İYİLİK ALLAH’TAN, KÖTÜLÜK NEFİSTENDİR
Allah’ın Ademoğullarına nimeti - Kaderiyecilere göre insanın iradesi - Hayır ve şer de birer nimettirler - Fakirlerin daha çok cennete girmesi - Şükür ve hamdın gerekliliği - Bir suale iki cevap - “...O da nefsindendir” lafzının faydaları - Kötülüklerin en büyüğü Allah’ı inkar etmektir - Allah kullarını ibadet için yaratmıştır - Kişinin işlediği günahın Allah tarafından yapılması - Günahlar musibetin sebebidir - Kötülük nefistendir - Cehmiye’nin iki ana bid’ati - Kader konusunda sufilerin görüşleri.
Şeyh-ul İslâm Takiyuddin Ahmed b. Teymiye -Allah rahmet etsin- dedi:
İyiliğin Allah’tan ve kötülüğün nefisten olduğunu açıklayan farklar hakkında...
“Kulları içinde ancak alimler Allah’tan korkar.”[1] De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri (....) Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”[2] Bu ayette zikredilen şeylerin dışındakilerle ilgili olarak haram kılınma durumu olumsuzlanıyor, sadece bunlar için olumlanıyor. Acaba Allah’tan korkma durumu cins için mi olumlanıyor, yoksa teker teker her alim kimse için mi olumlanıyor. Nitekim bütün müslümanlar teker teker hacca gitmedikleri halde: “Müslümanlar haccediyorlar” denir. Bu noktada bir soru daha gündeme geliyor: Müstesna, iktiza eden midir, yoksa şart mıdır?
Çünkü yukarıdaki ayette ve benzerlerinde iktiza eden, gerek-tiren olarak belirginleşiyor, dolayısıyla geneldir. Çünkü peygamber-lerin uyarı yaparken aracı olarak kullandıkları ilim korkuyu gerek-tirir. Ayrıca iyiliği işlemeye ve kötülüğü terk etmeye sevkeden korkuyu gerektiren ilim olduğuna göre ve her günahkâr da cahil olduğuna, bilgisi tamam olmadığına göre, “kötülüklerin temeli cehalettir, bilgisizliktir” şeklindeki değerlendirmemizin anlamı açıklığa kavuşuyor.
Böyle olduğuna göre ilmin yokluğu mevcut olan bir şey değildir. Bilakis tıpkı kudretin, işitmenin ve görmenin yokluğu gibidir. Yokluk ise “şey” değildir. “Şey” ancak var olana denir -ki Allah her şeyin yaratıcısıdır, denilmiştir- Salt yokluk Allah’a izafe edilemez. Ama var olan bir şey Allah ile ilintili olarak zikredilebilir. İnsan alim değilse, nefis doğası gereği onu hareket etmeye sevkeder. Çünkü nefis canlıdır, iradeye bağlı hareket de hayatta olmanın ayrılmaz bir özelliğidir. Nefsi en güzel anlatan isimler şunlardır: el-Haris (Tahrik eden)... El-Humam... (Cesur, aktif)... Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Kalp, yere düşmüş kuş tüyüne benzer.”[3] Bir diğer hadiste de şöyle buyuruluyor: “Kalbin kaynaması, ateşin üzerinde kaynayan tencereninkinden daha şiddetlidir.”[4] Böyle olduğuna göre, yüce Allah’ın bir kimseyi hidayete erdirmesi, ona kendisine yararlı olan şeyleri ve zararlı olan şeyleri öğretmesi demektir. Böylece kişi kendisine yararlı olan şeyi ister, zararlı olan şeyi de istemez.
Allah’ın Ademoğullarına nimeti
Yüce Allah Ademoğullarına bu hususta iki temel lütufta bulunmuştur:
Birincisi: Buhari ve Müslim’de belirtildiği gibi: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar.”[5] Müslim, İyad b. Hımar’dan merfu olarak şöyle rivayet eder: “Ben, kullarımı hanifler (fıtraten Allah’ı bir bilme özelliğine sahip) olarak yarattım.”[6] Dolayısıyla nefis fıtratıyla başbaşa bırakıldığı zaman, Allah’ı sever ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Fakat insan ve cin kökenli şeytanlar kötülükleri ona süsleyerek onu ifsad edip yoldan çıkarırlar. “Rabbin Ademoğul-larından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı.”[7] Bu ayeti, başka yerlerde geniş biçimde ele alıp tefsir ettik.
İkincisi: Yüce Allah, insanlara akıl vermekle, onlara kitaplar indirmekle ve kendilerine peygamberler göndermekle onları genel olarak hidayete yöneltmiştir. “Yaratan Rabbinin adıyla oku (...) bilmediğini...”[8] “Rahman Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. O’na açıklamayı öğretti.”[9] “Yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren Rabbinin adını tesbih et.”[10] “O’na iki yolu gösterdik.”[11] Şu halde her insanda hakkı bilip sevmesini gerektiren bir özellik vardır. Ayrıca Allah, insanı, ahiret mutluluğuna erişmesini mümkün kılacak çeşitli ilimleri öğrenmeye yöneltmiştir. Fıtratına bu bilgiyi sevme eğilimini yerleştirmiştir.
Ancak bazen insan, kendisine yararlı olan şeyi bilmek istemekten kaçınabilir. İşte bu kaçınma, bu yüz çevirme “yoksal” bir olgudur. Ancak nefsin ayrılmaz özelliklerinden biri de irade sahibi olması ve hareket etmesidir. Nefsin doğal bir hayatı vardır. Ancak onun mutluluğu yararlı bir hayat yaşamasına, yani Allah’a ibadet etmesine bağlıdır. Bu hayatı yaşamadığı sürece ölüdür. Dolayısıyla sahip olduğu doğal hayatı da onun için bir işkenceye dönüşür. Ne yaşar ki, hayatın nimetlerinden yararlansın, ne de ölür ki, işkencelerin acısından kurtulsun. “Sonra o ateşte ne ölür, ne de yaşar.”[12] Bu da gösteriyor ki, verilen ceza işlenen suçla aynı türden ve aynı düzeydedir. Dünyadayken yararlı bir hayat sürdüren yaşayan biri olmadığı, ayrıca duygusuz bir ölü de olmadığı için, ahirette de aynı durumda olacaktır. Nefis eğer hakkı bilir ve onu isterse, bu, Allah’ın ona yönelik bağışının eksiksizliğinin bir göstergesidir. Aksi takdirde nefis, doğası gereği, Allah’tan başka bir mabuda tapmayı ve kötülükleri işlemeyi isteme eğilimine sahiptir. İşte nefsin varoluşunda yer alan bu terkip Allah’ı bilmemesine ve O’na ibadet etmemesine neden olur. Yokluk dediğimiz budur.
Kaderiyecilere göre insanın iradesi
Kaderiyeciler bunu kabul ederler. Ayrıca Allah’ın insanı irade sahibi olarak yarattığını da kabul ederler. Fakat onun güç ve kabul anlamında irade sahibi olduğunu söylerler. Yani, şunu ve şunu isteme kabiliyetine sahiptir. Şu muayyen şeyi ve şu muayyen şeyi istemesine gelince, onlara göre bu olgu Allah tarafından yaratılmaz. Böylece gerçeği yanlışla karıştırırlar. Oysa Allah, bunların tümünün yaratıcısıdır. Nefse günahını da takvasını da ilham eden O’dur. Resulullah (s.a.v.) şöyle derdi: “Allah’ım nefsime takvasını -günahlardan sakınma duygusunu- ver.”[13] Allah, İbrahim’i (a.s.) ve onun soyunu, kendisinin emriyle insanları Allah’a çağıran imamlar, önderler kılmıştır. Firavun soyunu da ateşe çağıran önderler kılmıştır. Ancak bu da iki açıdan gelip Allah’a dayanır. Birincisi, amaçsal illeti, ikincisi, sebebi açısından.
Amaçsal illete gelince; Allah, bunu bir hikmete dayalı olarak yaratmışsa, bir hikmete dayalı olmak açısından hayırdır, izafî olarak şer olsa da. Tekil bir şeye izafe edildiği zaman, bazı kişiler Cehm b. Safvan’ın anlayışı doğrultusunda bir takım vehimlere kapılırlar. Yani, Allah, hiç kimsenin hayrına olmayan, ne bir hikmete dayanan ne de rahmeti yansıtan salt şerri yaratır, derler. Kitap, sünnet ve akıl ise bu anlayışı reddeder, boşa çıkarır. Nitekim: “Muhammed ve ümmeti kan döküyorlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar” denildiği zaman, bu, onlara yönelik bir yergiyi ve eleştiriyi ifade eder. Bu yüzden yanlıştır, batıldır. Ama: “Allah’ın sözü en yüce olsun diye cihad ediyorlar, buna karşı çıkanları da öldürüyorlar” denildiği zaman, bu, onlara yönelik bir övgü olur ve ayrıca doğrudur da.
Hayır ve şer de birer nimettirler
Eğer denilse ki: “Yüce Allah hikmet sahibidir, merhametlidir, herşeyin yaratılışını güzel yapmıştır. O merhametlilerin en merhametlisidir. Hayır O’nun elindedir. Şerde O’nun bir sorumlu-luğu yoktur. Ancak hayır yapar. Bazı canlılara acı veren şeyler yaratması, kimi yerilen davranışları varetmesi de gerisinde büyük bir hikmet ve muazzam bir nimet barındırmaktadır.” Bu söz haktır ve yüce Allah’a yönelik övgü olur.
Fakat: “Hiç bir hayrı olmayan, kimseye yararı dokundurmayan, hikmet ve rahmetten eser bulunmayan şerri yaratır. Günahsız insanlara azap eder” denilse, bu, Allah’a yönelik bir övgü olmaz, aksine yergi olur. Cehennemin, İblis’in ve kötülüğün yaratılmasının hikmetiyle, bunlarla birlikte tecelli eden rahmetle ilgili açıklama-larda bulunmuştuk. Ama bilemediklerimiz daha da büyüktür. Yüce Allah zatı olarak hamdı, sevgiyi ve hoşnutluğu hakkeder. Bu ihsanından dolayı da O’na hamdolsun, şükürler olsun. İşte bu, mutlak hamddır.
Bu kitabımızın dışında başka yerlerde, Allah her neyi yaratmışsa, o bir nimettir ve bundan dolayı Allah’a şükretmek gerekir. Her yaratılan şey, O’nun bir nimeti ve bir işaretidir. Bu yüzden Necm suresinin sonunda şöyle deniyor: “Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden şüpheye düşersin.”[14] Rahman suresinde “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak”[15] ve benzeri ifadeler kullanıldıktan sonra: “Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz.” buyuruluyor. Bir grup müfessir şöyle demiştir -lafız Bağavi’ye aittir-: “Onlar, cehennemle kaynar su arasında dolaşır dururlar.”[16] Yüce Allah her nerede: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak” benzeri bir ifade kullanmışsa, bu, öğüttür ve bir nimettir. Çünkü insanı günahtan alıkoyucu bir özelliği var. Aralarında ez-Zeccac ve İbn-i Cevzi gibi isimlerin bulunduğu bazı kimseler de, “Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlaya-bilirsiniz” ayetleri hakkında şöyle demişlerdir: “Bu ayetlerde işaret edilen varlıkların tümü, sizi Allah’ın birliğine ileten deliller olmaları hasebiyle nimettirler. Sonra sizin ayakta durmanızı sağlayan şeyleri rızık olarak sunması da sizin için bir nimettir.” Adı geçen zatların Rahman suresine ilişkin değerlendirmeleri budur. Necm suresinde yer alan: “Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden şüpheye düşersin.”[17] ayetiyle ilgili görüşleri de şöyledir: Rabbinin birliğine delalet eden nimetlerinin hangisinden şüphe edebilirsin. Bazıları: “Hangisinden şüphe edip tartışma konusu yapabilirsin” şeklinde bir açıklama getirmişlerdir. İbn-i Abbas: “Hangisini yalanlayabilirsin...” diye açıklamıştır.
Benim kanaatime göre, “şüpheye düşmek” yalanlama anlamını da içerir. Bu yüzden, kelimeye bir “ta” harfi daha eklenerek geçişli kılınmıştır. Çünkü bu kelimenin aslı “el-Mera” masdarının “tefaul” veznine uyarlanmış şekli olan “temara” dır. “Temareyna fi’l hilali= Hilalin görünüp görünmediği hususunda kuşkuya düştük.” demek gibi. Kur’an hakkında kuşkuya düşmekse küfürdür. Bunun nedeni yalanlama ve kuşku duyma olabilir. Bazı müfessirlere göre hitap çoğunluğa yönelik olduğu için “tetemara= Yani, şüpheleniyorsunuz” denilmiş ve “temteri” denilmemiştir. Çünkü “tefaul” kalıbı iki kişi arasında cereyan eden eylemlerle ilgilidir. Bazı müfessirlere göre bu ayette kastedilen kişi: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[18] ayetinde de işaret edilen Velid b. Muğire’dir. Yüce Allah: “Yoksa, Musa’nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim’in sahifelerinde yazılı olanlarkendisine haber verilmedi mi? Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.”[19] buyurduktan sonra, ona dönüyor ve: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[20] buyuruyor. Nitekim başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: “Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. Cinleri öz ateşten yarattı. O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?”[21]
Şu halde Allah’ın yarattığı her şey kullarına yönelik bir ihsandır ve bundan dolayı Allah’a şükredilmesi gerekir. Yarattığı her şeyde kendisine dönük bir hikmet vardır ve bu hikmetten dolayı zatı için O’na hamdedilmesi gerekmektedir. Bundan da anlıyoruz ki bütün mahlûkatta Allah’ın kullarına yönelik bir inam vardır. Tıpkı aşağıdaki ayette iki ağırlıklı topluluğa (cinlere ve insanlara) hitaben buyurduğu gibi: “Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz.” Çünkü bütün mahlûkat birer ayet, birer alamet konumundadır. Bunlar aracılığıyla kullar doğru yolu bulurlar. Bunlar, Allah’ın birliğine delalet eden, peygamberlerinin doğrulu-ğunu ortaya koyan kanıtlar, işaretler, alametler konumundadırlar. Bu yüzden sözkonusu ayet ve alametler zikredildikten sonra şöyle buyurulmuştur: “Bu, ilk uyarılardan bir uyarıcıdır.”[22] Bazı müfessirlere göre, bununla Hz. Muhammed, bazısına göre Kur’an kastedilmiştir. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’an birbirinden ayrı düşünülemez. Yüce Allah şunu demek istiyor: “Bu, önceki elçilerin ve kitapların uyardıkları şeyle insanları uyaran bir uyarıcıdır.” İlk uyarılardandır...” Yani, onlarla aynı türdendir. Şu halde nimetlerin en faziletlisi iman nimetidir. Dolayısıyla bütün mahlûkat, bu iman nimetinin elde edilmesini sağlayan ayetler, alametler olmaları itibariyle nimettirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.”[23] “Gönülden boyun eğip Allah’a yönelen her kul için bir basiret ve uyarıdır.”[24]
Fakirlerin daha çok cennete girmesi
Kulun başına gelen bir şey, eğer onun sevinmesine yol açıyorsa, bu, apaçık bir nimettir. Onu üzüyor, kötü duruma düşmesine yol açıyorsa da nimettir. Çünkü bununla onun işlediği kötülüklerin üzeri örtülür ve gösterdiği sabırdan dolayı ödül alır. Öte yandan, bu musibetlerde kulun kestiremediği, kavrayamadığı bir hikmet ve bir rahmet olabilir. “Bir şeyden hoşlanmadığınız halde, o sizin için hayır ve bir şeyden hoşlandığınız halde, o da sizin için şer olabilir.”[25] Her iki nimet de, şükrün yanısıra sabrı da gerektirir. Darlık, sıkıntı ve zarar karşısında şükür ve sabrın ne denli önemli oldukları belirgindir. Bolluk nimeti ise, özellikle Allah’a itaat tavrı üzere sabırlı olmaya ihtiyaç duyar. Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir: “Darlıkla, zorlukla sınandık; sabrettik. Bollukla sınandık; fakat sabredemedik.” Bu yüzden cennete girenlerin büyük kısmı yoksullardan oluşur. Ancak bollukta lezzet ve darlıkta da acı önplanda olduğu için, bollukla birlikte şükür ve darlıkla birlikte de sabır tavrı ünlenmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak (...) Ancak sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir.”[26]
Aslında sıkıntıya, darlığa duçar olan kişi şükretmeye, bollukta olan kişi de sabretmeye daha çok muhtaçtır. Çünkü sıkıntıda olanın sabretmesi ve bollukta olanın da şükretmesi zaten bir gerekliliktir. Bununla birlikte bollukta olanın sabretmesi, kendisi hakkında hoşnutluk uyandıran müstehap bir davranış olabildiği gibi darda olanın da şükretmesi kendisi hakkında müstehap olabilir. Böylece nefsin lezzet aldığı halde de acı duyduğu halde de şükür ve sabır tavrı bir arada olmuş olur. Ama şunu da belirtelim ki, bunu gerçekleştirmek insanların büyük çoğunluğuna ağır gelir. Bunu başka bir yerde geniş bir şekilde ele alacağız.
Kısaca şunu söylemek istiyoruz: Bütün mahlûkatı nimet olarak bahşeden yüce Allah’tır. Bunların nimet olma özellikleri ilk başta insanların büyük çoğunluğu tarafından belirgin olarak farkedilmese de. Çünkü “Allah bilir, ama siz bilmezsiniz...” İnsanların günahına gelince, bunun menşei de insanın nefsidir. Böyle olmakla beraber, son tahlilde o da bir nimettir. Başkaları açısından, ibret almalarına neden olduğu için, bir nimet işlevini görür. Şu sözde de buna işaret edilir: “Allahım! Beni başkaları için ibret yapma! Benden kaynaklandığını bana bildirdiğin bir şeyden dolayı da başkalarının benden daha mutlu olmalarını sağlama!” Kur’an’da yer alan bir duada şöyle deniyor: “Rabbimiz! Bizi, zalimler topluluğu için bir fitne aracı kılma.”[27] Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: “Bizi muttakilere önder yap.”[28] Bizi uyup doğru yolu bulacaklara bizi önder kıl, bizden dolayı sapacak kimselere değil. El-Alau kelimesi, sözlükte nimetler anlamına gelir. Bu kelime kudret anlamını da içerir.
Yüce Allah Kur’an’da kudretine ve rububiyetine delalet eden ayetlerini zikreder. Kullarına yönelik nimetler olarak tezahür eden nimetlerinden bahseder. Bunların yanında hikmetini açıklayan ayetlerinden de söz eder. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz, birbirlerini gerekli kılan olgulardır. Şu kadarı var ki; yiyecek, içecek, barınak ve giyecekle ilgili nimetler herkesin görebileceği açıklıktadır. Bu yüzden, “Nahl suresi”nin içeriği bunun kanıtı olarak gösterilmiş ve bu sureye, bu gerekçeyle “Nimet suresi” de denilmiştir. Katade ve başkaları adı geçen sure için bu ismi kullanmışlardır. Buna dayalı olarak alimlerin çoğu şu değerlendirmeyi yapmıştır: Hamd, sebepleri açısından ‘şükür’den daha geneldir. Çünkü nimetten dolayı hamdedildiği gibi, başka bir şeyden dolayı da hamdedilebilir. Şükür ise, türleri açısından hamd’dan daha geneldir. Çünkü şükür, hem kalp, hem dil, hem de el aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bütün mahlûkat nimet olduğuna göre ve de ancak nimetten dolayı hamdedildiğine göre, her durumda hamd Allah’adır.
Ne var ki, bu, mahlûkatın içerdiği nimeti bilenlerin ulaşabileceği bir anlayış düzeyidir. Cehmiye ve Cebriye gibi gruplar böyle bir anlayıştan uzaktırlar. “Mahlukatta Allah’a dönük bir hikmet yoktur; bilakis ortada kulların menfaat görmesinden başka bir şey söz konusu değildir.” diyen Kaderiyecilerse, sadece şükür olgusunu ifa etmiş olurlar. Tıpkı Cehmiyecilerin de bu noktada ilâhî kudrete bir rol biçmemeleri gibi. Nimet ve hikmet olgularından soyutlanmış bir kudretten de hamd niteliği tezahür etmez. Aslında onların mezheplerinin özü şudur: O, hamdı hakketmez. Hamd O’nadır, ama mülksüz. Nitekim Mutezililer açısından da, bir tür mülksüz hamd öngörülür. Ama selef düşüncesine göre eksiksiz mülk de, noksansız hamd da O’nundur.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.”[29] Buna göre Allah, uluhiyette tektir. O, adalet, izzet ve hikmet sahibidir. Allah’ın bu dört sıfatını selef kuşağı ve onlara tabi olan gruplar vurgular. Ama sünnet bilgisinde eksiklik olanın yüce Rabbin bazı haklarını eksiltmesi kaçınılmaz olur.
Şükür ve hamdın gerekliliği
Cebriyeye yatkın Cehmiye ekolü, Allah’ın adaletini de hikmetini de vurgulamadığı gibi, uluhiyetinin tekliğini de vurgulamaz. Sadece Rububiyetinin tekliğini vurgulamaya önem verir. Mutezile ise, uluhiyetinin tekliğini de, adaletini de, izzetini de, hikmetini de önplana çıkarmaz vurgulamaz. Eğer bir Mutezili, Allah açısından bir tür hikmet öngördüğünden söz etse, bu, başkasına dönük olmak anlamında bir hikmettir. Ki bu itibarla da hikmet sayılmaz. Çünkü kendisiyle irtibatlı bir şeyden dolayı değil de başkasına dönük olan bir şeyden dolayı herhangi bir fiili işleyen kimse, akıl sahiplerinin nazarında hikmet sahibi değil, ne yaptığını bilmeyen zihni karışık kimsedir. Hamd, ancak bir nimetten dolayı olabildiğine göre, hamd’ın şükrün başı olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Yani, hamd, şükrün evvelidir, bir nimetten ve hikmetten dolayı olsa da... Şu halde ameli şükür, Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığıdır. Aynı zamanda hikmetini de içeren uluhiyetinin karşılığı olan bir ibadettir. Böylece saydığımız olguların tümünün şükür kavramının kapsamında olduğu ortaya çıkıyor.
Bu nedenle Kur’an şükür meselesi üzerinde önemle durur. Ama şükrün bir türü olduğu için hamd olgusunu yalnız başına önplana çıkardığını görmüyoruz. Şükür demek olan hamd görevinin her hitabın başında tevhid ilkesiyle birlikte vurgulanması bir gelenektir. Örneğin Fatiha suresinde tevhid ilkesiyle birlikte şükür yükümlülüğü de eda edilir. Dini hitaplar kapsamında şükür ve tevhid olgularının yer almadığı bir konuşma düşünülemez. Kalıcı iyilikler (Bakiyat-ı Salihat) iki kısma ayrılırlar: Buna göre, “Subhanallah ve bi hamdih” (Allah’ı hamd ile tenzih ederim) sözü, şükür, tenzih ve ta’zim anlamlarını içeriyor. “La ilahe illallah vellahu ekber” (Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah en büyüktür) sözü de tevhid ve tekbir anlamlarını içeriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Dini O’na has kılarak Allah’a dua edin.”[30] “Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır.”[31] İnsanın, serbest seçimine dayalı işlerden dolayı hamd etmesi, söylendiği gibi bir azimet midir, yoksa genel midir? sorusuna gelince, bu mesele tartışmalıdır ve burası bu meseleyi irdelemenin yeri değildir.
Sahih bir hadiste, peygamberimizin (s.a.v.) rükudan kalkınca şöyle dediği belirtiliyor: “Rabbimiz! Ve sana hamd olsun, gökler dolusu, dünya dolusu ve bundan sonra dilediğin her şey dolusu... Övgü ve ululamaya layıksın. Kulun dediğini en çok hakkedensin. Hepimiz senin kulunuz. Verdiğini hiç kimse engelleyemez. Vermediğini de hiç kimse veremez. Makam sahiplerinin makamları senin katında işlerine yaramaz.”[32] Hadisin lafzı budur. Hadiste geçen “Ahakku” sözcüğü “hak” sözcüğünün ismi tafdil kalıbına uyarlanmış şeklidir. Bu ifadenin yorumu hususunda bir grub yanlış bir değerlendirme yapmıştır. Diyorlar ki: Bunun anlamı: “Kulun dediği haktır” şeklindedir. Ama bu doğru değildir. Çünkü kul, hak söylediği gibi batıl da söyler. Bilakis rabbin söylediği haktır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Doğrusu, ki doğruyu ben hep doğruyu söylerim... buyurdu.”[33] Hadiste geçen “Ahakku” kelimesi, mahzuf bir müptedanın haberidir. Yani: Hamd, kulun söylediği en doğru sözdür. Burada, kulun söylemesini en çok hakkeden söz hamddir, anlamı kastediliyor. Bu yüzden her namazda hamdetme zorunluluğu getirilmiştir.
“Allah, salt şer olan şeyi yaratır” denilse, bu, kulların O’nu sevmelerini ve O’na hamdetmelerini gerektirmez; bilakis tersini gerektirir. Bu yüzden bu anlayışta olanların çoğu, nazım ve nesir türü yazılarında Allah’a yönelik yergi ve sövgü anlamına gelecek sözler sarfetmişlerdir. Bu anlayışa bağlı şeyhlerin ve alimlerin çoğu bu tür şeyler zikretmişlerdir. Şayet açıktan telafuz edemezlerse, kalpleri bu tür sözlerle doludur. Ama açıktan söylemenin bir yararının olmadığını düşünürler. Yahut müslümanlardan korkarlar. Bazı şeyhlerin şiirlerinde buna benzer sözlere rastlamak mümkündür. Hatta İblis ve tabilerinin Allah’a karşı ileri sürdükleri kanıtları pekiştirici argümanlar ortaya sürerler. Ama bütün bunlar yüce Allah’ın kendisiyle ilgili olarak zikrettiği vasıflara aykırıdır: “Rabbin kullara zulmedici değildir.”[34] “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler.”[35] Şu halde hadiste geçen “kulun söylediği en doğrudur...” sözü, Allah’a hamdetmesi kulun söylediği en doğru sözdür, anlamını ifade ediyor. Çünkü Allah ancak hayır yapar ve O...[36]
İnsan kendi zatıyla ve doğası doğrultusunda hareket eder. Bu hareketin bazısının şer olarak görülmesi kaçınılmazdır. Ancak gerisinde eksiksiz bir hikmet ve dopdolu bir nimet vardır.
Bu noktada biri: “Şu halde Allah, niçin insanı başka bir şekilde yaratmadı?” dese; ona şu karşılık verilir: O zaman bu, insandan başka bir şey olurdu ve insanın yaratılmasıyla hasıl olan hikmet de gerçekleşmiş olmazdı. Nitekim melekler de aslında bu soruyu sormuşlardı: “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? (...) Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”[37] Buna göre Allah, insanın bu şekliyle yaratılmasının gerisinde bir hikmet olduğunu biliyordu ki, meleklerin bundan haberleri yoktur. Melekler bilmedikten sonra, insanlar nasıl bilsinler! Ki insan nefsi de aşağıdaki ayetlerde vasfedildiği şekilde yaratılmıştır: “Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir.”[38] “İnsan, aceleci yaratılmıştır.”[39] Buna göre insan, yaratılışının gerektirdiği özelliklere sahip olacak şekilde yaratılmıştır ki, bunun gerisinde büyük bir hikmet ve kapsamlı bir rahmet vardır. Bu, insanın yaratılışının gayesi açısından geçerli olan bir olgudur. Bununla beraber, insandan sadır olan şer Allah’a izafe edilemez.
İkinci yönse sebeple ilgilidir. Çünkü şer, ancak ilim ve iradenin olmayışıyla vücud bulmuştur. Ki ilim ve irade nefsi ıslah eder. Çünkü nefis, Allah’ı bilip sevmeyi gerektiren bir fıtrata sahip olarak yaratılmıştır. Bu arada, bu hedefe ulaşmasını kolaylaştıracak bilgi ve eylemler de kendisine gösterilmiştir. Bütün bunlar Allah’ın lütuf ve ihsanının göstergeleridir. Öte yandan nefis, insan ve cin kökenli şeytanların süsledikleri kötülüklere de ram olma özelliğine sahiptir, bunlara eğilim göstermeye yatkındır. Bu kötülükler ise, kendisine faydalı olan unsurların yer almadığı birleşimlerden ibarettir. İşte bu temel olgu ve bu yokluk (yararlı şeylerin olmayışı) yüce Allah’a izafe edilemez. İnsanların yaratılışı için söylediklerimiz bu kötülükler için de geçerlidir. Yani, Allah onları bir hikmetten dolayı yaratmıştır. Nefsin ıslahını sağlayan şeyin olmayışı sebeplerden biri olduğuna, salt kötülük salt yokluk olduğuna ve yokluk da bir “şey” olmadığına, ayrıca Allah herşeyin yaratıcısı olduğuna göre, nefisten sadır olan kötülükler, iradenin hareket edişinin sonuçları olarak belirginle-şirler.
Kul, Allah’ın, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu itiraf ettiğinde, şayet bu itirafı, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, O’nun eksiksiz kelimelerini ikrar etmek, O’na muhtaç olduğunu itiraf etmek, eğer kendisini hidayete erdirmezse sapık olacağını kabul etmek anlamında olursa, böylece Allah’ın izzetine ve hikmetine boyun eğerse, bu, mü’minin halidir. Ama bu itirafı, kaderin arkasına sığınıp onun bağlayıcılığını ve zorlayıcılığını gerekçe olarak ileri sürmek şeklinde olursa, bu, öncekinden çok daha büyük bir günahtır ve bu şeytanın takipçilerinin tutumudur.
Bir suale iki cevap
Bu noktada bir taife şöyle bir soru ortaya atmıştır: Hadisten anlaşıldığı kadarıyla: “Bir mü’min için ancak hayır olan şeyler takdir edilir.” Fakat onun hakkında kötülüklerin de takdir edildiğini biliyoruz. Bu çelişki nasıl giderilir? Bu sorunun iki cevabı vardır:
Birincisi: Hadiste kulların işledikleri ameller kastedilmiyor; bilakis karşısına çıkan nimetler ve başına gelen musibetler kastediliyor. Bu yüzden: “Şayet kendisine bolluk isabet ederse, şükre-der ve bu kendisi için hayır olur.”[40] buyuruluyor. Hadisin lafzının zahiri budur ve bu hususta herhangi bir problem yoktur.
İkincisi: Diyelim ki, hadis kulun amellerini de kapsıyor; ancak peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu da biliyoruz: “Bir kimseyi iyilik sevindiriyor, kötülük de üzüyorsa, o kimse mü’mindir.”[41] Dolayısıyla bir mü’minin iyilik yapması takdir edilmişse, bu, onu sevindiren bir şey olur. Şayet onun için bir kötülük takdir edilmişse, bu durumda, ya tevbe etmediği için cezayı hakkedecektir veya tevbe edecek ve bu kötülük iyiliğe dönüştürülecek, buna karşılık o da şükredecektir; tevbe etmezse, bazı musibetlerle sınanarak bu kötülüklerinin üzeri örtülecek ve o da bunlara karşı sabrettiği için sonuçta kendisi için hayır olacaktır. Soruyu soran kişi de: “Mü’min için (...) takdir edilir...” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Mü’min ise, mutlak anlamda günahın zarar vermediği bir kimsedir. Bilakis günah işlediğinde tevbe eder, o zamanda bazı rivayetlerde belirtildiği gibi olur: “Bazen kul günah işler ve bununla cennete girer. Çünkü durmadan tevbe eder, derken bu tevbesi sonucu cennete girer.”[42] Günah, kulun zelil oluşunu, boyun eğişini, istiğfar edişini, yoksulluğunu ve yüce Allah’a muhtaç oluşunu gözlemleyişini gerekti-rir.
“...O da nefsindendir” lafzının faydaları
O halde: “... O da nefsindendir.”[43] ifadesinden şu sonuçları çıkarabiliriz: Bu gerçeğin bilincine varan kul, hiçbir zaman nefsine güvenmez. Çünkü kötülük ancak ondan gelir. İnsanların kınamala-rına ve yermelerine de aldırmaz. Aksine günahlarını gözden geçirir ve onları işlemiş olmaktan pişmanlık duyarak tevbe eder. Nefsinin şerrinden ve amellerinin kötülüğünden Allah’a sığınır. Allah’a itaat hususunda kendisinden yardım ve destek ister. Bunun neticesinde hayır elde eder ve şerri, kötülüğü savar. Bu nedenle duaların en faydalısı, en büyüğü, en hikmetlisi Fatiha suresinin içerdiği şu duadır: “Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğramışların ve sapıkların değil.”[44]
Yüce Allah, kulu bu dosdoğru yola iletince, kendisine ibadet etmesi, günahları terk etmesi için ona yardım eder. Dolayısıyla dünyada da ahirette de ona şer isabet etmez. Günah nefsin ayrılmaz bir tutumudur. Bu yüzden nefis her an bir yol göstericiye muhtaçtır. Yemek ve içmekten çok hidayete muhtaçtır. Bunun içine sayısız ihtiyaçları da girer. Hidayete her şeyden çok muhtaç olduğu için de her namazda Allah’tan hidayet dilemesi emredilmiştir. Kendi nefsinin ve duayı tekrar etmeleri emredilen diğer insanların ve cinlerin nefislerini ibret gözüyle irdeleyenler, nefsin dünya ve ahirette bedbaht olmasına neden olan cehaletini ve zulmünü gözlemleyenler bu duanın değerini bilirler. Bunun neticesinde yüce Allah’ın lütuf ve rahmetiyle bu duayı, kötülüğü engellemenin ve hayrı oluşturmanın en büyük sebeplerinden biri kıldığını müşahede ederler.
Bu meseleyi biraz daha açmak babında şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah Kur’an’da hangi kıssayı anlatmışsa, bu, bizim ibret almamız içindir. İbret almak da ancak ikincisini birincisiyle mukayese etmemizle mümkündür. Ayrıca birinci ve ikincinin mükteza ve hüküm hususunda ortak olmaları gerekir. Eğer insanların nefislerinde -Firavun ve ondan öncekiler gibi- peygamberleri yalanlayan kimselerde bulunan özelliklerin aynısı bulunmasaydı, hiçbir şekilde benzer özelliklerimiz bulunmayan kimselerden ibret almamıza gerek olmazdı. Ama mesele şu ayetlerde belirtildiği gibidir: “Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardan başka bir şey değildir.”[45] “İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: O, bir büyücüdür veya delidir, dediler.”[46] “Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzedi?”[47] “Daha önce kâfir olmuş olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar.”[48] Bu yüzden peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekilerin yollarını, geleneklerini tıpatıp izleyeceksiniz. Öyle ki onlar kelerin deliğine girmişlerse siz de gireceksiniz. Dediler ki: Ya Resulallah! Yahudi ve Hıristiyanların mı? Buyurdu ki: Kimin olacak?!”[49] Diğer bir hadiste de şöyle buyuruyor: “Andolsun, sizden önceki milletlerin yerini karış karış, zira zira tutacaksınız. Dediler ki: Ya Resulallah! Farsların ve Rumların mı? Buyurdu ki: Kimin olacak?!”[50] Bu hadislerin ikisi de sahihtir.
Huneyn savaşında, müşriklerin -uğur getireceğine inandıkları için- üzerine silahlarını astıkları bir ağaçları vardı. Bazı insanlar dediler ki: “Ya Resulallah! Onların ki gibi bize de bir askı (zatu envat) yap. Buyurdu ki: Allahu Ekber! Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Musa’nın (a.s.) kavminin ona söylediğinin aynısını söylediniz: “Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap.”[51] Bunlar evrensel sünnetler, her zaman geçerli olan geleneklerdir. Siz de sizden öncekilerin geleneklerini, yasalarını izleyeceksiniz.”[52]
Kötülüklerin en büyüğü Allah’ı inkar etmektir
Kur’an, Allah’ın takdiriyle de olsa kötülüklerin nefisten kaynaklandığını açıklıyor. Kötülüklerin en büyüğü de yaratıcıyı inkâr etmek, O’na ortak koşmaktır. Nefsin O’na ortak olmayı veya O’nun dışında başlı başına bir tanrı olmayı dilemesidir. Tarihte bunların ikisi de gerçekleşti. Çünkü gerek Firavun ve gerekse İblis kendilerine ibadet edilmesini istemişlerdir. Firavun ve İblis’in bu tutumu zulüm ve cehaletin doruk noktasıdır. Geri kalan insanların ve cinlerin nefislerinde bundan kırıntılar vardır. Eğer Allah kula yardım etmez, onu hidayete erdirmezse, mutlaka etkinliği ve imkânları çapında Firavun ve İblis’in sergilediği tutumun bir benzerini sergileyecektir. İrfan ehlinden biri şöyle der: Her nefiste mutlaka Firavunun nefsindekine benzer duygular vardır. Şu kadarı var ki, Firavun belli bir güce kavuştu ve bu duyguyu dışa vurdu. Ama diğerleri yeterince güçlü olmadıkları için bunu gizlerler...
Çünkü, insan kendi nefsini ve diğer insanların nefislerini tanıyıp ibret alırsa, her insanın imkânları ölçüsünde kendisine itaat edilmesini, kendisinin yüceltilmesini istediğini, nefislerin yükseklik ve liderlik sevgisiyle dolu olduklarını görür. Bu özelliklere ve eğilimlere sahip nefsin, bu arzusuna onay verip uyan kimselere dost, onay vermeyip muhalefet edenlere de düşman olduğunu gözlemler. Bu nefsin tanrısı hevası ve isteğidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: “Hevasını ilah edineni gördün mü? Sen mi ona vekil olacaksın?”[53] Bu nefsin nazarında diğer insanlar, Türkler ve diğer kâfir milletlerin krallarının nazarında olduğu gibi “Yal = Yar ve Yağ = Yad”, dost ve düşman olmak üzere iki kısma ayrılır. Hevalarına onay verip uyan kimse kâfir de olsa onların dostudur. Hevalarına onay vermeyen de bir muttaki dahi olsa onların düşmanıdır. İşte bu, Firavunun tutumudur.
Bunların her biri, imkânlar ölçüsünde emirlerine itaat edilmesini ister; fakat ilahlık iddiasında bulunmak ve yaratıcıyı inkâr etmek hususunda Firavunun sahip olduğu imkânları kendisinde bulamaz. Bunlar yaratıcının varlığını kabul edebilirler; ama bir kimse onları Allah’a ibadet etmeye çağırsa, bu, kendilerine yönelik itaatin terki anlamına geleceği için bu davetçiye düşman kesilirler. Tıpkı Firavunun Musa’ya (a.s.) düşman kesilmesi gibi. İnsanların büyük kısmı, bu kadarını istemeyecek akla ve imana sahiptir. Bunların nefisleri sahip oldukları şeyle ilgili isteklerde bulunurlar. Bir kimse, Allah’a itaat eden bir müslüman ise, günah ve Allah’a isyan niteliğinde dahi olsa arzularına, amaçlarına itaat edilmesini isteyebilir. Kendisine itaat eden ve kendisini seven kimse, kendisine karşı çıkıp da Allah’a itaat eden bir kimseden daha sevimli gelir. İşte bu, Firavunun ve Resulleri yalanlayan diğer azgınların tutumundan bir kırıntıdır.
Bu duygulara sahip kimse alim ve şeyh olursa, kendisine saygı gösterilmesini ister, rakibi olan alim ve şeyhe değil. Hatta rakibi olan kimseye kıskançlıktan ve hasetten dolayı kin dahi besler. Tıpkı yüce Allah, Musa’nın (a.s.) davet ettiğinin aynısına davet eden bir elçi gönderdiğinde Yahudilerin yaptığı gibi. “Onlara: Allah’ın indirdiğine inanın, denildiğinde: Bize indirilene inanırız, dediler.” (Bakara, 91 ) “Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler.”[54] “Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.”[55] Bu yüzden yüce Allah, onlardan haber verirken, Firavunla ilgili haber-dekine benzer ifadeler kullanıyor ve kendilerinden intikam alacak birini onlara musallat kıldığını belirtiyor. Yüce Allah Firavundan söz ederken şöyle buyuruyor: “Firavun Mısır toprağında azmıştı.”[56] Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. Akıbet takva sahiplerinindir.”[57]
Allah, kullarını ibadet için yaratmıştır
Allah insanları kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. O’nu ansınlar, O’na şükretsinler ve O’na kulluk etsinler diye... Sırf kendisine kulluk etmeleri için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Din yalnız Allah için olsun diye. Ve Allah’ın sözü en yüce olması için. “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona: Benden başka ilah yoktur, şu halde bana kulluk edin, diye vahyetmiş olmayalım.”[58] “Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor: Rahman-dan başka tapılacak tanrılar edinin diye emretmiş miyiz?”[59] Allah bütün peygamberlere bu prensibi emretmiştir. Bu hususta ihtilafa düşmemeleri uyarısında bulunmuştur. “Hakikaten bu bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.”[60] “Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin. Güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. Şüphesiz bu bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir.”[61]
Katede bu ayette şu anlamın kastedildiğini söyler: Yani, sizin dininiz bir, Rabbiniz bir; ama şeriatlarınız farklıdır. Dahhak da bu görüştedir. İbni Abbas’ın: “Sizin dininiz bir tek dindir” şeklinde anlamlandırdığı rivayet edilir. İbn-i Ebu Hatem; Said b. Cübeyr, Katade ve Abdurrahman’ın da bu görüşte olduğunu belirtir. Hasan el-Basri şöyle der: Allah peygamberlerine nelerden sakınacaklarını, neleri yapacaklarını vurguladıktan sonra: İşte sizin tümünüzün yasası, sünneti ve geleneği birdir, buyuruyor. Müfessirlerin çoğun-luğu bu kanaattedir. Ümmet, millet ve yol demektir. Nitekim bir ayette şöyle buyuruluyor: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk.”[62] Nitekim yola “İmam” adı verilmiştir. Çünkü yolu izleyen kimse başkaları tarafından önder edinilip takip edilir. Ayrıca yolcu da yolu izler, onu kendisine rehber edinir. Sonra ümmet de, insanların uydukları hayrın öğreticisi konumundadır. Bu itibarla yüce Allah İbrahim’i (a.s.) imam yapmış ve onun bir ümmet olduğunu bildirmiş-tir.
Ulu Allah bütün peygamberlere milletlerinin (izledikleri yolun) ve dinlerinin bir olmasını ve bunda asla ayrılığa düşmemelerini emretmiştir. Nitekim Buhari ve Müslim’de peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Biz peygamberler topluluğunun dini birdir.”[63] Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Dinde, Nuh’a tavsiye ettiğini (...) sizin için şeriat kıldı.”[64] Bu yüzden peygamberler birbirlerini tasdik ederler, şeriatlarının farklı olmasına rağmen, aralarında ihtilaf etmezler. Emir, Alim veya Şeyh olarak itaat edilen bir kimse, peygamber efendimize (s.a.v.) tabi olur, peygamberin emrettiğini emreder, davet ettiğine de davet ederse, bir kimsenin kendisini peygamberin davet ettiğine benzer bir şeye davet etmesi hoşuna giderse, dinin sırf Allah için olmasından hoşnut olursa, Allah böyle bir şeyi sevdiği için, o da Allah’ın sevmiş olduğunu sevmiş olur. Çünkü onun maksadı yalnızca Allah’a ibadet etmektir, dinin sırf Allah için olmasıdır. Bir kimse de, bu saydığımız hususlara davet eden bir rakibinin olmasından hoşnut olmuyorsa, bu kimse, ibadet edilen, itaat edilen biri olmanın peşindedir. Firavun ve benzerlerinin tutumundan bir parça onda da mevcuttur. Allah’tan başka kendisine itaat edilmesini isteyenin tavrı Firavuni bir tavırdır. Bir kimse de, insanların Allah’la beraber kendisine de itaat etmelerini isterse, bu kimse, insanların Allah’ın yanında onu da denk bir ilah edinmelerini, Allah’ı sevdikleri gibi onu da sevmelerini istiyordur. Oysa Allah, sadece kendisine ibadet edilmesini emretmiş ve dinin sırf kendisi için olmasını, dostluğun ve düşmanlığın sırf kendisinin rızasına yönelik olmasını, sadece kendisine güvenilip dayanılmasını ve yalnızca kendisinden yardım talep edilmesini istemiştir.
Peygamberleri izleyen kişi, onların emrettiğini emreder, ki din -kendisi için değil- yalnız Allah için olsun... Başkası da bunu emrettiğinde, bundan dolayı yalnızca sevinir, ona yardımcı olur ve bu davranışından ötürü sevinç duyar. İnsanlara iyilik ettiği zaman, yüce Rabbinin rızasını gözeterek iyilik eder. Rabbinin kendisini iyilik eden biri yapmakla kendisine lütufta bulunduğunu bilir. Amelinin Allah için ve Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğini düşünür. Bu gerçek Fatiha suresinde şu şekilde dile getirilmiştir: “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”[65] İyilik ettiği kimseden bir karşılık ve teşekkür beklemez. Bu iyiliğini başına kakmaz. Çünkü bu şekilde iyilik eden biri olmasını sağlayarak ulu Allah’ın kendisine minnet ettiğini, büyük lütufta bulunduğunu bilir. Dolayısıyla kolay olanı kendisine kolaylaştırdığı için asıl kendisinin Allah’a şükretmesi gerektiğini düşünür ve de kendisine yararlı olan şeyi kolaylaştırdığı için Allah’a şükreder. İnsanlar içinde başa kakmak için başkasına iyilik eden kimseler vardır. Ya da iyilik yaptığı kimseden itaat etmek, saygı göstermek yahut başka bir menfaat sağlamak gibi karşılıklar bekler. Yaptığı iyiliği başına kakarak şöyle der: “Falana şu şu iyiliği yaptım, ama bana teşekkür bile etmedi,” der. Bu tutuma sahip kimse yalnız Allah’a ibadet eden ve yalnız O’ndan yardım dileyen biri değildir. Allah için ve Allah’ın yardımıyla amel etmemiş-tir. O, bir riyakar gibidir.
Yüce Allah, yaptığı iyiliği başa kakan ve riyakarlık eden kimselerin verdikleri sadakayı geçersiz kılmıştır: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onun çıplak, pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. Allah’ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.”[66] Katade der ki: Burada geçen “ruhlarındakini kuvvetlendirmek için” ifadesi, nefislerinin derinliklerinde Allah’ın sevabını umdukları için, demektir. Eş-Şa’bi şöyle der: “Nefislerinden kaynaklanan kesin bir inanç ve tasdik olarak...” Bir diğer görüş de şöyledir: Sevab kazanacaklarına kesin olarak inandıkları ve Allah’ın vaadini tasdik ettikleri için gönül hoşnutluğuyla çıkarıp verirler. Çıkarıp verdikleri malın, geride bıraktıkları maldan kendileri açısından daha hayırlı olduğunu bilir-ler. Benim kanaatime göre, malını veren kimse karşılığını verdiği kimseden değil Allah’tan beklerse, malını verdiği kimseye minnet etmez, yaptığı iyiliği başına kakmaz.
Kişinin işlediği günahın Allah tarafından yapılması
Altıncı Fark: Kişinin işlediği günah, Allah tarafından işlenmiş olsa da, o, Allah’ın kendisini yarartırken varoluşunun amacı ve fıtratının dayanağı kıldığı bir şeyi yapmamasının cezasıdır. Allah insanı sırf kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. İnsan varoluşunun amacı Allah’a ibadettir. Bir insan, yaratılışının amacı olarak öngörülen, fıtratının esasını oluşturan ameli işlemediği zaman, bundan dolayı cezaya çarptırılır. Diğer bir ifadeyle şeytan, işlediği şirki ve diğer günahları ona süslü ve çekici gösterir. “Git! onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir. Tam bir ceza! (....) Şurası muhakkak ki, benim kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır.”[67] “Gerçek şu ki: İman edip de yalnız rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir hakimiyeti yoktur. O’nun hakimiyeti, ancak onu dost edinenleredir.”[68] “Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp hemen gerçeği görürler. Dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.”[69]
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah’a içtenlikle kul olmak demek olan ihlas, insanı şeytanın egemenliğinden korur. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: “İşte böylece biz, kötülük ve fuhuşu ondan uzaklaştırmak için delilimizi gösterdik. Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.”[70] Şu halde, nefse günahının ilham edilmesi, iyi fiilleri yapmamasının bir cezasıdır, başlı başına var olan bir şey değildir. Dolayısıyla, günahı Allah yarattı, denemez. Kur’an üzerinde düşünen bir kimse, şunu açık bir şekilde görür ki, yüce Allah, küfrün ve günahın yaratılmasıyla ilgili olarak zikrettiği şeyleri bu gibi amellerin cezası olarak öngörmüştür. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”[71] “Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı.”[72] “Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de en zora hazırlarız.”[73] Bu ve benzeri ayetlerde bazı amellerden söz ediliyor ki, bunlar, sakıncalı bir fiili işlemelerinin ve emredilen bir fiili de işlememelerinin cezası olarak belirginleşmişlerdir. Kuşkusuz bunları yapanların hareket kabiliyetleri ve iradeleri vardır. Bu kabiliyetlerini pratize etmeleri kaçınılmazdır. İyilik doğrultusunda hareket etmedikleri zaman, kötülük doğrultusunda hareket etmeleri ilâhî adaletin bir tezahürüdür. Nitekim şöyle denmiştir: Nefsini hak ile meşgul etmezsen, o, seni batılla meşgul eder...
Meselenin bu boyutu bütün gerçekliğiyle ortaya çıktığına göre, “Allah, günahları işlenmeleri için yaratmıştır. Günahlardan dolayı günahkârları cezalandırmak zulümdür” diyen peygamberleri yalanlayan Kaderiyecilerle, zorlamacı (Cebriye) Kaderiyecilerin tezlerinin temel maddesi boşa çıkmış oluyor. Onlara şöyle demek gerekir: “Allah, onlara yönelik bir ceza olarak onları günaha düşürmüş ve kalplerine günah damgasını basmıştır. Allah onlara zulmetmedi, fakat kendileri nefislerine zulmettiler.” Bir de şöyle denir: “Nefislerinin haklarını eksiltmekle ona zulmetmiş oldular.” Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş. Hiçbirini eksik bırakmamıştı.”[74]
Aslında bunların birçoğu, yüce Allah’ın bazı amelleri daha önce işlenmiş diğer bazı amellerin karşılığı, cezası olarak yarattığını kabul eder. Diyorlar ki: Allah, itaat edenin itaatini yaratır, fakat herhangi bir günahı durduk yere (ilk kez) yaratmaz. Bilakis, günah başka bir şeyin karşılığıdır. Şunu da diyorlar: Kulun yaptığı ilk şeyi (günah olarak) Allah meydana getirmiş değildir. Bizim vurguladığımız husus ise, Allah’ın herşeyin yaratıcısı olmasını gerektirir. Ancak kulun işlediği ilk fiil, yaratılışının gayesi olan fiili (kulluğu) işlememesinin cezasıdır. Yokluk ise, Allah’a izafe edilemez. Dolayısıyla kişinin işlediği günahların ilki, olması gerekenin (kulluğun) olmamasının bir cezasıdır. Sonrakilerse, daha önce var olanların cezası, karşılığı olarak belirginleşirler. Olması gerekenin olmayışını sürdürmesinin cezası olarak da belirginleşmeleri muhtemeldir. Dolayısıyla kul, sırf Allah’a kul olmadığı sürece müşrik olması, şeytanın egemenliği altına girmesi kaçınılmazdır.
Sonra yüce Allah, hidayete erdirdiği kimselere özel bir alan açıyor. Onların, ilk andan itibaren, yaratılışın gayesi olan ameli işlemelerini sağladığını belirtiyor. Bu, kendi lütfuyla açtığı özel bir alandır. O’nun bu lütfu zulmü gerektirmediği gibi, adalete de engel teşkil etmez. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allah dilediği kimseyi rahmetine has kılar.”[75] Lütfu için de aynı durum geçerlidir. O, bunu herkesten daha iyi bilir. Nitekim bazı bedenlere öyle güçler vermiştir ki, bunlar başka bedenlerde bulunmazlar. Böyle güçlerin olmayışından dolayı bu bedenlerde bazı fizyolojik hastalıklar da meydana gelebilir. Bunun gibi daha birçok hikmetten söz etmek mümkündür. Bu meselenin bu şekilde olanca gerçekliğiyle ortaya konması bütün şüpheleri izale eder.
İmanın yokluğunun cezasından söz edilen ayetlere örnek olarak şu ayeti gösterebiliriz: “Yine ona iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz.”[76] Bu ayet, hemen öncesinde yer alan şu açıklamanın devamıdır: “Mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”[77] Burada yüce Allah, kalplerin bu şekilde tersine çevirmenin baştan itibaren inanmayanlar için geçerli olduğundan söz ediyor ki, bu, imanın yokluğu demektir. Denebilir ki: “Bu, peygamberin (s.a.v.) onları davet etmesinden, onların da peygamberi yalanlayıp imanı terk etmelerinden sonra gerçekleşen bir durumdur ki bunlar da var olarak nitelendirilebilecek olgulardır.” Evet ama, yalanlamalarını ve imanı terk etmelerini gerektiren de imanın yokluğudur. Sözünü ettikleri durumsa, peygamberin gönderilmesi gibi azab etmek için olması gereken bir şarttır. Çünkü böyle bir kimseyi iman etmekten alıkoyan şey, türü itibariyle cezayı gerektirmeyen özünde mübah olan bir şey olabilir. Sadece kişiyi imandan alıkoyması önemlidir bu noktada. Kimi insan imanın aksini söyler ki bu, imanı terk etmek anlamına gelir. Bu, “var” diyebileceğimiz bir olgudur ve bundan başka da karşıtı olmaz.
Günahlar musibetin sebebidir
Yedinci Fark: Başa gelen musibetler olarak kişinin işlediği kötülüklerin nefsinden kaynaklanan günahından başka bir sebebi yoktur. Hayır olarak meydana gelen şeylerse, sebeplerine hasredilemez. Çünkü hayırlar Allah’ın lütfünün tezahürleridir, kişinin ameliyle gerçekleşebildikleri gibi, başka bir şeyle de gerçekleşebilirler. Kişinin bu hayırları elde etmek için işlediği amelleri de Allah’ın bahşettiği nimetlerinin kapsamına girer. Allah, işlediği ameli oranında karşılık vermez; bilakis katlayarak verir. O halde sadece Allah’a güvenip dayanmalı, sadece O’na dönülmelidir. O, mutlak, genel ve eksiksiz şükrü hakkeder. O’ndan başkası ise, Allah’ın, kendisinin aracılığıyla gerçekleştirdiği hayır oranında teşekkürü hakkeder. Anne ve babaya teşekkür etmek gibi. Çünkü insanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez. Ama bu, bir kimseye, Allah’a karşı masiyet işleyerek teşekkür etmeyi veya günah yoluyla itaat etmeyi gerektirmez. Çünkü nimeti veren Allah’tır. “Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır.”[78] “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir.”[79] Allah’ın ibadet ve şükre, günah ve küfre karşılık olarak verdiği cezaya hiç kimse güç yetiremez. Bu yüzden yaratıcıya isyan hususunda yaratılana itaat etmek caiz değildir. Ulu Alah şöyle buyuruyor: “Biz insana anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Eğer hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle mücadele ederlerse, onlara itaat etme.”[80] Bir diğer ayette şöyle buyuruluyor: “Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin.”[81]
Şunu demek istiyoruz: Bütün nimetlerin Allah’tan olduğu bilinince, kişinin tek güvencesi ve dayanağı Allah olur, sadece O’na umut bağlar. Allah’ın, başkasının asla haketmediği şükrü hakettiğini bilince...
Şerrin sebebi sırf nefisle sınırlı olduğu için, nereden geldiği bilinir. Dolayısıyla bu bilince varan kişi istiğfar eder, Allah’tan yardım ister ve bu güne kadar işlemediği iyi ameller aracılığıyla Allah’a sığınır. Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir: “Kul, Rabbinden başkasına umut bağlamamalı ve günahından başka bir şeyden korkmamalıdır.” Bu söz, Allah günah olmadan da azap eder, diyen ve günah işlemeseler de Allah’ın kendilerine azap edeceğinden endişe eden Cehmiye grubunun düşüncesine aykırıdır. “Sana isabet eden bir iyilik Allah’tandır ve başına gelen bir kötülük de nefsindendir.”[82] ayetinin içeriği tasdik edilirse, Cehmiye’nin bu söyleminin yanlış olduğu anlaşılır. Hiç kimse, bu genel hükmün dışında bırakılmamıştır. Bu da hitabın özel oluşunun bir yararıdır ki, özele indirgenmiş genel bir hüküm olduğu sanılmasın.
Kötülük nefistendir
Sekizinci Fark: Kötülük nefistendir, bunu biliyoruz. Kötülükse pis ve yerilmeyi hakkeder. “Kötü kadınlar kötü erkekler içindir.”[83] gibi ayetlerde kötülük “pis” olarak nitelendirilmiştir. Selef ulemasının büyük çoğunluğu yukarıdaki ayeti: “Pis kelimeler pis kimseler içindir...” şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları da pis söz ve fiiller pis kimseler içindir, demişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah temiz bir ağacı örnek verir. (...) Kötü sözün misali, kötü bir ağaç gibidir.”[84] “Ancak güzel sözler O’na çıkar, salih amel de onu yükseltir.”[85] Sözler ve fiiller söyleyenin, fiili işleyenin sıfatlarıdır. Şu halde nefis kötülük ve pislikle nitelendiğine göre, ancak layık olduğu bir yerde olabilir. Bir kimse yılan ve akreplerin tıpkı kediler gibi insanlarla birlikte yaşamalarını isterse, bu olmayacaktır. Yine yalancı birini şahit yapmak isteyen kimsenin bu davranışı da olumlu değildir. Cahili öğretmen yapmak, ahmağı at bakıcısı, seyis yapmak isteyen de olumlu bir davranış sergilemez. Şu halde pis nefislerin tertemiz cennete girmeleri de uygun değildir. Bilakis nefiste bir pislik varsa temizlenip arındıktan sonra cennete girmeye elverişli olabilir. Tıpkı sahih bir hadiste buyurulduğu gibi: “Mü’minler ateşten kurtuldukları zaman köprü üzerinde durdurulurlar.”[86]
Bir kimse kötülüğün kendi nefsinden geldiğini bilince, içindeki şerre rağmen eksiksiz mutluluğun beklentisi içine girmez. Bilakis: “Bir kötülük işleyen onun karşılığını görür.”[87] “Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Kim de zerre ağırlığınca kötülük işlerse onu görür.”[88] ayetlerinin anlamlarını kendi pratik hayatında kavramış olur. Doğal olarak şunu da bilir ki, Allah’ın fiilleri adalet ve ihsan kanunu doğrultusunda gerçekleşirler. Sahih bir hadiste “Allah’ın sağ eli doludur...”[89] buyurulduğu gibi. Bunun neticesinde, sevap ve azap için hiçbir hikmet öngörmeyen Cehmiye grubunun bu anlayışının bozuk olduğunu fark eder. Çünkü yüce Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik eder, melekler ve adaleti ayakta tutan ilim adamları da. Aslında Cehmiye grubu bu tezi ileri sürerken amaçları, Mutezile mezhebinin kader ve azap tehditiyle ilgili düşüncesini çürütmekti. Bu yüzden kendini sünnet ve hadise nispet eden, selefe tabi olan bazı kimseler Cehm’in yolunu benimsemişlerdir. Aynı şekilde iman ve azap tehditi hususunda Cehm ve izleyicileri aşırı mürciyecilerin yolunu izlemişlerdir. Cehm iki bid’atı savunmakla ünlüdür. Bunlardan biri, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgilidir. İsim ve sıfatları olumsuzlama (nefyetme) hususunda aşırıya gitmiştir. Batıniler, felsefeciler v.b. gruplar bu hususta onunla aynı görüşü paylaşmışlardır. Mutezililer sıfatları olumsuzlama hususunda onunla örtüşürken, isimler hususunda aynı kanaatte değildirler. Kilabiye ve onlarla aynı görüşü paylaşan fıkıh akımı ve hadisçilerden bazıları isteğe bağlı (ihtiyari) sıfatları olumsuzlama hususunda Cehm’le aynı noktada buluşmuşlardır. Keramiler ve benzeri gruplar bu anlayışın temeli noktasında onun görüşünü paylaşmışlar. O da sonsuz olanın devamlı olmasının imkânsızlığıdır. Buna göre, dilediği zaman daima konuşması ve dilediği zaman daima faaliyet halinde olması imkânsızdır. Çünkü öncesiz hadiselerin olması imkânsızdır. İşte bu temelden hareketle, gelecekte de sonsuz bir şeyin var olması olumsuzlanmıştır. Cehm’in bir diğer bid’atı da cennet ve cehennemin sonunda yok olacaklarını söylemesidir. Mutezile’nin imamı Ebu Hezil de onun bu görüşüne katılmış, fakat hareketlerin sonunun olduğunu da söylemiştir.
Şu halde Mutezililer sıfatlar hususunda Cehmiye’ye yaltaklanı-yorlar, Kilabiye ise, sfatlar hususunda... Eş’ariler de öyle. Fakat Ebu İsmail el-Ensari’nin de dediği gibi Eş’ariler, Mutezililer karşısında edilgen ve yaltaklanan bir tutum içinde olmuşlardır. Bazı insanlar: Mutezile Felsefecilere yaltaklanır, diyorlar. Bunu söylemelerinin nedeni, Cehm’in felsefecilerden önce bu görüşü ortaya attığını bilmemeleri veya Mutezile’nin başka bazı yönlerden felsefecilere yaltaklanmalarını görmüş olmalarıdır. Nitekim Şehristani, onların düşüncelerini felsefecilerden aldıklarını söyler. Çünkü Şehristani, Eş’arî mezhebine mensup arkadaşlarının, ehl-i sünnet imamlarının aksine, onlarla tartıştıklarını görüyordu. Ehl-i sünnet imamları daha çok Cehmiye ile tartışırlardı. Selef uleması yanında Cehmiye sıfatları olumsuzlamasıyla ünlüydü. Selef uleması nazarında bu özellikleriyle diğer gruplardan ayrılıyorlardı.
Amr b. Ubeyd’in temelini attığı Mutezile mezhebi ise, el-Menziletu beyne menzileteyn (iki menzi arasındaki menzil) söylemiyle belirginleşti. Amr b. Ubeyd ve arkadaşları mescidde cemaatten ayrı otururlardı. Bunu gören Katade: Bunlar Muteziledir (Ayrılmışlardır) demişti. Bu olay Hasan el-Basri’nin ölümünden sonradır.
Kaderiye bid’atı ise, bundan önce, Muaviye’nin ölümünden sonra ortaya atıldı. Bu nedenle İbni Ömer, İbni Abbas ve başkaları bu hususla ilgili kelâmi görüşlerini dile getirdiler. İbn-i Abbas, İbni Zübeyr’den önce öldü. İbn-i Ömer de onun ardından öldü. Bunu Haccac’ın yetmiş küsur senesinde Irak’a vali olarak atanması izledi. Böylece Hicaz, Şam ve Irak bölgelerinde insanlar kader mevzusuna dalmayı sürdürdüler. Daha çok Şam, Irak ve Basrada bu tartışmalar olurdu. Hicaz’da ise bu tür tartışmalar nispeten azdı. Mutezile mezhebi ortaya çıkıp “iki menzil arasındaki menzil” fikrini savunmaya başlayınca, buna bağlı olarak, ilâhî tehditin gerçekleşmesini, tevhid ehlinin ebediyen cennette kalacaklarını ve ateşe giren kimsenin bir daha oradan çıkmayacağını savundular. Buna kaderi de eklediler. Çünkü mevzu onunla tamamlanıyordu.
O sıralar henüz insanlar arasında Allah’ın sıfatlarını olumsuzlamak gibi bir fikir baş göstermemişti. Derken Ca’d b. Dirhem ortaya çıktı. Bu fikri ilk savunan kişi O’dur. Halid b. Abdullah el-Kasri onu kurban etti. Bir bayram günü insanlara şöyle seslendi: “Ey İnsanlar! Kurbanlarınızı kesin! Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Ben de Ca’d b. Dirhem’i kurban edeceğim. Çünkü O, Allah’ın İbrahimi dost edinmediğini, Musa ile konuşmadığını iddia ediyor. Allah, Ca’d’ın söylediklerinden münezzehtir, yücedir.” Bunları söyledikten sonra minberden indi ve Ca’d’ı bir kurban gibi boğazladı. Bu olay Irak’ta meydana geldi.
Cehmiye’nin iki ana bid’ati
Sonra doğudan Tirmiz şehrinden Cehm ortaya çıktı. Cehm’in fikirleri ilk önce orada yayıldığı için, doğudaki ehl-i sünnet alimleri, Hicaz, Şam ve Irak alimlerine göre mesailerinin büyük kısmını Cehm’in mezhebini çürütmeye hasretmişlerdi. İbrahim b. Tahman, Harice b. Mus’ab ve Abdullah b. Mübarek gibi. İmam Malik ve İbn-i Macişun gibileri de Cehmiyeyi yermek babında fikirler serdetmişlerdir. Evzai, Hammad b. Zeyd gibiler de. Onların söylemleri daha çok İmam Ahmed gibi ehl-i sünnet ulemasının büyük baskılar gördükleri dönemde yaygınlık kazandı. Me’mun’un halifeliği sırasında hem güç kazandılar hem de sayıları çoğaldı. Me’mun bir müddet Horasan’da kalmış ve onların ilim toplantılarına katılmıştı. Sonra Tarsus’ta iki yüz on sekiz tarihinde baskıların arttırılması emrini verdi ve orada öldü. İmam Ahmed’i Bağdat’ta tekrar hapse attılar. İki yüz yirmi tarihine kadar hapiste kaldı. O sırada Halife Mu’tasım tarafında baskı ve işkence görüyordu. İmam Ahmed onlarla sürekli tartışma ve mücadele halindeydi. Onların ileri sürdükleri bütün kanıtları boşa çıkardı. Halktan kendilerini onaylamalarını istemelerinin, bunun için halka baskı uygulamalarının cehalet ve zulüm olduğunu ortaya koydu. Bunun karşısında Halife Mu’tasım onu serbest bırakmak istedi. Fakat danışmanlarında biri İmam Ahmed’e dayak atmasının hilâfetin saygınlığının zedelenmemesi açısından daha uygun olacağını söyedi. İmam Ahmed’e dayak cezası uyguladıklarında halkın büyük çoğunluğu bu iğrenç tutuma tepki gösterdi. Bunun üzerine korkuya kapıldılar ve onu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Her gruptan sıfatları olumsuzlayanlar İbn-i Ebu Derda’nın etrafında toplanırlardı. İbn-i Mübarek, Ahmed, İshak ve Buhari gibi ehl-i sünnet uleması hepsine birden Cehmiye adını verirlerdi. İmam Ahmed’in son kuşak bağlıları ve başkaları büyük çoğunlukla hasımlarının Mutezililer olduklarını sanırlardı. Oysa böyle değildi. Mutezililer yalnızca genelin içinde bir gruptu.
Şunu demek istiyoruz: Cehmiye grubu iki bid’atla ünlenmiştir. Biri, sıfatları olumsuzlamaları, diğeri, kader ve irca (erteleme) hususunda aşırı bir tutum içine girmeleri. Onlara göre iman, sadece kalbin bilmesinden ibarettir. Kullarınsa ne fiilleri var ne de güçleri. Mutezile ise, bu iki söylemin tersini savunma noktasında aşırı bir tutum içindedir. Eş’ari ise, Cehm’in söylemini temelde kabul etmiş, ama lafzi olarak onunla bazı tartışmalara girmiştir.
Cehm hiçbir sıfatı olumlamaz (ispat etmez), ne iradeyi ne de başka bir sıfatı. “Allah ibadetleri sever ve günahlardan buğzeder” dediğimizde, ona göre bunun anlamı, sevap ve azaptır. Eş’ari ise, irade gibi sıfatları olumlar ve bu hususta irade sevme midir, değil midir? sorusu etrafında bir açıklama yapma gereğini duyar ve der ki: Allah, günahları irade ettiği gibi, onları sever de onlara rıza da gösterir. Ebu’l Meali bu fikri ilk savunanın Eş’ari olduğunu söyler. Ondan önce ehl-i sünnet Allah’ın günahları sevmediği düşüncesini benimsiyordu.
Kader konusunda sufilerin görüşleri
Bu söylem, sufilerin ekseriyeti arasında yayıldı. Sufiler fiiller ve kaderle ilgili meselelerde Cehmiye’nin düşüncelerini benimserken, “Zemmu’l Kelâm” kitabının yazarı Ebu İsmail el-Ensari gibi bazı sufiler sıfatlar konusunda Cehmiye ile ters düştüler. Ebu İsmail el-Ensari, Cehmiye’nin sıfatları olumsuzlamasına sert eleştiriler yöneltir. Cehmiye’yi tekfir hususunda da bir kitap yazmıştır. Söz konusu gruplar içinde ehl-i sünnet’e en yakın olmalarına karşın Eş’arileri de ağır ifadelerle yerer. Yer yer lanetler de. Bir adam Nizamü’l Mülk’e: Eş’arilere lanet okur musun? diye sorar. Nizamü’l Mülk şu cevabı verir: “Göklerde bir ilah yoktur. Mushafın iki kapağının arasında Kur’an yoktur. Kabirde de peygamber yoktur, diyen kimseye lanet okurum.” Bu cevap üzerine soruyu soran kişi öfkelenerek yanından ayrılır. Oysa Nizamü’l Mülk, oluşları irad etme ve fiillerin yaratılması hususunda Eş’arilerden daha katı bir tutum sergiler ve bunlarla ilgili bir sebebin veya bir hikmetin olmasını olumlamaz, bilakis şöyle der: “Bilen (arif) birinin bir hükme müşahede etmesi, iyiyi iyi görmesini, kötüyü de kötü görmesini gerektirmez.” Onun için hüküm dilemedir. Ona göre bilen (arif) fena makamına ulaşan kimsedir. İyilik ve kötülük ayırımı kulun dünyasında geçerlidir. Çünkü birinden lezzet alır, birinden de acı duyar. Bunlara iltifat etmek nefsin özelliğidir. Fena makamında ise sadece hakkın muradını müşahede etmek vardır.
Eş’ari, mahlûkat bazında iyilik ve kötülük arasındaki farkı vurguladığı için bunlardan daha akıllıdır. Ama onlar, arif kişi açısından iyilik-kötülük ayırımının olmadığını iddia ediyorlar. Böylece kulun hakkı ve alanı ile Rabbin hakkı ve alanı hususunda büyük bir yalnışlık yapıyorlar. Onların bu anlayışları, bütün hadiselerin kul açısından aynı olmasını, fark etmemesini gerektirir ki, bu, kesinlikle imkânsızdır. Böylece Rahmani fırkalardan ayrılarak, doğal, heva menşeli ve şeytani bir tutum sergiliyorlar. Rahman-şeytan ayırımını ortadan kaldırıyorlar. Bundan dolayıdır ki, içlerinden birçok kimse günaha dalmış, birçoğu fâsık olmuş, birçoğu da putlara tapmaya cevaz verecek kadar küfre sapmıştır. Ardından birçoğu da vahdet-i vücud[90] düşüncesini benimseyerek varolan herşeye ibadet edilmesinin gerektiğini söylemişler.
Bu değerlendirmelerden çıkan sonuç, Cehm’in söylemine uygun olarak kader konusunda hikmetleri, sebepleri ve adaleti olumsuz-layanların aleyhinedir. Ki bu da Mürcie düşüncesinin aksi yönünde tezahür eden ikinci bir bid’attır. Üstelik bunu söyleyenler, Cehmiye’den ayrı gruplara mensupturlar. Çünkü bunlar diyorlar ki: “Rabbin, güç yetirdiği şeyi yapması caizdir.” Bu yüzden aralarında bazı kimselerin ilâhî emir ve yasakları, vaad ve tehditleri fazlaca önemsemediğini görmek mümkündür. Tümünden veya bir kısmından uzaklaşmaktan bir beis görmezler. Buna karşılık inandıkları bir şeyi de zorlama ürünü argümanlarla da olsa ısrarla vurgularlar. Çünkü bunlar iyilik ve kötülüğün emredilen veya yasaklanan olması hususunda Cehm’i ya da Eş’ari’yi onayladıkları zaman, bu, kulun dünyasıyla ilgili bir ayırım olarak algılanır. Çünkü onlar alanlar ve paylar üstü bir fena makamının varlığına inanırlar. Bu yüzden bazen, emir ve yasaklara uyma hususunda: Bu, telbis (beşeriyet makamında bulunurken) makamında geçerlidir, derler. Ya da: Bunları avam tabakası için yapmak gerekir, derler Mağribli Şeyh ve benzerlerinin dediği gibi.
Bunların (sufilerin) yolunu izleyen bir kimse, emir ve yasak meselesini önemsiyorsa, onun maksadı, Şazeli’den nakledilen şu sözde ifade edilendir: “Bütünlük, birlik kalbinde müşahede edilen olmalı, farklılık ise dilinde mevcut olmalıdır.” Nitekim hem Şazeli’nin hem de başka sufilerin sözlerinde, dualarında veya hiziplerinde emir ve yasak meselesini geçersiz sayan ifadelere rastlamak mümkündür. Örneğin, bunlardan biri, Allah’ın, kendisinin işlediği bir günaha, işlediği ibadete karşılık olarak verdiğinden daha büyük bir ödül verdiğini iddia etmiştir. Bunun gibi daha birçok ifadeleri var ki, bunlar, onun kötülük işleyenlerle iyilik işleyenlerin eşit olduklarını veya kötülük işleyenlerin daha üstün olduklarını düşündüğünü gözler önüne serecek niteliktedirler. Bunların öyle duaları var ki, Allah’a karşı küstahlaştıklarını görmek mümkündür. Şazeli hizbinde olduğu gibi.
Sufilerin daha avam olanları ise, velilerine bahşettiği kerametlerden daha büyüklerini günahkâr birine, hatta kâfir birine de ikram edebileceğini iddia etmekten kaçınmazlar. “Bunlar ilâhî hibeler ve bağışlardır” derler. Bunların da evliya kerametlerinden olduklarını sanırlar. Büyücü ve kahinlerde görüldüğü türden Şeytani haller dahi olsalar, bunları evliya kerametinden sayarlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı. Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunları anlasalardı !”[91]
Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor: “Sizden öncekilerin yollarını, geleneklerini tıpatıp izleyeceksiniz. Öyle ki onlar kelerin deliğine girmişlerse siz de gireceksiniz..” [92]
Kendilerine Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın geldiği müslümanlar içinde adil bir anlayış ve düşünce içinde olanlar, sufilere tabi olup Şeytanın saptırdığı bu yüzden Allah’ın kitabını arkasına atıp şeytanların okuduklarının peşine düşen, Kur’an’ın dost edinilmesini emrettiği kimselere saygı göstermeyen, Kur’an’ın düşman edinilmesini emrettiği kimseleri düşman bellemeyen, buna karşılık büyücü ve kahinlerinkine benzer bir takım doğa üstü beceriler sergileyen şarlatanlara büyük saygı gösteren kimselerden daha fazladırlar.
Ayrıca bu sufiler içinde gördükleri olağanüstü becerilerin kaynağının şeytanlar olduğunu bilen kimseler vardır. Fakat hevasına ve tutkulu arzusuna uyduğu için bunlara saygı gösterir, onların tarikatlarını Kur’an’ın yoluna tercih ederler. İşte bu kâfirler, Kur’an’ın işaret ettiği kimselere benzerler: “Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tağuta iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlar! Bunlar, Allah’ın lanetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye gerçek bir yardımcı bulamaz-sın.”[93] Bu sapıklar, yüce Allah’ın haklarında şu tesbitte bulunduğu kimselerle aynı paralele düşmüşlerdir: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince.(...) Lakin şeytanlar kâfir oldular.” [94]
Ama bu tür doğa üstü becerilerin şeytanlardan kaynaklandığını bilmeyenler de var. Kelâm, ilim, ibadet ve tasavvuf ehlinden bazı gruplar bu hataya düşmüşlerdir. Hatta bazıları, şeytanların somutlaştırıcı empozelerinin etkisiyle bir takım olağanüstü haller sergilediklerini gördükleri yıldızlara ve putlara ibadet etmeyi dahi caiz görebilmişlerdir. Çünkü şeytani empozelerle gözlemledikleri bu haller zulüm ve hayasızlık nitelikli kimi amaçlarına uygun düşmekteydi. Arzulu tutkularına uygun olduğu için de, Allah’a ortak koşmalarına, O’nu ve kitabını inkâr etmiş olmalarına pek aldırış etmez oldular. Yine elde edecekleri liderlik makamı ve mal uğruna bu sakat anlayışı halka yaymakta da bir sakınca görmediler. Diğer bir ifadeyle bile bile insanları küfre ve şirke çağırdılar. Gitgide Hz. Resulün (s.a.v.) getirdiklerine karşı içlerinde bir kuşku da uyanmaya başladı. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.v.) maslahat icabı, içsel bir gerçekliği olmayan şeyleri halka söylediğini ileri sürenler dahi çıktı. Mülhid batınilerin söyledikleri gibi. Bu anlayışı benimseyenler arasında her gruptan insan var ve bunlar eski İran ve Roma inanç sistemleriyle aynı paralele düştüler.
Çünkü Farslar ışığı kutsuyorlardı. Güneşe ve ateşe secde ediyorlardı. Romalılar da Hıristiyanlıktan önce müşriktiler, yıldız-lara ve putlara taparlardı. Dolayısıyla yukarıda inançlarına işaret ettiğimiz ve eski İran ve Roma inanç sistemleriyle örtüşen bu gruplar, Yahudi ve Hıristiyanlarla benzeşen gruplardan daha kötü-dürler. Çünkü bir grup, değiştirilen veya neshedilen dahi olsa bir kitabın bağlılarına benzerken, bir grup kitapsızlara benzemiştir.
-Allah rahmet etsin- İbni Teymiye devamla şöyle dedi: Nefisler, gökleri ve yeri yaratan bir yaratıcıya yönelik zorunlu bilgiyi içeren bir fıtrat üzere yaratılmışlardır. Nefisler bu fıtratlarının gereği, O’nun gökleri ve yeri yarattığını ve bunlardan hiçbir şeyi insanların yaratmadığını bilirler. Tıpkı Musa’nın (a.s.) Firavuna söylediği gibi: “Alemlerin Rabbi nedir? Dedi ki: Eğer kesin inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların Rabbidir.”[95] “İkimizin Rabbi kimdir? Ey Musa! Dedi ki: Rabbimiz her şeye hılkatını veren, sonra doğru yolu gösterendir.” [96]
HAYIR ALLAH’TAN, ŞER ŞEYTANDANDIR
Kulun istemesi hidayete sebep olur - Kulun kadere iman etme gerekliliği - Kulun dilemesi Allah’ın dilemesine bağlıdır.
İbni Teymiye’ye -Allah rahmet etsin- “Hayır Allah’tan, şer ise şeytandandır. Şer işlemek kulun elindedir. İsterse işler, istemezse işlemez, diyen ve bu sözüne itiraz edilince: “Allah hayasızlığı emretmez.”[97] “Kullarının küfre sapmasından razı olmaz.”[98] ayetlerini delil olarak gösteren kimsenin bu inancı, yani, hayır Allah’tandır, şer ise benim elimdedir, şerri işlemek istersem, işlerim, demesi hakkında ne buyurursunuz? Benim bir dilemem var. Şer işlemek istediğimde işlerim, diyen kimsenin gerçekten faal bir dilemesi var mı, yok mu?” diye soruldu.
Şöyle cevap verdi:
Allah’a hamd olsun. Bu meselenin iki temel mukaddimesi var.
Birincisi: Kul bilmelidir ki, Allah imanı ve salih ameli emreder, iyilikleri sever ve onlardan razı olur. İyilik işleyenlere ikramda bulunur, onları ödüllendirir ve onları dost edinir. Onlardan razı olur. Onları sever, onlar tarafından sevilir. Onlar Allah’ın yardımına mazhar olmuş askerleridir. Allah’ın galip gelen hizbidir, onlar Allah’ın müttaki velileridir. Kurtuluşa eren hizbidir. Allah’ın cennet ehli olan salih kullarıdır. Bunlar, peygamberler, doğrular, şehidler ve salihlerdir. Dosdoğru yolun izleyicileridir. Allah’ın nimet verdiği kimselerin yolu, gazaba uğramışların ve sapmışların olmayan dosdoğru yolu. Allah, küfür, fısk ve günah gibi kötülükleri de yasaklar. Bunların işlenmesinden öfke duyar ve işleyenlere azap eder. Onlara lanet eder, gazab eder, cezalandırır ve onlara düşman olur. Onlar, Allah’ın ve Resulü’nün düşmanlarıdır. Şeytanın dostlarıdır. Ateş ehlidirler onlar ve bu yüzden bedbahttırlar. Bu halleriyle onlar kâfir ile fâsık arasında gidip gelen bir çizgide dururlar. Günahkâr kişi kâfir veya fâsık değildir.
İkincisi: Kul bilmelidir ki, Allah herşeyin rabbi, yaratıcısı ve sahibidir. O’ndan başka rab O’ndan başka yaratıcı yoktur. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Halleri değiştirme yetkisi ve güç O’nundur. O’ndan yine O’na sığınılır. O’nun her şeye gücü yeter. Göklerde ve yerde olan her nesne, nitelikleri ve haraketleriyle O’nun tarafından yaratılmıştır. O’nun tarafından takdir edilmiştir. O’nun dilemesiyle tasarruf gücünü sergilemektedir. Göklerde ve yerde olan hiçbir şey Allah’ın kudretinin ve mülkünün dışına çıkamaz. Bütün bu hususlarda hiçbir ortağı yoktur. Bilakis O, eşi ve ortağı olmayan tek ilahtır. Mülk O’nundur. Hamd da O’nun içindir. O’nun gücü her şeye yeter. Bu nedenle kul, her açıdan, her hususta ve her şeyde Allah’a muhtaçtır. Her şey için Allah’a karşı muhtaç bir pozisyondadır. Bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir süre dahi Allah’tan müstağni değildir. Dolayısıyla Allah’ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz, O’nun saptırdığını da doğru yola iletecek kimse bulunamaz...
Kulun istemesi hidayete sebep olur
Bu iki temel öncül iyice bellendikten sonra şunu diyoruz: Bir kula Allah’tan hidayet dilemesi ve Allah’a itaat hususunda O’ndan yardım talep etmesi ilham edilmişse, Allah O’na yardım eder ve O’nu doğru yola iletir. Bu, onun dünya ve ahirette mutluluğa kavuşmasının bir nedeni olur. Ama kul yardımsız ve yüzüstü bırakılırsa, Allah’a ibadet etmez, O’ndan yardım istemez ve O’na tevekkül etmez. Böylece kendi halleri değiştirme becerisi ve gücüyle başbaşa bırakılır. Neticede Şeytan onun işlerini ele alır, onu dost edinir, yolunu tıkar. Bu yüzden dünya ve ahirette mutsuz olması kaçınılmaz olur. Varlık aleminde olup biten her şey Allah’ın ezeli ön tasarımı ve planlamasıyla (kaza ve kaderiyle) olur. Hiç kimse ve hiçbir şey takdir edilen kaderin dışına çıkamaz. Levhi mahfuzda kendisi için belirlenen sınırın dışına taşamaz. Ayrıca hiç kimsenin Allah’a karşı ileri sürebileceği bir bahanesi, bir gerekçesi, bir kanıtı da yoktur. Tam tersine: “Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.”[99] Allah’ın verdiği her nimet O’nun lütfunun ve tattırdığı her azap da adaletinin gösterge-sidir.
Kulun kadere iman etme gerekliliği
Kul, kadere iman etmeli, ama kaderi Allah’a karşı bir kanıt olarak kullanmaya yeltenmemelidir. Çünkü kadere iman etmek hidayete ermekse, kaderi, kötülükleri işlemenin gerekçesi olarak Allah’a karşı bir kanıt olarak kullanmak da sapıklıktır, azgınlıktır. Tam tersine, kadere iman kulu, sabırlı ve şükreden biri yapar. Musibetler karşısında sabretmesini, bolluk ve rahatlık karşısında da şükertmesini sağlar. Kadere iman eden kimse bir nimete kavuştuğunda bunun Allah katından olduğunu bilir ve Allah’a şükreder. Kavuştuğu bu nimetin, işlediği güzel bir fiil olması veya çalışmasıyla elde ettiği bir hayır olması bu bakımdan fark etmez. Çünkü güzellikleri işlemeyi kolaylaştıran, güzelliklere karşılık ödül verme lütfunda bulunan O’dur. Bunların tümünden dolayı hamd Allah’adır. Başına bir musibet gelse, kadere iman eden kişi, sabreder. Bu musibet, bir başkasının eliyle başına gelmiş olsa da. Çünkü bu başkasını başına musallat eden, onun fiillerini yaratan, bu olayın kulun başına gelmesini yazan Allah’tır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye.”[100] “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.”[101] Müfessirlere göre, burada, başına bir musibet geldiğinde, bunun, Allah katından olduğunu bilip rıza gösteren ve teslim olan kimse kastedilmiştir.
Kul, bir günah işlediği zaman, istiğfar etmek ve tevbe etmek durumundadır. Kaderi bir bahane ve gerekçe olarak ileri sürüp: “Benim ne günahım var! Bu günah ta ezelden benim için takdir edilmiş!” dememelidir. Aksine günahı işleyenin, günah işlediği için asi durumuna düşenin kendisi olduğunu bilmelidir. Bütün bunlar Allah’ın ezeli ön tasarımı (kaza), kaderi ve dilemesiyle olsalar da. Çünkü Allah’ın dilemesi, takdiri ve yaratması olmadan hiçbir şey olmaz. Ama haramı yiyen, hayasızlığı işleyen kuldur. Bu hareketleri gerçekleştiren O’dur. Bu hadiseleri o kesbeder. Kazandığı hayır kendi lehine ve işlediği şer de kendi aleyhinedir. Bunun ve başka şeylerin yaratıcısı ise yüce Allah’tır. Ve bunların gerisinde Allah’ın eksiksiz bir hikmeti, sonsuz kudreti ve her an yürürlükte olan etkin dilemesi vardır. “Sabret; şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir ve günahın için bağışlama dile.”[102] Kul, musibetler karşısında sabretmek, işlediği kusurlardan dolayı da mağfiret dilemekle yükümlüdür. Allah hayasızlığı emretmez, kullarının küfre sapmalarına razı olmaz, bozgunculuğu (fesadı) sevmez. O, her şeyin yaratıcısı, Rabbi ve sahibidir. O’nun istediği olur, istemediği asla olamaz. Allah’ın doğru yola ilettiği bir kimseyi saptıracak hiç kimse yoktur. O’nun saptırdığını da hiç kimse doğru yola iletemez. Kulun hayra ve şerre yönelik dilemesi mevcuttur. Çünkü kulun hayrı ve şerri dilediği görülmektedir. Kul, hayrı da şerri de işleme gücüne sahiptir. Öte yandan kul, hayrı da şerri de işlemektedir. İşte bütün bunların yaratıcısı, rabbi ve sahibi de Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı ve O’ndan başka rab yoktur. O’nun istediği olur, istemediği kesinlikle olmaz.
Kulun dilemesi Allah’ın dilemesine bağlıdır
Burada yüce Allah’ın iki türlü dilemesi olduğu ortaya çıkıyor. Biri kendi rabbani dilemesi, biri de kulun dilemesi. Aşağıdaki ayetlerde Allah, kulun dilemesinin, Allah’ın dilemesinin bir uzantısı, Allah’ın dilemesine tabi olduğunu açıklıyor: “Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen rabbine bir yol tutar. Sizler ancak rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”[103] “O, herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”[104] Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa, bu Allah’tan, derler; başlarına bir kötülük gelince, bu senden, derler. Hepsi Allah’tandır, de. Bu adamlara ne oluyor ku bir türlü laf anlamıyorlar. Sana gelen iyilik Allah’tandır, başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[105]
Bazı insanlar, bu ayetlerde geçen iyilikler ve kötülüklerle ibadetler ve günahların kastedildiğini sanarak gereksiz bir tartışmaya giriyorlar. Bir grup: Bunların tümü Allah’tandır, derken, bir başka grup: İyilikler Allah’tan ve kötülükler de kişinin nefsinden kaynaklanıyor, diyorlar. Elbette her iki grup da ayeti yanlış anlıyor. Çünkü bu ayette geçen iyilikler ve kötülüklerden maksat, nimetler ve musibetlerdir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi: “Belki dönerler diye onları iyiliklerle ve kötülüklerle sınadık.”[106] Bollukla ve zorlukla imtihan ettik, denedik.
Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayetin anlamı münafıklarla ilgilidir. Çünkü onlara, zafer, rızık ve sağlık gibi bir iyilik isabet ettiğinde: Bu, Allah’tandır, derlerdi. Başlarına bir darbe, hastalık veya düşman korkusu gibi bir musibet geldiğinde ise: “Ey Muhammed! Bu sendendir, bunun sebebi sensin.” diyorlardı. İnsanların bize düşman olmasına neden olan bu dini sen getirdin. Onun yüzünden bunca felaket başımıza geliyor. Yüce Allah bunlara cevap olarak şöyle buyuruyor: “Bu adamlara ne oluyor ku bir türlü laf anlamıyorlar.”[107] Sen, onlara marufu emretmekten ve münkeri nehyetmekten başka bir şey yapmadın. Eğer sana: Zafer, sağlık ve rızık gibi bir nimet isabet ederse, bu, Allah’tandır. O, Allah’ın sana bahşettiği bir nimettir. Şayet başına, yoksulluk, zillet, korku ve hastalık gibi bir musibet de gelirse, seni nefsinden, günahlarından ve hatalarındandır. Nitekim yüce Allah bu hususa değişik yerlerde şöyle işaret etmiştir: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”[108] “İki katını düşmanlarınızın başına getirdiğiniz bir musibet kendi başınıza geldiği için mi? Bu nasıl oluyor?, dediniz. De ki: O, kendi kusurunuzdandır.”[109] “Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür!”[110]
Dolayısıyla, insana günahlarından ve hatalarından ötürü bir musibet isabet ederse, nefsine bu haksızlığı yapan yine kendisidir. Tevbe edip mağfiret dilerse, Allah, ona her kederden bir çıkış yolu, her darlıktan bir kurtuluş penceresi açar. Ummadığı yerden onu rızıklandırır. Günah işlemek zehir yemeye benzer. Bir kimse zehir yediğinde ya hastalanır veya ölür. Hastalanan, acı duyan, azab çeken ve ölen kendisidir. Bunların tümünün yaratıcısı da Allah’tır. O kişi zehir yediğinden dolayı hastalanır. Zehir yemekle nefsine zulmeden kendisidir. Eğer faydalı bir ilaç ve panzehir içerse, Allah onu sağlığına kavuşturur. O halde günah işlemek zehir içmek; faydalı bir ilaç içmek de işe yarar bir tevbeyle pişmanlık duymak gibidir.
O halde kul, her durumda Allah’a muhtaçtır. Allah fazlı ve rahmetiyle ona tevbe etmeyi ilham eder. Kul tevbe edip Allah’a dönünce, Allah da onun tevbesini kabul edip ona yönelir. Kul Allah’tan bir şey isteyip O’na dua edince Allah duasını kabul eder. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Kullarım beni sana sorarlarsa, bilsinler ki, ben yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim. Öyleyse bana icabet etsinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.”[111]
Hayır ve şer hususunda hiçbir iradeye sahip olmadığını söyleyen kimse yalan söylüyor. Allah’ın dilemesi olmadan hayır ve şer dilediğini söyleyen kimse de yalan söylüyor. Aksine, insanın kendi serbest seçimiyle işlediği her hayır ve şerle ilgili bir iradesi vardır. Ama bütün bunlar, Allah’ın dilemesi ve kudretiyle olur. Öyleyse buna da şuna da inanmak gerekir. Emir ve yasaklara, ilâhî vaad ve tehditlere inanmak, hayrı ve şerriyle kadere iman etmek, kul’a isabet edenin ondan şaşmayacağına, ondan şaşanın da ona isabet etmeyeceğine kanaat getirmek buna bağlıdır.
İşlediği günahlara kaderi bir kanıt olarak ortaya süren kişinin bu kanıtı çürüktür. Kaderin arkasına sığınıp onunla kendini mazur gösteren kimsenin bu mazereti makbul değildir. Bunlar sapıktırlar. Nitekim bir alim şöyle demiştir: “Sen, ibadet etmek gerektiğinde kaderci, günah işleme hususunda da Cebriyecisin. (Kaderimde yoktur diye ibadet etmiyorsun. Kader beni zorluyor diye günah işliyorsun) Hangi yol heva ve hevesine uyuyorsa onu izliyorsun.” Bu gibi insanlar, bir zalimin zulmüne uğradıklarında, hatta sıradan bir insan onlara istemedikleri bir şey yaptığında, karşılaştıkları şey hak dahi olsa, kaderde vardır diyerek o insanı mazur görmeye yanaşmazlar. Bilakis, hak veya batıl mutlaka bir karşılık verirler. Oysa eğer kader kendileri için bir gerekçe, bir kanıt oluyorsa, bunlar için de olmalıdır. Eğer bunlara olmuyorsa, kendileri için de kanıt olmamalıdır. Bunlar hevalarına uygun ve yaratıcılarına isyan niteliğini taşıyan davranışlar bağlamında kadere kanıt diye sarılırlarken, insanların kendilerini inciten ve zulüm niteliğini taşıyan hareketleri söz konusu olduğunda ise, kaderi akıllarına dahi getirmezler.
Mü’min ise, bu bağlamda tam aksi bir tutum içindedir. İnsanlardan incitici bir hareket görünce, kadere bakar, sevabını Allah’tan umarak sabreder. Bir kötülük işlediğinde ise, tevbe eder, mağfiret diler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sabret; şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Günahın için bağışlama dile.”[112] Mü’min insan, musibetler karşısında sabreder; günahlardan ve kusurlardan dolayı da mağfiret diler. Münafık ise, aksi bir tutum sergiler. İşlediği günahtan dolayı bağışlama dileyeceğine, kaderi bahane eder. Başına gelen musibetler karşısında da sabretmez. Bu yüzden dünya ve ahirette mutsuz olur. Mü’min ise, hem dünyada hem de ahirette mutludur. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
HAYIR, ŞER, TEKVİNÎ KADER, ŞER’İ EMİR
Ebu’l Abbas b. Teymiye’ye, hayır, şer, tekvinî kader ve şer’i emir ve nehiy hakkında soruldu.
Şöyle cevap verdi:
Allah’a hamd olsun. Biliniz ki, Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. O’ndan başka Rab, O’ndan ayrı bir yaratıcı yotur. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun her şeye gücü yeter. Herşeyi bilir. Kul, Allah’a itaat etmekle, Allah’ın elçisine itaat etmekle yükümlüdür. Allah’a ve elçisine karşı gelmesi yasaklanmıştır. Eğer itaat ederse, bu, Allah’ın ona bahşettiği bir nimettir. Allah’ın lütfü ve rahmetiyle ecrini ve sevabını alır. Karşı gelirse yergiyi ve cezayı hakkeder. Allah’ın ona karşı kesin, eksiksiz delili vardır; ama hiç kimsenin Allah’a karşı ileri sürebileceği bir delili yoktur. Bütün bunlar Allah’ın ezeli ön tasarımı, takdiri, dilemesi ve kudretiyle olur. Öte yandan Allah itaat edilmesini sever ve bunu emreder. İtaat ehlini itaatlerinden dolayı ödüllendirir ve onlara ikramda bulunur. Günah ve masiyete buğzeder ve bunu yasaklar. Günah ve masiyet ehlini yaptıklarından dolayı cezalandırır, alçak düşürür.
Kulun karşısına çıkan her nimeti Allah ona bahşetmiştir. Kulun başına gelen her kötülüğün menşei de işlediği günahlar ve masiyetlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinzle işledikleriniz yüzündendir.”[113] “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsin-dendir.”[114] Sana isabet eden bir bereket, zafer ve hidayet, Allah tarafından sana bahşedilmiş bir nimettir. Başına gelen kuraklık, zillet ve kötülük de senin günahlarından ve hatalarından kaynaklanır. Her oluşum, Allah’ın dilemesi, kudreti ve yaratmasıyla gerçekleşir. Bu yüzden kulun, Allah’ın ezeli ön tasarımına ve planlamasına (kader) iman etmesi gerektiği gibi, Allah’ın şeriatına ve emirlerine de inanması bir zorunluluktur.
Dolayısıyla bir kimse salt kader gerçekliğini göz önünde bulundurur, ilâhî emir ve yasakları, vaad ve tehditleri gözardı ederse müşriklere benzemiş olur. Emir ve yasakları dikkate alırken kaza ve kaderi yalanlayan ise mecusilere benzer. Ama her ikisine de inanan, bir iyilik yaptığında Allah’a hamd eden, bir kötülük işlediğinde ise, Allah’tan bağışlama dileyen, bunların tümünün Allah’ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilen kimse de mü’mindir.
Çünkü Adem (a.s.) günah işlediğinde derhal tevbe etti. Rabbi de onu seçti ve ona doğruyu gösterdi. İblis ise, işlediği günahta ısrarcı oldu ve kaderi bir bahane, bir kanıt olarak ileri sürdü. Bu yüzden Allah onu lanetledi ve dergahından uzaklaştırdı. Dolayısıyla günahtan pişmanlık duyup tevbe eden kimse Ademcidir. Günahta ısrar edip işlediği günahın gerekçesi olarak kaderi ileri süren kimse de İblisçidir. O halde mutlu olanlar ataları Adem’e uyarken, mutsuz bedbahtlar da düşmanları olan İblis’e uyarlar.
Ulu Allah’tan bizi dosdoğru yola, iletmesini diliyoruz. Nimet verdiği peygamberlerin, doğruların, şehidlerin ve salihlerin dosdoğru yoluna... Allah herkesten daha iyi bilir.
“NEFİSLERİMİZİN ALLAH’IN OLMASI” SÖZÜ
Şeyh -Allah rahmet etsin- şöyle dedi:
Sahih kaynaklarda Ali (a.s.) hakkında şu hadis yer alır: Ali (r) ve Fatıma (r) uyudukları sırada Resulullah (s.a.v.) kapılarını çalar ve: “Namaz kılmayacak mısınız?” diye seslenir. Ali (r) şu karşılığı verir: “Ya Resulallah! Nefislerimiz Allah’ın elindedir. İsterse tutar, isterse salıverir.” Resulullah (s.a.v.) elini dizine vurarak geri döner, bir yandan da şu ayeti okur: “Tartışmaya en çok düşkün varlık insandır.”[115] Bu hadis, emre kaderle karşı koyanların aleyhine bir nasstır. Çünkü Ali’nin (r): “Nefislerimiz Allah’ın elindedir...” diye başlayan sözü, emri yerine getirmeyi terk etme hususunda kadere yapışmanın bir ifadesi niteliğindedir. Aslında bu söz, özü itibariyle doğrudur; ancak emre karşı çıkmak anlamında kullanılacak bir argüman olmaya elverişli değildir. Bilakis emre karşı çıkarken bunu kullanmak yerilen tartışmanın, demogoji yapmanın kapsamına girer. “Tartışmaya en çok düşkün varlık insandır.”[116] ayeti de buna işaret ediyor. Bunlar, Kaderiyeci grupların bir kolunu oluştururlar. Allah başka bir yerde de onları batıla dayanan tartışmacılar olarak nitelendirir.
KADER HAKKINDA BİR SUAL ve CEVABI
Ehl-i Kitap bilginlerinden birinin kaderle ilgili sorusu:
Ey din alimleri! Dininizin bir zımmisi
Şaşkına döndü; en açık kanıtla yol gösterin ona.
Söylediğiniz gibi Rabbim küfrüme hükmetmişse,
ve benim küfrümden de razı değilse, nasıl çıkarım işin içinden.
Beni çağırıyor; ama kapıyı yüzüme kapatıyor. Var mı
girmemin bir yolu! Açıklayın meselemi.
Önce sapıklığıma hükmediyor, sonra da ‘kadere razı ol’ diyor
Razı olmam beni bedbaht kılan şeye.
Eğer takdir edilene, ey kavim, razı olursam
Rabbim, benim uğursuz musibetlerimden razı olmaz.
Efendimin razı olmadığı bir şeye rıza gösterebilir miyim?
Şaşırdım; bu şaşkınlıktan nasıl kurtulacağımı gösterin.
Rabbim irade olarak benden küfür dilemişse
Şimdi ben iradesine tabi olmakla asi mi oluyorum?!
O’nun hükmüne muhalefet etme serbestisine sahip miyim?
Allah için, beni hapseden bağımı çözün...
Şeyhul İslâm eş-Şeyh, el-İmam Allame Ahmed b. Teymiye irtica-len ona şu cevabı verdi:
Alemlerin Rabbı olan Allah’a hamd olsun.
Senin sorun, a adam, bir inatçının sorusudur.
Arşın Rabbine, bütün varlıkların yaratıcısına hasım kesilen.
Bu soruyla mele-i a’la’da karşı çıkıldı
Önceden, felaketin aslı İblis sormuştu.
Her şeye egemen Allah’a hasım kesilen,
Döner başaşağı diplerin dibi bir çukura.
Ahiret günü Allah hasımlarını çağırır
Ateşe, kaderci güruhunun topunu...
İster olumsuzlayın, ister karşı çıkmak için çırpının
Onunla Allah’a. Ya da onunla şeriatı etkisiz kılmaya çabalayın.
Her gruptan insanların sapıklıklarının temeli
bir illetten hareketle ilahın fiili hakkında tartışmaktır.
Çünkü bu fiilin bir hikmetinin olduğunu anlamazlar.
Böylece bir tür cahiliye üzere yollarına devam ederler.
Çünkü bütün varlıkların fiilini gerektiren
Mahlukatın rabbinin, varlıkların yaratıcısının dilemesidir.
Mahlukatın ilahının zatı vaciptir ve dahi
vacip ve kadim sıfatları vardır.
Dilemesi bilgisiyle beraberdir ve kudret
zatının ayrılmazlarıdır, hükmü hükmeden Allah’ın.
Var ettiklerinden dilediğini varetmesinin
gerisinde bir hikmet ve türlü rahmetler vardır.
Dilemeyle olur, dediğimizde olmayız
O’nun dosdoğru ayetlerini inkâr edenlerden.
Doğrusu şudur: Hüküm ancak Allah’ındır
Yaratma ve şeriatın içerdiği emir O’nundur.
Her durumda övgüyü hakkeden hükümdardır.
Ortağı olup mülkünü eksiltmeksizin mülk O’nundur.
Mevlamız ilah ne dilerse, o, kesinlikle
olur; dilemediğinin olmasının da bir yolu yoktur.
Kudretinde eksilme olmaz ve hükmü de
her şeyi kapsar, bir meselede hükmünün
sınırlandırılması olmaz.
Bununla demek istiyorum ki, bütün hadiseler
O’nun kudretiyle oldular ve sırf dilemesiyle.
Malikimiz Allah dilemiş olduğu her şeyde
hamdı hakkeder, bir hamd ki, her türlü övgünün üstünde.
Çünkü mahlûkat içine sirayet etmiş O’nun rahmeti
Her hikmet sahibi aklın ötesinde vardır bir hikmeti
Görünce akılları şaşkına çevirir nice olaylar
O’nun üstün hikmetindendir ve hepsi de olağanüstüdür.
İnanıyoruz ki Allah, kudretiyle azizdir
Yaratmasıyla ve iradesinin hükmünü uygulamasıyla...
Bunların tümünü ilahımız için olumlarız
Bunların tümünün ötesinde bir hikmet olduğunu söyleriz.
Bu öyle bir makamdır ki, ilk kuşaklardan nicesi aciz kaldılar.
Olumsuzladılar ve şaşkınlığa geri döndüler.
Bunun içerdiği gerçeği görmek gizliliklerinin
açılmasına bağlıdır.
Gerçeklikteki gerçeğin ta kendisini gerçekleştirmeye bağlıdır.
Bu denize dalanların en nihai hedefi budur.
Bu kasideyi dizmeyi amaçlayanın aşması gereken zorluktur.
Bir muhakkikin açıklamasına ihtiyacı vardır.
Kerem sahibi mevlamızın sıfatlarını...
Güzel isimlerini, dininin hükümlerini
Mahlukat içindeki fiillerini.
Allah’a hamdolsun, bunların tümü açıklanmıştır
O’nun mahlûkata ilham etmesi de en büyük nimetidir.
Bu hususta gereken söylenmiş ve kitabında yazmıştır.
Hasta nefislere şifa olacak şeylerin beyanı...
Senin “niçin diledi?” demen, şunun sorusuna benzer;
Niçin ezelde oldu? diyenin.
Bu, aklın batıl saydığı bir sorudur
Şeriatın tümünde de haram kabul edilmiştir.
Evrende birçok varlık özel kılınmıştır ki, bu da gösterir
akıl sahiplerine, bunların bir iradeyle olduklarını
Birbiri ardınca sadır oluşları
bir an için şaşkınlığa yol versek dahi
Her müsebbebin bağlanmasında kuşku olmaz
öncesindeki gerektirci bir sebebe.
Bilakis, sebeplerin özelliği, gördüğün gibi sebep olmalarıdır.
Salt iradeden kaynaklanan bir hükümden sadır olmalarıdır.
İlah niçin diledi? demen, o dur ki,
halkın aklını çukurun dibine düşürür.
Çünkü mecusiler, bir yaratana inanırlar
İyiliği... Bir de kötülüğün rabbine...
Sırrın illetine ilişkin soruları, düşürdü
Önceki kuşaklarını ikileme (iki tanrıya inanma) kuşkusuna.
İlk mülhid felsefeciler de
bir illete ilişkin kadim fiile inanırlar.
Yokluğundan sonra varlık için bir illet aradılar
bulamayınca da sapıklığı tercih ettiler.
Her ümmetteki şerrin başlangıcı
nebevi bir dine sahip kimselerin
Bu meselelere dalmalarıdır. Ki sonunda şirke düştüler
Ancak açıklamaların dersleri bir dönem sonra geldiler.
Sana bir çelişki olarak yeter, şu sorduğun
mazeretin bütün fıtratça reddedilir olması.
Sen ki incitenlerin tümünü ayıplarsın
seni ve her türlü kötülükle suçlarsın.
Seni dost edinene en berrak dostluğunu sunarsın
Her gruptan sana düşman olana da kin beslersin.
Oysa onların her söz ve fiildeki durumları
Senin durumuna benzer; en geçerli kanıtı ileri sürmekte yani
Diyelim ki bütün kâfirleri kınamaktan vazgeçtin,
her türlü kanıtın dışına çıkan sapık azgını.
Bu bütün zalimleri görmemezlikten gelmeni gerektirir
İnsanların canlarına, mallarına ve namuslarına gözkoyan.
Bir gün olsun, bir kan dökücüye kızamazsın
İhtiyaç sahibi birinin malını çalan hırsıza
Korunması gereken bir ırza dil uzatana
fuhuş yoluyla bir namusa tecavüz edene
İnsanların yolunu kesene
Yeryüzünün her tarafında bozgunculuk çıkarana
Yalan ve iftira yoluyla yalancı şahitlik edene
Namuslu kadınlara zina suçlamasında bulunana.
Tasarlayarak ekini ve nesli helâk edene
Rüşvetle insanlara hükmeden hakime...
Ayrıca hiçbir bozguncu aleyhinde konuşmaman gerekir
Hiçbir suçluyu da cezalandıramazsın.
O zaman planlayarak yalancıların yolunu açman gerekir
Rablerine karşı yalan uydurup iftira atanların
Kendilerine gelenleri saptırmaya niyetlenmiş olsalar da
İnsan türünü ifsad edip riyasete kurulmak için.
Öyleyse, azdığında mel’un firavunu savunman lazım
İlâhî gazabın intikamıyla suda boğulan
Rabbine ortak koşan her kâfiri
Ya da peygamberliği inkâr eden azgını
Ad, Semud ve Salih kavmi gibi
Nuh kavmi ve Eyke halkı gibi
Musa’ya düşman kesil ve gelen diğer
Peygamberlere, ki şeriatı ihya etmek için geldiler
Sapan insanlıkla mücadele ettikleri için
En ağır cezaya nail olan günahkâr insanlarla.
Yoksa bütün mahlûkat, her telafuz edilen sözde,
göz açıp kapamada ve kıl kıpırdanışında
El tutuşunda ya da adım atışta
Her harekette ve hatta her duruşta
İlahın takdirinin hükmü altındadır ve hikmetinin
Tıpkı O’na karşı bir hüccet ileri sürdüğün şu anda olduğun gibi.
Diyelim ki her failden kınamayı kaldırdın
Kötü iş yapan sırf bu kıyası bozmak için.
Kaldırmak mümkün müdür kınamayı, bütün
İnsanlardan, işlenen her çirkinlikte?
Öteden beri uygulanan cezaları terkedebilir misin?
Halk arasında adalet uygulamasını?
Bir nefsi veya malı tazmin etmeyebilir misin?
Saldırgana misliyle ceza vermeyebilir misin?
İnsanların aklında veya doğasında var mı?
Kötü söze eğilim? Aksi çaremiz mi var?
Seni çürüten en büyük delil, Ademoğullarının bedeninin
çocuğuyla, delisiyle ve bütün hayvanların
Hiçbir ön telkin olmaksızın acı duymasıdır
ve Allah’ın dilediğinde en büyük hikmet vardır.
Bunda Allah’ın hikmeti olduğuna göre, ne
sanılır, fiili yaratıp sonra ceza vermenin gerisinde?
Nasıl olmasın ki? Doğan çocuğun acı görmesi de budur
Bir fiilden. Kulun doğası gereği yaptığı fiilden?
Zehir içenin, bu hareketinin ölmesini gerektirmesi gibi.
Her şey varlığın rabbinin takdiriyledir.
Senin küfrün de ey falan! İçtiğin bir zehir gibidir.
Ateşle azap görmek de, bir yudum tasa gibidir.
Şu dünyada suç işleyenin, görmedin mi
Cezalandırıldığını; ya bir hükümle ya da bir şeriatla?
Suç işleyen, yaratıcının takdirini mazeret gösteremez
Aynı şekilde ahirette de. Farklı bir durum olmayacaktır.
Rabbin günahı yaratmayı takdir etmesi, gerektirir
Tevbe edilmezse, günahın cezalandırılmasını.
Tevbe cinsinden olan şeyler ortadan kaldırır
Kulların kötü fillerinin sonuçlarını.
Günahları silen bir hayır gibi. Bir davet gibi
ki suçlunun kabul ettiği. Bazen de bir şefaat.
Kötülük taraftarının bana takdir edildi, demesi,
Kurdun, bu benim tabiatımdır, demesine benzer.
Kurt için bir fiil takdir edilmiş olması, intikamı gerektirir.
Allah’ın her eşyanın gerisinde bir illet takdir etmesi gibi.
Kınanmışın özrü ona fayda verir mi
bu tabiata sahibim diye? Yoksa bu bir sürçme mi denir?
Yoksa yerilip azap mı verilir? Sıkı bir azap o kimseye
doğasında iğrenç kötülük olan kimseye?
Sana verilmesini umuyorsan şayet seni
Büyük ilahın ateşinden kurtaracak olanı
İşte mahlûkatın yaratıcısı! O’na yalvar
Seni hakikat tarafına iletmesini iste.
Nefsin dizginlerini hakka teslim et! Dinle!
Dosdoğru düşünceden yüz çevirme.
Açığa çıkan bir gerçeği asla terketme.
En doğru şeriata davet edene de isyan etme.
Bırak, mesnetsiz geleneklerle bezenmiş dini, uyma ona.
Gazaba uğramış ümmetin yolundan dön.
Haktan sapanın ardısıra gitmeyin
Halkın uyduğu dini, adalet terazisiyle ölçün.
O zaman hidayete götüren ibadetler belirir
Hanif dini getirenin müjdelediği
İbrahim’in milleti ki, imamımızdır
Mahlukatın en hayırlısı Resulullah’ın dini.
Rahman kabul etmez, ondan başka dini, ki,
Soylu Resuller getirmişlerdir.
O toplayıcı ve sonuncu Resul geldi
Genel risaletinde bütün hayırları toplayan
Kulların Rabbinden haber verdi, kimin
Yarın ahirette en kötü hüsrana uğrayacağını
Bunlar kulların şaşkın birine sunacakları kanıtlardır.
Hidayeti ise Rabbin fiilinin kapsamına girer.
Hidayetten yoksunluk öte dünyada fayda vermez, ona
ki dün ondan çevirmişti. Bilakis kanıta gerek olmadan
ceza görür.
Rabbinin takdirini kanıt olarak ileri sürenin bu kanıtı
sadece azabını arttırır. Tıpkı hastalığı kanıt saymak gibi.
Fakat kazaya rıza göstermemize, gelince, sadece
bize musibetlere rıza göstermemiz emredilmiştir.
Sakatlık, hastalık, yenilgi ve gurbet gibi
Suçsuz yere çekilen acılar gibi.
Bize çirkin görünen fillere gelince
iradeden dolayı, azabı gerektiren bir şeye rıza olmaz.
İlim sahibi bir grup demiş ki: Rıza olmaz
Büyük günahların, masiyetlerin işlenmesine.
Bir başka grup demiş ki: Allah’ın kazasına razı oluruz
Ama, en çirkin haslet olarak takdir edilene razı olmayız.
Bir grup demiş ki: Razı oluruz izafe edilene
Rabbe; ama bizde olanı öfkeyle karşılarız.
Nitekim yaratma Rabbindir ve bu
yaratılandır ki, hedefe yönelik fiil gibi değildir.
Şu halde, Allah’ın yarattığı olması açısından razı oluruz
Ama hata işlemesi açısından ona öfke duyarız.
Kul, günahı terk etmekle mükelleftir
Çünkü mevla emretmiştir, O’nun dilemesiyle olsa da.
Mahlukatın ilahının sözü haktır
ki kullar cehenneme ve cennete girerler.
Bu dünyada böyle oldukları gibi
Hatta hayvanlar da acılar ve nimetler açısından böyledir.
O’nun yüksek hikmeti gerektirmiştir, gereken
farkları, bilgisiyle ve rahmetiyle sonra pekiştirmiştir.
Sevkeder azab görecekleri, bir sebepten ötürü
ki takdir etmiştir, izzetiyle azaba doğru.
Nimet görecekleri de nimetlerine doğru
Umut ve korku arasında işledikleri doğru amelleriyle
Mahlukatın ilahı emretmiş ve açıklamıştır
nimet görecekleri mutluluğa sevkedeni
Mutluluk ehli olan izler
emirlerini ve kolaylıkla işler
Bedbahtlık ehli olan nail olmaz
Emir ve yasağa uymaya, bedbahtlık takdir edildiği için
Kulun, kendisi için takdir edilenin dışına çıkması olmaz.
Ama iyilik ve kötülükten birini seçmekle serbesttir.
Mecbur ve iradesiz değildir
Bilakis, iradenin yaratılmasıyla dileyendir.
Eşyanın en şaşırtıcısı dilemenin yaratılmasıdır
Kullar onunla hidayeti veya dalaleti seçerler.
Hikmetin terkini mi seçti? demen
Dilemenin terkini mi seçti? demen gibidir.
Sapıklık fiilinin seçilmemesini seçti
Eğer bu terki çiğnediysen, tevbeyle kurtulursun
Bu mümkündür; ama bağlıdır
Dileme sahibi Allah’ın dilemesine.
Dikkat et! Anla! Sana verdiğim cevabın
İçerdiği anlamları, eğer doğal bir anlayışa sahipsen!
Bir temele işaret ettim ki, hidayeti gösterir
Mahlukatın Rabbi Allah en mükemmel methi hakkeder.
Ulular ulusu mahlûkatın ilahı esenlik versin
Mahlukatın hayırlısı, seçilmiş Mustafa’ya.
[1] Fatır, 28
[2] Araf, 33
[3] İbn-i Mace, Mukaddime, 10 , 65 ; Ahmed, 4 /408
[4] Ahmed, 6 /4 ; Taberani, el-Kebir 20 /253 ; el-Hakim, Müstedrek 2 /289
[5] Buhari, Kader, 30 ; Müslim, Kader 22 , 23 , 24
[6] Müslim, el-Cenneh, 63 Ahmed, 4 /162
[7] Araf, 172
[8] Alak, 1 -5
[9] Rahman, 1 -4
[10] A’la, 1 -3
[11] Beled, 10
[12] A’la, 13
[13] Müslim, Zikir, 73 ; Nesai, İsti’aze, 13 -65 ; Ahmed, 4 /374 -6 /209
[14] Necm, 55
[15] Rahman, 26
[16] Rahman, 44
[17] Necm, 55
[18] Necm, 39
[19] Necm, 36 -38
[20] Necm, 39
[21] Rahman, 14 -16
[22] Necm, 56
[23] Yusuf, 111
[24] Kaf, 8
[25] Bakara, 216
[26] Hud, 9 -11
[27] Yunus, 85
[28] Furkan, 74
[29] Al-i İmran, 18
[30] Mü’min, 14
[31] Fatiha, 2
[32] Müslim, es-Salah, 205
[33] Sad, 84
[34] Fussilet, 46
[35] Hud, 101
[36] Bu kısım orijinal metinde yoktur.
[37] Bakara, 30
[38] Mearic, 19 -21
[39] Enbiya, 37
[40] Müslim, Zühd, 64 ; Ahmed, 4 /332 -333
[41] Tirmizi: el-Fiten, 7 ; Ahmed, 1 /18 -26
[42] Kenz-ul Ummal, 10188
[43] Nisa, 79
[44] Fatiha, 6 -7
[45] Fussilet, 43
[46] Zariyat, 52
[47] Bakara, 118
[48] Tevbe, 30
[49] Buhari, el-İ’tisam, 14 ; Müslim, İlim, 6
[50] Buhari, el-İ’tisam, 13 ; İbnu Mace, Fiten, 17
[51] A’raf, 38
[52] Ahmed, 5 /218 -340
[53] Furkan, 43
[54] Beyyine, 4
[55] Şura, 14
[56] Kasas, 4
[57] Kasas, 83
[58] Enbiya, 25
[59] Zuhruf, 45
[60] Enbiya, 92
[61] Mü’minun, 51 -52
[62] Zuhruf, 23
[63] Buhari, Enbiya, Müslim, Fedail, 145
[64] Şura, 13
[65] Fatiha, 5
[66] Bakara, 264 -265
[67] İsra, 63 -65
[68] Nahl, 99 -100
[69] Araf, 201 -202
[70] Yusuf, 24
[71] Kehf, 33
[72] Saf, 5
[73] Leyl, 8 -10
[74] Kehf, 33
[75] Bakara, 105
[76] En’am, 110
[77] En’am, 109
[78] Nahl, 53
[79] Casiye, 13
[80] Ankebut, 8
[81] Lokman, 15
[82] Nisa, 79
[83] Nur, 26
[84] İbrahim, 24 -26
[85] Fatır, 10
[86] Buhari, er-Rikak, 48 ; Ahmed 3 /13 , 57
[87] Nisa, 123
[88] Zilzal, 7 -8
[89] Buhari, Tefsir, 11 . Sure, 2 ; Müslim, Zekât 36 İbnu Mace, Mukaddime, 13 ; Ahmed, 2 /313 -500
[90] Varlığın birliği-Tanrı eşya birliği
[91] Bakara, 101 -103
[92] Buhari, el-İ’tisam, 14 ; Müslim, İlim, 6
[93] Nisa, 51 -52
[94] Bakara, 101 -102
[95] Şuara, 23 -24
[96] Taha, 49 -50
[97] Araf, 28
[98] Zümer, 7
[99] En’am, 149
[100] Hadid, 22 -23
[101] Teğabun, 11
[102] Mü’min, 55
[103] İnsan, 29 -30
[104] Tekvir, 27 -29
[105] Nisa, 78 -79
[106] Araf, 168
[107] Nisa, 78
[108] Şura, 30
[109] Al-i İmran, 165
[110] Şura, 48
[111] Bakara, 186
[112] Mü’min, 55
[113] Şura, 30
[114] Nisa, 79
[115] Kehf, 54 Buhari, Tefsir, 18 , sure, 1 ; Teheccüd, 5 ; Müslim, Salat-ul musafirin, 206 ; Ahmed, 1 /112
[116] Kehf: 54