeyi içine alan yaratmayı kabul etmeleri durumunda, Allah’ın adaletine ve hikmetine gölge düşürmüş olacaklarını sanmışlardır. Ve bu sanılarıyla da büyük bir yanılgı içine düşmüş oldular.
Kader konusunda diğer görüşler
Bunlara karşılık kelâm ve tasavvuf ehlinden bilginler ve abidler ortaya çıktılar, kader gerçeğini kabul ettiler, Allah’ın her şeyin rabbi ve sahibi olduğuna inandılar. O’nun dilediğinin olacağını ve dilemediğinin de olamaycağını vurguladılar. O’nun her şeyin yaratıcısı, rabbi ve maliki olduğunu dile getirdiler. Bütün bunlar güzel ve doğru olmakla beraber, ilâhî emir ve yasaklarda kısmalara gittiler, vaad ve azap tehditlerini fonksiyonsuz gibi algıladılar. O kadar ileri gittiler ki, bunlar içindeki bazı aşırı gruplar inkâra kadar vardırdı işi. Derken: “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi haram kılmazdık.”[17] diyen müşriklerle aynı kategoriye düştüler. Dolayısıyla önceki Kaderiyeciler (Mutezile ve benzerleri) şer bildikleri için Allah’tan başka bir fail isbat etmekle mecusilere benzedikleri gibi, bu Kaderiyeciler (kimi kelâm ve tasavvuf grupları) de “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi haram kılmazdık.” diyen müşriklere benzediler. Şu kadarı var ki, müşrikler her zaman mecusilerden daha kötüdürler. Çünkü hiç olmazsa mecusilerden, müslümanların ittifakiyle cizye vergisi kabul edilmiştir. Ayrıca bazı alimler, onların kadınlarıyla evlenmenin ve yiyeceklerini yemenin helâl olduğunu da söylemişlerdir. Müşriklerinse, kadınlarıyla evlenmenin ve yiyeceklerinden yemenin haram olduğu hususunda ümmet arasında tam bir görüş birliği vardır. Gerçi Şafii’nin görüşü ve Ahmed’den nakledilen meşhur görüş, müşriklerden cizye kabul edilmeyeceği yönündedir. Ulemanın coğunluğu, mecusilerden cizye kabul edilse de müşriklerden kabul edilmeyeceği görüşündedir. Çünkü peygamber efendimiz (s.a.v.) hiçbir müşrikten cizye kabul etmediği gibi şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şahitlik edinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu şahitliği yapınca, haklı bir gerekçe olmadığı sürece kanları ve malları benden yana güvencede olur. Hesaplarını görmekse Allah’a aittir.”[18]
Burada şunu demek istiyoruz: Kaderi kabul edip de, bunu, ilâhî emir ve yasakların iptal edilmesinin gerekçesi gibi kullananlar, kaderi kabul etmedikleri halde ilâhî emir ve yasakları kabul edip riayet edenlerden daha kötüdürler. Bütün müslümanlar ve diğer dinlerin mensupları, daha doğrusu bütün insanlar bu noktada hem fikirdirler. Çünkü kaderi ve bütün mahlûkat üzerindeki rububiyeti kabul edip de emredilenle yasaklananı, kâfirle mü’mini, itaat edenlerle isyan edeni birbirinden ayırmayanlar, hiçbir peygambere ve hiçbir kitaba inanmamış olurlar. Onların nazarında Adem ile İblis arasında hiçbir fark yoktur. Nuh ile kavmi, Musa ile Firavun, iman etmede herkesten önce davranan ilk müslümanlar ile Mekke kâfirleri eşittir.
Bu sapıklık, tasavvuf, zühd ve ibadet ehli olarak bilinen gruplara arasında kol geziyor. Özellikle bu görüşlerini, ilâhî sevgi, buğz, hoşnutluk ve gazabı kabul etmeksizin kaderi ve dilemeyi kabul eden kelâmcıların tevhid anlayışlarıyla destekledikleri zaman bu sapıklıkları daha bir koyulaşır. Sözünü ettiğimiz kelâmcı gruplar diyorlar ki: Tevhid, rububiyetin birliğidir. Uluhiyet ise, onlara göre, meydana getirme, ortaya çıkarma gücünden ibarettir. Dolayısıyla uluhiyetin birliğini bilmezler ve ilahın, tapılan, kulluk sunulan mabud olduğunun bilincinde değildirler. Ve yine, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik edilmedikçe, Allah’ın her şeyin rabbi olduğunu ikrar etmenin tevhid sayılmayacağını bilmezler. Nitekim yüce Allah, uluhiyetin tekliğini ikrar etmeyip sırf rububiyetin tekliğini kabul edenler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.”[19]
İkrime şöyle der: Onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye soracak olsan, Allah.. derler. Ama bu sırada Allah’tan başkasına ibadet ederler. Üstelik gerçek tevhid ve fena (Allah’ta yok olma) fikrini de savunurlar ve, bu, bilginin son noktasıdır, derler. Arif kişi bu makama erişince, genel rububiyeti ve kapsamlı egemenliği gözlemlediği için artık güzeli güzel, çirkini de çirkin görmemeye başlar, derler. Nice büyük şeyhlerin (şuyuh-u ekber) yuvarlandıkları bir derekedir bu. Güç ve kuvvet ancak Allah’ındır.
Aslında bunların tevhid anlayışları ile putlara tapan müşriklerin tevhid anlayışları aynıdır. Yüce Allah putperest müşrikler hakkında şöyle buyuruyor:
“De ki: Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım, bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? Allah’a aittir, diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de. Yedi kat göklerin rabbi, azametli arşın rabbi kimdir? diye sor. Allah’ındır, diyecekler. Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız! de. Eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyin melekutu kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir? diye sor. Allah’ındır, diyecekler. Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz? de.”[20]
“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorsan, mutlaka Allah, derler. O halde nasıl çevirilip döndürülüyorlar? Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Andolsun ki onlara: Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir? diye sorsan, mutlaka, Allah, derler. De ki: Hamd da Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu düşünmezler.”[21]
“Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, mutlaka Allah, derler. De ki: Övgü de yalnız Allah’a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.”[22]
“Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette Allah, derler. O halde nasıl çeviriliyorlar?”[23]
“De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor? Allah, diyecekler. De ki: Öyle ise sakınmıyor musunuz? İşte O, sizin gerçek rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl döndürülüyorsunuz? İşte böylece rabbinin yoldan çıkanlar hakkındaki ‘onlar inanmazlar’ sözü gerçekleşmiş oldu. De ki: Ortak koştuklarınız arasında, ilk defa yaratacak, arkasından onu yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah ilk defa yaratıp onu yeniden döndürür. O halde nasıl saptırılırsınız! De ki: Ortak koştukla-rınızdan hakka iletecek olan var mı? de ki: Hakka Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mi? Siz ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?”[24]
“Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi o suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirdik. Allah’tan başka tanrı mı var! doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur. Yoksa yer yüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah’tan başka tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu bilmiyorlar. Yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah’tan başka tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz! Yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’tan başka bir tanrı mı var! Allah, onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. Yoksa ilk başta yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah’tan başka bir tanrı mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız siz kesin delilinizi getirin.”[25]
Çünkü putperest müşrikler, yüce Allah’ın gökleri ve yeri yarattığını kabul ettikleri gibi, O’nun kendilerinin de yaratıcısı olduğunu ikrar ediyorlardı. Her şeyin melekutünün O’nun elinde olduğunu ikrar ediyorlardı. Hatta kaderi dahi kabul ediyorlardı. Bilindiği gibi, cahiliye döneminde Araplar kadere inanırlardı. Bunu cahiliye döneminin şiirinde de nesrinde de görmek mümkündür. Buna rağmen, sadece tek ve ortaksız Allah’a kulluk etmedikleri, aksine, O’ndan başkasına ibadet ettikleri için Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kötü olan müşriklerden oldular. İşte kimin tevhid anlayışının vardığı nokta buna benzer bir tevhid anlayışı ise, onun benimsediği tevhid müşriklerin tevhid anlayışından farksız olur.
Burası var ya! burası... nice ayakların kaydığı, nice anlayışların saptığı çok tehlikeli bir dönemeçtir! Bu dönemeçte, ne yazık kı müslümanların dini değişime uğradı. Burada tevhid ehli putların kullarına karıştılar. Tevhidin, tahkikin, irfanın ve kelâmın son noktası burasıdır, iddialarına rağmen!
Cebriyecilerin Kaderiyecilerle bir olması
Bilindiği gibi, Allah’a ve Resulü’ne iman eden herkes şunu kabul eder ki, ilâhî emir ve yasakları, vaad ve azap tehditlerini kabul eden Kaderiyeci Mutezile ve şia mezhebinin mensupları, mü’minle kâfiri, iyi ile günahkârı, gerçek peygamberle yalancı peygamberi, Allah’ın dostları ile düşmanlarını birbirine eşit düzeyde gören, bu anlayışını da tahkikin amacı ve tevhidin son noktası olarak savunan kimselerden daha iyidirler. Bunlar, ilk kuşak müslümanların (selef) yerdiği “Kaderiyeciler”dir. Hatta bunlar, Mutezile ve benzeri gruplardan çok daha fazla yerilmeyi hakketmektedirler. Ebu Bekir el-Hallal’ın, Kaderiyeci anlayışa ve Allah kullarını günah işlemeye zorlar, demelerine reddiye maksadıyla kaleme aldığı “Kitabu’s Sünneh” adlı eserinde söylediği gibi. Bu eserde el-Mervezi’den şöyle nakleder: Ebu Abdullah’a (İmam Cafer es-Sadık) dedim ki: Bir adam, Allah kullarını zorlar, diyor. Ebu Abdullah: Sen öyle söyleme, dedi ve bu anlayışı hoş karşılamadı. Ardından şu ayeti okudu: “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.”[26] Adı geçen müellif Mervezi’den şöyle nakleder: Bir adam, Allah kullarını günah işlemeye zorlamaz, dedi. Biri de ona karşı çıkarak, Allah kulları zorlar, dedi. Bunu söylerken kaderi ispat etmekti amacı. Bu hususta Ahmed b. Hanbel’in görüşünü sordular. Ahmed b. Hanbel her ikisinin dediğini de hoş karşılamadı, zorlamayı ileri sürenin de, zorlama olmadığını söyleyenin de.. Nihayet tevbe ettiler de, o, onlara şu ayeti okudu: “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.” [27]
Ayrıca Abdurrahman b. Mehdi’den şöyle nakleder: “Süfyan es-Sevri “cebir = Allah’ın kulları zorlaması” fikrine karşı çıktı ve dedi ki: Allah kulları, cibiliyete sahip olarak yaratmıştır.. Mervezi der ki: Burada Süfyan es-Sevri peygamber efendimizin (s.a.v.) El-Eşecc Abdulkays’a söylediği şu sözü kast ediyor: Sende Allah’ın sevdiği iki huy (yaratılış) var. Biri hilm, öbürü de tevazudur. Dedi ki: İki yaratılışla mı yaratıldım, yoksa iki cibiliyete mi sahip kılındım? Buyurdu ki: İki cibiliyete sahip kılındın. Dedi ki: “Beni sevdiği iki cibiliyete sahip kılan Allah’a hamd olsun.”[28]
Mervezi, İbni İshak el-Fuzari’den şöyle nakleder: Evzai bana dedi ki: İki adam bana geldiler ve kaderle ilgili bir takım sorular sordular. İstedim ki, onları sana getireyim de sen onlara cevap veresin. Dedim ki: Allah sana rahmet etsin. Sen benden daha iyi cevap verirsin. Derken Evzai yanında iki adamla birlikte bana geldi ve adamlara: Konuşun, dedi. Adamlar dediler ki: Kadercilerden bazı adamlar bize geldiler ve bizimle tartıştılar, biz de onlarla tartıştık. Sonunda hep beraber şunu dedik: Allah, bize yasakladığı şeylere bizi zorlar. Bu sefer de karşımıza bize emrettiği ve bizi haram kıldığı şeylerle rızıklandırması gibi bir durum çıktı. Dedim ki: Be hey adamlar! Size gelen adamların size sundukları fikirler uydurdukları, ortaya attıkları bir bid’attı. Ama görüyorum ki, siz de onların çıktıkları bid’ata benzer bir bid’ata çıkmış bulunuyorsunuz. Evzai dedi ki: Doğru, hem de güzel söyledin, ey Ebu İshak!
Bakiye b. Velidin şöyle dediği anlatılır: Zübeydi’ye ve Evzaiye “cebir = Allah’ın kullarını zorlaması” ile ilgili bir soru sordum. Zübeydi dedi ki: Allah’ın emri ve kudreti zorlamadan ve baskıdan yücedir. Sadece hükmeder, takdir eder, yaratır ve kulunu sevdiği cibiliyet üzere meydana getirir. Evzai de şöyle dedi: Kur’an ve sünnette cebir anlayışına temel oluşturacak herhangi bir şey bulamıyorum. Diyelim ki bunu söyledim. Fakat kader, yaratma ve cibiliyet sahibi kılma vardır. Bunları Kur’an’dan ve peygamberin (s.a.v.) hadisinden öğrenmek mümkündür.
Mutarrif b. Şıhhir şöyle demiştir: Kadere yaslanmayız, sadece ona doğru gitmekteyiz. Damre b. Rebia da şöyle demiştir: Kadere yaslanmamız bize emredilmiş değildir. Sadece kadere doğru gitmekteyiz.
Sahih bir hadiste peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden her birinizin cennetteki ve cehennemdeki oturağı bilinmektedir. Orada bulunanlar dediler ki: Ya resulallah! O halde ameli bırakıp bu yazılana ma güvensek!? Buyurdu ki: Hayır, amel edin, çünkü kişi hangi akibet için yaratılmışsa ona götürücü ameller onun için kolaylaştırılmıştır.”[29] Aslında bu, alabildiğine geniş bir konudur.
Mürciyecilerle Kaderiyecilerin bir olması
Şunu demek istiyoruz: Hallal gibi ilim adamları, kaderi günahların gerekçesi gibi görmeseler de cebir anlayışına sahip kimseleri “Kaderiyeciler” zümresine dahil etmişler. Bir de kaderi günahların gerekçesi gibi görenleri düşünün!!! Şurası muhakkaktır ki, kaderi işlediği günahların, ilâhî emir ve yasakların geçersizliğinin gerekçesi gibi algılayan kimseler, kaderi inkâr edenlerden çok daha fazla Allah’ın yerdiği kaderciler zümresine dahil olmayı hakkederler. Çünkü bunların sapıklığı çok daha büyüktür. Bu yüzden selef ulemasından aktarılan birçok açıklamada Kaderiyecilik Murçiyelikle birlikte, onun eşdeğeri gibi sunulmuştur. Hatta bu hususta merfu bir hadis te rivayet edilir. Çünkü her iki bid’at da ilâhî emir ve yasaklamayı, vaad ve azap tehditini ifsad eder anlamsızlaştırır. Şöyle ki: İrca(imanla birlikte günah zarar vermez anlayışı, mürciyecilik) azap tehditlerine yönelik imanı zayıflatır, farzlara ve haramlara ilişkin emirlerin küçümsenmesine neden olur. Kaderiyeci ise, şayet kaderi günahların gerekçesi gibi algılarsa, mürciyeciye yardımcı olmuş olur. Eğer kaderi yalanlarsa, bu sefer Kaderiyeciyle karşı karşıya gelir, onun karşıt görüşünü savunur. Biri öyle bir noktaya gelir ki, emredildiği bir şeyi yapma, ya da yasaklandığı bir şeyi de terk etme hususunda Allah’tan yardım istemez olur. Öbürü de karşı istikamette aşırılığa gider.
Bilindiği gibi yüce Allah peygamberleri göndermiş ve kitapları indirmiş ki, bu peygamberlerin haber verdikleri şeyler tasdik edilsin ve emrettiklerine itaat edilsin. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Biz her peygamberi - Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.”[30] “Kim Peygambere itaat ederse o Allah’a itaat etmiş olur.”[31] Kadere inanmak da bunun bir gereğidir. Ama kadere inanıp da bu inancını peygamberlerin emrettiklerine aykırı davranmasının gerekçesi yapan kimse, imanın temelini ortadan kaldırmış olur.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah’ın peygamberleriyle bildirdiği emir ve yasakları geçersiz kılan kimse, müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların ittifakıyla kâfirdir. Aslında bu görüşü savunanlar büyük bir çelişki içindedirler. Bu görüşle hayatlarını sürdürmeleri, herhangi bir insana bir iyilik sağlamaları mümkün değildir. İki kişinin bu anlayış çerçevesinde bir araya gelmesine imkân yoktur. Çünkü eğer kader bir gerekçeyse, bu her biri için gerekçedir. Aksi taktirde biri için gerekçe olamaz. Varsayalım ki, bunlardan birine biri zulmetti, biri sövdü veya malını aldı yahut ailesini ifsad edici bir saldırıda bulundu veya başka bir davranışta bulundu, bu adam kendisine karşı bu fiilleri işleyen kimseyi kınarsa, yererse veya cezalandırılmasını isterse, kaderi fiillerin gerekçesi olarak görme esasına dayanan anlayışı bir anda ortadan kaldırmış olur. Dolayısıyla bir kimse: arif insan kaderi müşahede edecek düzeye gelince, ona yönelik ilâhî emirler sakıt olur, dese, bu sözü küfürdür ve bu sözden bırakın bir müslümanı, ne Yahudi, ne de Hıristiyan hoşnut olur. Böyle bir söz aklen imkânsız, şeran muhaldır. Çünkü aç insan ekmekle toprağı ayırır, susuz insan su ile serabı ayırır. Kendisini doyuracak veya susuzluğunu giderecek olanı sever, hiçbir fayda sağlamayanı değil. Bütün herkes ve her şey Allah tarafından yaratılmıştır. Canlı bir varlık-kim olursa olsun- kendisine yarar sağlayanı, kendisi için nimet olanı ve kendisini sevindireni, kendisine zarar verenden, kendisini mutsuz edenden ve kendisine acı verenden ayırmak zorundadır. İşte ilâhî emir ve yasakların gerçek mahiyeti budur. Çünkü Allah kullara, onlar için faydalı olan şeyleri emretmiş, onlar için zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır.
İnsanlar şeriat ve kader konusunda dört gruba ayrılırlar
İnsanlar, şeriat ve kader karşısında takındıkları tavırları itibariyle dört gruba ayrılırlar. Bu grupların içinde en kötü olanı, kaderi kendisi için bir bahane gibi görüp başkaları için görmeyen kimselerdir. Bu insanlar günah ve kusurları sözkonusu olduğunda kadere yaslanırlar, ama başlarına gelen musibetler karşısında kadere sığınıp sabır göstermezler. Nitekim bir alim bunlardan birine şöyle demiştir: Sen, ibadet hususunda Kaderiyeci, günah hususunda da Cebriyecisin. Hangi mezhep o anki durumuna uygunsa ona uyarsın... Bunların karşısında grupların en iyisi ise, musibetlere sabredenler ve kusurlarından dolayı bağışlanma dileyen kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sen sabret. Çünkü Allah’ın vadi haktır. Günahının bağışlanmasını iste.”[32]
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.”[33]
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.”[34] Selef ulemasından biri bu ayetle ilgili olarak şöyle demiştir: Burada, başına bir musibet geldiğinde, bunun Allah’tan olduğunu bilen, bu yüzden musibete razı olup teslimiyet gösteren kimse kast edilmiştir.
“Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.”[35]
Yüce Allah, Adem’in (a.s.) malûm kusuru işledikten sonra şöyle dediğini bize aktarmaktadır: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[36]
İblis’inse şöyle dediğini aktarıyor: “Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.”[37] Buna göre, kim işlediği günahtan tevbe ederse babası Adem’e benzer. Kim de günahta ısrar eder, kaderi işlediği günahın gerekçesi ve bahanesi gibi algılarsa İblise benzemiş olur. Buhari ve Müslim’de Adem (a.s.) ile Musanın (a.s.) tartışmasına ilişkin bir rivayet yer alır. Bu rivayette belirtildiğine göre Musa (a.s.) Adem’e şöyle der: “Sen ki insanlığın babası Ademsin. Allah seni kendi elleriyle yarattı. İçine kendi ruhundan üfledi. Sana her şeyin adını öğretti. Niçin bizim de kendinin de cennetten çıkarılmasına neden oldun? Adem ona şu cevabı verir: Sen, Allah’ın seçip peygamber kıldığı ve konuştuğu Musa’sın. Senin için Tevrat’ı kendi elleriyle yazdı. Sence benim yaratılmamdan kaç zaman önce benim hakkımda “Adem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı.”[38] hükmü yazılmıştı? Musa: Şu kadar zaman önce, dedi. Böylece Adem Musa’yı tartışmada mağlup etmiş oldu.” Bu, Buhari ve Müslim’de yer alıp Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadistir.[39] Daha iyi bir rivayet zinciriyle Hz. Ömerden (r) de rivayet edilmiştir.[40]
Adem ve Musa’nın tartışması
Hz. Adem (a.s.) Hz. Musa’yı (a.s.) tartışmada mağlup etti, çünkü Musa (a.s.) işlediği fiilden dolayı onu kınamıştı. Yasak ağacın meyvesini yemekle kendileri için bir musibetin meydana gelmesine neden olmuştu diye, eleştirmişti. Musa’nın onu kınaması, işlediği günahla Allah’ın hakkını çiğnemesinden dolayı değildi. Nitekim Adem de yüce Allah’ın bize haber verdiği gibi bu günahtan tevbe etmişti: “Adem rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti.”[41]
Ayrıca Musa- Musa düzeyinde olmayan kimseler de- tevbe ve bağışlamadan sonra olmayacağını bilir. Hz. Adem, Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde, kaderin günahın bahanesi olarak algılanamayacağını, kadere dayanarak günahın savunulamayacağını çok daha iyi bilirdi. Ve yine Musa (a.s.) Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde bu gerekçeye karşılık vermeyi çok daha iyi bilirdi. Çünkü eğer bu savunma kınanma için geçerli olsaydı, Adem’in düşmanı olan İblis için de bir kanıt olurdu. Musa’nın düşmanı Firavun için de. Bütün kâfirler ve günahkârlar için de.. O zaman Allah’ın emir ve yasaklarının anlamı kalmazdı. Daha doğrusu kader, Musa’ya karşı Adem için bir gerekçe, bir savunma kanıtı olurdu. Çünkü Musa, başkasının işlediği bir fiilden dolayı başına bir musibet geldi diye başkasını kınamıştı. Üstelik bu başkasının yaratılmasından çok önce, bu fiil onun için yazılmıştı.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.” [43]
Enes şöyle der: “On yıl boyunca peygamber efendimize (s.a.v.) hizmet ettim. Bir kere olsun bana öf demedi. Yaptığım herhangi bir iş için, niçin yaptın? diye çıkışmadı. Yapmadığım bir iş için de, niçin yapmadın? demedi. Eşlerinden biri, bir şeyden dolayı beni azarlayacak olsa “bırakın onu” eğer bir şey takdir edilmişse olur, derdi.”[44]
Hz. Aişe’nin (r) şöyle dediği rivayet edilir: “Resulullah (s.a.v.) bir kere olsun eliyle bir hizmetçiyi, bir kadını veya bir hayvanı dövmedi. Allah yolunda cihad ettiği sıralar hariç. Kendisine yapılan hiçbir kötülükten dolayı intikam almaya kalkışmadı, ancak Allah’ın haramlarının çiğnenmesi durumu başka. Biri Allah’ın koyduğu haramları çiğnedi mi artık Allah için intikam alıncaya kadar hiç kimse onun öfkesinin karşısında duramazdı.” [45]
Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsa, mutlaka onun elinin keserim.”[46] Şu halde peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ın emir ve yasakları hususunda durmaksızın itaat etmeye koşardı, Allah’ın koyduğu hudutların dışına çıkanlara karşı Allah’ın öngördüğü cezai müeyyideleri derhal uygulardı. Allah için bir iş yaptığı zaman kınayanın kınamasından korkmazdı. Ama kendisiyle ilgili olmak üzere biri onu incitseydi ve bir kusur işleseydi, affeder ve kaderi göz önünde bulundurarak onu sorumlu tutmazdı.
İşte bu, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerden doğrulardan şehidlerden ve salihlerden oluşan kimselerin yoludur. Ne güzel yoldaştır onlar! Böyle bir davranış, herhangi bir insanın fiili sözkonusu olmaksızın semavi musibetler gibi takdir edilen olaylar karşısında takınılması gereken bir davranıştır. Ya da insanın fiili sözkonusu olsa da, artık kişinin sorumlu tutulmasına imkân yoksa da bu davranışı esas almak gerekir. Adem (a.s.) peygamberin işlediği fiil gibi. Çünkü artık şeran onu kınamaya imkân yoktur; tevbe ettiği için. Kaza ve kaderin varlığından dolayı takdiri olarak da onu kınamaya imkân yoktur. Bir adam bir başka adama zulmederse, zulme uğrayan kimsenin adalete uygun olarak uğradığı zulüm kadar karşı taraftan intikam alma hakkına sahiptir. Ama onu bağışlaması kendisi için daha iyidir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Yaralar da kısastır. Kim bunu bağışlarsa kendisi için keffaret olur.” [47]
Üçüncü grup: Bunlar kaderi hiçbir şekilde dikkate almayan kimselerdir; ne kulların fiilleri kapsamına giren kusurlar, ne de başlarına gelen musibetler bağlamında... Bilakis, bunların tümünü kula izafe ederler. Bir kötülük işledikleri zaman istiğfar ederler, bağışlanma dilerler. Kuşkusuz bu davranışları güzeldir; ancak bir kulun fiili sonucu başlarına bir musibet geldiği zaman, bu musibetin aleyhlerine gelişmesine esas oluşturan kaderi dikkate almadıkları gibi, kendileri hakkında kusur işleyen kimse için de, bırakın onu, eğer bir şeye kader kapsamında hükmedilmişse, mutlaka gerçekleşir, demezler. Özellikle başlarına gelen bu musibet kendi günahları nedeniyle gerçekleşmişse, kadere hiçbir şekilde ilgi duymazlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İki katını düşmanınızın başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi, bu nasıl oluyor, dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır.”[48] “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”[49] “Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür.” [50]
Nisa suresi 78 -79 . ayetleri üzerinde yapılan tartışma
Aşağıdaki ayetler de buna bir örnek oluşturmaktadır: “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa, bu Allah’tan derler; başlarına bir kötülük gelince de, bu senden, derler. Hepsi Allah’tandır, de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[51] Çünkü bu iki ayet üzerinde kaderi olumlayanlarla olumsuzlayanlar arasında büyük tartışmalar çıkmıştır. Bir grup “Hepsi Allah’tandır, de.” ifadesinden dolayı, bütün fiiller Allah’tandır, derken, bir grup “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” ifadesinden dolayı, iyilik Allah’tan, kötülük ise, insanın nefsindendir, demişlerdir.
İlk gruptakiler, bu ikinci görüşü savunanlara, ayette geçen “min nefsike= senin nefsindendir” ifadesini uydurma bir kıraat ile “men nefsuke= nefsin kimdir” şeklinde istifham olarak okuyarak cevap vermeye çalışmışlardır. Bunlardan kimisi, sözkonusu ifadenin başında bir soru edatı takdir ederek, cümlenin takdiri açılımının “e fe min nefsike = yoksa senin nefsinden midir?” şeklinde yapmışlardır. Kimisi de “Sana gelen..” diye tercüme ettiğimiz ifadenin başında bir “de ki..” sözünü takdir etmiş ve şöyle demişlerdir: Ayetin takdiri: Bu adamlara ne oluyor ki anlamadıkları sözü söylüyorlar? şeklindedir. Böylece Kur’an’ın lafzını tahrif ettikleri gibi, anlamını da tahrif ediyorlar. Allah’ın sözünün- ki sözün doğrusudur- Allah’ın reddettiği münafıkların sözü haline getiriyorlar. Kur’an’da somut bir kanıtı olmayan, tam tersine ayetin akışının olumsuzladığı zamirler takdir ediyorlar. Aslında bu grupların ikisi de Kur’an’ın hakikatinden habersiz cahillerdir. Savundukları mezhebin hakikatini de bilmiyorlar.
Kur’an’ın burada iyilik ve kötülükten kast ettiği ise, nimetler ve musibetlerdir. Maksat, ibadetler ve günahlar değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez.”[52] Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, iyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız, derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır.” [53]
Aşağıdaki ayet de buna bir örnek oluşturmaktadır: “Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.”[54] Nitekim bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: “Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.”[55] Yani, nimetler ve musibetlerle...
Ama aşağıdaki ayette farklı bir anlamda kullanılmıştır:
“Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.”[56] Bunun gibi daha birçok ayet vardır. Bu ve benzeri ayetlerde bu iki kavramla, ibadet ve günah anlamı kast edilmiştir. Zaten her ayetin bağlamında, bu lafızlarla hangi anlamın kast edildiğini gösteren kanıtlar, karineler vardır. Yoksa, Allah’a hamd olsun, aziz Kur’an’da anlaşılmayacak, problem oluşturacak herhangi bir şey yoktur. Aksine, Kur’an apaçıktır. Şöyle ki: Kur’an’da “Sana isabet eden” veya “Sana dokunan” şeklinde bir ifade kullanıldığı zaman, bununla, bir insana başkası tarafından dokundurulan herhangi bir şeye işaret edilir. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” “Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer.” “Elleriyle yaptıkları yüzünden başla-rına bir kötülük gelirse.” “Kim bir iyilikle gelirse..”[57] dendiği zaman, burada kişinin kendi fiiline işaret edilmiş olur. Çünkü bu iyiliği getiren kendisidir. Bu, kulun kendi yaptığıdır, kula yapılan bir şey değildir. zaten ayetin akışından da bunu anlamak mümkündür. Çünkü yüce Allah, cihadı teşvik ettiği ve cihada çıkma hususunda ağır davrananları yerdiği bir bağlamda bundan söz ediyor. Ulu Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın. İçinizden bazıları vardır ki pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felaket erişirse: Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım, der. Eğer Allah’tan size bir lütuf erişirse- sanki sizinle onun arasında bir dostluk yokmuş gibi- keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım! der.” [58]
Burada yüce Allah cihadı emrediyor ve cihada çıkma hususunda ağır davrananları yeriyor. Bu çerçevede bazen mü’minlere erişen musibetten söz ediyor, bazen de onlara erişen lütfundan bahsediyor. Tıpkı Uhud savaşında bir musibete uğradıkları gibi. Nitekim yüce Allah bu olaya şöyle işaret etmektedir: “İki katını düşmanınızın başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi, bu nasıl oluyor, dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır.”[59] Bedir savaşında da Allah’ın lütfu onlara erişmiş, Allah’ın desteğiyle büyük bir zafer kazanmışlardı. Nitekim buna da şöyle işaret etmiştir: “Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yardım etmişti.”[60] Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: “O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. Size ne oldu da Allah yolunda ve (...) zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! (...) Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa, bu Allah’tan, derler; başlarına bir kötülük gelince de, bu senden, derler.”[61] Bunlar, kâfirlerin ve münafıkların söyledikleri sözlerdir. Bu gibi insanlara zafer ve benzeri bir nimet isabet ettiği zaman: Bu Allah’tandır, derler. Fakat zillet, korku ve benzeri bir musibet başlarına geldiğinde ise, bu, Muhammed’in getirdiği din yüzünden başımıza geldi, derler. Çünkü kâfirler başlarına gelen herhangi bir musibetin iman ehlinin davranışlarının yüzünden başlarına geldiğini düşünürler.
Buna benzer bir yaklaşıma Musa ile Firavun kıssasında da işaret edilmektedir: “Andolsun ki, biz Firavun’a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsül kıtlığı ile cezalandırdık. Onlara bir iyilik gelince, bu bizim hakkımızdır, derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır..”[62] Yasin suresinde yer alan şu ayetler de aynı anlama işaret etmektedir: “Dediler ki: Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir. Onlar: Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur, dediler.”[63] Bu gibi ayetlerde yüce Allah, kâfirlerin mü’minleri kendileri için uğursuz saydıklarını haber veriyor. Başlarına bir musibet geldiği zaman, bunun nedeni olarak iman ehlinin varlığını görürlerdi. Kendilerine bir iyilik dokunduğunda ise, bunun Allah katından kendileri için olduğunu ileri sürerlerdi. Yüce Allah onların bu davranışları üzerine şöyle buyuruyor: “Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” [64]
Yüce Allah sözün en güzelini indirmiştir. Eğer Kur’an’ı anlamış olsalardı, O’nun kendilerine marufu emrettiğini, münkerden nehyettiğini, hayrı emredip şerri yasakladığını anlarlardı. Şu halde yüce Allah’ın elçileriyle beraber gönderdikleri arasında kötülüğün sebebi olacak hiçbir şey yoktur. Bilakis kötülük, şer kulların işledikleri günahlardan kaynaklanır. Nitekim Allah, bu gerçeğe şöyle işaret eder: “Sana gelen iyilik Allah’tandır.”[65] Sana isabet eden zafer, rızık ve sağlık Allah’ın sana bahşettiği bir nimettir. Bu, senin işlediğin salih ameller nedeniyle olsa da.. Çünkü sana doğru yolu gösteren, sana yardım eden, kolay olanı sana kolaylaştıran O’dur. İman etmen de O’nun bir lütfudur. O imanı kalbine süslü gösterdi, küfürden, fâsıklıktan ve günahtan tiksinmeni O sağladı.
Sahih bir kanaldan gelen -Ebu Zer’in, peygamberimizden (s.a.v.) rivayet ettiği- kutsi bir hadisin sonunda şöyle deniyor: “Ey kullarım! Sizin amellerinizi sizin için sayıp kaydederim. Sonra onların karşılığını eksiksiz olarak size veririm. Kim amellerinin karşılığının hayır olduğunu görürse Allah’a hamdetsin. Kim de bundan başka bir sonuçla karşılaşırsa, kendisinden başka kimseyi kınamasın.” [66]
Bir sahih hadiste şöyle buyuruluyor: İstiğfarın-bağışlanma dilemenin- efendisi, kulun şöyle demesidir: “Allahım! Sen benim rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Ben elimden geldiğince sana verdiğim söz ve vaad üzereyim. Yapıp ettiklerimin şerrinden sana sığınırım. Benim üzerimdeki nimetlerini itiraf ediyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur... Kim bunu söylerse, buna kesin inanmış olarak sabahlayıp aynı gün ölürse cennete girer. Kim bunu söylese ve buna kesin inanmış olarak akşamlarsa, aynı gece ölse cennete girer.”[67]
Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: “Başına gelen kötülük ise..”[68] sana isabet eden zillet, korku ve müslümanlara Uhud’da isabet eden bir yenilgi benzeri bir hezimet “nefsindendir.” Senin günahlarından ve hatalarından kaynaklanmaktadır. Daha önce yazılmış ve takdir edilmiş olsa da. Çünkü kader hiç kimsenin sığınacağı bir bahane değildir. Ne Allah’a karşı, ne de yarattıklarına karşı işlenen kusurlarda gerekçe olarak ileri sürülemez. Eğer herhangi bir kimsenin işlediği kötülükler hususunda kaderi bir gerekçe göstermesi caiz olsaydı, o zaman hiçbir zalim cezalandırılmaz, hiçbir müşrik öldürülmez, hiç kimseye cezai müeyyideler uygulanmaz, hiç kimse de bir başkasına zulmetmekten vazgeçmezdi. Bununsa, hem din, hem de dünya açısından bir fesat olduğu bilinen zorunlu bir gerçektir. Doğal olarak bu bozgun burada kalmaz, bütün aleme sirayet eder. Her akıl sahibi de bu gerçeğin böyle olduğunu bilir. Peygamberin (s.a.v.) getirdiği dine uygun düşünce de böyle bir yaklaşım içinde olunmasını gerektirir.
O halde kadere inanılır, ama bir bahane ve mazeret olarak kaderin arkasına sığınılmaz. Kadere inanmayanlar Mecusilere, onu bir bahane ve mazeret gibi görenler de müşriklere benziyorlar. Allah’ın emirlerine ve kadere inanıp da Allah’ın adaletine ve hikmetine eleştiri getiren bir kimse de İblise benzemiş olur. Çünkü yüce Allah, İblis’in hikmetini eleştirdiğini, kendisine karşı çıktığını, kendi hevasından kaynaklanan görüşüne dayanarak baş kaldırdığını haber veriyor: “Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim.” [69]
Ehl-i kitaptan bir gruba ve Şehristani gibi bazı musannifler, İblis’in yüce Allah’ın Adem’i yaratmasına ve ona secde etmelerini emretmesine karşı çıkarak meleklerle tartıştığını söylemişlerdir. Fakat Şehristani’nin Makalat’ın baş taraflarında ehl-i kitaptan bazı kimselere dayanarak zikrettiği İblis ile melekler arasındaki bu tartışmanın gerçekleştiğine ilişkin herhangi bir kanıt yoktur. Böyle bir tartışma ehl-i kitabın kaynaklarında yer alsa bile, sırf onların kaynaklarında yer alıyor diye bunu tasdik etmemiz caiz değildir. Çünkü peygamber efendimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Ehl-i kitaptan kimseler size bir şey anlatırlarsa, onları ne doğrulayın, ne de yalanlayın. Çünkü ya size doğruyu söylüyorlar ve siz onları yalanlamış olursunuz, ya da size yalan söylüyorlar ve siz de onları tasdik etmiş olursunuz.” [70]
Öyle görünüyor ki -Allah doğrusunu daha iyi bilir- bu tartışmayı, ehl-i kitaptan veya müslümanlardan kadere inanmayan bazı kimseler uydurmuşlar. Şehristani de makalat kitaplarından nakletmiştir. Makalat musannifleri eserlerindeki rivayetlerin birçoğunu Mutezili müelliflerden nakletmişlerdir. Nitekim Eş’arî ve başkaları bu tür açıklamaları Mutezili kaynaklardan nakletmiş-lerdir. Çünkü bu konuyla en çok ve en önce eser yazanlar Mutezililerdir. Bu yüzden nakledile gelen bu makalat onların ibareleriyle aktarılmıştır. Denebilir ki, onlar, İblis’in diliyle böyle bir tartışma uydurmuşlardır. Nitekim onların birçoğunun Yahudilerden veya başka gruplardan bazı kimselerin diliyle kitaplar ve kasideler uydurduklarını da biliyoruz. Bunu yaparken güttükleri amaç, kaderi kabul edenlere cevap vermektir. Diyorlar ki: Allah’ın kullarına yönelik kanıtının tamamlanması ancak kaderin reddedilmesiyle mümkündür. Nitekim, sırf Allah’ın sıfatlarını kabul ediyor diye, Mesalib b. Kilab’ın Hıristiyan olduğu yalanını da onlar uydurdular. Onlara göre, Allah’ın sıfatlarını kabul eden bir kimse Hıristiyanlara benzemiş olur. Ehl-i sünnete mensup bazı kimseler de işin aslını tam olarak bilmedikleri için bu gibi hikayeleri doğruluğuna inanarak onlardan nakletmişlerdir.
Şunu demek istiyoruz, örnek olarak verdiğimiz ayet, kaderi inkâr edenlerin de, işledikleri günahların mazereti olarak kaderi görenlerin de aleyhine bir kanıt konumundadır. Çünkü yüce Allah onları azaba çarptıracağını haber vermiştir. Eğer mazeretleri ve bahaneleri kabul edilseydi, günahlarından dolayı onlara azap etmezdi. Bu, kaderi inkâr edenlerin aleyhine de bir kanıttır, dedik, çünkü yüce Allah, iyiliğin Allah’tan olduğunu, kötülüğünse kulun nefsinden olduğunu haber veriyor. Bu anlayışa sahip Kaderiyecilere göre, kul günahın da itaatin de meydana getiricisidir. Onlara göre Allah ne bunu, ne de şunu yaratır. Sadece birini emreder, birini de nehyeder.
Onlara göre, Allah’ın din hususunda mü’min olan kullarına bahşettiği hiçbir nimet yoktur ki, aynısını kâfir olan kullarına da bahşetmiş olmasın. Dolayısıyla onlar açısından Ali b. Ebu Talib (r) ile Ebu Leheb Allah’ın dini nimetleri açısından eşit konumdadırlar. Çünkü her ikisine de elçi gönderilmiş, her ikisi de fiil işleyecek güce sahip kılınmış, her ikisi için de fiilin illetleri sağlanmıştır. Sadece biri kendi nefsinden hareketle imanı işlemiş, dolayısıyla bu iman nimeti açısından herhangi bir özelliği ve ayırcalığı yoktur. Öbürü de yine kendi nefsinden hareketle küfrü işlemiş ve bu hususta iman edenin de ona karşı bir üstünlüğü sözkonusu değildir. Onların anlayışına göre, yüce Allah imanı Ali (r) ve benzeri mü’minlere sevdirdiği gibi, Ebu Leheb ve benzeri kâfirlere de sevdirmiştir. İmanı her iki zümrenin de kalplerine sevimli göstermiştir. Küfrü, fıskı ve günahı da her iki zümreye çirkin göstermiştir. Sadece bir grup Allah’ın kendilerine çirkin gösterdiği şeyi çirkin görmüş, ama kesinlikle hiçbir ayırcalığa sahip değildirler. Bir zümre de Allah’ın kendilerine çirkin gösterdiği şeyi çirkin görmemişlerdir.
Onlardan biri veya onlardan görüş nakleden biri; onların, itaatin kaynağı Allah, günahın kaynağı da kuldur, dediklerini vehmederse, onların mezheplerinin gerçek mahiyetini bilmeyen bir cahildir o. Çünkü bu anlayışa sahip Kaderiyeci alimlerden hiç kimse böyle bir şey dememiş, demesi de mümkün değildir. Onların temel görüşleri şudur: Kulun itaati işlemesi, tıpkı günahı işlemesi gibidir. Her ikisi de onun fiilidir. Bunları kendinde hasıl olan bir güçle işlemiştir. Allah, bu fiili işlemesi için onda özel bir irade var etmiş değildir. Ya da itaat veya günahtan birine özgü olacak herhangi bir kuvveti de ona tahsis etmemiştir. Buna rağmen üzerinde durduğumuz ayeti kendi mezheplerinin lehine bir kanıt olarak olarak ileri sürüyorlarsa, bu, onların kendi mezheplerini bilmediklerini gösterir. Çünkü ayet onların mezheplerinin lehine değil, aleyhine bir kanıt konumun-dadır. Ulu Allah: “De ki: Hepsi Allah’tandır.”[71] diyor, onlar ise, işlenen iyilikler de, kötülükler de Allah’tan değildirler. Her ikisi de kuldandırlar, diyorlar. Dolayısıyla “Sana gelen bir iyilik Allah’tandır ve sana isabet eden bir kötülük de nefsindendir.”[72] ayeti, onların bu görüşleriyle çelişmektedir. Onlar, işlenen iyilik de, kötülük de Allah’tan değil, kuldandır, diyorlar.
Aynı şekilde, kadere inanan ve bütün yapıp ettiklerini kadere bağlayan kimseler de bu görüşlerini kanıtlamak için “De ki: Hepsi Allah’tandır.” ayetini delil olarak ileri sürecek olurlarsa, hata etmiş olurlar. Çünkü bu ayetin bağlamı, iyilik Allah’tandır, kötülük ise kuldandır, diyenlere cevap vermekle ilgilidir. Çünkü hiçbir grup, işlenen iyilik Allah’tandır, işlenen kötülük de kuldandır, demez.
Ayrıca, kulun işlediği fiilin kendisi, hususunda kaderi isbat edenler, onu Allah yarattı, fiilin kendisi Allah tarafından yaratılmış ve yapılmıştır, derlerse; bununla beraber, Allah onları yaratmış olsa da, kulun fiilleri işleme esnasında hareket ettiğini, fiillerin onunla kaim olduğunu, ondan neşet ettiğini inkâr edemezler.
Öte yandan “Sana gelen bir iyilik Allah’tandır. Sana isabet eden bir kötülük de nefsindendir.”[73] ayetinde geçen iyilik ve kötülüğün ibadet ve günah olarak tefsir edilmesine imkân yoktur. Çünkü kaderi savunanlar, Allah bunlardan sadece birinin yaratıcısıdır, demezler, aksine: Allah bütün fiillerin ve olayların yaratıcısıdır, derler.
Selefi görüşe göre kul gerçek bir faildir
Bilinmesi gereken şudur: Selefin mezhebi şöyledir: Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun her şeye gücü yeter. Kulu, sabırsız, aceleci, kendisine bir kötülük isabet ettiğinde feryadı basan, kendisine bir iyilik dokunduğunda ise, başkasına vermeyen bir karakterde yaratmıştır. Bununla beraber kul, gerçek bir faildir, bir dilemesi ve kudreti vardır. Nitekim yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyur-maktadır: “Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” [74]
“Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine doğru bir yol tutar.Sizler ancak Allah’ın dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz.” [75]
“Asla! Bilsinler ki bu, gerçekten bir ikazdır. Dileyen öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya layık O’dur, mağfiret sahibi de O’dur.” [76]
Mutezile ve Cebriye’nin görüşü
Kader meselesine dalanlar bu meselede bocalamışlar. Mutezile gibi kaderi olumsuzlayan gruplar şöyle demişler: Küfür, fısk ve günah gibi olgular çirkin davranışlardır. Allah ise, müslümanların ittifakıyla çirkin fiillerden münezzehtir. Dolayısıyla bunlar Allah’ın fiilleri olamazlar.
Cebir düşüncesine eğilimli olan bazı gruplar da onlara cevap mahiyetinde şöyle demişlerdir: Bilakis, bunlar Allah’ın fiilleridir, kulların değil. Olsa olsa kulların kazancı sayılabilirler. Buna ek olarak şöyle demişlerdir: Kulun gücünün ne güç yetirdiği şeyin meydana gelmesi üzerinde, ne de bu şeyin herhangi bir özelliği üzerinde bir etkisi yoktur. Sadece yüce Allah yasasını, kulun güç yetirdiği şeyin olmasının onun gücüyle eş zamanlı olması şeklinde yürürlüğe koymuştur. Dolayısıyla kulun gerçekleştirdiği bir fiil, var etme ve meydana getirme bakımından Allah’ın yarattığı, kazanma bakımından da gücüyle eş zamanlı olduğu için kulun eylemidir. Ayrıca şunu demişlerdir: Kul fiillerinin meydana getiricisi ve var edicisi değildir. Fakat şunu da demişlerdir: Bununla beraber biz, salt Cebriye düşüncesini savunmuyoruz. Bilakis biz, kulun meydana getirici, oldurucu bir kudretinin olduğunu kabul ediyoruz. Salt Cebriyecilik ise kul için hiçbir güç ön görmez.
Böylece kulun fiilleri bağlamında savundukları kazanma olgusu ile yaratmayı birbirinden ayırmaya çalışmışlar ve şöyle demişler: Kazanma, güç yetirilen şeyin oldurucu gücle eş zamanlı olmasından ibarettir. Yaratma ise, kadim (öncesiz) kudretin güç yetirilenidir. Ayrıca: Kazanma; kudretin mahalli ile kaim olan fiildir, yaratma ise, kudretin mahilinin dışındaki fiildir, demişlerdir.
Diğer gruplarsa onlara şu karşılığı vermişlerdir: Bu, kulun kendisinin kazanma olması ile fiil olmasını ayırmayı gerektirmez. Aynı şekilde var eden, meydana getiren, yapan ve işleyen... Olmasını da ortadan kaldırmaz. Çünkü kulun fiili, meydana getirmesi ve yapması da sonradan olma kudretin güç yetirdiğidir. Dolayısıyla meydana getirici kudretin mahallinde kaimdir.
Aynı şekilde böyle bir ayırımın gerçekliği de yoktur. Çünkü güç yetirilenin kudretin mahallinde olması veya mahallinin dışında olması, gücün onun üzerindeki etkisinin kendisine dönük olmaz. Bununsa iki temel argümanı olmak durumundadır: Yani, Allah kendisi ile kaim olmayan fiile güç yetirmez. Ve O’nun alemi yaratması alemin kendisinden ibarettir... Müslüman ve müslüman olmayan bütün akıl sahibi kimseler bunun aksini savunmaktadırlar.
İkincisi: Kulun kudretinin güç yetirdiği şey ancak kulun varlığının mahallinde olabilir, onun güç yetirdiği hiçbir şey onun varlığının mahallinin dışında olamaz. Bu hususla ilgili uzun tartışmalar olmuştur. Burası bu tür tartışmaları uzun uzadıya anlatmanın yeri değildir.
Ayrıca, etki salt yakın olma (güç ile güç yetirilen şeyin denk gelmesi) olarak açıklanacak olursa, ayırıcının mahalde olması ile mahallin dışında olması arasında da bir fark olmaz.
Hem tartışmacılar onlara şunu da söylemişler: İnsan fıtratının temel bir kabulüdür ki, adalet fiilini işleyen kimse adil, zulüm fiilini işleyen kimse zalim, yalan fiilini işleyen kimse yalancıdır. Kul yalanının, zulmünün ve adaletinin faili değilse, bilakis Allah bunların faili ise, bu durumda yalan ve zulümle nitelenmesi gereken Allah olur. -Devamla şunu söylemişler- Sizin de diğer sıfatiyecilerin de kabul ettiği gibi, insan fıtratının temel kabullerinden biri de şudur: ilim kiminle kaimse, alim odur, kudret kiminle kaimse, kadir odur, hareket kiminle kaimse, hareket eden odur, konuşma kiminle kaimse, konuşan odur ve irade kiminle kaimse irade eden odur. Siz diyorsunuz ki: kelâm (konuşma) mahlûk olduğuna göre, Allah’ın kelâmı yarattığı mahallin kelâmıdır, tıpkı diğer sıfatlar gibi. Dolayısıyla bu, diğer sıfatların da kaim oldukları, fiilleri işleyen kimseler için de geçerli olan bir kaidedir.
Şunu da söylemişler: Kur’an’da bu tür fiillerin kullara izafe edildiğinin birçok örnekleri vardır. “Yaptıklarına karşılık olarak..”[77] “Dilediğinizi yapın..”[78] “De ki: Yapın! Amelinizi Allah görecektir.”[79] “İman edip iyi işler yapanlar..”[80] Bunun gibi daha birçok ayeti örnek verebiliriz.
Bir de şunu söylemişler: Şeriat da, akıl da kulun yaptığı iyi ve kötü işlerden dolayı övüleceği ve yerileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer bunları ondan başkası yapmışsa, övülmesi ve yerilmesi gereken bu başkası olmalıdır.
Aslında mesele hakkında uzun açıklamalar verilebilir, fakat burası bu açıklamayı uzun uzadıya yapmanın yeri değildir. Ancak bu müşkül konu ile ilgili yararlı bazı hususlara dikkat çekme gereğini duyuyoruz, ve diyoruz ki:
Biri: Şu şunu yaptı, bunu yaptı, dediği zaman, bu, özü itibariyle icmali bir lafızdır. Çünkü bu tür lafızlarla bazen fiilin kendisi, bazen de mastarın müsemması kast edilir. Birisi: Şunu yaptım.. Bunu ettim... Dediği zaman, eğer amelle, insanın namazı, orucu gibi masdarın müsemmasını oluşturan fiilin kendisini kast ediyorsa, amel burada edilen, yapılan şeydir. Dolayısıyla burada mastarın müsemması ile fiil birleşmiş olur. Eğer bununla, elbise dikmek, evi bina etmek gibi kişinin amelinden hasıl olan şeyi kast ediyorsa, burada amel işlenen (mamul) şeyden başkasıdır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı...”[81] Bu ayette yüce Allah, yapılanların tümünü cinlerin işlemeleri (mamulleri) olarak nitelendiriyor. Aşağıdaki ayet de bu kapsamda değerlendirilebilir: “Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.”[82] çünkü bu ayetin gramatik çözümlemesiyle ilgili en sahih görüşe göre, ayetin orijinalinde geçen “ma” edatı “ellezi” anlamında kullanılmıştır ve bundan maksat da, onların kendi elleriyle taşlardan, ağaçlardan v.s. yonttukları putlardır. Bu ve bundan önceki ayeti birlikte ele aldığımız zaman bunun kast edildiği daha açık bir biçimde görülür: “Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.”[83] Yani, sizi de, sizin yonttuğunuz putları da Allah yarattı.
Huzeyfe’nin (r) peygamber efendimizden (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadis de buna örnek oluşturmaktadır: “Allah her yapanın da, yaptıklarının da yaratıcısıdır.” [84]
Şu da var ki, yukarıda örnek verdiğimiz ayet, bir başka açıdan Allah’ın kulların amellerinin yaratıcısı olduğunun kanıtı olarak da ileri sürülmüş ve denilmiştir ki: Allah onların yontma işlerinin de yaratıcısı olduğuna göre, bu, onların bu yontmalar üzerinde meydana getirdikleri bileşimlerin de yaratıcısı olmasını da gerektirir. Çünkü bunlar ancak bu bileşimler sayesinde put olabilmişlerdir. Aksi takdirde bu olmadan, bunların onların yapıp ettikleri şeyler olmalarına imkân olmazdı. Bu demektir ki, Allah onların fiillerinin de yaratıcısıdır.
İşin özü şudur: “fiil”, “amel” ve “sanat” gibi lafızlar tıpkı “bina etme” “dikiş yapma” ve “marangozluk” gibi hem mastarın müsemması, hem de yapılan şey için kullanılırlar. Aynı şekilde “tilavet”, “kıraat”, “kelâm” ve “söyleme” gibi fiiller de hem masdarın müsemması için kullanılırlar, hem de söylemenin ve kelâmın kendisinden hasıl olan şey için kullanılırlar. Dolayısıyla tilavet ve kıraat ile okunan ve tilavet edilen Kur’an’ın kendisi kastedildiği gibi, masdarın müsemması da kastedilebilir.
İşin özünü biraz daha irdelersek: Bir kimse: Bu tasarruflar Allah’ın fiilleridir veya kulun fiilleridir, dediği zaman, bununla eğer bunların masdar anlamında Allah’ın fiilleri olduklarını kast ediyorsa, bu batıldır. Bu hususta müslümanlar müttefiktirler ve açık aklı kanıt da bunu desteklemektedir. Ama bunların Allah’ın fiilleri olduklarını söyleyip de bununla onların tıpkı diğer yaratılmışlar gibi Allah tarafından yapılmış ve yaratılmış olmalarını kast ediyorsa bu söylediği haktır.
Fiil ile yapılmış, yaratma ile yaratılmış arasında fark yoktur
Öte yandan bunlardan bir gruba göre de Allah’ın kendisi ile kaim olan bir fiili yoktur. Allah katında fiili ile yapılmış arasında, yaratması ile yaratılmışı arasında bir fark olmaz.
Oysa büyük çoğunluk bunları (fiil ile yapılmış, yaratma ile yaratılmışı) birbirinden ayırır ve şöyle derler: Şu Allah tarafından yaratılmış ve yapılmıştır, ama bu yaratılan ve yapılan şey Allah’ın fiilinin kendisi değildir. Kula gelince, onun tarafından yapılan ve edilen şeyler onunla kaim olan fiilleridirler. Eğer fiil ile yapılan şey kast edilirse, bunlar aynı zamanda onun tarafından edilmiş şeylerdirler. Şu halde yüce Allah açısından fiil ile yapılmışı birbirinden ayırmayan bir kimse: Bunlar Allah’ın fiilleridir, dediği zaman, onun nazarında Allah’ın fiilinin iki anlamı sözkonusu olmaz. Böyle bir durumda, ilk elden kulun fiili de kul tarafından edilmiş bir şey de sözkonusu olmaz.
Bunlardan bazıları: Bunlar hem Allah’ın, hem de kulun fiilleridir, demişler, böylece iki fail arasındaki edilmişler konumuna getirmişler.
Mutezile mezhebinin mensuplarının büyük bir kısmı, Allah’ın fiilinin ancak O’nun tarafından yapılmayı ifade ettiği hususunda bunlarla hem fikirdirler. Bununla beraber, Mutezile mezhebinin mensupları kul açısından fiil ile edilmişi birbirinden ayırırlar. Bu nedenle tartışma gittikçe büyümüş, iki grup açısından da mesele içinden çıkılmaz bir müşkül haline gelmiş ve bunun neticesinde de şaşırıp kalmışlar.
Allah’ın yaratması mahlûkatının kendisi değildir, diyenlerse şu görüştedirler: Kulların fiilleri, diğer mahlûkat gibi yaratılmışlardır. Diğer yapılmışlar gibi Allah tarafından yapılmışlardır. Bununla beraber- Bunlar Allah’ın fiilinin ve yaratmasının kendisidirler de demiyorlar. Bilakis, bunlar kulun fiilinin kendisidirler, diyorlar. Böylece şüphe de ortadan kalkmış olur. Çünkü şöyle denilir: Yalan ve zulüm gibi çirkin nitelikler, kimin fiili iseler, onun niteliği olurlar. Kulun bunları yapması ve bunların kul ile kaim olmaları gibi. Ama bunları yaratan yüce Allah, bir başkasına nitelik olsunlar diye yarattığı zaman, mahlûkatı oldukları Allah’ın sıfatı olarak değerlendirilmezler. Nitekim yüce Allah başkalarında yarattığı tatlar, renkler, kokular, şekiller, ölçüler ve hareketler gibi vasıflarla da nitelendirilmez. Allah bir insanda bir renk yaratmışsa, kendisi bu renkle renklenen değildir. Kötü bir koku veya acı bir tat ya da çirkin bir surat gibi tiksinti veren, yergiyi hakkeden ve çirkin karşılanan bir şeyi yaratmışsa, bu çirkin, yerilesi ve tiksinti veren mahlûkatla ve bu çirkin fiillerle kendisi nitelenmez. Çünkü bunların çirkin olmalarının anlamı; failleri açısından zararlı olmaları, faillerinin yerilmelerine ve cezalandırılmalarına neden olmaları, acı ve azap çekmelerine yol açmalarıdır. Bunlarsa kendisiyle kaim oldukları faile dönen hususlardır, başkasının fiili olmaları için onları yaratan yaratıcıya değil.
Daha sonra, Allah’ın alemde yarattığı çirkin, zararlı ve eza verici şeylerin de bir hikmeti vardır, diyenlerin bu sözleri üzerine de şunları söylemişlerdir: Allah’ın yarattığı ve failleri için çirkin ve zararlı sayılan bu fiillerde de büyük bir hikmet vardır, tıpkı Allah’ın yarattığı hastalıklarda ve tasalarda büyük hikmetlerin olması gibi. Allah’ın fiillerinin illetleri olmaz diyenlerse, bunu da öbürünü de bir illete dayandıramazlar.
Bunun açıklaması da şöyledir: Yüce Allah bir insanda körlük, bir hastalık, açlık, susuzluk, bir dert veya bir sakatlık gibi bir şey yarattığı zaman hasta, aç, susuz olan ve acı çeken kuldur. Bu gibi mahlûkatın zararı, bunların verdikleri eziyetler ve hoşnutsuzluklar kula dönük olurlar, Allah’a hiçbir şekilde dönük olmazlar. İnsanda yarattığı yalan, zulüm ve küfür gibi olgular için de aynı durum geçerlidir. Çünkü bunlar da hoşnutsuzluk nedeni ve eziyet verici olgulardır. Bunların kötülük ve çirkin olmalarının anlamı da budur. Yani bunlar kişiye kötülük ederler ve ona zarar dokundururlar. Bunlarla başkasına da kötülük dokundurur ve zarar da verirler. Tıpkı bir insanın hastalığının, kötü kokusunun başkasına kötü gelmesi ve zarar vermesi gibi.
Kaderiyecilerin, Allah’ın cezalandırma maksadıyla kulda küfür, fısk gibi olguları yarattığını kabul etmiş olmaları da bunu açıklayan bir husustur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır.” [86]
Sonra bu mahlûkat, Allah tarafından yaratıldıkları halde, kulun fiili ve kazancı olurlar ve kul bunlardan dolayı yergiyi ve cezayı hakkeder. Dolayısıyla ispat ehline göre, yüce Allah’ın kulları için ilk kez yarattığı fiiller için söylenecek söz, bu gibi fiilleri onlar için birer ceza olarak yaratmasıyla ilgili olarak söylenecek sözden farklı değildir. İlk kez yarattığı fiillerle, ceza olarak yarattığı fiillerin farklılığı, bu açıdan değil, ama başka bir açıdan sözkonusudur, onlara göre. Bunlara göre, bu fiilleri, şu Allah’a aittir, şu da O’na ait değildir, şeklinde bir ayırıma tabi tutmanın imkânı yoktur. Yalnızca şunu söylüyorlar: Allah’ın yarattığı bu fiil, Allah açısından güzeldir, çünkü kula ceza olarak yaratmıştır. Fakat ilk kez kul için yarattığı şu fiilse O’nun açısından güzel değlidir, çünkü kula zarar vermektedir. Onlara göre, önceden işlediği bir suç yoksa veya onun yerine geçecek başka bir durum sözkonusu değilse, ilk kez bir canlıya zarar verecek bir şeyi var etmesi Allah açısından güzel değildir.
Kaderi ispat edenler içinde bazı gruplar vardır ki, bunlar mahlûkları birbirinden ayırmazlar. Çoğunluğu oluşturan ve bütün mahlûklarda bir hikmetin olduğunu düşünenler ise, şunu söylüyorlar: Allah’ın canlılara eziyet eden şeyleri yaratmasında büyük hikmetler vardır, tıpkı yarattığı başka şeylerde büyük hikmetleri olduğu gibi. Biz Allah’ın hikmetini sevap ve karşılıkla sınırlandıramayız. Çünkü bu durumda Allah’ı herhangi bir insanla mukayese etmiş oluruz. Allah’ın hikmetini ve adaletini herhangi bir insanın hikmetiyle ve adaletiyle örneklendirmiş oluruz.
Fiillerde benzeşme, sıfatlarda ayrışma
Fiillerde müşebbihe ve sıfatlarda muattile olarak belirginleşen Mutezile ekolünün fasit ilkelerinden biri şudur: Onlar Allah’ı alemde yarattığı şeylerle vasfederler. Çünkü onlara Allah’ın kendisiyle kaim bir sıfatı, kendisiyle kaim bir fiili yoktur ki, Allah’ı onunla vasfetsinler. Bu yüzden Allah’ı alemde yarattığı şeylerle vasfetme yoluna giderler. Diyorlar ki: Allah’ın rızası, gazabı, sevgisi ve buğzu yarattığı sevabın ve cezanın kendisidir. Ve şunu söylüyorlar: Eğer Allah’ın kulun zulmünün ve yalanının yaratıcısı olduğunu kabul edersek, zalim ve yalan söyleyen O olur. Bunun gibi daha birçok görüşleri vardır ki, bunlar üzerinde iyice düşünüldüğü zaman kesinlikle yanlış ve fasit oldukları ortaya çıkar. Bu yüzden selef uleması ve mezhep imamları onlara sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Özellikle Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyledikleri zaman bu eleştiri ve saldırıların dozu iyice yükselmiş, şiddetlenmiştir. Selef uleması bu söylemin gerçekte Allah’ın kelâmını inkâr etmek olduğunu biliyordu. Çünkü Allah’ın kelâmı, O’nun yarattığı bir şey olsaydı, bu durumda yaratılan her kelâmın O’nun kelâmı olması gerekirdi. Kıyamet günü derileri konuşturması, dağları ve çakıl taşlarını tesbih getirerek konuşturması, elleri ve ayakları şahit tutması gibi şeyler de O’nun kelâmı olurlardı. Her şeyin yaratıcısı olduğu için de mevcut olan her kelâm, insanların her konuşması da aslında O’nun kelâmı, O’nun konuşması olurdu. İşte “Fusus” yazarı gibi, Cehmiye’nin hululcu (tanrının insanın içine hulul ettiğini savunan) ekolüne mensup olanların söylediği de budur zaten. Bu yüzden diyorlar ki:
Varlıktaki her söz O’nundur,
bizim nesir veya nazım olarak telafuz etmiş olmamız
fark etmez..
Oysa açık bir akli kanıt olarak bilinmektedir ki, yüce Allah bir sıfatı bir mahalde yarattığı zaman o bu mahallin sıfatı olur. Bir hareketi bir mahalde yarattığı zaman, hareket eden bu mahaldir. Bir rengi veya kokuyu bir cisimde yarattığı zaman, renklenen ve kokan bu cisimdir. Bir mahalde bir bilgi veya kudret ya da hayat yarattığı zaman alim, kudretli ve hayat sahibi olan bu mahalin kendisidir. Aynı şekilde bir irade, bir sevgi ve bir öfke bir mahalde yarattığı zaman da irade eden, seven ve öfkelenen sözkonusu mahaldir. Bir kul için bir fiil yarattığında da fail kulun kendisidir. Dolayısıyla kul için yalan, zulüm veya küfür yarattığında yalancı, zalim ve kâfir olan kulun kendisidir. O’nun için namaz, oruç ve hac yaratırsa, namaz kılan, oruç tutan ve hacca giden kulun kendisidir.
Yüce Allah mahlûkatından hiçbir şeyle vasfedilmez. Bilakis O’nun sıfatları O’nunla kaimdirler. Seleften gelen temel prensiplerde ve gerek ehl-i sünnet ve gerekse başka gruplardan oluşan müslümanların çoğunluğunun düşüncesinde bu temel prensibin sıkça vurgulandığını görmek mümkündür. Müslümanların büyük çoğunluğu şu düşüncededir: Allah’ın gökleri ve yeri yaratması göklerin ve yerin kendisi değildir, bilakis yaratma yaratılandan ayrıdır. Özellikle selefin mezhebi ve Allah’ın sıfatlarını ve fiillerini ispat hususunda selefle görüş birliği içinde olan ehl-i sünnet imamları bu düşünceyi özellikle vurgulamışlardır. Mutezile mezhebinin mensupları ile bu hususta onlarla aynı noktada buluşan Cehmiye ve Kaderiyeci ekoller, Eş’arî ve onunla görüş birliği içinde olup: Yaratma yaratılandan ayrıdır, demeyenlere karşı bu prensibin kendileri açısından çelişki oluşturduğunu söylemişlerdir ve şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Sıfat bir mahalde kaim olduğu zaman, bu sıfatın hükmü kaim olduğu bu mahale döner, başkasına değil,-Nitekim hareket, ilim ve kudret gibi arazlarla ilgili olarak bunu söylemektesiniz- dediğiniz zaman, ihsan ve adalet gibi Allah’ın sıfatları sözkonusu olduğunda çelişkiye düşmüş olursunuz. Çünkü Allah başkasında yarattığı adaletle adil, başkasında yarattığı ihsanla ihsan sahibi ve başkasında yarattığı kelâmla kelâm sahibi olarak isimlendirilir.
Ehl-i sünnet ve başkaları ise bu temel prensibe bağlı kalarak onlara şu cevabı vermişlerdir: Allah kendisi ile kaim olan adaletle adildir ve kendisiyle kaim olan ihsan ile ihsan sahibidir. Kul açısından hasıl olan mahlûk (Adalet ve ihsan olarak) ise, bunun eseridir. Nitekim Allah sıfatı olan rahmetle rahmandır, rahimdir. Ama yarattığı rahmet ise, bu sıfatının eseridir. Sıfatın ismi bazen, masdarın müsemması olan sıfata ad olur. Bazen de mütaallakı da olan mef’ulun müsemmasına ad olur. “Halk” (yaratma) lafzının bazen fiil, bazen de mahlûk anlamında kullanılır. Rahmet ismi de her ikisi için kullanılır. Aynı şekilde emir de “emere/ye’muru/emren” fiilinin masdarı anlamına geldiği gibi, bu fiilin mef’ulu anlamına da gelir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi: “Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.”[88] Aynı şekilde “ilim” lafzı da malûm için ve “kudret” lafzı da güç yetirilen için kullanılır. Bunun benzerleri çoktur.
İmam Ahmed gibi ehl-i sünnet imamları Allah’ın kelâmının mahlûk olmadığını kanıtlarkan peygamber efendimizin (s.a.v.) şu sözünü de kanıt olarak kullanmışlar: “Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.”[89] Buna dayanarak: İstiaze (sığınma isteği) mahlûk olan bir şeyle olmaz, demişlerdir. Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna örnek oluşturmaktadır: “Allahım! senin kızgınlığından hoşnutluğuna sığınırım, cezalandırmandan affına sığınırım, senden sana sığını-rım.” [90]
Bu mesele üzerinde iyice düşünenler göreceklerdir ki, bid’at ve sapıklık ehli olanlar, sünnet ve hidayet ehli olan herhangi bir gruba yüklendikleri zaman mutlaka içlerine bir takım bid’at ve sapıklıklar karıştırırlar. Özellikle bir hususta onlarla aynı noktada birleştikleri zaman, bunu başka hususlarla ilgili birer kanıt olarak kullanırlar ve gereklerini yerine getirmelerini isterler. Taki yapabilirlerse onları tıpkı hamurdan kıl çeker gibi dinden çıkarıncaya kadar uğraşırlar. Batıni Karamite grubu ve felsefecilerin bazı müslüman gruplara yaptıkları budur.
Mutezile’nin Eş’ariyle örtüşmesi
Nitekim Mutezile mezhebinin mensupları da, kendileriyle Allah ile kaim fiilleri olumsuzlama hususunda örtüşen Eş’arîlere ve benzeri Allah’ın sıfatlarını ve kaderi ispat eden gruplara yüklenerek, bu anlayışlarını bir veri olarak ele alıp onların Allah’ın kelâmının mahlûk olmadığına ilişkin olarak kendilerinin aleyhine kullandıkları kanıtlarıyla çelişen çıkarsamalarda bulunmaya zorlamışlardır. Eş’arîlerin, kelâm ve benzeri olgular, bir mahalde yaratıldığı zaman bunların hükümleri yaratıldıkları mahale dönük olur, şeklindeki açıklamalarını aleyhlerine kullanarak, “kader” meselesinde onları deyim yerindeyse köşeye sıkıştırmışlardır. Sonunda Eş’arîler, kulun işlediği çirkin fiilin kendisinin Allah’ın fiili olduğunu, kulun fiili olmadığını söylemek durumunda kalmışlardır. Sonra da içine düştükleri açmazdan kurtulmak için hiçbir gerçekliği olmayan kesb teorisini ortaya atmışlardır. Çünkü kudretin güç yetirilen şeyle (makdur) ilişkisi bağlamında kesb ile fiil arasında ne gibi bir farkın olduğunu anlamak mümkün değildir. Bu yüzden insanlar bunu söyleyenlerle alay etmişler ve: Üç şeyin hakikatle ilgisi yoktur: Nazzamın sıçraması. Ebu Haşim’in ahvali. Eş’arî’nin kesbi...
Yine Mutezililer Eş’arileri, kudretin güç yetirilen şey üzerindeki etkisini sıradan bir yakınlık (iktiran) olarak açıklamak durumuna sokmuşlar. Bu tür bir yakınlık (İktiran) ise, her lazım ve melzum, her güç yetirilen (makdur) ve güç (kudret) arasında bulunur. Dolayısıyla bunlardan birini diğeri üzerinde müessir görmek tersine göre daha öncelikli değildir. Yine malul ile ondan ayrı olan illeti arasında da bu tür bir yakınlık (iktiran) vardır. Oysa Eş’arîye göre kulun kudreti mahallini aşamaz. Nitekim Kadı Ebu Bekir bir şey, Ebu İshak Esferayini bir şey ve Ebu’l Meali el- Cuveyni de başka bir şey söylemek zorunda kalmıştır. Çünkü bu sözün bir çelişkiden ibaret olduğunu görmüşlerdi. Bu konu yerinde uzun uzadıya ele alınmıştır. Biz burada sadece dikkat çekmek istedik.
Tesir, cebir ve rızık kelimelerinin açıklanması
Bu bağlamda bilinmesinde yarar olduğunu düşündüğümüz nüktelerden biri de şudur: “tesir”, “cebir” ve “rızık” gibi kavramlar mücmel kavramlardır. Dolayısıyla bir kimse: Kulun kudreti kendi makduru (güç yetirileni) üzerinde etkin midir, değil midir? derse, ona önce şu cevap verilir: Kudret iki türlüdür:
Birincisi: Fiili doğrultan (tashih eden) şer’i (yasama nitelikli) kudret. Bu kudret emir ve yasaklamanın çerçevesini oluşturur.
İkincisi: Fiilin olmasını gerektiren kadersel kudret. Bu kudret makdurla eş zamanlıdır, ondan geri kalmaz.
Birinci tür kudrete şu ayette işaret edilmiştir: “Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[91] Çünkü bu tür bir yapabilirlik, fiile mukarin (eş zamanlı) yapabilirlik olsaydı, yiyeceği ve bineği olsa da, haccetmeye gücü yetse de yetmese de, haccetmeyen kimse, hac ibadetini terk eden bir asi olarak nitelendirilmezdi. Aynı şekilde peygamberimizin (s.a.v.) İmran b. Husayne söylediği şu sözü de bu şekilde anlamak gerekir: “Ayakta durarak namaz kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak kıl, eğer buna da gücün yetmezse yanın üzerine yatarak kıl.”[92] Aynı şekilde şu ayet-i kerime de buna örnek oluşturmaktadır: “Gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının.”[93] Yine peygamber efendimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna ilişkin bir örnektir: “Size bir şey emrettiğim zaman gücünüz yettiğince onu yerine getirin.”[94] Eğer peygamberimizin (s.a.v.) maksadı, ancak fiille beraber olan yapabilirlik olsaydı, şöyle derdi: Ondan yaptığınızı yapın... Sonra da bundan bir şeyi yapmayan kimse de peygambere karşı çıkan bir asi kabul edilmezdi. Bu tür bir yapabilirlik fıkıh kitaplarında ve halkın dilinde sıkça geçmektedir.
Yapabilirlik konusunda tartışmalar
İnsanlar yapabilirliğin ve kudretin müsemması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, bundan başka bir yapabilirlik kabul etmezler, yani, yapabilirlik ancak fiilden önce vardır, demektedirler. Bazıları ise, sadece fiile mukarin (eş zamanlı) yapabilirliği kabul etmektedir. Bu yüzden birçok fıkıh bilgininin bu hususta deyim yerindeyse tam bir çelişki içinde yüzdüklerini görürsünüz. Kaderi kabul eden ve sadece fiille beraber bir yapabilirlik vardır, diyen kelâmcılarla tartışmaya daldıkları zaman, onları onaylarlar. Kendi alanlarına, yani fıkıh bilimine daldıkları zaman da emir ve yasaklamanın çerçevesini oluşturan fiil öncesi yapabilirliği ispat ederler.
Güç yetirilemeyeni teklif etme
Bu meseleden “teklifi malayutak” (güç yetirilemeyeni teklif etme) meselesi doğar. Çünkü “takat” yapabilirliktir. Ve yapabilirlik te mücmel bir kavramdır. Çünkü yüce Allah, hiç kimseye emir ve yasaklamanın çerçevesini oluşturan şeri yapabilirlik dışında herhangi bir yükümlülük yüklememiştir. Bu anlamda takat getirilemeyeni teklif etme sözkonusu değildir. Fakat sadece fiilin işlenişi esnasında olan takata gelince, bu anlamda bütün emir ve yasaklar “teklifi malayutak” (güç yetirilemeyeni emretme) sayılırlar. Çünkü bütün müslümanların ittifakıyla emir ve yasaklarla ilgili böyle bir yapabilirlik şart değildir.
Aynı şekilde kulun bilinenin aksine olan bir şeye kadir olup olmadığı hususunda da tartışma çıkmıştır. Şayet kudretle “Gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının.”[95] ayetinde zikredilen ve emir ve yasakların çerçevesini oluşturan şer’i (yasama nitelikli) kudret kast ediliyorsa, kul, Allah’ın bütün emir ve yasakları hususunda yapabilirliğe sahiptir, onun bu emir ve yasaklara itaat etmediği bilinse dahi. Eğer bununla, sadece yapılanla (mef’ul) eş zamanlı kadersel kudret kast ediliyorsa, fiili yapmadığı bilinen bir kimse için böyle bir kudret sabitleşmemiş olur.
İnsanların emir ve irade kavramlarıyla ilgili tartışmaları da bu konunun kapsamına girer. Allah irade etmediğini emreder mi veya irade ettiğini emretmemesi mümkün müdür? Kuşkusuz irade kavramı da mücmel bir kavramdır. İrade derken, bütün hadiseleri kapsayan kevni irade kast ediliyorsa, müslümanların: Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz, demeleri bu tür bir iradeye işaret etmektedir.. Şu ayette de buna işaret edilir: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[96] Hz. Nuh’un (a.s.) şu sözü de buna ilişkin bir örnektir: “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez.”[97] Bu anlamda, Allah’ın kullarına irade etmediği şeyleri emrettiği kuşku götürmez. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Biz dilesek elbette herkese hidayetini verirdik.”[98] Bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah herkese hidayete ermeyi emrettiği halde, herkese hidayet vermemiştir. Bütün alimler şu hususta görüş birliği içindedirler: Bir kimse, Allah dilerse, yarın borcumu ödeyeceğim veya bendeki emaneti yahut gasp ettiğim malı geri vereceğim yahut Allah dilerse öğlen veya ikindi namazını kılacağım ya da Allah dilerse ramazan orucunu tutacağım, diye Allah adına yemin ederse, sonra da yemin ettiği şeyi yapmazsa, Allah kendisine yemini yerine getirmesini emrettiği halde, yeminini bozmuş sayılmaz. Çünkü yemin ederken “Allah dilerse..” demiştir. Bundan da anlaşılır ki, Allah yeminini yerine getirmesini emrettiği halde, yeminini yerine getirmesini dilememiştir.
Dinsel iradeye gelince, bu, sevme ve razı olma anlamını ifade eder. Bu anlamda irade, emretmenin ayrılmaz bir unsurudur. Aşağıdaki ayette bu anlamda irade ile emrin ayrılmazlığına işaret ediliyor: “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.”[99] Müslümanların, çirkin hayasızlıklardan birini işleyen bir kimseye: Bu adam, Allah’ın istemediği bir şeyi yapıyor, dediklerini sıkça duyarız. Bununla Allah’ın o işi sevmediğini, ona razı olmadığını, bilakis yasakladığını ve ondan hoşnut olmadığını anlatmak isterler.
Bunun gibi “cebir” kavramında da mücmellik vardır. Bununla failin, rızası olmadan bir fiili işlemeye zorlanması kastedilebilir. Örneğin denilir ki: Baba, kadını nikaha zorlar... Yüce Allah, bu anlamda zorlayıcı olmaktan münezzehtir, yücedir. Çünkü Allah kul için, yaptığı şeye yönelik rıza ve seçme özelliğini yaratmıştır. Bu da işaret ettiğimiz anlamda cebir sayılmaz. Öte yandan cebir kavramıyla nefislerdeki inanç ve iradelerin yaratılması da kast edilir. Muhammed b. Kab el-Kurazi bu hususta şöyle der: Cabbar; kulları irade ettiğine zorlayan demektir. Hz. Ali’den (r) rivayet edilen bir duada şöyle deniyor: Kalpleri fıtratlarına zorlayan; bedbahtını bedbahtlığına, mutlusunu mutluluğuna... Bu anlamda cebir sabittir.
Cebir kavramı mücmel olduğu için önde gelen imamlar, cebrin mutlak olarak olumlanmasını da, olumsuzlanmasını da yasaklamış-lardır.
Aynı şekilde “rızık” kavramı da mücmel bir kavramdır. Bununla yüce Allahın kuluna mübah kıldığı ve kulunu sahip kıldığı şeyler kast edilir. Haram olan bir şey bu anlamıyla rızık kavramının kapsamına girmez. Aşağıdaki ayetlerde bu anlamdaki rızıktan söz ediliyor: “Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.”[100] “Katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan kimse.”[101] Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Öte yandan rızık kavramıyla, bir mübahlık ve sahip kılınmışlık sözkonusu olmasa da canlıların yararlandıkları şey de kast edilir. Haram bir şey, bu anlamıyla rızık kavramının kapsamına girer. Şu ayette bu anlamda rızık kavramından söz ediliyor: “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.”[102] Peygamber efendimiz (s.a.v.) şu hadisinde bu anlamda rızıktan söz ediyor: “...rızkını, amelini, ömrünün süresini, bedbaht mı, mutlu mu olacağını yazar...” [103]
Cebir ve rızık gibi kavramlar mücmel oldukları için, imamlar bunların mutlak olarak olumsuzlanmasını da, olumlanmasını da nehyetmişlerdir. Nitekim daha önce Evzai ve Ebu İshak el-Fezari gibi imamların bu yöndeki açıklamalarını aktarmıştık.
Sebeplerin varoluşu
Bunlar gibi “tesir” kavramı da mücmel bir kavramdır. Çünkü kudret-makdur (güç yetirilen) ilişkisi, sebep-sonuç, illet-malul, şart-meşrut ilişkisi gibidir. Eğer kudret derken fiili doğrultan, fiilden önce bulunan şeri (yasama nitelikli) kudret kast ediliyorsa, bu tür bir kudret fiil açısından sebeplerden biri, eksik illetlerinden biri konumundadır. Eğer bununla fiile mukarin (onunla eş zamanlı), fiili gerektiren kudret kast ediliyorsa, bu tür bir kudret fiilin eksiksiz sebebi ve illetidir. Bilindiği gibi, mahlûkat içinde, tek başına hadiselerin eksiksiz illeti, yani varlığı hadiselerin varlığını gerektiren hiçbir şey yoktur. Daha doğrusu sadece yüce Allah’ın dilemesinin böyle bir özelliği vardır. Çünkü Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.
Yakma olayında ateş, aydınlatma olayında güneş, doyma ve kanma olaylarında yeme ve içme gibi mahlûk sebeplere gelince, bunların tümü sebeptirler, ancak hiçbiri tek başına olayın meydana gelmesine yetmez. Bunun yanında başka bir sebebin de olması gerekir. Bununla beraber, bunların etkilerini göstermelerine engel olan maniler de çıkar. Bu bakımdan her sebebin etkisini göstermesi, şartların varlığına ve engellerin de ortadan kaldırılmış olmasına bağlıdır. Mahlukat içinde, tek başına bir olayın kaynağını oluşturan hiçbir şey yoktur.
“Bir şeyden ancak bir şey sadır olur” yanılgısı
Dolayısıyla felsefecilerin: “Bir şeyden ancak bir şey sadır olur”, şeklindeki sözlerinin yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Bunu söylerken yanma ve donma gibi doğal olguları göz önünde bulundurmuşlardır. Oysa bu yaklaşımları yanlıştır. Çünkü ısınma ancak iki şeyle olabilir. Biri ateş gibi bir fail, diğeri de ısınmayı ve yanmayı kabul eden cisim. Söz gelimi ateş Semender (Hindistan’da ateşte yanmadığı iddia edilen bir kuş) ve yakutu yakamaz. Güneş de öyle. Onun için de ışığının güneşe karşı duran ve ışığı yansıtan bir cisme yansıması gerekir. Öte yandan bulut ve evlerin tavanları gibi engeller de güneş ışıklarının aydınlatma görevini engelleyici rol oynayabiliyorlar. Dolayısıyla felsefecilerin kendi kendilerine varlığını tasavvur ettikleri, bir şeyin varlığına kaynaklık eden bir sebep varlık aleminde mevcut değildir. Bu konu başka bir yerde uzunca ele alınmıştır.
Şu halde felsefecilerin var olduğunu ileri sürdükleri sıfatlardan soyutlanmıyan varlık, soyut akıl, bütün türlerin terkibinde yer aldıklarını iddia ettikleri külli varlıklar, akli madde ve biçim gibi akli bir telik objeler dünyasında mevcut değildir. Böyle bir şey ancak zihinlerde olabilir, objeler aleminde değil. Felsefecilerin bu herhangi bir varlığın varoluşunun tek sebebi olarak tasavvur ettikleri soyut varlığın varlığı, bazı kelâmcıların tekil cevher dedikleri şeyin varlığından çok daha realiteden uzaktır. Yani felsefecilerin bu “bir”inin gerçek bir varlığı olmadığı gibi, bazı kelâmcıların “tekil cevher”inin de hakikati yoktur.
Bütün bunları söylerken güttüğümüz amaç şudur: Tesir, olayın şartının var olması veya olayın meydana gelişinin kendisine bağlı olduğu sebebin bir başka sebebe ilintili olması ve engellerin ortadan kalkmış olması- bütün bunların Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmesi- şeklinde algılanıyorsa, bu gerçektir. Bu açıdan kulun kuvvetinin güç yetirdiği şey üzerindeki etkisi sabittir. Şayet tesir ile, ortaksız, yardımcısız, engelsiz bir şekilde etki eden bağımsız bir etken (müessir) şeklinde algılanıyorsa, mahlûkat içinde, bu anlamda hiçbir müessir yoktur. Bilakis yüce Allah tek başına her şeyin yaratıcısıdır, O’nun ortağı ve dengi yoktur. Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. “Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olmaz. O’nun tuttuğunu O’ndan sonra salıverecek yoktur.”[104] “De ki: Allah’tan başka tanrı saydığınız şeyleri çağırın! Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur, Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur. Allah’ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.”[105] “De ki: Bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? de ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.”[106] Bunlara benzer birçok ayet vardır Kur’an’da.
“Tesir” kavramının mücmel bir kavram olduğu ve tesirin gerçekleşmesinde değişik olguların ortaklığının sözkonusu olduğu bu şekilde bilindikten sonra, kuşkular ortadan kalkar ve iki aşırı uç arasındaki denge çizgisi belirlenmiş olur. Dolayısıyla: “Allah’ın imanı gerektirici sebepleri bahşetmesi bakımından mü’min ile kâfir arasında bir fark yoktur. Allah mü’mine, iman etmesini gerektiren özel bir güç ve irade vermiş değildir. Kul, bir fiil işlediği zaman, bunu, fiili işleden önce Allah tarafından kendisine bahşedilmiş özel bir destek ve iradeyle yapmaz” diyen kimsenin bu sözünün yanlış olduğu açıktır. Böylelerine şunu demek gerekir: Kulun fiili, sonradan olma (hadis) ve mümkün nitelikli varlıklar kapsamına girer. Eğer bir şey aracılığıyla bir başka şeyin Allah tarafından meydana getirildiği biliniyorsa, o şeyin de Allah tarafından meydana getirilmiş olduğu bilinir. Dolayısıyla kulun, fail olmamasından sonra fail olması mümkün nitelikli, sonradan olma (hadis) bir olgudur. Eğer bu mümkün nitelikli ve sonradan olma olgunun, bir varedici, var olmasını gerektirici, olmasını olmamasına tercih edici etken olmaksızın sadır olması mümkünse, başka şeyler için de mümkündür demektir. O zaman yaratıcının varlığına ilişkin kanıt da geçersiz kılınmış olur.
Hiç kuşkusuz kaderi kabul eden kelâmcıların birçoğu Mutezile mezhebinin: “Serbest irade sahibi olan kimse, gücü dahilinde olan iki şeyden birini, tercih etmesini gerektiren bir etken olmaksızın diğerine tercih edebilir” şeklindeki görüşünü kabul etmişlerdir ve alemin meydana gelmesi hususunda şunu demişlerdir: Serbest irade sahibi kadir zat veya bütün hadiseler ve zamanlarla aynı nisbetle ilintili olan kadim irade, tercih etmesini gerektiren bir sebebin meydana gelmesi sözkonusu olmaksızın, bazı tür olayları, diğer bazı tür olaylara tercih etmiştir. Onlara göre, serbest irade sahibi kadir zat, bir tercih ettirici olmaksızın bir şeyi başka bir şeye tercih edebilir. Ya da kadim irade, tercih ettirici bir etken olmaksızın bir şeyi tercih eder. Bu noktada, Allah’ın olayları kendisiyle kaim olan fiillerle meydana getirdiğini söyleyen, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını ifade eden, ya da alemin kadim olduğunu söyleyen çeşitli dinlerin mensupları ve felsefeciler onlara karşı çıkarak şöyle demişler: Bu söylediğinizin fasit olması bir zorunluluktur. Böyle bir şeyi mümkün görmek, olayların sebepsiz meydana gelişini, tercih ettirici bir etken olmaksızın tercih yapmanın olmasını gerektirir. Bu ise, bir yaratıcının varlığını kanıtlamaya giden yolu tıkar.
Ayrıca kaderi ispat eden bu gruplar işaret ettiğimiz bu kanıtı, kaderi olumsuzlayanlara karşı da kullanmış ve şöyle demişlerdir: Kulun fiili olmamasından sonra meydana gelmesi, kulun dışında bir sonradan olma ve tercih edilen varlığı kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü kuldan meydana gelen şeyin kendisi de sonradan olmadır. Bu sonradan olma ve tercih edilen şeyin varoluşundan sonra da kulun fiilinin varlığını gerekli olur. Bu söyledikleri doğrudur ve bu Mutezili Kaderiyecilere karşı kesin bir kanıt konumundadır. Ancak bu kanıtı Mutezililere karşı ileri süren bu gruplar, Allah’ın fiilleri sözkonusu olduğunda kendi kanıtlarını nakzettiler ve çelişkiye düştüler. Bu noktada bedihiliğin kadir olanın fiili ile bizzat mucib olanı birbirinden ayırdığını iddia ettiler. Eğer böyle bir ayırım sahih ise, Mutezililere karşı ileri sürdükleri kanıtları geçersiz olur, Kaderiyecilerin sözleri, batıl olsa da geçersiz olmamış olur. Dolayısıyla Allah’ın alemi meydana getirmesi ve alemle ilgili fiiline ilişkin söyledikleri de iptal olur. Halbuki, bu da kendi içinde batıl bir sonuçtur. Çünkü mümkün nitelikli bir varlığın varolmasının yokluğuna tercih edilmesinin ancak tam bir tercih edenin bulunmasıyla mümkündür, demek fıtraten bilinmesi zorunlu olan bir olgudur ve bunun olumsuzlanmasına imkân yoktur. Geneldir ve herhangi bir olguya da özgü kılınamaz. O halde sözünü ettikleri bu ayırım batıldır. Bu aynı zamanda alemin yaratılması alemin kendisidir, alem, meydana getirici bir sebep olmaksızın yok iken meydana gelmiştir, şeklindeki sözlerini de geçersiz kılar.
Kulun kudreti ve başka sebepler gibi yüce Allah’ın mahlûkatı yaratmada kullandığı olguların sebep olmadıklarını veya onların varlıklarıyla yokluklarının bir olduğunu, ortada sadece, delil ile medlulun mukarin olması gibi sıradan bir mukarin olma durumu olduğunu söyleyen kimse, Allah’ın yaratmasında ve şeriatında bulunan bütün sebepleri, hükümleri ve illetleri inkâr etmiş olur. Ona göre, göz sahip olduğu görme gücüyle yanaktan ayrı değildir ve kalp sahip olduğu anlama, algılama gücüyle ayaktan ayrı değildir ve ateş sahip olduğu yakma gücüyle topraktan ayrı değildir. Bunlar, cisimlerin doğalarını ve seciyelerini de inkâr ederler.
Erdemli bir zat şöyle demiştir: Bazı insanlar kelâmcılık yapalım diye sebepleri, güçleri ve seciyeleri iptal ettiler, akıl sahipleri de onların akıllarına güldüler.
Sonra bunlar diyorlar ki: İnsan: Ekmek yiyerek doydum.. Su içerek susuzluğumu giderdim.. Dememelidir. Bunun yerine: Ekmeğin yanında doydum.. Suyun yanında susuzluğumu giderdim.. demelidir. Çünkü yüce Allah doymayı ve susuzluğu ve bunlar gibi hadiseleri, onlara mukarin olan başka olguların yanında adeten yaratır, onlarla değil. Bu ise kitap ve sünnete aykırıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar, ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü meyveler çıkarırız.” [107]
“Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında...” [108]
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalan-dırsın.”[109]
“De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz.” [110]
“Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.” [111]
“O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik.” [112]
“Görmedin mi Allah gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık.” [113]
“Gökten suyu indiren O’dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. Su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir.” [114]
“Şüphesiz Allah sivriseği (...) örnek vermekten çekinmez. (...) onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir.”[115]
“Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür.”[116] Buna benzer birçok ayeti örnek vermek mümkündür.
Yine peygamber efendimizin (s.a.v.) hadislerinde de bunun örnekleri çoktur.
“Sizden biriniz öldüğü zaman mutlaka beni çağırın ki, onun namazını kılayım. Çünkü Allah benim namazımı onun için bir bereket ve rahmet vesilesi kılar.” [117]
“Şu kabirler oralarda bulunanlar için karanlıkla doludur. Allah benim onlar için kıldığım namazla üzerlerine nur gönderir.”[118] Buna örnek oluşturacak birçok hadis vardır.
Allah’ın yaratmasında takdir edilen sebepleri iptal edenler de bunlara benzerler. Allah’ın emirlerinin kapsamındaki meşru sebepleri iptal edenler, dua ve salih amel gibi şeylerden dolayı hasıl olan hayırlar, şayet takdir edilmişlerse, bu etkenlerden ayrı olarak gerçekleşmişlerdir, eğer takdir edilmemişlerse, bunlar aracılığıyla gerçekleşmezler, diyen kimselere benziyorlar. Bunlar, peygamberi-mize (s.a.v.): “Ameli bırakıp kaderimizde yazılanlara güvensek olmaz mı?” diyen kimseler gibidirler. Peygamberimiz (s.a.v.) onlara şu cevabı vermişti: “Hayır, amel edin, çünkü kim ne için yaratılmışsa ona uygun ameller ona kolaylaştırılar.” [119]
Hayra ulaşmada sebepler en büyük duadır
Es-Sünen de belirtildiğine göre peygamber efendimize (s.a.v.) sorulmuş ki: “Ya Resulallah! Ne dersin, ilaçlarla, okuyup üflemeyle, koruyucu dualarla tedavi olalım mı? Bunlar Allah’ın kaderindeki bir şeyi bizden savabilirler mi? Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: Bunlar da Allah’ın kaderindedirler...”[120] Bu yüzden bazı alimler şöyle demişlerdir: Sebeplere yönelmek tevhid inancı açısından şirktir; sebeplerin sebepliğini bütünüyle geçersiz saymak akla terstir; sebeplere bütünüyle sırt çevirmek şeriatı inkâr etmektir...
Yüce Allah sebepleri de müsebbepleri de yaratmıştır. Birini diğerinin sebebi kılmıştır. Bir kimse: Eğer bir şey takdir edilmişse, sebepsiz olur, eğer takdir edilmemişse, olmaz, derse, ona verilecek cevap şudur: Bir şey sebeplerine bağlı olarak takdir edilir, sebepsiz değil. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah cennet için halk yaratmıştır. Onlar daha babalarının sülbündeyken onları cennet için yaratmıştır. Ve cehennem için de bir halk yaratmıştır; onlar daha babalarının sülbündeyken onları cehennem için yaratmıştır.”[121] Bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur: “Amel edin. Kim ne için yaratılmışsa, bu şeyle ilgili ameller ona kolaylaştırılır. Mutluluk ehli olanlar, mutluluk ehlinin amelini işlemeye muvaffak olurlar. Bedbahtlık ehli olanlar da bedbahtlık ehlinin amellerini işlemeye muvaffak olurlar.” [122]
Buhari ve Müslim’de İbni Mesud’dan (r) şöyle rivayet edilir: “Doğru sözlü ve söylediği doğru çıkan resulullah (s.a.v.) bize anlattı: Birinizin ana karnındaki yaratılışı kırk günlük nütfe halinde geçer. Sonra kırk gün alaka olarak geçer, ardından kırk gün bir çiğnem et olarak geçer. Sonra ona bir melek gönderilir ve ona dört şey emredilir: Denilir ki: Onun rızkını, amelini, eceleni, mutlu veya bedbaht olacağını yaz. Sonra ona ruh üflenir. Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, biriniz cennet ehlinin amellerini işler, nihayet onunla cennet arasında bir zira kadar bir mesafe kalır ki, ana rahmindeyken yazılan yazı devreye girer ve kişi ateş ehlinin amelini işler ve cehenneme girer. Yine içinizden biri ateş ehlinin amellerini işler, nihayet onunla cehennem arasında bir zira kadar bir mesafe kalır ki, ana rahmindeyken yazılan yazı devreye girer ve o kişi cennet ehlinin amellerini işleyerek cennete girer.” [123]
Böylece peygamber efendimiz (s.a.v.) birinin en son işlediği amelle cennete girdiğini, öbürünün de en son işlediği amelle cehenneme girdiğini açıklıyor. Nitekim bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur: “Ameller sonları itibariyle değerlendirilirler.”[124] Çünkü bütün iyilikler irtidat etmekle boşa çıkar ve bütün kötülükler de tevbe ile bağışlanırlar. Bunun en güzel örneği, bir kimsenin gün boyu oruç tuttuktan sonra, güneşin batmasından önce yemek yemesiyle orucunun, veya namaz kılarken namazını tamamlamadan önce bilerek defi hacet etmesiyle de namazının boşa gitmesidir.
Toparlayacak olursak; selef kuşağı ve bu kuşağın imamları Allah’ın peygamberlerini gönderdiği ve kitaplarını indirdiği akide üzereydiler. Allah’ın yaratmasına, kaderi doğrultusunda emretme-sine, kevni ve dini hükmüyle teşride bulunmasına, kevni ve dini iradesine inanıyorlardı. Nitekim üzerinde durduğumuz ayetlerin ilkinde şöyle buyurmuştu: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[125] Hz. Nuh (a.s.) şöyle söylemişti: “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez.”[126] Yüce Allah dini irade hakkında da şöyle buyuruyor: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[127] “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah bilendir, esirgeyen-dir.”[128] “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister.” [129]
Selef kuşağı, Allah’ın her şeyin yaratıcısı, rabbi ve meliki olduğunu, varlıkları kudreti ve dilemesiyle yarattığını ikrar ettikleri gibi, O’ndan başka ilah olmadığını, O’ndan başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin ibadet edilmeye layık olmadığını da ikrar ediyorlardı. O’na ve resullerine itaat ediyor, O’nu seviyor, O’nun affını umuyor ve O’nun azabından korkuyorlardı. O’na güvenip dayanıyorlardı, O’nun dostlarını dost ve düşmanlarını da düşman ediniyorlardı. Allah’ın emrettiklerini, mü’min kullarını sevdiğini ve bunlardan razı olduğunu da ikrar ediyorlardı. Yine O’nun yasakladığı şeylere ve kâfirlere buğzettiğini, bunlara öfkelendiğini, gazap ettiğini de ikrar ediyorlardı. Peygamber efendimizden (s.a.v.) rivayet edilen ve hadis literatürüne göre müstefiz düzeyinde olan şu hadisin içeriğini de ikrar ediyorlardı: “Yüce Allah’ın bir kulunun tevbe etmesinden dolayı duyduğu sevinç, ölüm tehlikesinin kol gezdiği ıssız bir çölde, üzerinde yiyeceği ve içeceği de bulunan bineğini yitiren, bütün aramalarına rağmen bulamadıktan sonra bir ağacın altında uyuklayan (öğlen uykusuna dalan), uyanınca da üzerinde yiyeceği ve içeceği de olduğu halde bineğini karşısında bulan kimsenin duyduğu sevinçten çok daha fazladır. Allah’ın kulunun tevbe etmesinden duyduğu sevinç, bu adamın bineğini bulmaktan dolayı duyduğu sevinçten çok daha fazladır.” [130]
Buna göre Allah insanların ibadet ettikleri ilahları, ihtiyaçlarını gidermesini istedikleri rableridir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur (...) Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.”[131] O, yardım istenen mabuddur. İbadette sevginin en üst derecesi ile zilletin en üst derecesi birleşir. O’nu, her sevenin sevgilisine karşı beslediği sevgiden çok daha fazla severler. Nitekim şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha fazladır.”[132] Onlar Allah’tan başka kimi severlerse, onu Allah için severler. Nitekim Buhari ve Müslim’de peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Üç şey kimde varsa, o, imanın tadını almıştır: Allah ve Resulü’ne karşı duyduğu sevgi başkalarına karşı duyduğu sevgiden daha fazla ise, sevdiğini Allah için seviyorsa, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan korktuğu kadar korkuyorsa..”[133] Tirmizi’de ve başka kaynaklarda şöyle bir hadis yer alır: “İmanın en sağlam ipi Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir. Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, verdiğinde Allah için verir ve vermediğinde Allah için vermezse imanı kemale ermiş olur.” [134]
Dostluk, sevgi ve onları inkar edenler
Yüce Allah da mü’min kullarını sever. Sevgisinin en mükemmel örneği, Hz. İbrahim’e (a.s.) ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) bahşettiği yaratılıştır. Çünkü yüce Allah İbrahim’i (a.s.) dost edindi. Sahih kaynaklarda ve başka kitaplarda peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Allah İbrahim’i dostu edindiği gibi beni de dostu edindi.”[135] Bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur: “Eğer yeryüzü ehlinden bir dost edinseydim, mutlaka bu dost Ebu Bekir olurdu. Ancak arkadaşınız -kendisini kast ediyor- Allah’ın dostudur.”[136] Bu yüzden ilk kuşak müslümanlar ve bu kuşağın imamları, ehl-i sünnetin ve marifet ehlinin mensupları yüce Allah’ın kendisinin de sevdiği ve sevildiği hususunda görüş birliği içindedirler.
Cehmiye mezhebi ve onlara tabi olan diğer gruplar Allah’ın sevmesini inkâr ettiler. Allah’ın sevmesini ilk inkâr eden kişi, Cehm b. Safvan’ın şeyhi Ca’d b. Dirhem’dir. Halid b. Abdullah el-Kasri Vasıtta onu bir kurban gibi boğazladı. Halid halka şöyle dedi: “Ey insanlar! Kurbanlarınızı kesin; Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Ben de şimdi Ca’d b. Dirhemi kurban edeceğim. Çünkü o, Allah’ın dost edinmediğini, Musa ile konuşmadığını iddia ediyor. Allah Ca’d’in dediklerinden münezzehtir, yücedir.” Sonra yerinden indi ve Ca’d’i bir kurbanlık gibi boğazladı.
İşte yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Allah’ın insanlara imam kıldığı İbrahim’in (s.a.v.) milletinin temeli budur. Allah buyuruyor ki: “Bir zamanlar Rabbi İbrahimi bir takım kelimelerle sınamış ve onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti.”[137] “İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahimi dost edinmişti.” [138]
Bu yüzden: Allah’ın sevmesinden maksat, ibadetle O’na yaklaşılmasını sevmesidir, diyen kimsenin bu sözleri çelişkiden ibarettir. Çünkü kendisine yaklaşılmasını sevmesi, sevmesinin bir sonucudur. Allah kimi severse, onun kendisine ibadetle yaklaşmasını sever. Allah kimi de sevmezse, onun kendisine yaklaşmayı sevmesine de engeller. Ama Allah’ı sevdiğinden değil, başka bir amaç için Allah’a itaat eden, O’nun emirlerine uyan kimse, gerçekte uğruna amel ettiği bu amacı seviyor. Allah’a ibadeti bu amacı için bir vesile kılmıştır. Sahih bir hadiste peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Cennetlikler cennete girince biri şöyle seslenir: Ey cennet ehli! Allah’ın size verdiği bir söz vardır; şimdi bu sözünü yerine getirmeyi istiyor. Cennetlikler: Nedir o? derler, Allah yüzümüzü ağartmadı mı, amel terazilerimizi ağırlaştırmadı mı, bizi cennete yerleştirmedi mi, bizi ateşten kurtarmadı mı? Bu sırada perde açılır, O’na bakarlar. Onlara verdiği hiçbir şey, O’na bakmaları kadar onlara sevimli gelmez. İşte fazladan ödülden maksat budur.” [139]
Bu hadiste, peygamber efendimiz (s.a.v.) Allah’a nazar etmenin, yararlandıkları bütün nimetlerden daha sevimli geldiğini haber vermektedir. Kuşkusuz Allah’a bakılmasının sevgisi, O’nun sevgisine tabidir. Çünkü Allah’a duydukları sevgiden dolayı O’na bakmayı sevmişlerdir. Kalbinde Allah sevgisi bulunmayan, Allah’ı anmaktan dolayı huzur bulmayan, O’nu tanımanın lezzetine varmayan, O’nu anmanın ve O’na yalvarmanın sevincini hissetmeyen bir mü’min yoktur. Kuşkusuz bu, halkın imanının derecesine göre güçlenir, zayıflar, artar ve eksilir. Kimin imanı kamil düzeye ulaşmışsa, bunlardan nimetlenmesi de kemal derecesinde olur. Bu yüzden peygamber efendimiz (s.a.v.) Ahmed ve başkalarının rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Sizin dünyanızdan kadın ve güzel koku bana sevdirildi (...) Namaz da benim göz aydınlığım kılındı.”[140] Resulullah (s.a.v.): “Bizi namazla rahatlat, ey Bilal!” derdi.[141] Bu konu başka bir yerde uzunca ele alınmıştır.
Şunu söylemek istiyoruz: Allah’ın mü’min kulları, O’nu severler. O da onları sever. Mü’min kulların Allah’a yönelik sevgisi, O’nun sevdiği fiilleri yapmak şeklinde kendini gösterir. Nitekim Sahih-i Buharide Ebu Hureyre’den peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Allah buyuruyor ki: Kim bir dostuma düşmanlık ederse, bana meydan okumuş olur. Kulumu en çok bana yaklaştıran şey, ona farz kıldığım şeyleri yerine getirmesidir. Kulum nafile ibadetler yerine getirmek sûretiyle sürekli olarak bana yakınlaşır, nihayet onu severim. O’nu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür. Benden bir şey istediğinde veririm, bana sığındığı zaman, onu korurum. Mü’min kulumun canını alırken geçirdiğim tereddütü başka yaptığım hiçbir işte geçirmem. Çünkü mü’min kulum ölümden hoşlanmaz, ben de onu üzmek istemem. Ancak ölüm de onun için kaçınılmazdır.” [142]
Bu hadiste açıklanıyor ki, kul, farzları yerine getirdikten sonra Allah’ın sevdiği nafile ibadetleri yerine getirirse, Allah da onu sever. Buna göre, Allah’ın kulunu sevmesi, kulun Allah’ın sevdiği şeyleri yapmasına bağlıdır. Allah’ın kendisine yönelik olarak yerine getirilmesini sevdiği itaat ve ibadetler, Allah’ın kendisine yönelik sevgisine tabidir. Bunları sevmesi de Allah’ın mü’min kullarını sevmesinin sebebidir. Dolayısıyla onun mü’min kullarına yönelik sevgisi, kendisine yönelik sevgiye tabidir.
Şu halde mü’minler rablerine hamdediyor ve O’nu övgüyle anıyor olsalar da, O’na yönelik övgüyü, O’nun bizzat kendisini övdüğü gibi yerine getirmiş olamazlar. Nitekim sahih bir hadiste peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Allahım! Senin kızgınlığından hoşnutluğuna sığınırım, cezalandırmandan affına sığınırım, senden sana sığınırım. Senin kendini övdüğün gibi, ben seni övemem.”[143] Yine peygamberimizin (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Allah’tan daha çok kendisinin övülmesini seven bir başka kimse yoktur. Bu yüzden Allah kendisini övmüştür.”[144] Esved b. Seri peygamberimize (s.a.v.): “Ben rabbime övgülerle hamd ediyorum. Peygamberimiz (s.a.v.) ona: Şüphesiz senin rabbin, övülmeyi sever.”[145] Buna göre yüce Allah kulların kendisini övmelerini sever, ama O’nun kendisine yönelik övgüsü, kulların kendisine yönelik övgüsünden daha büyüktür. Kulların kendisini sena etmelerini de sever, fakat kendisinin kendi zatına yönelik senası çok daha büyüktür. Kendisine yönelik sevgisi ve tazimi de öyle. Çünkü yüce Allah kendisini herkesten daha iyi bilir. O bütün kemal sıfatlarına sahiptir ki, yaratılmışların akılları bunu kavramaktan uzaktır. Azamet O’nun örtüsü, büyüklük O’nun ridasıdır. Sahih bir hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) minberin üzerindeyken: “Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yer yüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, münezzehtir”[146] ayetini okuduktan sonra şöyle buyurduğu rivayet edilir: Allah yeryüzünü kabzasına alır, sonra göğü eliyle dürer ve onları sallar, ardından şöyle der: “Melik (hükümran, sahip) benim. Küddus benim, selam benim, güvenlik veren benim. Egemen olan benim. Hiçbir şey değilken dünyayı yaratmaya başlayan benim. Onu tekrar var edecek benim.”[147] Bir diğer rivayette şöyle buyuruluyor: “Allah yüce zatını ulular.”[148] Bu rivayetlerden de anlıyoruz ki, yüce Allah kendini övüyor ve kendine sena ediyor. Zatını ululuyor. O kendi kendine yeter ve başkasına ihtiyacı yoktur. Aksine, O’ndan başka her şey O’na muhtaçtır. “Göklerde ve yerde bulunan herkes, ondan ister. O, her an yaratma halindedir.”[149] Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan tektir. Doğmamış ve doğurmamış olandır. Hiç kimse O’na denk değildir.
Tevbe edenin tevbesiyle seviniyorsa, nafile ibadetlerle kendisine yaklaşanı seviyorsa, öne geçen ilklerden razı oluyorsa... Hiç kimsenin: O bu hususlarda başkasına muhtaçtır, demesi caiz değildir. Çünkü O, başkasıyla kemal bulmaz. O bizzat kemal sahibidir, hiçbir eksiği yoktur. Çünkü bu başkalarını yaratan, onlara yollarını gösteren, sevdiği, razı olduğu ve sevindiği fiilleri işlemelerine yardımcı olan O’dur.
O’nun tarafından sevilen bu şeyler, ancak O’nun kudretiyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla meydana gelirler. Mülk O’nundur ve O’nun ortağı yoktur. Başta da sonda da hamd O’nadır. Hüküm O’nundur ve dönüş O’nadır.
Allah’ın fiillerinin gerisinde bir hikmet olduğunu savunanların dayandıkları kanıtlar bunlardır. Allah’ın hikmeti bu fiillere taalluk eder, Allah bu hikmetten dolayı o fiilleri sever, onlardan razı olur ve bu hikmetten dolayı onları yapar.
Allah’ın fiillerinin bir hikmete dayandığını savunanlar demişlerdir ki: Böyle bir anlayış, Allah’ın, önceden eksik iken başkalarıyla kemal bulmasını gerektirir, diyenlerin sözlerine verilecek birkaç cevap vardır:
Allah’a eksiklik yakıştıranlara birkaç cevap
Birincisi: Bu düşünce, her şeyden önce Allah’ın yaptığı şeylerce çürütülmüştür. Yapılan şeyler için cevap olan bir şey, bu düşünceye de cevap olur. Çünkü varlık aleminde ancak yaptığı şeylerle kemal bulan bir fail gözlemleyemiyoruz.
İkincisi: Allah’ın kemali, ezelden fiili işlemeye bir hikmete mebni olarak kadir olması demektir, diyorlar. Eğer O’nun buna kadir olmadığı takdir edilirse, eksik olduğu sonucu ortaya çıkar.
Üçüncüsü: Allah, başkasıyla kemal bulur, diyenin bu sözü batıldır. Çünkü bu başkası mutlaka O’nun kudreti ve dilemesiyle meydana gelmiştir. Bu hususta da O’nun ortağı yoktur. Şu halde bu hususta hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Buna rağmen Allah, başkasına muhtaç olmadan işlediği fiiliyle kemal bulmuştur, denilirse, bu, tıpkı O’nun sıfatlarıyla veya zatıyla kemal bulduğunu söylemey benzer.
Dördüncüsü: “Bundan önce eksikti.” diyenin sözüne gelince; eğer bununla yenilenen şeyin yokluğunu kast ediyorsa, bunu kabul etmemize imkân yoktur. Çünkü bir şeyin, hikmetin varlığını gerektirdiği vakitten önceki yokluğu eksikliktir. Eğer O’nun eksikliğiyle bundan başka bir anlam kast ediyorsa, böyle bir çıkarsamaya da imkân yoktur. Bilakis şöyle söylenmesi gerekir: Bir şeyin, hikmetin varlığını gerektirdiği vakitten önceki yokluğu, kemalin bir göstergesidir. Çünkü varlığı uygun olanın yokluğu eksikliktir. Aynı şekilde varlığı uygun olmayanın varlığı da eksiklik göstergesidir. Bundan da anlaşılıyor ki, hikmetin yokluklarını gerektirdiği bir vakitte bu şeylerin var olması eksikliktir, yoklukları değil. Bu yüzden yüce Allah kemalini içeren subuti sıfatlarla mevsuftur. Aynı şekilde kemalini içeren selbi sıfatlarla da mevsuftur. Dolayısıyla Allah açısından olumsuzlanması gereken bir şeyin yokluğu O’nun kemalini ifade ettiği gibi, olumlanması gereken bir şeyin varlığı da O’nun kemalinin göstergesidir. Sıfatlarla ilgili olarak yaptığımız bu değerlendirme anlaşıldığı zaman, fiiller ve başka hususlarla ilgili olarak da geçerli olduğu anlaşılır. Nitekim insan açısından da bazı zamanlarda bazı şeylerin onunla ilgili olarak var olmaları, onun için bir kusur ve ayıp sayılırkan, diğer bazı zamanlarda bunların varlıkları onun için kemal ve övünç vesilesi sayılırlar. Tıpkı bir zaman zararlı sayılırlarken, başka bir zaman yararlı sayılmaları gibi.
Beşincisi: Hadiseleri bir hikmete dayalı olarak meydana getirme gücüne sahip biri ile bunlara gücü yetmeyen bir başkasını takdir ettiğimiz zaman, aklın tartışılmaz bir gerçekliği olarak anlaşılır ki-bunlara güç yetiren daha mükemmeldir. Bununla beraber, hadiselerin varlıkları, ancak kadim olmayan olaylar olmaları durumunda sözkonusudur. Bunlara güç yetiren kudret daha mükemmel olduğuna göre ve bu güç yetirilen şeyler de sondan olma varlıklar oldukları halde varlıkları kemal sayılır. Bundan önceki yoklukları da bu kemalin bütünleyici bir unsurudur. Çünkü kemalin varlığının şartı olan imkânsızın yokluğu da kemaldir.
İnsanların üç fırkaya ayrılması
Sözünü ettiğimiz bu grup, bu noktada üç ayrı fırkaya bölünü-yorlar.
Birinci Fırka: Allah’ın iradesi, sevgisi, rızası ve benzerleri kadimdirler. O, mü’min olarak öleceğini bildiği kimseden ezelden beri razıydı. Kâfir olarak öleceğini bildiği kimseye de ezelden beri öfkeliydi. Nitekim Kulabiyye, hadis ehli ve sofular da bu görüştedirler. Bunlar açısından, hadiselerin olması teselsülü gerektirmez; ancak sevilen hikmet meselesi çerçevesinde bunlarla tartışan grupların büyük bir kısmı bu noktada onlara itiraz etmektedirler. Nitekim irade konusunda da onlara itiraz etmişlerdir. İtiraz edenler diyorlar ki: Madem ki irade ezelden beri vardı ve kadimdir, ayrıca bütün zamanlar ve bütün hadiselerle münasebeti aynı düzeydedir, bu demektir ki, bütün zamanlar içinde bir zamanı bir oluşa, bütün yapılmışlar içinde de bir yapılmışa özgü kılmak, özgü kılmayı gerektirici bir etken olmaksızın gerçekleştirilmiştir.
Bunlar da itirazcılara şu karşılığı vermişlerdir: İradenin bir özelliği de özgü kılınmasıdır. Bu sefer itirazcılar şöyle demişler: İradenin özelliği özgü kılınmanın cinsidir. Fakat şu muayyen şeyi şu muayyen şey karşısında özgü kılmak iradenin bir gereği, vazgeçilmezi olamaz. Bilakis bunlardan birini iradeyle öbürüne göre özgü kılmayı gerektiren bir sebebin olması kaçınılmazdır. Bir insan kendi içinde bir şeyi özgü kılma duygusunu hissedebilir. Ancak bu insan bilir ki, şundansa şunu özgü kılması, özgü kılmayı gerektiren bir sebebe dayanmaktadır. Ancak iradesinin gerçekleşebileceği her açı birbirine eşit olsaydı, bütün benzerleri içinde birinin özgü kılınmasının imkânı olmazdı. Çünkü bu, tercih edeni olmayan tercih olurdu. Böyle bir şey de caiz görüldüğü zaman yaratıcıyı ispat etmenin kapısı kapanmış olur. Diyorlar ki: Bunun üzerinde düşünen, bakışlarını meselenin derinliklerine yönelten kimse gerçeği anlar. Ama başkasının sözünü, işin aslını araştırmadan tekrarlayan bir kimse de doğal olarak meseleye itirazını sürdürecektir.
Cumhurun bunlara karşı söylediği ise şudur: Diyelim ki, söylediğiniz gibi, yüce Allah ezelden beri, yapacağı şeyden yapma-sından önce razıydı, onu seviyordu ve onunla seviniyordu; acaba bu şeyi yaptığı zaman, onu yapmasıyla sevdiği, razı olduğu ve sevindiği bir hikmet de hasıl olur mu, yoksa ezelde olandan başka bir şey hasıl olmaz mı? Eğer, ezelde olandan başka bir şey hasıl olmaz, derseniz, size şöyle denir: Bu demektir ki, o şey, yaptığı şeyleri ihdas etmesi olmaksızın hasıl olmuşlardır. Böylece yapılmış şeylerin, öbürünün hasıl olması için yapılmaları imkânsız olur. Çünkü sizin bu sözünüz, yapılmış şeyler, Allah’ın meydana getirdiği bir sebep olmaksızın meydana gelmişlerdir, anlamını içerdiği gibi, O’nun bunları, sevdiği ve razı olduğu bir hikmet olmaksızın yaptığı, anlamını da içeriyor. Ardından şunu diyorlar: Dolayısıyla sizin bu sözleriniz, bir fiilin gerçekleşmesini mümkün kılan mukarin iradenin, sevginin ve hikmetin olumsuzlanması anlamına gelir.
İkinci Fırka: Fiile taalluk eden hikmet, Allah’ın dilemesi ve kudretiyle hasıl olur. Tıpkı fiilin O’nun dilemesi ve kudretiyle hasıl olması gibi. Ardından şunu söylüyorlar: Eğer bu, Allah’ın zatıyla kaim olursa, bu, O’nun haber verdiği sair sıfatlarının ve fiillerinin O’nunla kaim olması gibidir. Mutezile ise, sıfatların ve fiillerin O’nunla kaim olmasını olumsuzlar ve sıfatları araz, fiilleri de sonradan olma (hadis) olarak isimlendirir. Bundan da şu sonucu çıkarıyorlar: Araz ve hadis şeyler O’nunla kaim olmaz... Onların bu sözlerinin gerçek anlamını bilmeyenler de onların Allah’ı eksikliklerden, ayıplardan ve kusurlardan tenzih ettikleri vehmine kapılırlar. Kuşkusuz yüce Allah’ın her türlü ayıptan, eksiklikten ve kusurdan tenzih edilmesi gerekir. Çünkü O, küddustur, selamdır ve sameddir. Yani her türlü kemal sıfatına sahip olmak bakımından eksiksizdir. Bu öyle bir kelamdır ki, kulların bunu bütün gerçekliğiyle kavramalarına imkân yoktur. Her türlü noksanlıktan münezzehtir ve bu öyle bir münezzehliktir ki, kulların bu münezzehliğin kemalını idrak etmeleri imkânsıdır. Bir varlık açısından eksikliği gerektirmeyecek şekilde kemal niteliği gerçekleş-mişse, bilinmelidir ki, yüce yaratıcı bu hususta O’ndan daha çok kemal sıfatına layıktır ve ondan daha mükemmeldir. Bir mahlûk herhangi bir noksanlıktan tenzih ediliyorsa, bilinmelidir ki, yüce yaratıcı O’ndan daha münezzehtir, bu eksiklikten tenzih edilmeye, beri kılınmaya ondan daha çok hak sahibidir.
Osman b. Said ed-Darimi, Ebu Cafer et-Taberi ve Ebu Bekir el-Beyhaki gibi birçok kanaldan, Ali b. Ebu Talha’nın İbni Abbas’a dayanarak “es-Samed” kelimesini şöyle açıkladığını rivayet etmiştik: “Efendiliğinde kemale ermiş efendi, şerefinde kemale ermiş şerefli, azametinde kemale ermiş azim, hikmetinde kemale ermiş hikmet sahibi, zenginliğinde kemale ermiş zengin, ceberutunda kemale ermiş cebbar, ilminde kemale ermiş alim, hilminde kemale ermiş halim.. Şeref ve üstünlüğün her türünde kemale ermiş zat yani. O da yüce Allah’tır. Bu sıfatlar da O’ndan başkasına yaraşmaz. O’nun dengi yoktur, O’na benzeyen hiçbir şey yoktur. Bir ve kahhar olan Allah münezzehtir.”[150]
“Samed” kavramına ilişkin bu tefsiri Abdullah b. Ebu Salih Muaviye b. Salih’ten, o Ali b. Ebu Talha el-Valibi’den rivayet etmiştir. Fakat denilmiştir ki: Ravi bu tefsiri İbni Abbastan dinlemiş değildir, bilakis böyle bir tefsir selef alimlerinden sabittir. Said b Cübeyr’in “Samed” kavramını şöyle açıkladığı rivayet edilmiştir: Sıfatları ve fiilleri bakımından kamil olan... Ebu Vail Şakik b. Seleme’nin şöyle dediği rivayet edilir: Samed, üstünlüğünün en son sınırında olan efendi demektir.
Bu ve benzeri görüşlerle Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, el-Hasan, es-Süddi ve ed-Dahhak gibi selef ulemasının birçoğundan aktarılan- samed, boşluğu olmayan demektir, şeklindeki açıklama ile çelişmezler. Bu son açıklama Abdullah b. Mesud’dan ve Abdullah b. Büreyde’den, o da babasından mevkuf ve merfu olarak rivayet etmiştir. Başka yerlerde uzun uzadıya açıkladığımız gibi, samed kavramına ilişkin bu yorumların her ikisi de gerçektir.
Araz kelimesi sözlükte insana arız olan hastalık ve benzeri şeylere denir. Aynı şekilde havadis ve muhaddesat kelimelerinden de insanın meydana getirdiği yerilmeyi gerektiren fiiller ve meşru olmayan bid’atlar anlaşılır. Ya da insanda meydana gelen hastalık ve benzeri şeyler anlamını ifade eder. Yüce Allah’ı, bunlardan çok daha basit, az buçuk noksanlık ima eden niteliklerden dahi tenzih etmek gerekir. Böyleyken bu gibi olgulardan tenzih edilmez mi? Ancak Mutezililer, Allah araz ve havadisten münezzehtir, derken asıl maksatları O’nun sıfatlarını ve fiillerini olumsuzlamaktır. Çünkü onlara göre, bilgi, kudret, meşiyet, rahmet, sevgi, rıza, sevinç, yaratma, ihsan, adalet, gelme, varma, inme, istiva etme gibi olgular O’nunla kaim değildirler. Aynı durum yüce Allah’ın diğer sıfat ve fiilleri için de geçerlidir.
Müslümanların büyük çoğunluğu bu hususta onlarla ihtilaf halindedir. Bazı gruplar sıfatlar hususunda onlarla tartışırlarken, fiiller konusunda ihtilaf etmemektedirler. Bazı gruplar sıfatların bir kısmı hakkında onlarla tartışırlarken, diğer bazı sıfatlarla ilgili olarak onlardan farklı düşünmemektedirler. Bazı gruplar kadim fiil hakkında onlarla tartışmakta ve: Edilmiş ve sonradan olma olsa da Allah’ın kadim fiilidir, demektedirler. Kimileri de irade hakkında böyle bir açıklama getirmektedir. Başka yerlerde bu görüşleri, bu görüşleri savunanları ve bunlara ilişkin kanıtlarını uzun uzadıya ele aldık.
Bizim maksadımız burada sözü edilen soruya grupların verdikleri cevapları ana hatlarıyla insanların dikkatlerine sunmak-tır.
Bu ikinci gruba: Daha önce yokken meydana gelen bir hikmeti ispat ettiğiniz zaman, zincirleme oluşu da kabul etmiş olmuyor musunuz? diye sorulduğu zaman, şu cevabı verirler: Bu hikmetin meydana gelişi ile ilgili olarak söyleyeceklerimiz, Allah’ın meydana getirdiği sair edilmişlerin meydana gelişi hakkında söyleyeceğimiz sözden farklı olmayacaktır. Biz bu bağlamda Allah’ın önceden yokken bazı hadiseleri meydana getirdiğini kabul edenlere hitab ederiz. Biz, O, hadiseyi sonradan olma bir hikmetle meydana getirir, dediğimiz zaman, artık bu, zincirleme oluşu gerektirir, diyemez. Aksi taktirde ona şu karşılığı veririz: Hikmeti takip eden olayın oluşu hakkında söylenecek söz, ayniyle hikmetin oluşu hakkında da geçerlidir. Senin buna vereceğin cevap neyse, o, aynı zamanda bizim de cevabımızdır.
Üçüncü Fırka: İkinci grup birinci grupla tartışınca, hadis, fıkıh, tasavvuf ve kelâm imamlarından oluşan üçüncü grup onlara şöyle demişlerdir: Bu, cedelle ilgili zorunlu bir kanıttır. Sizin elinizde bu zincirleme oluşu olumsuzlayacak ne şeri, ne de akli bir kanıt vardır. Bilakis zincirleme oluş iki türlü olduğu gibi, devir de iki türlüdür.
Birincisi, illetler ve malullar hususunda zincirlemedir ki, bu, ilim ehlinin ortak görüşüyle imkânsızdır.
İkincisi, şartlar ve sonuçlarla ilgili zincirleme oluştur. Bunun caiz oluşuyla ilgili olarak da müslümanlar ve başka zümreler iki görüş ileri sürmüşlerdir. Kelâm, hadis ve felsefe ehlinden bazıları bunu caiz görürler. Selef kuşağı ve Allah dileyince her zaman kelâm sıfatına sahiptir ve Allah’ın meşiyetine ve kudretine taalluk eden fiiller ve benzeri şeyler daima O’nunla kaimdirler, diyen imamlar da bunu caiz görenler arasında yer alırlar.
Bu gruplar, hasımlarının sonuçların zincirleme oluşunu olumsuzlamak, geçmiş zamanda mütenahi olan bir şeyin varlığının imkânsızlığını ortaya koymak hususunda ileri sürdükleri kanıtların zayıflığını ortaya koymuşlardır. Birinin fazla olmasına rağmen iki cümlenin mütabık oluşu ile ilgili kanıt ve çift ve tek kanıtı gibi. Ki bu gruplar bunların yanlışlığını ortaya koymuşlardır ve gelecekte de hadiselerin meydana gelişini göstererek bu kanıtların çelişkili olduklarını gözler önüne sermişlerdir. Yine sözkonusu kanıtlarının yanlışlığını, sayıların dizilişi, Allah’ın güç yetirdikleriyle birlikte bildikleri gibi başka yerlerde uzun uzadıya açıklanan kanıtlar aracılığıyla ortaya koymuşlardır.
Devir de iki türlüdür. Bir şeyin önde ve öne geçmişliği şeklindeki bir daire imkânsızdır. Şu ancak şundan sonra, şu da ancak şundan sonra olur gibi. Buna illetler dairesi de denir. Olguların beraberliği ve mukarinliği şeklindeki bir daire ise, şöyle izah edilir: Şu ancak şununla beraber olur, şu da ancak şununla beraber olur. Buna da şartların ve izafeler ve mütelazim olgular dairesi diyoruz. Böyle bir devir caizdir.
İşte başta zikrettiğimiz soruya çeşitli grupların verdikleri cevaplar bunlardan ibarettir. Bunun sonucunda çeşitli görüşler ortaya çıktı.
Birincisi: Allah’ın fiillerinin de hükümlerinin de illetlerinin olmadığını belirtenlerin görüşü.
İkincisi: Bunların illetlerinin olduğunu söyleyen, ama mef’ulları arasında onlardan ayrı ve farklı illetler öngörenlerin görüşü.
Üçüncüsü: Bunları Allah ile kaim ve kadim olgularla illetlendi-renlerin görüşü.
Dördüncüsü: Bunları Allah ile kaim, O’nun kudretine ve dilemesine taalluk eden olgularla illetlendiren, ancak cinslerinin hadis (sonradan olma) olduğunu söyleyenlerin görüşü.
Beşincisi: Bunları Allah’ın dilemesine ve kudretine taalluk eden olgularla illetlendirenlerin görüşü. Bunlar şunu da söylüyorlar: Eğer hikmetin gerektirdiği fiil, tür olarak hadis ise, hikmet de öyledir. Eğer dilemesine taalluk eden bir söz veya fiilin O’nunla kaim olduğu ve bunun ezelden beri böyle olduğu takdir edilirse, hikmet de bu nitelikte olur. Dolayısıyla içindeki parçaları hadis olsalar da tüm olarak tür kadim olur.
Aslında hasrediciyi bölmek sûretiyle de sözkonusu soruya cevap vermek mümkündür. Şöyle ki: “Yüce Allah’ın daima daha önce olmayan olguları var ettiği kuşku götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla meydana gelen bu fiillerin bir başlangıçlarının olması zorunlu olacaksa, başlangıç itibariyle sonsuz olmamaları caiz olduğu gibi, sonları itibariyle de sonsuz olmamaları da caiz olacaktır. Bunların başlangıçlarının olması gereklilik olarak ortaya çıkarsa, bu durumda hadiselerin zincirleme oluş sözkonusu olmaksızın oluşlarının mümkün olduğu da ortaya çıkacaktır. Biri dese ki: Eğer Allah sonradan olma (muhdes) bir illetle bir fiili işliyorsa, bu illetin oluşu ile ilgili olarak söylenecek şey, malulunun oluşu için de geçerli olur. Bu da zincirleme oluşu kaçınılmaz kılar.” Bu taktirde verilecek cevap şudur: Hadiselerin başlangıçlarının olması gerekir. Eğer Allah bir fiili bir hikmete dayalı olarak işlerse ve bu fiil de, hikmeti de sonradan olmadır. Ancak sonradan olma bir illetin sonradan olma bir illetinin olması zorunlu değildir. Hadiselerin başlangıçlarının olmasının caiz görülmemesi durumu başka. Ancak hadiselerin başlangıçlarının olması caiz görüldüğünde böyle bir sorunun da anlamı kalmaz. Hadiselerin başlangıçlarının olmasının caiz görülmesi durumunda böyle bir sonuç çıkıyorsa, vacip görülmesi durumunda böyle bir sonucun çıkması çok daha gerekli olmaz mı?
Eğer: Müslümanlara, diğer dinlerin mensuplarına ve hatta insanların büyük bir kısmına göre hadiselerin son itibariyle sonsuz olmamaları caiz olduğu gibi başlangıç itibariyle de sonsuz olmamaları da caizdir, denilse, bu hususta bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur. Fakat bazı bid’atçı gruplar buna karşı çıkmışlardır. Bunlardan Cehm b. Safvan gibileri cennet ve cehennemin yok olacağını söylemişlerdir. Ebu’l Hüzeyl gibileri de cennet ehlinin hareketlerinin yok olacağını söylemişlerdir. Çünkü sözünü ettiğimiz bu iki kişi, hadiselerin cinslerinin sonlarının olmasını zorunlu görürler, başlangıçlarının olmasını da zorunlu gördükleri gibi. Fakat hadiselerin başlangıçları hususunda onlarla aynı görüşü payla-şanların büyük çoğunluğu, hadiselerin sonları hususunda onlara muhalefet etmişler ve: Hadiselerin başlangıcı vardır, ama sonları yoktur, demişlerdir.
Üçüncü bir grup da, hadiselerin ne başlangıcı vardır, ne de sonu vardır, demişlerdir. Bu üç görüş de müslüman gruplar arasında bilinen görüşlerdir.
Bu açıklamaları yaparken maksadımız şudur: Cevap iki taktir esasında belirginleşiyor. Buna göre, hadiselerin başlangıç itibariyle nihayetlerinin olmamasını caiz görenler, hadiselerin zincirleme oluşlarını da caiz görürler. Diyorlar ki: Bu ise, sonuçlar ve şartların zincirleme oluşunu doğurur. İlletler ve müessirlerin zincirlemesini değil. Oysa imkânsız olan birincisi değil, ikincisidir. Buna karşı çıkanlarsa şunu diyorlar: Kelâm ehlinin ilk kuşağı ile son kuşağı, hadis ehlinin ilk kuşağı ile son kuşağı tarafından dile getirildiği gibi, bu, ikinci şıkkın imkânsızlığına ilişkin bir kanıt oluşturmaz. Hadiselerin başlangıçlarının olmasını gerekli görenler, mef’ulun (yapılmış) meydana gelişi hakkında dediklerini illetin meydana gelişi hakkında da diyorlar. Çünkü onlara göre, bu anlamda ikisi arasında bir fark yoktur.
Aslında mevzuyu hasredici cevaplardan biri de şudur: Allah’ın yaratmasını bir illete dayandırmak ya caizdir, ya da değildir. Eğer caiz değilse, bu, ilk şıkkın vurgulanması anlamına gelir. Bu taktirde de buna abes demenin imkânı yoktur. Müsemma bunu abes olarak isimlendirirse, bu isimlendirmesi abes olmayacağı gibi, gerçekleşen şey açısından da bir ayıp sayılmaz. Çünkü biz illetlendirmenin imkânsız olması ihtimalini esas alarak konuşuyoruzdur. İlletlen-dirme imkansız olduğu zaman, bunu söylemek bir zorunluluk halini alır. Müsemma artık dilediği şekilde onu isimlendirebilir. Şayet Allah’ın yaratmasını bir illete dayandırmak caiz görülürse, bunun da hadis bir illete dayandırılması ya caiz olur, ya da olmaz. Eğer bu caiz değildir, denilirse, illetin kadim olması gereği ortaya çıkar. Bu taktirde de malulun kadim olması imkânsız olur. Çünkü biz böyle bir durumda yapılan ve hadis olan bir şeyin kadim bir illetle illetlendirilmesinin caiz olması ihtimalini esas alarak konuşmuş oluruz. Eğer bunun sonradan olma bir illetle illetlendirilmesi caizdir, denilirse, bunu söylemek de mümkün olur.
Ya da şöyle demek gerekir: Hadiseleri faile ait sonlu bir illetle gerekçelendirmek gerekir ki, takdir edilmiş ve irade edilmiş olsa da, bir hikmete dayalı olarak onunla kaim olması gereken sonradan olma bir şeyin onunla kaim olmasını gerektirmesin. Eğer birincisi kabul edilirse bu, sonradan olma illetin ondan ayrı olmasını gerektirir. Bu taktirde de failin, olmayan hadiseleri, kendisinden başkası tarafından meydana getirilmiş bir illete dayalı olarak, hem de hadiselerin evvelini gerektiren bir sebebin oluşu ve de meydana getiricinin meydana getirileni yapması da sözkonusu olmaksızın, yapması gibi bir durum zorunlu olarak ortaya çıkar. Eğer denilse ki: Aksine kendisine dönük olmayan bir anlam sözkonusu olmaksızın hadiseleri meydana getirmesi caiz değildir, bilakis, hadiselerin meydana gelişinde sebep ve hikmet rolünü oynayan şeyin onunla kaim olması gerekir. Bu taktirde de bunu söyleme gereği doğar.
Ya da şöyle denir: Bu zincirleme oluşu gerektirir veya gerektir-mez. Eğer, gerektirmez, denilirse, zincirleme oluş da zorunlu olmaz ve sakınca da ortadan kalkmış olur. Şayet, zincirleme oluş gereklidir, denilirse, bu taktirde de zincirleme oluş sakıncalı olmaktan çıkar. Çünkü esas alınan taktir şudur: Zincirleme oluşu gerektirse de Allah’ın fiillerini sonradan olma bir illete dayalı olarak gerekçelen-dirmek caizdir.
Bilindiği gibi, caiz olan bir olgu imkânsız olan bir olguyu gerektirmez. Çünkü eğer imkânsızı gerektirirse, bu, onun, kendisi açısından caiz olsa da, başkasının etkisiyle imkânsız olduğunu gösterir. Takdir edilen şudur: Bu, mutlak olarak caizdir ve imkânsız olmasını gerektiren bir durum yoktur. Bir şey de imkânsız olmasını gerektiren bir şey olmadan mutlak olarak caiz olursa, sabit oluşunu imkânsız kılan bir şey de onunla beraber gündeme gelmez. Bu taktirde de zincirleme oluşun imkânsız olmayışı ortaya çıkar.
İşte bu, görüşlerden herhangi birini bizzat gerekli görmeden soruya verilmiş bir cevaptır. Bilakis biz, meselenin özünde bir sakınca olmadığını genel olarak açıklıyoruz. Fakat soru, tümünü olumsuzladığımız fiilin abes oluşunun, yapılmış şeyin kadim oluşu-nun ve zincirleme oluşunu gerektiren altı önermesine dayanıyor.
Dolayısıyla birinci görüşün sahibi- bunun abes olmayı gerektir-diğini kabul etmiyorum, ikinci görüşün sahibi, bunun yapılan şeyin kadim olmasını gerektirdiğini kabul etmiyorum. Üçüncü görüşün sahibi de, bunun zincirleme oluşu gerektirdiğini, ya da sonuçlar açısından zincirleme oluşun imkânsız olduğunu kabul etmiyorum, diyor. Bunlar, gündeme gelmesi zorunlu olan dört imkânsızdır ve bunların tümünün birden fasit olması da imkânsızdır. Bilakis, bunlardan birinin mutlaka sahih olması gerekir. Hangisinin doğru olduğu ortaya çıkarsa, soru da anlımını yitirmiş olur ki, maksat da budur. Çünkü akli bir taksim, sözü edilen bu kısımların sınırlandırılmasını gerektirir. Artık bir kimse bu kısımlardan hangisini daha yakın görüyorsa, düşüncesini ona dayandırır. Biz, bu meselenin temel prensipleriyle, bu prensiplerin gerektirdiği sonuç-larla ve başka grupların bu konuyla ilgili serdettikleri düşünce-leriyle ilgili görüşlerimizi geniş bir şekilde sunduk. Burası bu açıklamaları uzunca ele almanın yeri değildir.
Burada bizim maksadımız müslümanların birliğini savunmak-tır. Çünkü bu soru, alemin kadimliğini savunan grupların ortaya attıkları fikirlerden birini oluşturuyor. Biz, alemin kadim olduğunu savunanların şüphelerine cevap vermek maksadıyla kaleme aldığımız kitabımızda buna ilişkin değişik cevaplara yer vermiştik.
Bunlara verilecek cevaplardan biri şu olabilir: Bu soru sırf alemin meydana gelişine özgü değildir. Bilakis varlık aleminde meydana gelen her hadiseyle ilgili olarak gündeme gelebilir. Meydana gelişse, gözlemlenen somut bir olgudur. Aklı başında olan herkes bu konuda görüş birliği içindedir. Dolayısıyla bir kimse göklerin ve yerin meydana gelişiyle ilgili olarak bu soruyu ortaya atarsa, ona karşı aynı soru, gözlemlenen hadiselerin oluşuyla ilgili olarak ortaya atılır.
Biz, her grubun bu bağlamda dayandığı kanıtların cinsine dikkat çektik. Fakat bu meseleyi bir de grupların cevapları bağlamında yeniden ele almak bu bir kaç sayfaya sığmaz. Zaten konunun akışı da böylesi geniş çaplı bir değerlendirmeyi kaldırmaz.
Bu yazılanları anlayan bir kimse için konunun kapısı açılmış sayılır. Dolayısıyla buna benzer başka meseleleri irdelemekle konunun bütününü kavramasına imkân vardır. Çünkü bu konuyla ilgili açıklamaları tedrici olarak irdelemek gerekir, bir makamdan öbürüne geçerek yani. Ancak bu tedricilikle maksada erişilebilir çünkü. Aksi taktirde görüşlerin kanıtlarını ve yöntemlerini, karşı çıkan grupların verdikleri cevapları iyice özümsemeden bu konuyla ilgili olarak ortaya atılan görüşlere patavatsız bir şekilde hücum ederse, bunları hiç de gerekmediği halde, tasdik etmektense, reddedip yalanlamaya daha yakın olur. Bu nedenle bu gibi müşkül meseleleri ele alırkan her görüşün dayandığı kanıtları, karşı tarafın argümanlarını birer birer incelemek gerekir. O zaman yüce Allah’ın doğru yola iletmeyi dilediği kimse için bu konuyla ilgili hak yol belirginleşmiş olur. Allah bir kimseye nur vermemişse, onun nuru olmaz. Allah hakkı söyler ve doğru yola iletir. Allah en iyi bilen ve en hikmetli olandır. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve Selam Hz. Muhammed’in, ehl-i beytinin ve ashabının üzerine olsun.
[1] Secde, 22
[2] İbrahim, 47
[3] Tirmizi, Dua, 41
[4] Buhari, Daavat, 69 , Müslim, Zikir, 5,6 , İbni Mace, Dua, 10
[5] Fussilet, 53
[6] Buhari, Edeb, 18 ; Müslim, Tevbe, 22
[7] Buhari, Rikak,19 ; Müslim, Tevbe, 18 -21 ; Tirmizi, Daavat, 99 ; İbni Mace, Zühd, 35 ; Darimi, Rikak, 69 ; Ahmed, 2 /433 , 514 , 3 /55 , 56 , 5 , 439
[8] Nisa, 108
[9] Kalem, 35
[10] Casiye, 21
[11] Sad, 28
[12] Fatır, 19 -22
[13] Teğabun, 2
[14] Araf, 30
[15] İnsan, 31
[16] Rum, 14 -16
[17] En’am, 148
[19] Yusuf, 106
[20] Mü’minun, 84- 89
[21] Ankebut, 61 -63
[22] Lokman, 25
[23] Zuhruf, 87
[24] Yunus, 31 -35
[25] Neml, 60 -64
[26] Müddesir, 31
[27] Müddessir, 3
[28] Ahmed, 4 /206
[29] Buhari, Tefsir, 92 . Sure: 4 , 5 , 7 , Kader, 4 , Tevhid, 54 , Tirmizi, Kader, 3 , İbni Mace, Mukaddime, 10 , 25 ; Ahmed, 4 /67
[30] Nisa, 64
[31] Nisa, 80
[32] Gafir, 55
[33] Hadid, 22 -23
[34] Teğabun, 11
[35] Al-i İmran, 135
[36] Araf, 23
[37] Hicr, 39
[38] Taha, 121
[39] Buhari, Kader, 11 , Müslim, Kader, 13 -15
[40] Tirmizi, Kader, 2134
[41] Bakara, 37
[42] Taha, 122
[43] Teğabun, 11
[44] Müslim, Fedail, 51 , Ebu Davud, Edeb, 1 , Darimi, Mukaddime10
[45] Buhari, Edeb, 80 , Hudud, 10 , Müslim, Fedail, 77
[46] Buhari, Hudud, 11 ; Müslim, Hudud, 9 ; İbni Mace, Hudud, 2547
[47] Maide, 45
[48] Al-i İmran, 165
[49] Şura, 30
[50] Şura, 48
[51] Nisa, 78 -79
[52] Al-i İmran, 120
[53] Tevbe, 50 -51
[54] Araf, 168
[55] Enbiya, 35
[56] En’am, 160
[57] En’am, 160 , Neml, 89 , Kasas, 84
[58] Nisa, 71 -73
[59] Al-i İmran, 165
[60] Al-i İmran, 123
[61] Nisa, 74 -78
[62] Araf, 130 -131
[63] Yasin, 16 -18
[64] Nisa, 78
[65] Nisa, 79
[66] Müslim, el-Birr, 55
[67] Buhari, Daavat: 15 ; Ebu Davud, Edeb: 101 ; Ahmed: 4 /122
[68] Nisa, 79
[69] Hicr, 39
[70] Ebu Davud, İlim, 2 ; Buhari, el-İtisam, 25
[71] Nisa, 78
[72] Nisa, 79
[73] Nisa, 79
[74] Tekvir, 28 -29
[75] İnsan, 29 -30
[76] Müddessir, 54 -56
[77] Secde, 17 , Vakıa, 24
[78] Fussilet, 40
[79] Tevbe, 105
[80] Bakara, 277 ; Yunus, 9 ; Hud, 23
[81] Sebe, 13
[82] Saffat, 96
[83] Saffat, 95 -96
[84] Hakim, el-Müstedrek 1 /31 , 32
[85] Enam, 110
[86] Bakara, 10
[87] Saf, 5
[88] Ahzab, 38
[89] Müslim, Zikir, 54,55 ; Ahmed, 2 /181
[90] Müslim, Salat, 222 ; Ahmed, 1 /58
[91] Al-i İmran, 97
[92] Buhari, Teksiru Salat 19 ; Tirmizi, Salat, 15
[93] Teğabun, 16
[94] Buhari, el-İtisam, 2 ; Müslim, Hac, 412 ; Nesai, Menasik, 1 ; İbni Mace, Mukaddime,1 ; Ahmed, 2 /247
[95] Teğabun, 16
[96] Enam, 125
[97] Hud, 34
[98] Secde, 13
[99] Nisa, 26
[100] Bakara, 3
[101] Nahl, 75
[102] Hud, 6
[103] Buhari, Kader, 1 ; Müslim, Kader,1
[104] Fatır, 2
[105] Sebe, 22 -23
[106] Zümer, 38
[107] Araf, 57
[108] Bakara, 164
[109] Tevbe, 14
[110] Tevbe, 52
[111] Kaf, 9
[112] Enam, 99
[113] Fatır, 27
[114] Nahl, 10 -11
[115] Bakara, 26
[116] Maide, 15 -16
[117] Hakim, 3 /591
[118] Müslim, Cenaiz, 71 ; Beyhaki, es-Sünen-ul Kübra 4 /47 ; Darekutni, Cenaiz, 2 /77 ; Bağavi, Şerhu’s Sünneh 5 /362
[119] Buhari, Kader, 4 ; Müslim, Kader 6
[120] Tirmizi, Tıp, 21 ; İbni Mace, Tıp, 12
[121] Müslim, Kader,31 ; Ebu Davud, Sünnet, 17 ; Nesai, Cenaiz, 85 ; İbni Mace, Mukaddime, 10 ; Ahmed 6 /208
[122] Buhari, Kader, 4 ; Müslim, Kader, 6
[123] Buhari, Kader, 1 ; Müslim, Kader, 1
[124] Buhari, Kader, 5 ; Ahmed, 5 /335
[125] Enam, 125
[126] Hud, 34
[127] Bakara, 185
[128] Nisa, 26
[129] Maide, 6
[131] Fatiha, 2 -5
[132] Bakara, 165
[133] Buhari, İman, 9 ; Müslim, İman, 66 -67
[134] Tirmizi, Kıyamet, 60
[135] Müslim, Mesacid, 23
[136] Müslim, Fedailu’s Sahabe, 6
[137] Bakara, 124
[138] Nisa, 125
[139] Müslim, İman, 181
[140] Nesai, İşretu’n Nisa, 10 ; Ahmed 3 /128
[141] Ahmed, 5 /371
[142] Buhari, er-Rikak, 38
[143] Müslim, Salat, 222
[144] Buhari, Tevhid, 15 -20 ; Müslim, Tevbe, 32
[145] Ahmed, 3 /435
[146] Zümer, 67
[147] Buhari, Tevhid, 19
[148] Suyuti, ed-Durr-ul Mensur, 5 /335
[149] Rahman, 29
[150] İbni Cerir, 30 /223 , Beyhaki, el-Esma ve’s Sıfat 1 /108