ALLAH, KULLARININ GÜNAH İŞLEMESİNİ
İRADE EDER Mİ ETMEZ Mİ?
Soru:
Allah kullarının günah işlemesini irade eder mi etmez mi?
Cevap:
“İrade” mücmel bir kavramdır ve iki anlamı vardır:
Eğer soruyu soranın maksadı, Allah günahları sever, onlardan razı olur ve onları emreder ise, Allah bu anlamıyla günahı irade etmez. Çünkü Allah fesadı sevmez, kullarının küfür işlemelerine razı olmaz ve çirkin hayasızlığı (fahşa) emretmez. Bilakis kullarına yasakladığı şeylerle ilgili olarak şöyle der: “Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir.”[1]
Şayet soru soranın maksadı, günahlar da Allah’ın dilediği ve yarattığı şeylerin kapsamına girerler, ise, şurası muhakkaktır ki, yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Varlık aleminde de ne olmuşsa O’nun dilemesiyle olmuştur.
Yüce Allah bir yerde masiyeti irade ettiğinden söz eder. Bir başka yerde de bunu irade etmediğinden söz eder. Birincisinde maksat, Allah’ın onu yaratmayı dilemesidir. İkincisinde ise, bir emir olarak onu sevmediğini ve ondan razı olmadığını kast eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse kalbini iyice daraltır.” [2]
Hz. Nuh’un (a.s.) şu sözünü bize aktarır: “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir.”[3] “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[4] “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah bilendir, esirgeyendir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır”[5] “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister.”[6] “Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[7]
KULUN RABB’INDAN BAŞKASINA UMUT BAĞLAMAMASI
Kulun Rabbinden başkasına umut bağlamaması sözünün izahı - Bütün hayır ve nimetler Allah’tandır - Felsefeci ve müneccimlerin açıkladıkları bazı sebepler - Hareketlerin izahı - Kulun günahından başka bir şeyden korkmaması sözünün izahı - Sebeplerin en büyüğü dua ve tevekküldür - Adem ile Musa’nın tartışması - Kader konusunda yanılanlar.
Soru:
Hz. Ali’nin (r) “Kul Rabbinden başkasına kesinlikle umut bağla-mamalıdır ve günahından başka bir şeyden de asla korkmamalıdır.” sözünün anlamı nedir?
Cevap:
Allah’a hamd olsun. Bu söz Emirulmü’minin Ali b. Ebu Talib’ten (r) rivayet edilir. En güzel, en vurgulayıcı ve en kapsamlı sözlerden biridir. Çünkü ümit hayırla ilgili bir eylemdir. Korku ise, kötülükle ilgili olur. Kula, günahlarından dolayı kötülük ilişir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder.”[8] “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa ‘Bu Allah’tan’ derler; başlarına bir kötülük gelince de ‘Bu senden’ derler. ‘Hepsi Allah’tandır’ de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[9]
İnsanların birçoğu bu ayette geçen iyilik ve kötülükten maksa-dın ibadet ve günah olduğunu sanıyor.
Sonra da Kaderiyeciler bu zanna dayanarak “Hepsi Allah’tandır” sözünü kanıt olarak ileri sürüyorlar. Bu sefer de “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” sözü karşılarına çıkıyor. Kaderi bütünüyle olumsuzlayanlar ise, bu ikinci ayeti, görüşlerinin kanıtı olarak ileri sürüyorlar ve doğal olarak da büyük bir yanılgının içine düşüyorlar. Çünkü onların mezheplerinin esasını “kul, tüm amellerinin yaratıcısıdır” sözü oluşturuyor. Ve “Hepsi Allah’tandır” sözü onların bu anlayışlarını çürütüyor.
Her iki grubun yanlışlığının sebebi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ayette geçen iyilik ve kötülüğün ibadet ve günah anlamında kullanıldığını sanmalarıdır. Oysa sözünü ettiğimiz ayette geçen iyilik ve kötülükten maksat, nimetler ve musibetlerdir. Nitekim aşağıdaki ayetler de iyilik ve kötülük kavramları bu anlamda kullanılmıştır: “Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.”[10] “O’nlara bir iyilik gelince, bu bizim hakkımızdır, derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.”[11] “Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler.”[12] “O’nları her türlü kötülüklerden koru.”[13] Buna benzer birçok ayeti örnek olarak göstermek mümkündür.
Üzerinde durduğumuz ayette yüce Allah münafıkları yeriyor. Çünkü onlar, cihad ve benzeri ilâhî emirleri yerine getirme hususunda ağır davranıyor, yüksünüyorlardı. Bu esnada bir rızık, zafer veya esenlik elde etselerdi. “Bu Allah’tan” derlerdi. Şayet başlarına yoksulluk, ezilme veya hastalık gibi bir musibet gelseydi. “Bu senden” ey Muhammed! derlerdi, senin bize emrettiğin dinin yüzünden böyle bir şey başımıza geldi. Tıpkı Firavun kavminin Musa’ya (a.s.) dedikleri gibi. Yüce Allah onların Musa karşısındaki bu tavırlarını bize şöyle aktarıyor: “Onlara bir iyilik gelince, bu bizim hakkımızdır, derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.”[14] Ve tıpkı kâfirlerin İsa peygamberin (a.s.) elçilerine: “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz.”[15]
Çünkü kâfirler ve münafıklar, işledikleri günahları yüzünden, başlarına bir musibet geldiği zaman, bunu mü’minlerin kendilerine uğursuz gelmelerine bağlarlardı. Burada yüce Allah, iyiliğin kendisinden olduğunu ve bu iyiliği onlara kendisinin lütfettiğini, başlarına gelen musibetin de onların işledikleri günahlarının yüzünden olduğunu açıklayarak bu yaklaşımlarının yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: “Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.”[16] Bu ayette ulu Allah mağfiret dileyenlere azap etmeyeceğini açıklıyor. Mağfiret dileme, azabın sebebi olan günahı siler, azabı savar. Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim mağfiret dilemeyi arttırırsa, Allah ona her kederden bir kurtuluş yolu, her sıkıntıdan bir çıkış kapısı var eder ve beklemediği yerden onu rızıklandırır.”[17]
Allah bir başka yerde de şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için. Şüphesiz ki ben, O’nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. Ve rabbinizden mağfiret dilemeniz, sonra da O’na tevbe etmeniz için. Allah sizi, tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını verir.”[18]
Burada yüce Allah şunu açıklıyor: Kim Allah’ı birlese ve O’ndan bağışlanma dilese, Allah onu güzel nimetlerle nimetlendirir ve belirlenmiş bir vakte kadar bu nimetler içinde yaşamasını sağlar. Kim bunun ötesinde iyi amelleri fazladan işlerse, Allah da ona fazladan ödül verir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Şeytan şöyle der: Ben insanları günahlarla helâk ettim. Onlar da “La ilahe illallah” demekle ve mağfiret dilemekle beni helâk ettiler. Bunu görünce onların arasına heva ve hevesleri yaydım. Şimde artık günah işliyorlar, ama tevbe etmiyorlar. Çünkü iyi şeyler yaptıklarını sanıyorlar.”[19]
Bu nedenle yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Boyun eğsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi!”[20] Yani, bizim azabımız kendilerine geldiği zaman, boyun eğip yalvarsalardı ya! Çünkü azabın geldiği sırada boyun eğip yalvarmaları bir gereklilikti. Başka bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de yine rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulunmuyorlar.”[21]
Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir: “Hiç bir bela yoktur ki bir günahtan dolayı inmiş olmasın ve hiçbir bela yoktur ki tevbe ile ortadan kalkmasın.” Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde bu gerçeğe işaret eder: “Bir kısım insanlar, mü’minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.”[22]
Burada yüce Allah mü’minlerin şeytanın dostlarından korkmalarını yasaklarken, sadece kendisinden korkmalarını emrediyor. Allah’tan korkmak, O’nun emrettiklerini yapmayı, yasakladıklarını da terk etmeyi ve günahlardan dolayı bağışlanma dilemeyi gerektirir. Bundan sonradır ki musibetler geri çevirilir ve düşmanlar karşısında zafer kazanılır. Bu yüzden Hz. Ali (r): Kul Rabbinden başkasına kesinlikle umut bağlamamalıdır ve günahından başka bir şeyden de asla korkmamalıdır. Eğer bir mahlûk ona musallat olmuşsa, bunun nedeni kesinlikle işlediği günahlardan başka bir şey değildir. Bu yüzden kul Allah’tan korkmalı ve başına bu musibetin gelmesine neden olan günahından tevbe etmelidir. Çünkü peygamberimizden (s.a.v.) gelen bir rivayette şöyle buyuruluyor: “Allah diyor ki: Ben Allah’ım. Melikler melikiyim. Meliklerin kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Kim bana itaat ederse, melikleri onun için rahmete çeviririm. Kim bana isyan ederse, melikleri onun için azaba döndürürüm. Meliklere sövmekle vakit geçirmeyin. Bana itaat edin; onların kalplerini size karşı yumuşa-tayım.”
Kulun, Rabbinden başkasına umut bağlamaması sözünün izahı
“Kul Rabbinden başkasına kesinlikle umut bağlamamalıdır” cümlesine gelince, hiç kuşkusuz Allah’a ümit bağlayan kimse, hayırları elde etmeyi ve kötülüklerin de kendisinden uzaklaşmasını istemektedir. İyilikler de ancak Allah’tan gelirler. Kötülükleri gidermek de Allah’ın yardımı ile mümkündür. “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur.”[23] “Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O’nun tuttuğunu O’ndan sonra salıverecek de yoktur.”[24] Ümitvar olmak tevekkülsüz olmaz. Çünkü tevekkül eden kimse, yararın elde edilmesine ve zararın ber taraf edilmesine ilişkin ümidinin gerçekleşmesini talep eder. Tevekkül de ancak Allah’a olabilir. Allah’tan başkasına tevekkül etmek caiz değildir. “Eğer inanıyorsanız, sadece Allah’a tevekkül edin.”[25] “Tevekkül edenler sadece Allah’a tevekkül etsinler.”[26] “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.”[27] “Eğer onlar Allah ve Resulü’nün kendilerine verdiğine razı olup, Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz, deselerdi daha iyi olurdu.”[28] “Bir kısım insanlar, mü’minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! dediler.”[29]
Mü’minler, bir takım insanların bu tür uyarıları karşısında, Allah bize yeter, musibetleri savmak için Allah bize kafidir, derler. Mü’minlere şöyle demeleri emrediliyor: Nimetleri elde etme hususunda Allah bize yeter. O, kulundan kötülüğü giderme ve onu hayırlara ulaştırma hususunda kuluna kafidir. Allah kuluna yetmez mi! Kim Allah’tan başkasına tevekkül eder, ona ümit bağlarsa, hüsrana uğrar, her türlü hayırdan yoksun kalır. “Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır.”[30] “Onlar, kendilerine itibar ve kuvvet olsun diye Allah’tan başka tanrılar edindiler. Hayır, hayır! onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklar.”[31] “Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir.”[32] “Allah ile birlikte bir ilah daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın.”[33] Yüce Allah Hz. İbrahim’in (a.s.) şöyle dediğini bize aktarıyor: “O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.”[34]
Kim, yaptığı amelin karşılığında bir menfaat sağlarım ümidiyle Allah’tan başkası için amel ederse, elleri boş kalır, ağır bir hüsrana uğrar. “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında da Allah’ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.”[35] “Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler.”[36] “Onların yaptıkları her bir işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz.”[37] “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.”[38] Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır: Allah’ın rızasını gözeterek yerine getirilen amellerden başkası batıldır. Dolayısıyla kim Allah’tan başkası için amel ederse, ona ümit bağlarsa, bütün çabası boşa gider. Nitekim ümit bağlayan kimse, bazen işlediği amelle amacına ulaşmayı umar, bazen de ümit bağladığı kimseye güvendiği, ona sığındığı ve ondan istekte bulunduğu için ümit bağlar; bu, bir tür ibadet ve bir tür yardım dilemedir. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.”[39] “O halde yalnız O’na ibadet edin ve yalnız O’na tevekkül edin.”[40] “De ki: O benim rabbimdir. O’ndan başka tanrı yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.”[41]
Bütün hayır ve nimetler Allah’tandır
Bunun izahı şöyledir: Kulun nail olduğu bütün hayır ve nimetler Allah’tandır. Kuldan uzaklaştırılan ve ondan giderilen bütün kötülük ve musibetleri engelleyen, ondan uzaklaştıran da Allah’tır. Şayet bunların sebepleri Allah’ın yarattığı bir varlık aracılığıyla gerçekleşecek olursa, Allah bütün sebeplerin de yaratıcısıdır. Bu sebepler kendi isteği ve niyetiyle hareket eden canlı bir varlığın hareketleri olabilirler. Yüce Allah’ın meleklerin, cinlerin, insanların ve hayvanların hareketleriyle bir takım sebepleri meydana getirmesi gibi. Veya yüce Allah’ın özdoğasına yerleştirdiği bir özellik doğrultusunda hareket eden cansız bir varlığın sebebiyle meydana gelebilirler. Yahut zorlayıcı bir varlığın zorlamasıyla da olabilirler. Rüzgarın, suyun ve benzeri bir varlığın hareketi gibi. Allah bunların tümünün yaratıcısıdır. Çünkü Allah’tan başka değiştiren kudret sahibi kimse yoktur. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Dolayısıyla her türlü ümit sadece Allah’a bağlanmalıdır. Sadece O’na tevekkül edilmeli ve sadece O’na dua edilmelidir. Çünkü Allah ümit bağlanılan şeyin olmasını ve kolaylaşmasını dilerse, olur ve kolaylaşır. Eğer olmasını ve kolaylaşmasını dilemezse, bütün insanlar olmasını isteseler de olmaz, kolaylaşmaz.
Böyle bir tutum, herhangi bir sebebin bağımsız olarak istenilen şeyle ilgili olması halinde zorunludur. Eğer bu sebep bağımsız olarak istenilen şeyle ilgiliyse- ki mutlaka Allah’ın dilemesiyle ve kolaylaştırmasıyla etki gösterir- sadece Allah’a ümit bağlanması gene de zorunlu olur. Gene de O’ndan başkasına güvenilip dayanılmaz, O’ndan başkasından istekte bulunulmaz ve O’ndan başkasından yardım dilenmez, O’ndan başkasının yardımına bel bağlanmaz. Hamd O’nadır, şikayetler sadece O’na iletilir, yardım ancak O’ndan beklenir. Değiştirme gücü sadece O’nundur. Kaldı ki, hiçbir sebep de herhangi bir şey üzerinde bağımsız bir etkiye sahip değildir. Bilakis her sebebin de bir başka sebebe eklemlenmesi gerekir. Ayrıca maksadın hasıl olması için sebeplerin oluşmasının yanında engellerin ve karşıtların da bertaraf edilmesi gerekir.
Çünkü her sebebin ortağı ve karşıtı vardır. Eğer bir sebebe ortağı yardımcı olmaz ve karşıtı da bertaraf edilmezse, sebepliğini icra edemez, sonucunun hasıl olmasını sağlayamaz. Örneğin, tek başına yağmur bitkilerin yeşermesine yeterli değildir. Buna havanın, toprağın vs. de eklenmesi gerekir. Sonra tarlanın sürülmesi de zorunludur. Yine de bitki yeşermez; ta ki zararlı şeyler, bozucu afetler bertaraf edilinceye kadar. Yiyecek ve içeceğin besleyici olabilmeleri için de bedende bununla ilgili organların ve güçlerin olması lazımdır. Eğer bozucu unsurlar ortadan kaldırılmazsa, bunların toplamı işe yaramaz. Bir mahlûk sana bir şey veriyor veya sana yardım ediyorsa-ki onda iradeyi, gücü ve fiili yaratan Allah’tır- onun fiili, gücünün haricinde olan bir takım sebeplerin istenilen şeyle ilgili olarak ona yardımcı olmasıyla tamamlanır; bu kimse itaat edilen bir kral olsa da. Ayrıca yardımcı olan sebeplere karşıt olan, onun etkisini engelleyen unsurların ortadan kaldırılması da bir zorunluluktur. Bir isteğin yerine gelmesi için gerektiricilerin varlığın, engellerin de olmamasına ihtiyaç vardır. Yardımcı olan her sebep bu gerektiricinin bir parçasıdır. Varlık aleminde de tek başına gerektirici olan hiçbir şey yoktur. Buna, gerektirici ve yardımcı olan diğer unsurlara da şartlar adı veriliyor olsa da. Bunlar bir takım lafzi sınırlandırmalardan öte bir şey değildir. Bu lafzi tasnifi esas alarak söylesek dahi, o zaman da şöyle dememiz gerekir: Bir şeyin olması için gerektiricinin ve şartların oluşması, engellerin de olum-suzlanması zorunludur. Fakat mahlûkat içinde malulunun oluşma-sını sağlayan tek ve yeterli bir illetin olması iddiası batıldır.
Bu gerçeği hakkıyla bilen kimseye, Allah’ın birliği (tevhid) kapısı sonuna kadar açılır. O’ndan başkasına ibadet etmek şöyle dursun, O’ndan başkasına dua etmenin dahi doğru olmayacağını bilir. O’ndan başkasına tevekkül etmez, O’ndan başkasına umut bağlamaz. Bu, şeran ve aklen kesin olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Bu hususta yüceler aleminin sebepleri ile süfli alemin sebepleri, meleklerin, peygamberlerin ve mü’minlerin fiilleri ile şefaatleri ve bunun dışındaki sebepler arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü şefaat veya dua hususunda bir meleğe veya peygambere yahut salih bir insana güvenip dayanırsa, ona şöyle denir: Bu güvenip dayandığın da sebeplerden biridir. Dolayısıyla bu şefaatçi ve duacı bu işi ancak Allah’ın dilemesi ve kudretiyle yapabilir. Daha doğrusu Allah’a itaat edenlerin şefaati ancak Allah’ın razı olduğu kimseler için gerçekle-şebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın rızasına ulaşmış kimselerden başkasına şefaat etmezler.”[42]
Allah katında hiç kimse Allah’ın kader nitelikli kevni izni olmadan şefaat edemez. Çünkü bir kimsenin şefaati kulların fiilleri kapsamına girdiği için ancak Allah’ın dilemesi ve kudretiyle olabilir. İnsanlar arasındaki şefaatleşmelere benzemez. İnsanlar arasındaki şefaatleşmelerde şefaatçi olan kimse, katında şefaatte bulunduğu kimsenin gücünü ve kudretini değişikliğe uğratır. Oysa yüce Allah diğer bütün değişimler gibi şefaat edenin şefaatinin de yaratıcısıdır. Allah’tan başka değiştirici güç ve kudret yoktur. Bilindiği gibi “havl” kelimesi, bir hareket veya irade ya da başka bir etkenle bir şeyi halden hale çevirme anlamını içerir. Bu bakımdan şefaat eden kimsenin ne şefaat üzerinde ne de başka bir hususta değiştirme, etkileme, halden hale sokma gücü yoktur. Ancak Allah’ın kudreti başka. Ayrıca Allah’a itaat eden kimselerin şefaatleri de ancak Allah’ın rızasına ulaşmış kimseler için geçerlidir. Onlar Allah’ın kendisinden istenilmesini istediği, sevdiği bir şeyden başkasını istemezler. Nitekim yüce Allah katındaki melekler hakkında şöyle buyurmuştur: “Rahman olan Allah evlat edindi, dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir. Bilakis, lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır. O’ndan önce konuşmazlar; onlar, sadece O’nun emri ile hareket ederler. Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler.”[43]
Meleklerden sadır olan şey ya sözdür, ya da fiildir. Söz söyleyecekleri zaman, kesinlikle Allah’tan önce konuşmazlar, daha doğrusu O söylemeden söylemezler. O’nun razı olduğu kimselerden başkasına da şefaat etmezler. Bize düşen de Allah’a ve peygamber-lerine karşı meleklerin bu tavrını takınmaktır. Allah ve resulü demeden dinde herhangi bir şey dememeliyiz. Allah ve Resulü’nün önüne geçmemeliyiz. Allah’a, ancak O’nun emrettiği şekilde ibadet etmeliyiz. Bundan daha da güzel ve üstün olanı, sadece O’nun emrettiklerini yapmamızdır. Bizim yaptığımız şeyler, vacip veya müstahap olmaktan başka bir nitelikte olmamalıdır. Bu niteliklere sahip olan sebepler açısından durum böyleyken, insanların tevekkül ettikleri veya ümit bağladıkları yıldızlar ve benzeri cansız varlıklar açısından durum daha da olumsuzdur. Zaten krallar, başkanlar, arkadaşlar, dostlar, köleler ve insanın tabileri gibi beşeri sebeplere bel bağlamak daha da olumsuz ve anlaşılmaz bir tavır olarak belirginleşmektedir.
Bir grup alimin de söylediği şu gerçeği bilmek gerekir: Sebeplere bel bağlamak, onları başlı başına bağımsız etkenler olarak görmek tevhid inancı açısından şirktir. Ama bir sebep de gerçekten sebepse, onu tamamen görmezlikten gelmek akıl noksanlığının belirtisidir. Sebeplere bütünüyle sırtını dönmek şeriat açısından yersiz, olumsuz bir davranıştır. Tevekkül ve ümit, tevhidin gereği ile aklın ve şeriatın gereklerinin birlikte göztelimesinden ibaret kavramlardır.
Bunun açıklaması şöyledir: Bir sebebe bağlanmak kalbin ona güvenmesi, ondan umması ve ona dayanması demektir. Mahlukat içinde bunu hakkeden hiçbir sebep yoktur. Çünkü hiçbir varlık sebep olarak bağımsız değildir, nedensellik bakımından ortaklarının ve karşıtlarının olması kaçınılmazdır. Bütün bunların yanında eğer sebeblerin müsebbibi bu sebebi musahhar kılmazsa, kendiliğinden musahhar olmaz. Allah’ın her şeyin rabbi, maliki olması, göklerin yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların, feleklerin ve içerdikleri şeylerin yaratıcısının ve müdebbirinin olması bütün bunları açıklamaktadır. Şöyle ki: Bir felekten veya yıldızdan ya da melekten yahut başka bir varlıktan sadır olan hiçbir şeyin herhangi bir hadiseyi meydana getirmek bakımından bağımsız bir etkiye sahip olmadığını görürsün. Bilakis bu etkiyi gösterebilmesi için ortakları-nın ve yardımcılarının olması gerekir. Bunun da ötesinde karşı çıkanları ve muhalifleri de vardır.
Felsefeci ve müneccimlerin açıkladıkları bazı sebepler
Bu sebeplerin en başında bazı teolog felsefecilerin ve müneccimlerin hareketlerinin, hadiselerin meydana gelmesinin sebebi olduğunu sandıkları “dokuzuncu atlas felek”tir. Onlara göre, hadiselerin sebeplerine ilişkin bilgilerinin kaynağı bu dokuzuncu atlas felektir. Bu temel anlayışı ortaya koyduktan sonra, ya onun vacib-ul vücudun bir malulu olduğunu, onu akıl veya nefis ya da başka bir olgu aracılığıyla etkin kıldığını söylerler, ya da onun malul olmasını inkâr ederek bizzat onu vacib-ul vücud olarak görürler. İşte saydığımız bu grupların bu sözleri bu bağlamda ileri sürülmüş sözlerin en fasit olanıdır. Çok da zeki olmalarına rağmen bu gerçeği malesef görememektedirler. Geri kalan insanların birçoğu da onlara nasıl bir cevap vereceğini bilememektedir.
Göğe bakan bir kimse, göğün hareketinin yüceler aleminde meydana gelen bütün hareketlerin sebebi olmadığını anlar. Çoğun-lukla şöyle denir: Gök maşrıki hareketiyle içindeki bütün felekleri maşrıktan mağribe doğru hareket ettirir. Fakat bununla beraber, her felekin kendine özgü başka bir hareketi vardır ve bu genel hareketten ayrıdır. Sabit cisimler feleki, güneş, ay ve doğup batan yıldızların kendilerine özgü hareketlerinin olması gibi. Bu farklı ve kendine özgü hareketler sözünü ettiğimiz -ve aynı zamanda farklılaştıkları- hareketin sonuçları değildirler. Felekleri de bu dokuzuncu feleğin malulu sayılmazlar.
Varsayalım ki, hadiseler, meydana gelen hadiseler, üçgen, dörtgen, altıgen ve paralel gibi muhtelif şekiller yıldızların hareke-tiyle meydana geliyorlar; fakat bilinen bir şey vardır ki, muhtelif şekiller dokuzuncu feleğin hareketinin malulu değildirler. Bilakis dokuzuncu feleğin hareketi sebebin sadece bir cüzüdür. tıpkı her feleğin hareketinin sebebin bir cüzü olması gibi. Bir göksel şekil de bu iki hareketin veya muhtelif hareketlerin bir araya gelmesi sonucu meydana gelir. Varsayalım ki dokuz felek yanyana geldiler. Bunların da yedi tane hareketleri vardır. Hatta bunların etkinliğine inananlara göre bu sayı daha da fazladır. Bunu da değişik hareketlerin delalet ettiği fazladan olan diğer felekler açısından belirginleştirebiliyoruz. Bedir feleği gibi. Ki yıldızların istikameti ve dönüşü bu felek çerçevesinde gerçekleşir. Bunun dışında başka hareketlere de kaynaklık etmektedir. Böyle olunca, dokuzuncu feleğin hareketini bütün hadiselerin sebebi olarak gören kimse, sözünü ettiğimiz bu felsefeciler ve müneccimler nezdinde bilinen şeylerle çelişkiye düşmüş olur. Akıl sahibi olan herkes de bunun bir çelişki olduğunu bilir. Sonra diyelim ki dokuzuncu feleğin hareketi bütün feleklerin hareketinin sebebidir; fakat bu sebep, bulutların oluşması, gök gürültüsü, şimşeğin çakması, yağmurların yağması, bitkilerin yeşermesi, canlıların ve madenlerin çeşitli hallerinin oluşması gibi şeylerin meydana gelmesi üzerindeki tek ve bağımsız etken değildir. Çünkü bu cisimlerin hareketlerinin tümü feleklerin hareketlerinden kaynaklanmaz. Bilakis bunların bir takım güçleri vardır, içlerinde bir takım sebepler barındırmaktadırlar ve bu kuvvet ve sebepler başka hareketlerinin de oluşmasına sebep olmaktadırlar. Nitekim her felek için bir hareket başlangıcı vardır ki, bu, başka bir felekten kaynaklanmaz.
Hareketlerin izahı
Bütün hareketler ya doğal, ya iradi veya icbaridirler. İcbari hareketler icbar edene tabidir. Doğal hareketlere gelince, hareket ettirici bunun farkında bile değildir. Toprağın aşağıya doğru hareket etmesi gibi. İradi hareketlerinse, hareket ettirici farkındadır, canlıların hareketleri gibi. Varlıklar içinde doğası gereği veya iradesine bağlı olarak hareket edenlerin hareketlerinin kaynağı kendileridir. İcbari olarak hareket edenleri ise hareket etmeye mecbur bırakan şey bir mahlûktur. Dolayısıyla bu mahlûkun onu mecbur bırakması icbarı kabule yatkın olmasından ileri gelmektedir. Bu da icbar edenden kaynaklanmayan bir anlamdır. Dolayısıyla feleklerin hareketleri bir araya geldikleri zaman, sözkonusu cisimleri hareket ettirme noktasında bağımsız bir etki gösteremezler, sebebin bir parçası sayılmaları caiz olsa da. Nitekim güneşin, bazı cisimlerin gelişmesi, yaşlığı, kuruluğu ve benzeri halleri üzerinde bir sebep olduğunu görüyoruz. Sonra bunların sebep olduklarını kabul etsek bile, bunların önünde bir takım engeller ve muhalif etkenler olduğunu da bilmemiz gerekir. Çünkü akla gelebilecek hiçbir sebep yoktur ki, iradi veya doğal yahut dua ve sadaka gibi salih ameller kapsamına giren bir engeli de bulunmasın. Çünkü dua, sadaka gibi salih ameller belaların ve gök menşeli afetlerin savılmasında en büyük etken rolünü oynarlar. Bu yüzden azab için birer sebep olan güneş tutulması gibi semavi ayetler karşısında bu tür salih amellere sarılmamız emredilmiştir. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Güneş ve ay bir kimsenin hayatta kalması veya ölmesi üzerine tutulmazlar. Bilakis güneş ve ay tutulması Allah’ın ayetlerinden birer ayettirler. Allah bunlarla kullarını azabından korkutur. Bunu gördüğünüz zaman derhal namaza koşun.”[44] Resulullah efendimiz (s.a.v.) güneş tutulduğu zaman namaz kılmamızı, Allah’ı zikretmemizi, istiğfar etmemizi, sadaka vermemizi ve köle azat etmemizi emretmiştir.
Gözle görülen bütün varlıklara, dokuzuncu felekten bu yana, birer birer baktığın zaman, bunların kesinlikle herhangi bir hadise-nin bağımsız tek sebebi olmadıklarını görürüz. Bunlar hadiselerin sebeplerinin bir parçası olsalar da başka sebepleri de vardır. Ayrıca bu sebeplerin önünde engel oluşturan başka etkenler de söz konusudur. Bununla da anlaşılır ki, bunlar içinde görülen hadiselerin meydana getiricisidir, diyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Hadiselerin meydana getiricisi olduklarını diyemeyeceğimize göre, kendi hareketlerinden farklı hareketlere sahip cisimlerin meydana getiricileri olduklarını hiç diyemeyiz. Çünkü bunların kendilerinden farklı hareketlere sahip olmaları, onların gerektiriciliklerini boşa çıkaran bir olgudur. Çünkü bir şey karşıtını, muhalifini gerektirmez. Hareket eden cisimler içinde, muktezası, dokuzuncu feleğin gereğinden ve muktezasından farklı olan, ona zıt düşen bir şey varsa, bunlardan birinin diğerinin illeti olması imkânsız olur. Çünkü malul illetinin faili olamayacağı gibi karşıtı da olamaz. Bir şeyin kendisinin zıddı ve faili olamaycağı gibi. Çünkü bir şeyin kendisinin karşıtı olması, varlığının varlığına tabi olmasını gerektirir. Böylece yoksal bir varlık olarak belirginleşir. İlletin maluldan önce olması gerçeğine rağmen bir şeyin kendisini yapmış olması da varlığının yoksul bir varlık olmasını gerektirir.
Hadiseler ve cisimlerin güçlerinden kaynaklanan hareketleri “dokuzuncu felek” ten olmayıp, ondan sadece yatay bir hareketlendirmeden kaynaklandığına göre, cisimlerin kendilerinin ve güçlerinin ondan kaynaklanmamış olması çok daha öncelikli olur. Bununla da anlaşılır ki, felekleri ve onların dışındaki gözlemlenen cisimleri hareket ettiren, bu cisimleri başka bir sebep aracılığıyla yoktan var eden dokuzuncu felek dışında bir rab vardır. Bütün bunları yoktan vareden, onlara değişik şekillerini veren, farklı şekillerde hareket ettiren O’dur. Konunun akışından amaçlanan da budur.
Öte yandan bu yıldızlar bazı hadiselerin meydana gelmesini sağlayan sebebin bir cüzünü oluştursalar da, sebebin cüzü oluşları, belli durumlarda geçerlidir, her durumda değil. Çünkü bu yıldızlar doğdukları zaman, bu doğuş halinde ışıkları ortaya çıkar ve etkisini gösterir. Fakat battıkları zaman ışıkları da etkileri de ortadan kalkar. Bu durumda ne sebep olabilirler, ne de sebebin bir cüzü. Bu yüzden Hz. İbrahim: “Batanları sevmem”[45] demiştir. Çünkü bunlar battıkları zaman, bize yansıyan etkileri bütünüyle ortadan kalkar. Dayanılacak veya ilgi kurulacak bir izleri kalmaz. Dua edilen, ümit bağlanan ve tevekkül edilen rabbinse kayyum olması, kulun her vakit ve her halde O’nunla kaim olması bir zorunluluktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Daima diri ve ölümsüz Allah’a tevekkül et.”[46] “Allah, O’ndan başka ilah yoktur. Daima diridir ve kayyumdur.”[47] Bu ve benzeri gözlemler ve akli çıkarsamalar da gösteriyor ki kul, sadece Allah’a ümit bağlamalıdır ve sadece O’na güvenip dayanmalıdır.
Kulun, günahından başka bir şeyden korkmaması sözünün izahı
Kulun ancak günahından korkmasına gelince, bunun, bir insanın başına gelen musibetin günahından dolayı geldiği bilindiği zaman, anlaşılması daha kolay olur. Bu ise, iç ve dış alemdeki ayetler aracılığıyla bilinir. Ayrıca ve esas olarak Allah’ın kitabında yaptığı açıklamalar bu hususu en net şekliyle ortaya koymaktadır. Nitekim başka yerlerde bu hususu bütün detaylarıyla ortaya koyduk. İşin sırrını açıkladık ki, konumuzun akışı içinde ayrıca bunları da açıklamamıza gerek yoktur.
Ebu Zer’in peygamber efendimizden (s.a.v.) aktardığı kutsi bir hadiste bu gerçek şu şekilde ortaya konuyor: “Ey Kullarım! Bunlar sizin amellerinizdir. Onları size sayarım ve karşılıklarını eksiksiz olarak size veririm. Hayır bulan, Allah’a hamdetsin. Bundan başka bir şeyle karşılaşan da kendinden başkasını kınamasın.”[48] Bu kutsi hadiste açıklanıyor ki, kul, karşılaştığı her hayırdan dolayı Allah’a hamd etmelidir. Çünkü bu hayrı kendisine bahşeden yüce Allah’tır. Eğer bir kötülükle de karşılaşırsa, sadece kendisini kınasın.
Yine sahih bir hadiste resulullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Mağfiret dilemenin efendisi kulun şöyle demesidir: Allahım! Sen benim rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Elimden geldiğince sana verdiğim söze ve ahde bağlıyım. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Bana bahşettiğin nimetlerini itiraf ediyorum. Günahlarımı da itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur.”[49] “Bana bahşettiğin nimetleri itiraf ediyorum” sözüyle kul, nimetleri itiraf edip ikrar ediyor. “Günahlarımı itiraf ediyorum” sözüyle de günahları ikrar ediyor. Bu yüzden selef ulemasından biri şöyle demiştir: “Ben nimetle günah arasında bir halde sabahlarım”. Bu sözüyle nimetten dolayı şükretmeyi ve günahlardan dolayı da mağfiret dilemeyi kast etmiştir. Ancak şükür nimetten sonra olur, tevekkül ve ümit ise nimetten önce. Hz. İbrahim’in (a.s.) ayette yer alan şu sözünden anlaşılacağı gibi: “O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin.”[50] Peygamberimiz (s.a.v.) de bir hutbesinde şöyle buyurur: “Allah’a hamdolsun. O’ndan yardım diler, O’ndan mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız.”[51] Burada resulullah (s.a.v.) Allah’a hamdetmeyi, O’ndan yardım dilemeyi ve O’ndan mağfiret dilemeyi birarada zikrediyor. Bundan da anlaşılıyor ki, sebeplere bağımsız etkenler olarak sarılmak şirktir. Şirk ise zulüm ve cehalettir. İşte Allah’tan başkasına dua eden, O’ndan başkasına güvenip dayanan kimsenin hali budur.
Şayet gerçekten sebep iseler, sebepleri bütünüyle silmek, akıl açısından bir eksikliktir, sözüne gelince, bu söz doğrudur ve şeriat açısından da yergiyi hakkeden bir yaklaşımdır. Nitekim kelâm ehlinin büyük bir kısmı sebepleri bütünüyle inkâr etmiş ve bunların varlıklarıyla yoklukları arasında bir fark öngörmemişlerdir. Öte yandan natüralistler de bunları kendi başlarına sonuçları gerektiren illetler olarak görmüşlerdir. Mutezililer ise, bu bağlamda canlıların fiilleriyle diğer varlıkların fiillerini birbirinden ayrı olarak değerlendirmişlerdir. Bu üç yaklaşım da batıldır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar, ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu inidirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız.”[52] “Gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda.”[53] “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür.”[54] “Allah onunla birçok kimseyi saptırır; birçoklarını da doğru yola iletir.”[55] Buna benzer daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Bir kimse yüce Allah’ın bütün bu hadiseleri sözünü ettiği sebepleri yanında yapar, onlarla yapmaz, dese, duygu ve akıl bunların sebep olduklarına tanıklık ettiği halde, Kur’an’ın lafzına muhalefet etmiş olur. Alın ile göz arasındaki fark, birinde olup da diğerinde olmayan görme yeteneğiyle bilinir. Ekmek ile çakıl arasındaki fark da biriyle beslenilirken, diğeriyle böyle bir sonucun alınmamasıyla bilinir.
Bütün arazlar tamamen sebeplerden kaynaklanırlar, sözü de şeran yergiyi hakkeden bir yaklaşımdır. Daha doğrusu aklen de yerilmeyi gerektirmektedir. Çünkü kulların fiilleri, kendileriyle ilintili olan şeyler üzerindeki etkenlerin en güçlüleri konumun-dadırlar. Dolayısıyla iman edip salih ameller işleyenleri yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi gören veya muttakileri günahkârlarla bir tutan kimse, insanların en cahili ve küfürde en şiddetli olanıdır. Tam tersine yüce Allah’ın emrettiği ibadetler, dualar, ilimler ve ameller, kendileriyle bağlantılı ibadetler açısından en güçlü sebepler konumundadırlar. Aynı şekilde yüce Allah’ın yasakladığı küfür, fısk ve günah gibi şeyler de kendileriyle ilintili bedbahtlığın en büyük etkenleri, sebepleri sayılırlar.
Bununla beraber yaratılmışların en hayırlısı (s.a.v.) şöyle de buyurmuştur: “Sizden hiç kimse ameliyle cennete girmez. Orada bulunanlar: Sen de mi ya Resulallah? dediklerinde, ben de, buyurdu, Allah’ın beni katından bir rahmetin ve lütfun kapsamına alması başka.”[56] Bir gün resulullah (s.a.v.) ashabına: “Sizden hiç kimse yoktur ki, cennetteki ve cehennemdeki oturacağı yer bilinmesin, dediğinde, şöyle dediler: Ya resulallah! O halde bu yazılanlara dayanarak amel etmeyi bıraksak mı? Buyurdu ki: Hayır! Hayır, amel edin, çünkü kim ne için yaratılmışsa ona uygun ameller ona kolaylaştırılır. Mutluluk ehli olana mutluluk ehlinin amelleri kolaylaştırılır. Bedbahtlık ehli olana da bedbahtlık ehlinin amelleri kolaylaştırılır.”[57]
Sebeplerin en büyüğü dua ve tevekküldür
Aynı şekilde dua ve tevekkül de yüce Allah’ın sebepleri kıldığı şeyler açısından en büyük sebep konumundadırlar. Dolayısıyla: Benim için takdir edilen şey gerçekleşir, dua etsem de etmesem de, tevekkül etsem de etmesem de fark etmez, diyen kimse: Benim için mutluluk veya mutsuzluktan hangisi taksim edilmişse, o gerçekleşir, inansam da inanmasam da, ibadet etsem de etmesem de fark etmez, diyen kimseden farksızdır. Bunun sapıklık ve küfür olduğu açıktır. Önceki sözü söyleyen kimsenin bu yaklaşımı ikincisini söyleyeninki kadar koyu bir sapıklık olmasa da neticede o da sapıklıktır. Çünkü dua ve tevekkülün maksatlarla ilişkisi, imanla uhrevi mutluluk ilişkisi kadar kesin ve belirleyici değildir. Fakat yüce Allah duayı bir şeyin sebebi kılmışsa, bunun, yüce Allah’ın salih ameli bir şeyin sebebi kılması düzeyinde olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Çünkü yüce Allah bu maksadı sebepsiz olarak veya başka bir sebeple de yapmaya kadirdir.
Aynı şekilde, bir menfaatin elde edilmesi veya bir zararın bertaraf edilmesi hususunda vacip veya müstahap nitelikli olarak emredilen meşru bir sebepleri terk etmek de şeriat açısından yerilmesi gereken bir davranıştır ve aynı zamanda akıl dışıdır. Bu yaklaşım içinde olanlar, bu noktada büyük bir yanlışlık işlediler ve emredilen sebepleri terk etmenin tevekkülün bir parçası olduğunu sandılar. Tevekkül ise: “Şu halde O’na kulluk edin ve O’na tevekkül edin”[58] ayetinde olduğu gibi ibadetle eşdeğerdir. İbadet ise emredilen bir husustur. Dolayısıyla emredilen ibadeti terkedip de Allah’a tevekkül eden kimsenin bu ameli durum olarak Allah’a ibadet edip de tevekkül etmeyen kimseden daha iyi değildir. Bilakis her ikisi de Allah’a isyan etmişlerdir, O’nun emirlerinden birini terk etmişlerdir.
Tevekkül kavramı, Allah’ın emrettiği bazı hususları yerine getirme hususunda yardımcı olsun diye Allah’a güvenip dayanmayı ve kulun güç yetiremediği bazı şeyleri vermesi amacına yönelik olarak O’na güvenip dayanmayı içerir. Çünkü Allah’tan yardım istemek amel esnasında olurken, tevekkül bundan daha geniş bir alanı kapsar. Allah’a tevekkül etme, bir menfaati sağlama ve bir zararı bertaraf etme amacına yönelik de olabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Eğer onlar Allah ve Resulü’nün kendilerine verdiğine razı olup, Allah bize yeter, yakında bize lütfundan verecek, resulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz, deselerdi daha iyi olurdu.”[59] “Bir kısım insanlar, mü’minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.”[60]
Şu halde Allah’ın emrettiğini yapmayan kimse, bu hususta Allah’tan yardım dilemiş de olmaz. Bu mevzuda tevekkülü de terk etmiş olacağı için de ibadet ve istianeyi de terk etmiş sayılır. Bir başkası da emredilen fiili yapmaksızın Allah’a tevekkül eder. Bu ise yerilmiş acizliktir. Nitekim Ebu Davud süneninde rivayet edildiğine göre, iki adam birbirinden davacı olur ve peygamberimize (s.a.v.) müracaat ederler. Peygamberimiz (s.a.v.) bunlardan birinin aleyhine hüküm verir. Bunun üzerine aleyhine hüküm verilen kişi: Allah bana yeter, O ne güzel vekildir, der. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle der: “Şüphesiz Allah acizliği kınar. Fakat senin akıllı ve zeki olman, bütün fırsatları kullanman gerekir. Buna rağmen bir iş seni alt ediyorsa, o zaman Allah bana yeter, O ne güzel vekildir, de.”[61] Sahihi Müslim’de peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Güçlü mü’min Allah’a zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimli gelir. Her hayırda sana faydalı olan şeyde hırslı ol. Ve Allah’tan yardım dile. Sakın acizlik gösterme. Eğer bir şey sana isabet edecek olsa: Eğer şöyle yapsaydım, şöyle olurdu, deme. Fakat: Allah takdir etti ve O dilediğini yaptı. Çünkü “eğer” şeytan amelinin açılışıdır.” [62]
Çünkü insana, yapması emredilen fiiller hususunda kadere bel bağlaması emredilmiş değildir. Fakat başından savacak imkânı bulunmayan musibetler başına geldiğinde kadere dayanması emredilmiştir. Bu yüzden başına, insanların veya başka varlıkların fiilinden dolayı bir şey gelirse, buna sabret, kadere rıza göster ve teslim ol. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hiçbir musibet Allah’ın izni olmadan isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete erdirir.”[63] Seleften biri -Ya İbni Mesud veya Alkame- bu ayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: Burada kastedilen, başına bir musibet geldiği zaman bunun Allah katından olduğunu bilen, rıza gösterip teslim olan kimsedir.
Adem ile Musa’nın tartışması
Bu yüzden Adem (a.s.) Musaya (a.s.) şöyle demişti: “Sen, Allah’ın benim yaratılmamdan kırk sene önce benim hakkımda takdir ettiği bir şeyden dolayı mı beni kınıyorsun?” Adem (a.s.) bu sözüyle Musa’ya (a.s.) karşı sağlam bir kanıt ortaya koymuştu.[64] Çünkü Musa ona şöyle demişti: “Niçin bizi ve kendini cennetten çıkarttın.” Bunu söylemekle, onun işlediği bir fiilden dolayı başına gelen musibetten dolayı onu kınamıştı, bunun bir günah olmasından dolayı değil. Bundan dolayı da Adem ona karşı kaderi bir kanıt olarak ileri sürmüştü. Bazı grupların sandığı gibi, Musa’nın Adem’i kınamasının nedeni, davranışının bir günah olmasından dolayı olması hususuna gelince, hadiste kastedilen husus bu değildir. Çünkü Hz. Adem (a.s.) o günahtan tevbe etmişti. Günahından tevbe eden bir kimse de hiç günahı olmayan kimse gibidir. İnsanların ortak görüşüne göre günahtan tevbe eden birini kınamak caiz değildir.
Öte yandan, Adem (a.s.) kaderi kanıt olarak ileri sürdü diye, bir başkasının da işlediği günahı mazur göstermek için kaderin arkasına sığınmayacağı bütün grupların ortak görüşüdür. Müslümanlar, diğer dinlerin mensupları ve aklı başında olan herkes bu hususta görüş birliği içindedir. Çünkü bu şekilde kaderi bahane etmek kabul edilen bir şey olsaydı, önüne gelen aklına estiği gibi, adam öldürür, başkalarının mallarını gaspeder ve yeryüzünde türlü bozgunculuklar çıkarır, sonra da kaderi gerekçe olarak gösterirdi. Ayrıca yaptığı bir hatadan dolayı kaderi gerekçe gösteren kimse, kendisine karşı bir suç işlendiğinde ve bu suçun gerekçesi olarak da kader gösteril-diğinde bunu kesinlikle kabul etmez, böylece kendisiyle çelişkiye düşmekten kurtulmaz. Bir sözdeki çelişki onun yanlış ve fasit olduğunun en somut kanıtıdır. O halde suç işlerken kaderi gerekçe olarak göstermek ta baştan itibaren aklen yanlış bir davranıştır.
Kader konusunda yanılanlar
Kaderi kabul edip emri kabul etmeyen müşrik ibahiyeciler, emri kabul edip kaderi kabul etmeyen mecusi kaderciler gibi kadere, Allah’ın kulların fiillerinin yaratıcısı olduğu anlamında inanılması gerektiğini sananlar veya kaderle birlikte teklifin makul olmayaca-ğını zannedenler, yüce kanun koyucuya sırf ilâhî meşiyetinden dolayı itaat edildiğini, fiilleri işleyenin Allah olduğunu düşünenler ve bunu emir ve yasakla ilgili uygun sebepler içermeyen fiillerle ilgili bir kanıt olarak değerlendirenler, böylece kullarla ilgili dünyevi ve uhrevi maslahatları, iyilikleri ve maksatları şeriatın kapsamasını inkâr edenler, şeriatı bazı olgularla sırf görünüşte ilintili olarak düşünen, şeriatın içerdiği hükümler için uygun ve uyumlu illetler ve maluller öngörmeyenler, fiillerin yönelik oldukları bazı hedefler için gerçekleştirilmesini, bunların iyi ve emredilen, kötü ve yasaklanan şeyler olarak belirginleşmesini inkâr edenler, bunu söylerken de kaderi gerekçe olarak ileri sürenler, yaratıcı olan Allah bütün bunları olumlamadığını bildiği halde böyle bir anlayış içinde olanlar büyük bir yanılgı içindedirler, sapıktırlar. Söylediklerinin yanlışlığı zorunlu olarak bilinen bir gerçektir. Kitap, sünnet ve icma olarak bu anlayışın fasit olduğu kesin olmasının yanısıra aklı başında olan herkes de bunun yanlış olduğunu kesin olarak söyler.
Çünkü Ademoğullarının geneli kadere inanır ve şöyle derler: Deliler ve hayvanlar da dahil olmak üzere saldırganların cezalandı-rılmaları gerekir. Saldırganlıklarına son vermeleri için terbiye edilmelidirler. Fiilleri takdir edilmiş ve Adem oğullarından kemal sahibi olanlar saldırganlıklarını affediyor olsalar da. Fiilleri eğer takdir edilmişlerse, kula düşen sabretmektir. Takdir edilen musibet-lere rıza göstermek, günahlardan ve kusurlardan dolayı istiğfar etmektir. Bunların meydana gelmesini mazur göstermek için kadere sığınmaz. Allah’ın kendisi için takdir ettiği nimetlerden ve bağışlar-dan dolayı şükreder. Böylece şükrü, sabrı, istiğfarı, kadere imanı ve şeriata uymayı bir arada gerçekleştirir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
ULEMANIN DÖRT ANA SORUSU:
YARATMA, İBADET, YAZILMA ve DUA
Birinci Mesele - İkinci Mesele - Üçüncü Mesele - Dördüncü Mesele
Soru:
Dinin imamlarının (Allah hepsinden razı olsun): “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece “ol” dememizdir. Hemen oluverir.”[65] ayeti hakkındaki görüşleri nedir? Eğer bu “ol” emrine muhatab olan şey mevcut ise, zaten var olanın var olması muhaldır. Şayet emre muhatab olduğu sırada yok ise, yok olan bir şeye hitab etmek nasıl tasavvur edilebilir? Bir de: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[66] âyeti var. Şayet âyetin orijinalindeki “lam” edatı, işin sonunda bu sonuca varılacağını bildirmek içinse, böyle bir sonuç gerçekleşmemiştir. Şayet amacı bildiriyorsa, o zaman da yaratılan hiçbir varlığın Allah’a kulluktan sapmaması gerekirdi. Durumun böyle olmadığı ortadadır. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabiliriz?
Ayrıca rivayetlerde ve ayetlerde Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermekten söz edilir. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurur: “Olacak her şeyle ilgili olarak artık kalem kaldırılmıştır.” (Ne olacaksa yazılmış ve artık mürekkep kurumuş-tur)[67] Ayrıca: “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.”[68] ayetinin anlamı da müşküldür. Şayet dua da olacak şeylerdense, ayrıca dua edilmesini emretmenin yararı nedir? Özellikle de gerçekleşmesi kaçınılmaz ise?!
Cevap:
Birinci mesele:
Birinci mesele, iki temele dayanıyor.
Birinci Temel:
Tekvinî hitab ile teklifî hitab arasında fark vardır. Tekvinî hitabla yüce Allah muhatab olandan bir fiili yapmasını istemez, bilakis bu hitabla muhatabın olmasını ister. Muhatabı onunla yaratır ve bu işlemde muhatabın herhangi bir fiili veya kudreti, ya da iradesi, yahut varlığı sözkonusu değildir. Teklifî hitabla da yüce Allah emre muhatab olan şeyden kendi kudreti ve iradesiyle bir fiili işlemesini veya yaptığı bir şeyi terk etmesini ister. -Bunların tümü Allah’ın gücü ve kudretiyle oluyor olsa da. Çünkü güç ve kudret Allah’ındır- İşte bu hitabla ilgili olarak insanlar arasında tartışma çıkmıştır. Yok olan bir şeye varolması şartıyla hitab etmek doğru mudur? Yoksa ancak varolduktan sonra mı hitab edilebilir? diye. Ancak insanlar arasında böyle bir şeyin var olmasından sonra herhangi bir hükme muhatab olacağı hususunda tartışma yoktur.
Ayrıca ilk hitab türü hakkında da ihtilaf çıkmıştır. Gerçek bir hitab mıdır? Yoksa iktidardan ve kudret aracılığıyla var etme hızından mı ibarettir? Birinci şık kendilerini ehl-i sünnete nisbet eden gruplar nezdinde meşhurdur.
İkinci Temel:
Yok olan bir şey, yok olduğu sırada bir “şey” midir, değil midir? Çünkü Mutezile mezhebine ve şiaya mensup olan bazı kelâmcılar, onun zihin dışında “şey” olduğu kanaatindedirler. Onlara göre bu “şey” zihin dışında hem zattır, hem de objedir. Onların iddiasına göre mahiyetler yapılmış ve yaratılmış değildirler. Onların varlıkları gerçekliklerine eklemlenmiş fazlalıklardır. Bir de bazı felsefe grupları ve (tanrı insan birliğini savunan) vahdetçiler gibi mülhit gruplar da bu yönde görüş belirtmişlerdir.
İnsanların büyük kısmının üzerinde olduğu görüş, isbat ehli kelâmcıların ve ehl-i sünnete mensup alimlerin savundukları şu görüştür: Yok olan bir şey var olmadan önce zat ve obje olarak kesinlikle bir “şey” değildir. Ayrıca zihin dışında da biri gerçek, diğeri de gerçekliğe eklemlenmiş fazlalık olmak üzere iki şey olmaz. Çünkü yüce Allah mahiyetler de denilen zatları var etmiştir. Dolayısıyla Allah’ın dışındaki her şey O’nun tarafından yaratılmış, O’nun tarafından yapılmış, O’nun tarafından var edilmiş ve O’nun tarafından ilk kez varlık alemine çıkarılmıştır. Şu kadarı var ki, bunlar içinde, yok olan bir şey kesinlikle “şey” değildir. Sadece bilgi kapsamında varlığı dikkate alınarak göreceli olarak “şey” diye isimlendirilir ki bu da mecazi bir isimlendirmedir.
Bazılarının görüşü de şöyledir: Bilgi kapsamında bir sabitliği ve varlığı olduğu kuşkusuzdur. Dolayısıyla bu sabit oluş ve varoluş itibariyle bir “şey”dir ve bir zattır. Bunu savunanlar, yok olan bir şeyin “şey” olduğunu söyleyenlerin ayırdığı gibi, varoluş ile sabit oluşu birbirinden ayırmazlar. Yine işaret ettiğimiz kimselerin ayırdığı gibi, yok olanın bir şey olmaması ile mümkün ve mümteni olanı da birbirinden ayırmazlar. Çünkü mümteni olanın bir “şey” olmadığı hususunda görüş birliği içindedirler. Tartışma sadece mümkün nitelikli şeyle ilgili olarak aralarında çıkmıştır.
Onun bir “şey” olduğunu savunanların temel dayanağı, bilgi kapsamında sabit olmasıdır. Bu itibarla kendisine yönelinmesi, yaratılması, ondan haber verilmesi, emre ve nehye muhatab olması sahihtir, demişlerdir. Diyorlar ki: Bu gibi özelliklerin salt “yok” olan bir şeye taalluk etmesi imkânsızdır. Eğer objektif sabit oluş ile bilgi kapsamında sabit oluş anlamında varoluş arasındaki fark iyice belirginleştirilirse, bu hususla ilgili şüpheler ortadan kalkar.
“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece “ol” dememizdir. Hemen oluverir.”[69] ayetine gelince, burada işaret edilen “şey”, meydana getirilmesinden ve hitabın yöneltilmesinden önce bilinmektedir. Bu bilinmeyle de takdir edilmiş ve hakkında kaza belirlenmiş olmuştur. Çünkü yüce Allah, dilediği şeylerden olduğunu bildiği şeyleri söyler ve yazar. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) Müslim’in Abdullah b. Amr kanalıyla aktardığı bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce bütün yaratılmışların kaderlerini takdir etmiştir.”[70] Sahihi Buhari’de, İmran b. Husayn kanalıyla peygamber efendimiz’den (s.a.v.) şöyle rivayet edilir: “Allah vardı ve hiçbir şey O’nunla beraber yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Her şeyi zikirde yazdı. Sonra gökleri ve yeri yarattı.”[71] Süneni Ebu Davud’da ve başka kaynaklarda peygamberimizden (s.a.v.) şöyle rivayet edilir: “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Sonra ona: yaz, dedi. Ne yazayım, dedi. Buyurdu ki: Kıyamete kadar olacakları yaz.”[72]
Bu ve benzeri nasslardan anlaşılıyor ki, mahlûkat yaratılmadan önce biliniyordu, ondan haber veriliyordu ve yazılmıştı. Dolayısıyla ilmi, kelâmi ve kitabi varlığı itibariyle de “şey” di. Ancak hakikati olan objektif varlığı zihin dışında sabit değildi. Bilakis bu anlamda salt “yok” ve sırf olumsuzluktu. İşaret ettiğimiz bu dört mertebe varlıklar açısından meşhurdur. Nitekim yüce Allah peygamberine (s.a.v.) indirdiği ilk surenin başında bunlardan söz etmiştir: “Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”[73] Bu hususla ilgili olarak başka yerlerde uzun açıklamalara yer verdik.
Böyle olduğuna göre, hitab, iradenin yöneldiği, kudret, yaratma ve olmanın taalluk ettiği şeylere yöneliktir. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi: “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece “ol” dememizdir. Hemen oluverir.”[74] Çünkü kendisine “ol” denilen bir şey, irade edilen bir şeydir. Bir şey de yaratılmadan önce irade edildiğinde, bilgi kapsamında ve takdir alanında sabit ve temyiz edilmiş demektir. Eğer böyle olmasaydı, irade edilen yaratılmış ile böyle olmayanlar birbirinden ayırdedilmezlerdi. Bununla da sözü edilen taksime cevap verilmiş oldu.
Soruyu soran diyor ki: Eğer muhatab olan şey var ise, var olan bir şeyin var edilmesi imkânsızdır.
Ona dediğimiz şudur: Bu dediğin, gerçek varlığı zihin dışında var olan bir şey için geçerlidir. Yok olanın var olmadığından kimse kuşku duymuyor. Ayrıca bu özünde de sabit değildir. Ama bilgi, irade ve takdir kapsamında bilinen, irade edilen ve şey olan birinin de zihin dışında var olması muhal değildir. Bilakis bütün varlıklar ancak bilgi ve irade kapsamında var olduktan sonra zihin dışında var olurlar.
Soru soran kişinin: Şayet yok ise, yok olan bir şeye hitab etmek nasıl tasavvur edilebilir, şeklindeki sözüne gelince; ona dediğimiz şudur: Yok olana, anlayacağı ve uyacağı bir hitab yöneltmek kast ediliyorsa, bu imkânsızdır. Çünkü muhatabın bir şartı da anlama ve etme imkânına sahip olmasıdır. Yok olan bir şeyin de anlaması ve yapıp etmesi tasavvur edilemez. Dolayısıyla yokluğu halinde teklifi bir hitaba muhatab olması imkânsızdır. Yokluğu esnasında anlamasının ve yapıp etmesinin istenmesini kast ediyoruz. Aynı şekilde zihin dışındaki objeler dünyasında yok olan bir şeyin tekvini hitaba muhatab olması da imkânsızdır. Yani, onun zihin dışında sabit olduğuna inanılması ve olması için kendisine hitab edildiğini kast ediyoruz.
Bilinen, zikredilen ve yazılan bir şeye, tıpkı iradenin yöneltilmesi gibi tekvini hitabın yöneltilmesi muhal değildir. Bilakis bu, mümkün olan bir şeydir. Hatta böyle bir olguyu insan kendi içinde de gözlemleyebilir. Söz gelimi içinde bir şeyi planlar, onu yapmayı irade eder ve kendi içinde planladığı bu irade edilen ve istenen şeye iradesini yöneltir. Dolayısıyla istenen ve irade edilen şeyin husüle gelmesi onun kudreti oranında gerçekleşmiş olur. Eğer bu irade ettiği şeyi gerçekleştirmeye gücü yetiyorsa kesin iradesi ve talebi anında meydana gelir. Eğer acizse, o da gerçekleşmez. İnsan bazen falan şey olsun, der. Bu istediği şey de ona yönelik gücü oranında gerçekleşme imkânını bulur. Allah her şeye kadirdir. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.
İkinci mesele:
Soruyu soran kimsenin “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[75] Şayet ayetin orijinalindeki “lam” edatı, işin sonunda bu sonuca varılacağını bildirmek içinse, böyle bir sonuç gerçekleşmemiştir. Şayet amacı bildiriyorsa, o zaman da yaratılan hiçbir varlığın Allah’a kulluktan sapmaması gerekirdi. Durumun böyle olmadığı ortadadır. Bu çıkmazdan nasıl çıkabiliriz? şeklindeki sözlerine gelince;
Ona diyeceğimiz şudur: Bu ayette yer alan “lam” edatı nahivcilerin akıbet ve varış edatı adını verdikleri türden değildir. Bu ayetle ilgili olarak da kimse böyle bir şey söylemiş değildir. Dolayısıyla soruyu soran kişinin, henüz sonuca varılmış değildir, şeklindeki sözü anlamsızdır. Yalnızca, bu ayette geçen “bana ibadet etsinler” ifadesini “beni tanısınlar” şeklinde anlamlandıran bazı müfessirler bu yönde görüş belirtmişlerdir. Onlara göre, burada kastedilen mü’mine de kâfire de emredilen tanıma ve bilmedir. Fakat bu, son derece zayıf bir görüştür. Sadece bazı müfessirler, Hud suresinin sonunda yer alan “Onları bunun için yarattı..”[76] ayetindeki “lam” edatı hakkında bu yönde bir kanaat belirtmişlerdir. Şöyle ki: Kaderiyecilerin bazısı, bunun akıbet ve sonuca varış anlamını cümleye kazandıran ‘lam’ olduğunu söylemişlerdir. Yani, onların akıbeti rahmete varmak ve ihtilafa düşmek şeklinde gerçekleşmiştir. Yaratıcı bunu kast etmiş olmasa da. Böylece sözünü ettiğimiz ayeti, aşağıdaki ayetle aynı kategoriye sokmuşlardır: “Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.”[77] Bir de şairin şu sözü örnek verilir:
Ölmek için doğdular, harab olmak için yaptılar...
Bu değerlendirme de bu bağlamda yanlıştır. Çünkü akıbet anlamını kazandırmaya dönük ‘lam’ edatı, işlerin akıbetini ve varacağı sonucu bilmeden bir fiili işleyen kimseler için kullanılır. Firavun ailesi gibi. Ama bütün fiillerin akıbetlerini ve varacakları sonuçları bilen birinin, akıbetini bilmeden bir fiili işlemesi tasavvur edilemez. Böyle biri işlediği fiilin bir akıbetinin olduğunu bilince de olmayacağını bildiği bir şeyi fiiliyle gerçekleştirmeyi amaçlamaz. Çünkü böyle bir şey sadece temennidir, irade değil.
Bizim üzerinde durduğumuz ayette geçen ‘lam’ ise, marife, yani tanımlama edatıdır. Nasıllığı ve nedenselliği bildirmeye, cümleye bu anlamı kazandırmaya dönüktür. Dolayısıyla bu edat hazfedildiği zaman, onun etkisiyle mecrur olan masdar, mef’ulu leh konumuna geçip mansup olur. Böylece de amaçsal illet adını alır. Ve bu bilgi ve iradeden de önce gelir. Ama varoluştan, husule gelişten sonradır. İşte fiille istenen ve kastedilen murad edilmiş illet budur. Ancak Allah’ın kitabında geçen iradenin iki türlü olduğunu bilmek gerekir:
Birincisi: Kevnî irade. İrade edilen şeyin vuku bulması için gerekli olan irade budur. Şu söz bu iradeyle ilgilidir: Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Aşağıdaki ayetlerde geçen irade kavramını bu esasa göre anlamak gerekir: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[78] “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez.”[79] “Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lakin Allah dilediğini yapar.”[80] “Bağına girdiğinde: Maşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya!”[81] Buna benzer daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki ayette geçen ‘lam’ edatının işaret ettiği de bu tür iradedir: “Onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten rabbin onları bunun için yarattı.”[82] Selef uleması bu ayetle ilgili olarak şunu söylemişlerdir: Allah bir grubu ihtilaf etmeleri için yaratmıştır, bir grubu da rahmetinin kapsamına almak için. Burada işaret edilen rahmet irade olduğundan ve bu irade de kevni olduğundan murad edilen şey vuku bulmuştur. Dolayısıyla bir topluluk ihtilaf edegelmiş, bir topluluk da rahmetin kapsamında olagelmiştir.
İkincisi: Dini, Şer’i irade. Bu, murad edileni sevmek ve ondan razı olmak, murak edilen şeyi yapanları sevmek ve onlardan razı olmak, onlara iyi bir karşılık vermek anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[83] “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister.”[84] “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”[85] Şu halde bu tür bir irade için murad edilen şeyin vuku bulması gerekli değildir. Ancak birinci tür iradenin bir şekilde buna taalluk etmesi başka. Bu yüzden şu dört kısım sözkonusu olmuştur:
Üçüncü mesele:
Soruyu soran kişinin, Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermekle ilgili olarak aktarılan haber ve rivayetler bağlamında dediği: “Eğer günahlar Allah’ın kaza ve kaderi dışında oluyorlarsa, böyle bir şey muhaldır ve tevhid inancı açısından büyük bir kusurdur. Eğer Allah’ın kaza ve kaderiyle oluyorlarsa, bunlardan ikrah etmek ve buğzetmek Allah’ın kaza ve kaderinden ikrah etmek, buğzetmek anlamına gelir” sözüne gelince; ona şöyle cevap verilir: Ne Allah’ın kitabında, ne de Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetinden, kullara, kulların fiillerinden iyi veya kötü takdir edilen ve hükme bağlanan herşeye razı olmalarını emreden bir tek ayet, bir tek hadis yoktur. Bu, üzerinde dikkatle durulması gereken temel bir prensiptir. Ancak insanların, Allah’ın emrettiklerine razı olmaları gerekir. Hiç kimse Allah’ın emrettiğine buğzedemez. Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[87] “Bunun sebebi, onların Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.”[88] “Eğer onlar Allah ve Resulü’nün kendilerine verdiğine razı olup, “Allah bize yeter, yakında bize Allah lütfundan verecek, Resulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz.” deselerdi...”[89] Bu son ayette Resulün de zikredilmesi gösteriyor ki, verme olayı dinsel ve şeri (yasama) niteliklidir, kevni ve kadersel değil. Sahih bir hadiste peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak Muhammed’den razı olan imanın tadını almıştır.”[90]
Günah nitelikli olmadığı sürece, bir insanın, Allah tarafından takdir edilip başına gelen musibetlere rıza göstermesi gerekir. Yoksullukla, hastalıkla, zelillikle ve halkın eziyetiyle imtihan edilmesi gibi. Çünkü musibetlere karşı sabretmek vaciptir. Bunlara rıza göstermekse meşrudur. Ancak bu rızanın gösterilmesi vacip midir yoksa müstehap mıdır? İşte İmam Ahmed’in arkadaşlarından her iki görüş de rivayet edilmiştir. Bu görüşlerin en doğrusu, müstehap olduğunu öngörenidir, vacip olduğunu öngöreni değil.
Bilindiği gibi imanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir. Yüce Allah, bize marufu emretmemizi, onu sevmemizi, ondan razı olmamızı ve onun ehline muhabbet beslememizi emretmiştir. Aynı şekilde münkeri yasaklamamızı, ondan nefret etmemizi, ondan hoşnut olmamamızı, onu işleyenleri buğzetmemizi, onunla elimizle, dilimizle ve kalbimizle mücadele etmemizi emretmiştir. Böyleyken mahlûkat içinde nefret edeceğimiz, buğzedeceğimiz bir şey yoktur, denebilir mi! Yüce Allah münker olan bazı şeyleri zikrettikten sonra şu değerlendirmede bulunuyor: “Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir.”[91] Bunları takdir eden Allah onları sevimsiz buluyor, onlardan nefret ediyorsa, Allah’ın onlardan nefret et, buğzet diye emrettiği insan nasıl onları sevimsiz bulamaz, onlardan nefret edemez?! Değil mi ki yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[92] “Bunun sebebi, onların Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.”[93] “Böylece bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık.”[94] “Allah onlara gazap etmiş, lanetlemiştir.”[95] “İnsanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O’nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi.”[96] Bu ayette de, söylenen bazı sözlerden razı olunmadığı anlatılıyor.
“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını vaadetti.”[97] “Sizin için din olarak İslâmı beğendim.”[98] “Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder.”[99] Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, yüce Allah, emrettiği dininden razıdır. Şayet Allah herşeyden razı olsaydı, özel olarak dinini razı olunmuş olarak zikretmesinin bir anlamı olmazdı. Buhari ve Müslim’de peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Erkek kulunun ve kadın kulunun zina etmesinden daha çok Allah’a ağır gelen, O’nu gazaplandıran bir davranış yoktur.”[100] Bir diğer hadiste de şöyle buyuruyor: “Allah da gayrete gelir, mü’min de. Allah’ın gayrete gelmesine neden olan şey, kulunun, kendisine haram kılınan şeyi yapmasıdır.”[101] Gayrete gelmenin temelinde öfkeyi ve gazabı gerektiren bir şey olduğu kuşku götürmez. Bu oldukça geniş bir konudur.
Dördüncü mesele:
“Olacak her şey yazılmıştır.”[102] hadisi olduğuna göre “Bana dua edin, kabul edeyim.”[103] ayetinin anlamı nedir? Dua da olacaklardan ise, ayrıca onu emretmenin ne anlamı var? Değil mi ki kesinlikle vuku bulacak?
Buna karşılık diyeceğimiz şudur: Duanın icabeti gerektirmesi, diğer salih amellerin sevabı gerektirmesi ve sair sebeplerin sonuçları gerektirmesi gibidir. Dolayısıyla bir kimse: “Dua, talep edilen ve istenen şeyin husûlüne ilişkin salt bir alamet veya bir delalettir, sebep değildir.” Ya da: “Sadece bir ibadettir, talep edilen şeyin varlığı veya yokluğu üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, bilakis dua ile hasıl olan bir şey, dua olmadan da hasıl olur.” dese iki zayıf değerlendirmeyi dile getirmiş olur. Çünkü yüce Allah, dua ile icabet=kabul arasında, sebep ile sonuç arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki kurmuştur: “Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, kabul edeyim.”[104] ayetinde olduğu gibi. Buhari ve Müslim’de de peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu belirtiliyor: “Bir müslüman Allah’a dua ettiği zaman, bu duası günah ve akrabalık bağlarını kesmek gibi bir unsuru içermiyorsa, Allah, mutlaka ona şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediğini verir. Ya ona denk bir hayrı onun için sevab hanesine kaydeder. Ya da ona denk bir kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Orada bulunanlar: “Ya Rasulallah! Biz çok dua etsek de mi?” dediler. Buyurdu ki: “Siz çok dua ederseniz, Allah da çok verir.”[105] Burada peygamberimiz (s.a.v.) ilâhî bağışla dua arasında, emredilen amellerle bunların karşılıkları ve vaadler arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki kuruyor. Ömer b. Hattab şöyle demiş: “Ben dualarımın kabul edilmesi hususunda bir sıkıntı çekmiyorum. Bilakis dua etme hususunda sıkıntı çekiyorum. Dua ilham edildiği zaman, kabulü de onunla beraberdir.” Bu rivayetlerin benzerleri çoktur.
Ayrıca gözlemlenen realite de buna delalet ediyor ve dikkatlerimizi bu gerçeğe çekiyor. Tıpkı benzeri sebeplerin etkinliğine delâlet ettiği gibi. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul ederiz.”[106] “Zünnunu da zikret. O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum, diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.”[107] “Yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı?”[108], “Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, varislerin en hayırlısısın. Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahyayı verdik; eşini de kendisi için elverişli kıldık.”[109], “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, Allah’a ortak koşmaktadırlar.”[110] “Denizde dağlar gibi akıp gidenler de O’nun delillerindendir. Dilerse O, rüzgarı durdurur da onun üstünde kala-kalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yahut yaptıkları yüzünden onları helâk eder. Birçoğunu da affeder. Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.”[111]
Burada yüce Allah, dilerse onları helâk edebileceğini haber veriyor. Böylece günahlarından dolayı onları muaheze etmeyi ve birçok günahlarını affetmeyi bir arada zikrediyor. Bununla beraber O’nun ayetleri hakkında mücadele edenler, O’ndan kurtuluş olmadığını da biliyorlar. Çünkü bu gibi durumlarda, Rabbin rububiyeti, kudreti, meşiyeti ve rahmetine delalet eden kanıtlara bir takım şüphelerle yaklaşıldığını bilir. Ama, içine düştüğü kötü akıbetten de kurtuluş olmadığını bilir. Nitekim başka bir ayette şöyle buyuruluyor: “Onlar, Allah hakkında mücadele edip dururken O, azabı pek şiddetli olandır.”[112]
Hiç kuşkusuz zorunlu etkinliğe sahip sebeplerin etkisiyle nefiste oluşan bilgiler, en sabit ve en köklü bilgilerdir. Ki bunları salt kıyasi bakışı ortaya çıkarır. O da, bu gibi durumlarda insanın iç dünyasında şu tarz sorulara kaynaklık eder: Rab, bizzat gerektirici midir? O, kendiliğinden hadiselerin meydana getiricisi olamaz mı? Dua edilmeden ve istenmeden bir şeyi meydana getiremez mi? Alemi değiştiremez mi? O, bütünsel ve ayrıntılı bilgiye sahip midir? Durumları değiştirmeye, halden hale çevirmeye kadir midir? Bir halden bir hale çevirilme yönünde bir istek olmadan bunu yapamaz mı? Yoksa -felsefecilerin ve diğer sapık grupların iddia ettiği gibi- bu özelliğe sahip değil midir? Dolayısıyla celal sahibi Allah kimini cezalandırıp kimini affettiği gibi, riyakar kimseleri ve ayetleri hakkında tartışanları da bilir. Ayetleri hakkında girdikleri tartışma yüzünden başlarına gelen akıbetten kurtulmalarına imkân yoktur. O, azabı pek şiddetli olandır. Başka bir yerde, çeşitli görüşler ve dini yaklaşımları çerçevesinde bu ve benzeri meseleler hakkında geniş açıklamalara yer verdik.
Şunu demek istiyoruz: Bilinmesi gereken şudur: Dua ve istek, talep edilenin ve istenenin elde edilmesinin sebebidir, bu hususta duanın varlığı ile yokluğu bir değildir ve salt bir alametten ibaret olduğu da söylenemez. Kıble ehlinden ve başka ekollerden kimi gruplar bunu tartışma konusu yapmışsa da, Kitap ve sünnet bunu kesin bir dille ortaya koymuştur. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Sabii, Mecusi ve Müşrik... bütün Ademoğulları bunu ikrar etmektedir. Fakat müşriklerden ve Sabiilerden ve de Aristo ve talebelerini izleyen Farabi, İbni Sina ve onların takipçileri gibi felsefi ekollerin mensuplarından olup Meşşailik felsefesini savunanlar -meşşailiği kelâma, tasavvufa ve fıkha karıştıranlar- diyorlar ki: İstenene nail olma hususunda duanın etkisi -tıpkı diğer mümkün nitelikli mahlûkatın etkisi gibi- feleki ve doğal güçlerden, ayrıca nefsani ve akli güçlerden kaynaklanır. Böylece duadan sonra ortaya çıkan etkinliği, beşeri nefislerin etkisi olarak değerlendirirler ve bu hususta yüce yaratıcıya ayrıntılı bilmeyi veya alemi değiştirme kudretini ve de dilerse yaptığından başka bir şeyi yapma imkânını isnat etmezler. Dolayısıyla onların nazarında Allah insanların kemiklerini toplamaya ve parmak uçlarını bir araya getirmeye kadir değildir, bütün bunları ve sahip oldukları güçleri yaratan O olduğu halde ve O’ndan başkaca değiştirici güç ve kudret olmadığı halde...
“Eğer dua olacak şeylerdense ve bu olacak şeylerin vuku bulması da kaçınılmaz ise, dua edilmesini emretmenin ne faydası var?” sözüne gelince; buna diyeceğimiz şudur: Duanın emredilmiş olması, mutlaka oluşu gerektirmez. Bilakis Allah, kullarına dua etmeyi emrettiği zaman, kimi O’nun bu emrine itaat eder, duası kabul olur ve maksadına nail olur. Bu da gösterir ki, bilinen ve takdir edilen şey dua ve icabettir. Kimisi de isyan eder; dua etmez ve duanın ilintili olduğu sonuç da gerçekleşmez. Bu da gösterir ki, malûmun ve takdir edilenin kapsamında dua da yoktur, icabet de. Şu halde olacak dua, daha önce olacağı bilinen duadır. Olmayacak dua da, daha önce olmayacağı bilinen duadır.
Eğer denilse ki: “Olacağı bilinen bir duayı emretmenin ne faydası var?” Buna karşılık deriz ki: Emir de, emredileni yerine getirmeyle ilgili sebeplerden biridir. Tıpkı başka sebeplerinin olması gibi. Şu halde dua, belayı savan bir sebeptir. Duanın nedenselliği beladan daha güçlüyse onu savar. Eğer belayı doğuran sebep duadan daha güçlüyse dua onu savamaz; ancak belayı hafifletir, zayıflatır. Bu yüzden güneş ve ay tutulmaları karşısında namaz kılma, dua etme, istiğfarda bulunma, sadaka verme ve köle azat etme emr edilmiştir. Allah herkesten daha iyi bilir.
KAZA, KADER ve İRADE
İradenin çeşitleri
Soru:
İlâhî kazalar (takdir) bir hikmete dayalı olarak mı takdir edilmişler yoksa bir hikmete dayanmıyorlar mı? Şayet ilâhî takdirlerin arkasında mutlaka bir hikmet varsa, acaba Allah insanlardan, onların yapmakta oldukları şeyleri irade etmiş midir? Eğer yaptıklarının öncesinde ilâhî bir irade varsa, bu durumda mazeretin olmasının ne anlamı olabilir ki? Bize fetva ver, Allah ecrini versin.
Cevap:
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Hiç kuşkusuz Rabbimiz her şeyi bilgi, kudret ve hikmetiyle kuşatmıştır. Rahmeti ve bilgisi herşeyi kapsayacak enginlikte ve sonsuzluktadır. Göklerde ve yerdeki her bir zerreyi, anlamlardan her bir anlamı, bilgi ve rahmetinin eksiksizliğiyle, kudret ve hikmetinin kemaliyle görür, müşahede eder. O, mahlûkatı boşuna yaratmamıştır. Hiçbir şeyi abes, amaçsız, hikmetsiz, anlamsız yapmamıştır. Bilakis O, fiili ve sözüyle hikmet sahibidir. Hikmetinin bir kısmından kullarından bazısının haberdar olmasını sağlar. Ama bir kısmını da sırf kendi bilgisine özgü kılar.
İradenin çeşitleri
Allah’ın iradesi iki kısma ayrılır:
Birinci Kısım: Bu irade itaatlere taalluk eder, isyanlara değil. Bu itaatin gerçekleşip gerekleşmemesi farketmez. “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.”[113] “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[114]
İkinci Kısım: Takdir iradesi. Bu irade bütün varoluşları kapsar. Bütün hadiseleri kuşatır. İlk anlamıyla değil, ama bu anlamıyla alemden yapmakta olduklarını irade eder. Nitekim aşağıdaki ayetlerde buna işaret edilir: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[115] “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin rabbinizdir.”[116] Ayrıca müslümanların kullandığı sözlerden biri olan: “Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz” sözü de bu anlamı ifade eder. Bunun örnekleri çoktur.
Bu irade meydana gelen itaatleri de isyanları da kapsar, ama meydana gelmeyenleri değil. Fakat ilk irade, meydana gelsin veya gelmesin bütün itaat ve isyanları kapsamına alır. Mutlu olan kimse, takdiri olarak kendisi için irade edilen şeyle, teşrii olarak irade edilen şey, aynı olan kimsedir. Mutsuz, bedbaht kul ise, teşrii olarak kendisinden istenmeyen şey takdiri olarak istenen kimsedir. Hüküm, bu iki iradenin uyuşması esasına göre cereyan eder. Amellere bu iki gözle bakan kimse basirdir (gerçek görendir). Ama bir kimse kaderi görse şeriatı görmese veya şeriatı görüp kaderi görmezse, onun tek gözü kördür. Tıpkı şöyle diyen Kureyşliler gibi: “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız . Hiçbir şeyi haram kılmazdık.[117]”, “Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”[118]
Çünkü bunlar, Allah’ın varlığını ve oluşunu dilediği her şeyin -takdiri irade olarak- O’nun emrettiği ve razı olduğu şey olduğuna inanırlar, şeri irade olarak değil. Sonra da, gayrı meşru -şeri iradeye aykırı- şirklerinin, Allah’ın varlığını dilediği bir şey olduğunu düşündüler. “Bunun üzerine dediler ki: Demek ki Allah bundan razıdır ve bunu emretmiştir. Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar.”[119] Onlardan öncekiler emir ve yasaklardan oluşan yasalar uydurdular. “Sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı?[120] Allah’ın şirki yasalaştırdığına ve haram kıldığınız şeyleri haram kıldığınıza dair elinizde bir belge var mı? Bu hususta “Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz.” O da şu vehminizdir: Allah takdir ettiği herşeyi aynı zamanda meşru da kılmıştır. “Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” Yalan söylüyorsunuz, Allah’ın şeriatını iptal ederek O’na iftira atıyorsunuz. “De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır.”[121] Mahlukata karşı kesin kanıt Allah’ın elindedir. Çünkü onlara Resuller göndermiş, onları birliğine ve şeriatına davet etmiştir. Bununla beraber bütün insanların hidayete ermesini ve şeriatına uymasını dilememiştir. Ancak O, dilediği bazı kimselere lütufta bulunur, bir bağış ve ihsan olarak onları doğru yola iletir. Çünkü tercih yapıp üstün olanı belirleme hakkına ve yetkisine sahip kimse, dilerse bu yetkisini kullanır, dilerse kullanmaz. Şu halde haram kıldığı şeyle ilgili tercihini terk etmiş olması O’nun adaletinin bir gereğidir. Bu hususta sonsuz hikmeti de vardır.
Aynı zamanda Allah, insanları şeri emrine ve iradesine karşı çıktıklarında cezalandırır ve bu karşı çıkış takdiri iradeyle olsa dahi. Çünkü kader, günahı, isyanı öngördüğü gibi, bunların cezalandırıl-masını da öngörür. Tıpkı yüce Allah’ın geride acılar bırakan bir takım hastalıkları kulları için takdir etmesi gibi. Şu halde hastalık gibi acı da O’nun takdiri iledir. Dolayısıyla bir kul: “Daha önce günahla ilgili irade sözkonusu olduğu için, işlediğim günahtan dolayı cezalandırılmam, derse, bu, tıpkı bir hastanın: “Daha önce hastalık irade edildiği için acı çekmeyeceğim.” demesine, ya da “ateş yemekle ilgili irade daha önce geçmiştir, bu yüzden içim pişmeyecektir” veya: “Vuruş daha önce olduğu için vurulan kimse acı duymaz” demeye benzer. Bu, cehaletin bir göstergesi olmasının yanısıra kişiye herhangi bir yarar da sağlamaz. Tam tersine kaderi gerekçe göstermesi ikinci bir günahtır ve bundan dolayı bir kez daha cezayı hakkeder. Nitekim daha önce İblis kaderi gerekçe göstermişti: “Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim.”[122] Adem ise şöyle demişti: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[123]
Allah bir kimsenin mutlu olmasını dilerse, ona Adem’in (a.s.) -veya benzerlerinin- dediği sözleri demeyi ilham eder. Bir kimsenin de mutsuz ve bedbaht olmasını dilerse, o da İblis ve benzerlerinin ileri sürdüğü gerekçeye sarılır. Böyelce kızgın çölde sıcaklıktan kavrulan kimseye ücret olarak ateş verilmesi durumuna düşer. (Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibi) İblis ve onun mantığına sahip kimselerin durumu şuna benzer: Bir adamın evine bir ateş kıvılcımı düşer. Aklı başında olan insanlar ona derler ki: Bu kıvılcımı söndür ki, evin tamamen yanmasın. Fakat o şöyle der: Bu da nereden çıktı? Şu rüzgar bu kıvılcımı evime düşürdü. Benim bunda bir kabahatim yok... O bu bahanenin ve mazeretin arkasına sığınıp bir şey yapmamasını haklı çıkarmaya çalışırken kıvılcım yavaş yavaş kora, ardından aleve dönüşür ve içindekilerle birlikte bütün evi yakar. İşte günahların vebalini kadere yıkmaya çalışan insanın durumu budur. Günahlardan istiğfar edip özür beyan edeceğine kendini masum ve haklı göstermeye çalışır. Aslında onun durumu, işlediği bu günahtan dolayı ötekinden daha kötüdür. Çünkü kıvılcımın meydana gelen olayda herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Yüce Allah bizi ve sizi ve diğer kardeşlerimizi sevdiği ve razı olduğu şeyleri yapmaya muvaffak kılsın. Çünkü O’nun yardımı olmadan O’na itaat etme düzeyine erişilemez. O’nun koruması olmadan da O’na isyan durumu terkedilemez. Allah herkesten daha iyi bilir.
KAZA, KADER VE HİKMET
Soru:
İlâhî kazalar (takdir) bir hikmete dayalı olarak mı takdir edilmişler yoksa bir hikmete dayanmıyorlar mı? Şayet ilâhî takdir-lerin arkasında mutlaka bir hikmet varsa, acaba Allah insanlardan, onların yapmakta oldukları şeyleri irade etmiş midir, etmemiş midir? Eğer yaptıklarının öncesinde ilâhî bir irade varsa, bu durumda mazeretin olmasının ne anlamı olabilir ki?
Cevap:
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Evet, Allah’ın kaza ve kaderinin gerisinde eksiksiz bir hikmeti vardır. Kullar bunu bilmeseler de. Çünkü Allah bildiği bazı bilgileri kullarına veya kulla-rından dilediği kimselere bildirmiştir. Bildiği bazı bilgileri de kullarına bildirmemiştir. Nitekim Allah şöyle buyurur: “O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez.”[124]
Yüce Allah, kullarından yapmakta oldukları şeyleri, tekvini irade kapsamında irade etmiştir. Nitekim müslümanlar “Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz” prensibi üzerinde görüş birliği içindedirler. Allah şöyle buyurur: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[125], “Onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten rabbin onları bunun için yarattı.”[126] “Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; fakat Allah dilediğini yapar.”[127] “Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar.”[128]
Ancak günahları, onları işleyenlerden, emir, şeriat, sevgi, rıza ve dini irade açısından irade etmemiştir. Aksine bu hususta Allah iradesini şöyle açıklar: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”[129] “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek istiyor.”[130] Sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”[131] “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister.”[132] “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[133]
Açıklamaları ve sözleri tasnif ettiğimizde, ayrıntılı değerlendir-melere tabi tuttuğumuzda karışıklıklar ortadan kalkar, sapıklık savılmış olur. Başka bir yerde, konuya ilişkin temel prensipleri önemine yakışır bir şekilde ayrıntılı olarak değerlendirdik. Ama burası ayrıntılı açıklamanın yeri değildir.
“Mazeretin olmasının anlamı nedir?” sözüne gelince; Mazur olduğu nesnel olarak bilinen kimse, irade ettiği halde fiil işlemekten aciz olan kimsedir. Ayağa kalkmaktan, oruç tutmaktan, cihad etmekten aciz olan hasta ve infak emekten aciz olan fakir gibi... Bunlar mükellef değildirler ve yapmadıkları şeylerden dolayı cezalandırılmazlar da. Aynı durum, çocuk ve deli gibi, davetin ulaşmadığı kimse gibi dinlemekten ve anlamaktan aciz olanlar için de geçerlidir.
Ama kötülük yapmayı seven, seçen ve razı olan, sonra da bunları işleyen kimse, istediğinin aksini yapmaya zorlanacak değildir. Razı olmadığı bir şeyi yapmaya zorlanmış değildir. Böyle birine “mazur” denebilir mi? Buna dense dense “mağrur” denir. Ancak bu konunun detaylandırılması için yaratma ve emir olgularının gerisindeki hikmetin açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu da yerinde açıklanmıştır. Ama bu bölümün kapasitesi bu tarz bir ayrıntıyı kaldırmaz. Allah daha iyi bilir. Allah’ın salat ve selamı Hz. Muhammedin üzerine olsun.
[6] Maide, 6
[7] Ahzab, 33
[51] Ebu Davud, Salat, 223 ; Nesai, Cumua, 24 ; Tirmizi, Nikah, 17 ; İbnu Mace, Nikah, 19 ; Darimi, Nikah, 20 ; Ahmed, 1 /392 -432
[56] Buhari, er-Rikak, 18 ; Müslim, Münafikun, 71; İbnu Mace, Zühd, 20 ; Darimi, Rikak, 24 ; Ahmed, 2 /235 -256
[65] Nahl, 40
[66] Zariyat, 56
[67] Ahmed, 1 /307 , Taberani, el-Kebir, 11 /123 , 223
[68] Mü’min, 60
[69] Nahl, 40
[71] Buhari, 1 -3
[72] Ebu Davud, es-Sünne, 16 ; Tirmizi, Kader, 17 ; Ahmed, 5 /317
[73] Alak, 1 -5
[74] Nahl, 40
[75] Zariyat, 56
[76] Hud, 119
[77] Kasas, 8
[78] Enam, 125
[79] Hud, 34
[80] Bakara, 253
[81] Kehf, 39
[82] Hud, 118 -119
[83] Bakara, 185
[84] Maide, 6
[85] Nisa, 26 -28
[86] Zariyat, 56
[87] Nisa, 65
[88] Muhammed, 28
[89] Tevbe, 59
[90] Müslim, İman, 56
[91] İsra, 38
[92] Hucurat, 7
[93] Muhammed, 28
[94] Zuhruf, 55
[95] Fetih, 6
[96] Nisa, 108
[97] Nur, 55
[98] Maide, 3
[99] Zümer, 7
[100] Buhari, Küsuf, 2 ; Müslim, Küsuf, 1
[101] Müslim, Tevbe, 36 ; Tirmizi, Reda’, 14
[102] Ahmed, 1 /307 ; Taberani, el-Kebir, 11 /123 -223
[103] Mü’min, 60
[104] Mü’min, 60
[105] Tirmizi, Dua, 3 ; Ahmed, 3 /18 .
[106] Saffat, 75
[107] Enbiya, 87 -88
[108] Neml, 62
[109] Enbiya, 89 -90
[110] Ankebut, 65 ,
[111] Şura, 32 -35
[112] Ra’d, 13
[113] Nisa, 26
[114] Bakara, 185
[115] En’am, 125
[116] Hud, 34
[117] En’am, 148
[118] En’am, 148
[119] En’am, 148
[120] En’am, 148
[121] En’am, 149
[122] Hicr, 39
[123] Araf, 23
[124] Bakara, 255
[125] En’am, 125
[126] Hud, 118 -119
[127] Bakara, 253
[128] İbrahim, 27
[129] Bakara, 185
[130] Nisa, 26
[131] Nisa, 27 -28
[132] Maide, 6
[133] Zariyat, 56