MEZAR NOTLARI
Bir
Mezar bir tarihtir. Mezar bir kitaptır. Mezar bir ibret levhasıdır. Yeter ki insan gönlünün gözüyle bakabilsin, ruhuyla İdrak edebilsin kabirleri. Mezar terbiye ocağıdır. Mezar muhasebe mekanıdır. Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli kararların alınabileceği, ince duyguların Kuran ve sünnet ile değerlendirileceği berrak yerlerdir. Anlamını ve yaşama gayesini yitiren kentlerin ve insanların yanında, en diri, en canlı, en anlamlı şehirlerdir mezarlar.
Mezarlar diridir, mezarlar canlıdır..
Özünden ve özümüzden bakınca mezarlara, susarak anlatımın en kemal noktasını görürüz. Hele siz bir gidin oraya ve tanış olmaya çalışın oradakilerle ve bir bir dinleyin özgeçmişlerini. Ağaçları sizlere nasihat eder, taşlan bile konuşur mezarların. Eğilin, eğilin de ruhunuzun haskulağıyla bir dinleyin gelen sesleri. Her kulak öze 'yakınlığı nisbetince birşeyler duyacaktır orada.
Bakmasını bilen gözler, işitmesini bilen kulaklar, neler görmez ki, neler işitmez ki mezarlarda..
Şimdi Ada: 2 Parsel: 1008 de bulunan 1280 nolu kabrin başındayız. Namık oğlu, Hatice eşi, Hasan Şenol. Doğum: 1938 Ölüm: 1984.
Herhalde yakında ziyaretçisi gelmiş, üzerine konan çiçekler henüz kurumamış, Kabrin başucunda iki adet buruşmuş, burun veya gözyaşı silinmiş kağıt mendiller. Kimbilir hangi duyguların anlatımını yansıtıyor?.
Kabrin üzerine şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış. Siparişleri verilmiş, yakında mermerlenecekmiş. Mezann mermerleneceğini, bembeyaz mermerlerle kaplatılacağım ben duymuştum ama acaba kendisi de biliyor muydu?
Mezarın mermerle kaplatılacağım bilse sevinir miydi? Mermersiz mezarlara bakarak, kendisine yapılan mermerli mezarla gururlanır mıydı?
Kendisine haber vereyim düşüncesiyle.,
“Mezarın mermerle kaplatılacakmış!.” diye fısıldadım.
Git işine be adam, bana ne mermerden! haykırışı, sanki iç dünyamda yankılandı.
Doğru söylüyordu, mermerden ona neydi? Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış ona ne faydası vardı? Peki bu mezarlan mermerlerle kaplataniar, bunu kimin için yapıyorlardı?
Sorumdaki saflığıma kendim de gülümsedim. Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil miydi?
“Elalem ne der?” endişesiyle kendi itibarlan, kendi şanları, kendi şereflen için yaptırmıyorlar mıydı?
Bunlar hem toprağın üstünden ve hem de toprağın altından gafii insanlar değil miydi?
Şimdilik sade bir görünümde olan kabire tekrar baktim. İzmir'in Bayındır kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenoi, ailesiyle birlikte kendisi sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş. Ortaokul mezunu olan meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp, 1963 yılında evlenmiş. Bu evlilikten biri kız diğeri erkek iki çocuğu olmuş. Kürtaj silahıyla kaç çocuğunu, hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü ise siz sormayın. Çünkü bildiğiniz gibi bunu Rabbimiz soracak..
Bir yolsuzluk iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu mahallede bir kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş. Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp, onlarla çeşitli mevzularda konuşan Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu konumda kendisini haklı görüp, haklı çıkaran bir mizaca ve yeteneğe sahip.
Kahvehanede kumar oynatıp, içki içirmesine rağmen müslümanhğına toz kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi. Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı müslüman tipli insanlara.
“Emekli olduktan sonra bu işlere tevbe edip namaza başlayacağım” derdi.
Ancak ne olduysa, 1984'ün nisan ayının ilk haftasının cumartesi akşamı oldu. Eski bir dostuyla, kahvede masanın kenarında içki içmeyteyken, hesap yüzünden çıkan bir tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı.
Hastaneye kanlar içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor, yaşantısının muhasebesini yaparken haklı bir telaşa kapılıyordu.
Şimdi ölmenin sırası mıydı!.
Daha tevbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı.
Bu halde, üstelik içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna çıkacaktı?
Kızı aklına geldi. “Keşke manken olmasına izin vermeseydim” diye geçirdi içinden. Sahi ya! Manken olmasına, orasını, burasını açmasına, elalemin erkeklerine teşhir etmesine neden izin vermişti ki? Dilinin ucuna gelen “Ulan sen pezevenk misin?” ifadesini, köpek dişleriyle ısırıp, azı dişleriyle öğütmek istedi, Oğlu aklına gelince, sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti. Sövdü, küfretti.. Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha, bir daha küfretti..
Tekrar kendine döndü. Ölmemeliydi, ne yapıp edip ölmemeliydi. “Kurtulursam İlk işim namaza başlamak” diye geçirdi içinden. Namaza başlamak için bu dört sene süreyi de nereden çıkarmışkı ki?
İnsan bu!. Dört sene yaşayacağı ne malum?
Ya hemen ölürse!
Ya hemen ölürsem!
Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı kokuyor..
Başını tutan adamın sesini duydu.
“Birader hızlı sür, adam ölecek. Çok kan kaybediyor.”
“Kim ölecek? Ben mi? Ben mi öleceğim? Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım. Çünkü ben tevbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım, çünkü ben hıkk.. Ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim.. İçkili halde hiç ölünür mü?”
“Keşke içmeseydim, keşke tevbe etseydim, keşke namaz kılsaydım, keşke...”
Kardeşim' hızlı gitmene gerek yok, öldü adamcağız!.
Bu özgeçmiş ile Hasan Şenol'un kabrine tekrar bakıyoruz. Ve “Keşke” haykırışlarının aynı dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığım duyuyoruz.
Keşke.. .
Keşke....
Keşke.......
İki
Gece lambası da dahil tüm ışıkları söndürdüm. Yatağa uzandım. Gecenin tam ortasıydı, henüz hiçbir horoz sesi duymamıştım. Son günlerde horozlar önceki geceler gibi erken vakitlerde ötmüyor.
Hava ılıktı, üstüme ince bir çarşafı örttüm. Odam karanlıktı, benden başka evdekilerin hepsi uykudaydı. Sessizliği dinlemeye başladım. Yarınımı düşündüm, mezara gidecektim, hazırlanmalıydım.
Kendimi bir kabrin içine koydum. Çarşafa Öyle doladım ki vücudumu, adeta kendimin kefeni yaptım. Gönlümden, Rabbimden başka herşeyi, Rabbimin rızasından gayri herbir şeyi dışarı atmaya çalıştım.
Kabrin içinde gibiyim artık.
Tekrar bu dünyaya dönüşün olmadığı, olamayacağı, inandığımız ama mahiyetini kavrayamadığımız, ancak peygamberlerin haber verdiği kadanyle bilebildiğimiz, istesek de, istemesek de, hangi vakitte olacağını bilemediğimiz bir öte dünyanın giriş kapısından adımımı atmıştım artık.
Dönüp arkama, yaşadığım şu fani hayat çizgisinde yaptıklarıma baktım. Yarun yaparım diye ertelediğim, şu zaman bu zaman yapanm diye biriktirdiğim, nedense bir türlü eyleme dönüştüremediğim bir yığın yapılamamış, temenniden öte geçememiş, bana faydası olmayan arzular..
Utandım..
Nasıl çıkarım Rabbimin huzuruna? Evet tekrar arkama baktım, nefsime, şeytana, şeytanın dostlarına, nevama uyarak yaptığım, derinliğiyle tevbesi, nedameti bile yapılamamış günahlarımın yığını. Bir anda okyonusun ortasında hissettim kendimi. Evet okyonusun dağ dalgaları arasında, kendimi su üstünde tutacak hiçbir nesnenin ve ışık namına hiçbir şeyin olmadığı, koyu zifiri karanlık bir gecede suların içindeydim.
Sadece Rabbim ve O'nun rızası için halis niyetle yaptığım amellerime baktım,
baktım ki onlara tutunayım..
Ne yazık ki, onlar bir saman çöpü kadar küçük, birkaç saman çöpü kadar az göründü gözlerime.. Beni okyonusun sulan arasında, kurtaracak kuvvete malik değiller....
Gecenin ilk horozu ötmeye başladı. Saydım, tam onüç kez öttü. Sabaha bir adım kala yatağımdan kalktım. Abdest aldım. Kur'an okudum, tevbe ettim, bilinçsiz tevbe ferimden de Allah'a sığındım, yarın eğer yaşarsam, bu günümden farklı olsun dedim.
Rabbim, nasip edersen yann kabristana gideceğim. Yaptıklarımın ve yapmam gerekirken yapmadıklanmın şerrinden Sana sığınırım. Beni ve müslüman kardeşlerimi hayırlara kavuştur...
Çoğu zaman ruhumun benden koparak, izdıraplı ve anlamlı geziler yaptığı mezara, herşeyin gölgesinin iki katına çıktığı anda geldim. Mezar işçilerinin inşaat sesleri, uzaklardan gelen şehrin gürültüsü, ağaçlann hışırtısı, ağustos böceklerinin ötüşü kulaklanma değen seslerdi. Kovulmuş şeytanın şerrinden Rabbime sığınarak adımımı attım.
Toprağın altındaki ölülerin başuçlanna, cami kapılarındaki dilencilerin önlerine koydukları birer mendil parçası gibi, faütiha isteyen kimi mermer, kimi taş, kimi siyah beyaz tenekelere yazılı "Ruhuna Fatiha" yazısı beni üzdü ve düşündürdü!.
Kur'an'ın anası, Kitab'ın anası Fatiha, dirilerin yaşantısından kopanlmış, mezar çerçevelerine oturtulmuş. Her gelen genellikle Fatihayı sadece ölüiere okuyor.
Fatiha'nın anlamını düşündüm.
“Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün Malik"i olan Allah'adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”
Acaba “Ruhuna Fatiha” denilen bu meyyitlerin, yaşadıkları hayatta Fatiha ile ilgileri neydi?
Bunlar yaşantılarında Fatihanın anlamına teslim olarak sadece Allah'a kulluk edip, sadece Allah'tan yardım bekleyen insanlar mıydı?
Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolundan Allah'a sığmıyorlar mıydı?
Şayet onlarda bu vasıflar yoksa, kendilerine binlerce Fatiha okunsa ne olurdu ve ne kazandırırdı bu meyyitlere?
Sırat-ı müstakim, yaşayan insanların talip olmaları gereken bir yoldu. Yolunu bitirmiş meyyitler için “Bizi doğru yola ilet” duasının ne anlamı vardı? Öldükten sonra mı doğru yola gelecekler, öldükten sonra mı doğru yolun yolcusu olacaklardı?
Ben kendime ve yaşayan insanlara Fatihayı okudum.
Gösterişsiz, nişansız, bazı duygulann beni kendisine yönelttiği, baş ucuna yazısız kara bir taşın dikili olduğu mezarın yanında toprağa oturdum.
Gözümün baktığı her yön kabirdi..
Canlıyken, ölmemişken mezardaydım. Salih amellerden oluşan, yol azığının en az olduğu ve yarınlarda yapmayı umduğum güzel eylemlerin yapılamadığı, uzun emellerin beni oyaladığı, dünya sevgisinin kontrolsuz beni çepeçevre sardığı bir zamanda, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde bu mezara gelebilirdim. Ve o zaman şu üstüne oturduğum toprağın altında “Keşke dünyada bir daha olsam, neleri yapmazdım” diyebileceğim faydasız inlemenin, arzunun, nedametin içine gömülür ve hesabımı bu ızdırapla vermeye başlamış olabilirdim.
Bu duygulan yaşarken bando sesleri duymaya başladım. Sesler gittikçe artarak mezara doğru geliyordu. Oturduğum kabirden kalktım, bir cenaze getiriliyordu. Bando eşliğinde, metruş, kravatlı, takım elbiseli, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden oluşan bir grup, resmi plakalı arabalar, üst rütbeli generaller, ölen general arkadaşiannı çelenklerle yan taraftaki özel mezarlığa getiriyorlardı.
Sarıklı, cübbeli, sakalsız, bıyıksız, kravatlı iki mezar imamı, mezar kapısında ekabire karşı saygı ve hürmetin abidesi gibi süklüm püklüm, el pençe tabutun arabadan inişini bekliyorlardı.
Bazıları ölü gömülürken kapıda bekleyip mezara girmediler. Belki abdestsiz mezara girilmez biliyorlardı. Belki de hiç gelmek istemedikleri bir yerdi burası!.
Her zamanki gibi geleneksel bir dizi halinde defin işi ikmal edildi. Ölünün üzeri çelenklerle kuşatıldı.
Olanları biraz geriden izliyordum. Herkes dağıldıktan sonra yavaş yavaş kabre doğru ilerledim. Çelenklerin üzerindeki yazılara gözüm İlişti. Bankalar, okullar, holdingler, bir takım resmi ve özel kuruluşlar, şahıslar, sanki yarış edercesine çelenk hazırlatmışlardı.
Kabire iyice yaklaştım, generalin konumunu düşünmeye başladım. Kimilerinin sevdiği, kimilerinin kızdığı bir general yatıyordu burada.
Görkemli üniforması ile.
“Nasılsın asker?” dedikten sonra, binlerce askerin hepbir ağızdan.
“Sağol” dediği general ölmüştü!.
Bunları düşündükten sonra kabre bakarak “Nasılsın general?” demek istemedim. Fakat generalin durumunu düşündükçe birbiri ardı sıra gelen sorularla karşılaşıyordum.
0 şimdi kimin huzurunda?
O şimdi hangi hukuka göre ve hangi mahkemede nelerin hesabını verecek?
Allah'ın dünyadaki hükümlerine karşı çıkmışsa ve Allah'ın hükümlerine zıd hükümlerin yürütücüsü, koruyucusu, savunucusu olmuşsa, bu generali şimdi kim kurtarabilir?
Hangi şey onu Allah'ın katında kıymetlendirir, değerlendirir? Biimem hangi bankanın yüksek fiyatla hazırlattığı nadide çiçeklerden oiuşan çelenk mi, yoksa kendisine parayla indirtilecpk hatimler mi, mevlitler mi, alacağı parayı düşünen din görevlisi mi onu kurtaracak?.
Güneşin batımında mezardan ayrılıp yavaş yavaş şehre dönüyordum. Generalin öte dünyasını yaptıklarına göre değerlendirdiğimde, ona ve onun gibilere İnsan oldukları için acıdım ve bu dünyada hidayet bulmaları için dua ettim.
Mevtaya sormadığım, sormakta fayda görmediğim soruyu, yaşayan generallere sormak istedim.,
Nasılsın general!..
Üç
Yakıcı güneş ve rüzgarsız bir gün.
İç anadolu yörelerinde bir köy mezarlığındayım. Samimiyetle sordum kendime; “Neden buradayım?”, “Niçin ölülerin arasındayırn?”
Yalnızlığı sevdiğim bir gerçek, bahar gibi yeşeren yalnızlığı...
Fakat sadece bu değil beni mezarlıklara çeken, sadece yalnızlık isteği değil... Babamın gömüldüğü günü hatırlıyorum.. Beni öpen, beni koklayan ve “Oğluum” diyerek beni kucaklayan babamın gömüldüğü günü.
Toprak kazılmıştı. Toprağın bağrında bir babaya, bir oğulun babalı dünyasına yer açılmıştı.
Bir çukur, bir baba, bir oğul ve baba ile oğul arasına atılan kürek kürek kara toprak.
Kürek tutan ellere bakıyordum. Babamı kara toprak ile örten yüzlere bakıyordum.
Donuk yüzler, ağlamasını bilmeyen gözler ve ne yaptıklarından habersiz eller.
“Babam” diyeceğim, sarılıp elini öpeceğim, nazlı nazlı isteklerde bulunacağım babam, babacığım gömülüyordu.
“Neden ve niçin?” sorularıma, Fahri hocamız benim anlayabileceğim bir şekilde cevap vermişti;
“Allah'ın emri, her yaşayan ölecek ve kıyamet günü diriltilerek hesap verecek”
İşte o günden sonra, babamı örten kara toprak bana yabancı ve benden uzak olmadı. Toprağın üstüne basıp, toprağın.altında gezindiğim günler, ölümü yakinen düşündüğüm günlerdi.
Ve mezarlıklar!.
Bana yaşama fırsatını, pişmanlıkları, gafleti, İlahi hesabı hatırlatan mezarlıklar.
Mezarlıklara gelmekteki asıl maksadım bu olsa gerek, Onları görmek, onları duymak ve onlalardan ibret almak...
İnsan kendisini sık sık hesaba çekmeli. Topluma indiğimiz ve topluma Rabbani doğrulan götürdüğümüz bazı zamanlarda kendimizi unutabiliyoruz.
Bakışlarımı kendime, içime yönelttim. Gözyaşı ve kalbe ait buruk sözlerle tevbe, dua, hamd ve şükür ettim..
N'aber Hüseyin ağa!
Sesin geldiği yöne döndüm. Garip bir adam, bir kabrin başında durmuş ve kabre doğru sesleniyordu...
N'aber? Sana yaşarken “N'aber” diye sorduğum da göbeğini tutarak; “İyiyiz, İyiyiz “ derdin. Şimdi de iyi misin haa, şimdi de iyi misin Hüseyin ağa?.
Demedim mi sana, dediim... Anlatmadım mı sana, anlattmm... Ne oldu malın, haa ne oldu malın/ Allah yolunda kullanmadığın, Allah'a vermediğin mallarını oğlun şeylere veriyor, şeylere... Yine İstanbul'da kıymetli oğlun. Sen İstanbul'a gidince camileri gezerdin ya, oğlun pavyonları geziyor...
Yooo kızma, kızma Hüseyin ağa!. Onu ben değil, sen yetiştirdin.
Demedim mi sana, ha demedim mü? Oğlana Allah'ın hükmünü öğret, ben öğreteyim demedim mü? Dediim..
Ya sen, sen ne yaptın?
Söyle, söyle utanma.. Beni muhtara şikayet ettin. Şimdi de et Hüseyin ağa, şimdi de et. Bak muhtar da orada yatıyor!..
Hey muhtar, Hüseyin ağanın şikayeti var.. Hayretle izlediğim bu garip adam ilerleyerek başka bir kabrin başında durdu.
Duydun mu muhtar!. Hüseyin ağanın şikayeti var. Duymuşsundur, sen duymuşsundur. Senin köyde duymadığın haber olur mu? Hele şimdi, şimdi daha iyi duymuşsundur. Hadi muhtar hadi, yine beni şikayet et. Bi altı sene daha yatayım. Yine uydur ne uyduracaksan!. Şikayet etsene muhtar, şikayet etsene..
Niye cevap vermiyorsun, öldün mü be adam! Öldün mü?
Haa, sahi sen ölmüştün değil mi? Vah, vah, vaah.. Eeee şimdi kim şikayet edecek? Du sana söyleyim, ben..,, Şimdi ben şikayet edecem!.. Kime mi?
Seni oraya upuzun yatırana muhtar!. Nasıl rahatmısın orda? Devlet güvencesi orda da va mı? Söyle vaa mı yardımcın, yardım çağrıyon mu? Çağır, çağır muhtar, çağnr... Daha çok çağıracaan!.. Eeee, artık anladın değil mi muhtar? Artık anladın..
Allah'tan başka dost olmadığını, Allah'tan başka yardımcı olmadığını artık anladın, anladın ammaa iş işten geçti..
Değişik mezarları gezen bu garip adam, bazen elini öfkeli bir şekilde kaldırıyor, bazen ılık ve sevecen bir sesle hitabetini sürdürüyordu.
Ee, kendisine imam denilen zat na'beer? Şimdi de mevlid okuyup, yolunu buluyon mu? İndirmediğin hatimlere müşteri çıkıyor mu? Yine arkanda, sana cahilce hürmet eden cemaat va mı? Onlara yine aynı müfredatı okuyon mu?
Haa sahi, anlatmadığın, gizlediğin hükümler n'oldu? O. hükümleri yine gizleyebil iyon mu? Söyle, söyle gizliyon mu?
Gizleyemeyen, hiç gizleyemeyon.. Allah'ın hükmü kullardan gizlenir, gizlenirde, Allah'tan gizlenir mi? Gizlenmeez.. Gizlenmez elbet.. Şimdi anladın, anladın ya geçmiş ola!.. Yüzaltrraşüç-ten kurtuldun, kurtuldun ammaa, Allah'ın hükmünden nasıl kurtulacaksın?
Biraz evvel muhtarla konuştum, halinden hiç memnun değil. Hüseyin ağa da öyle.. Yine onlara iltimas geçecek, onlara cennet vadedecek misin? Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan o zavallılara cennet va'dederek misin?
Öldükleri zaman onlara kelime-i şehadetin manasını sorsalar, hangisi bilecek?
Tabi bilmezler, sen anlatmadın ki!. Anlattın mı? Anlatmadın.,
Anlatmadığın yetmiyomuş gibi benim anlattıklarımı da tevil ettin, geçiştirdin.. Onlardan çoğu da senin dediği-np inandı. Şimdi de seninle beraberler.
Şükret kabirlerinden kalkamıyorlar. Yoksa gelip kemiklerini kıracaklar..
Öyle değil mi muhtar, öyle değil mi Hüseyin ağa!., öyle, Öyle ya iş işten geçti. Vay sizin halinize..
Bir hayli şaşırmıştım. Mezarlar arasında gezen bu adam kimdi? Ölüleri tanıdığına göre bu köyden olmalıydı. Söylediklerini ve mezardakileri düşünüyordum.
“Hüseyin ağayı,”
“Muhtarı,”
“Namaz kıldıran zatı..”
Bunlar bizlere yabancı olan tipler değildi. Bu gibi insanlarla aynı toplumda bulunuyor ve aynı toplumda yaşıyorduk.
Bu gibi insanlann rahat ve cahilane yaşantılannı düşündüm..
Oysa burada yatan onlardı.
Burada yatacak olan onlardı..
Bu sesin onlara yaşıyorken ulaşması, bir kez, bir kez daha, bir kez daha ulaştırılması gerekiyordu..
Sesin kesildiğini fark ettiğim de etrafıma baktım. Ölülere seslenen garip adam yoktu..
Oysa konuşmak isterdim kendisiyle, ölülere böyle konuşan bu adam, dirilerle kimbilir nasıl konuşurdu?
Mezardan aceleyle aynlarak köye doğru yürüdüm. Görmedim, göremedim o garip adamı.. Bazı köylülere sorduğumda tanımadıklarını, belki de “Deli hoca” olabileceğini söylediler.
Deli hoca!..
Dört
Çok kısa bir sürede, farklı, muhtevalı anılan bağrında taşıyan mazimde, hayal ve tefekkürle, anlamlı, hüzünlü, sevinçli, pişmanlıklı, umutlu, keşkeli, karamsar ve garip gezintiler yapıp, iki elimin arasına kafamı alarak, kendimi, yaptıklarımı, Rabbimin ölçüsüyle hesaba çektim, Masum olmadığımı, hata, sevap ve günahların içinde, mazimdeki tavırlarımı, amellerimi kuşattığını, sardığını gördüm.
Hatalarım bir köz gibi içimi sardı. Hüznün denizine yaslandım. Karanlık bir odadaydım, hatalanrn bu karanlık odada el yordamıyla tutunduğum ve elim değdikçe de beni ürperten, garip, korkutucu nesneler gibiydi.
Tevbe; muştulu, sevecen bir ay gibi bu karanlık odadan çıkmama mürşitlik eden bir kapı olarak önümde ışıldadı.
Silkelendim..
İçime işleyen günahlarımın pişmanlığı ruhumun kalbini yakarken, tevbenin umud verici ılık kucağında serinlemeye çalıştım. Anladım, bildim ki; bu dünya benim mü'min olarak refah duyacağım bir mekan değil.
Gurbetteydim.
Dünya benim gurbetimdi..
Yolcuydum, misafirdim..
Ebediliği olan bir aleme, tekrar bu gurbete dönmemek üzere hesabını vereceğim vakitleri tüketerek yol alıyordum.
Sık sık aralarında gezindiğim mezarlar bana, yıllarca okuduğum kitaplardan, dinlediğim nasihatlerden, edindiğim bilgilerden daha müşahhas öğüt veriyor, ders veriyordu.
Mezarlar, içimin şiirlerinde beni uyaran mısralardı. Ölüler, ruhumun kürsüsünde beni etkileyen, gafletimi dağıtan en sadık, en etkili hatiplerdi.
Her insanın ölümü, benim her ölü bir yanımın dirilmesine sebeb oluyordu. yolunda beni rahat bırakmıyorlar, bazen bir gaflet, bazen bir vesvese, bazen farkına varamadığım cahili bir gölge, bazen cahiliyenin verdiği aksak ve sakat bir değer ölçüsü, çarpık mantığı, vahiyle kontrol edemediğim aklım ve sayamadığım şerrin ve kötünün çağırıcılan beni, çok kısa da olsa bir anhk gaflete itiyor ve gözyaşlarıyla tevbesini yapacağım hatanın, günahın elem verici çukuruna sürüklüyor. Bu nedenle sürekli Rabbime dua ediyorum. Kendimi sık sık hesaba çekiyorum.
Bu hesabımı genellikle bu dünyadan ahirete açılan, her biri birer pencere olan kabirlerin arasında, mezarlarda yapıyorum.
Dönüşümün, varışımın alemlerin Rabbine olduğunu biliyorum ve O'nun hükümlerine, O'nun ölçüsüne göre kendimi yargılıyorum.
Ve ben kendimi aklayamıyorum. Korkuyla umud arasında çırpmıyorum.
Sabahın erken saatlerinde ölülerin üzerinde ılık ılık esen, okşayıcı, uyarıcı meltemin, ana kucağını andıran sancı sıcak koynuna sokulup yaslanarak, bir milletvekilinin kabrinin başucunda, soylu bir duyguyla ruhumun beşeri ve cahili kirlerle bozulmamış, berrak, ak, aydın alanına eğilerek, yanlıziığm geyik gözlü köşesinde, yüreğime vahiyden başka bir şey koymadan ve Rabbimden başkasından bir şey beklemeden, kendimi hesaba çekme ihtiyacı duydum.
Bazı duygular sardı beni.,
Milletvekillerini düşündüm!..
Kendilerinin hazırladıkları yasalarla, dokunulmazlıklanı sağlayan bu vekiller!.
Bunlar acaba Allah'ın huzurunda herhangi bir dokunulmazlığa sahip midirler?
Bir ayncalıklan olacak mı mahkeme-i kübrada?
Mezarları diğerlerinden farklıydı.
Birinci kalite mermer ve yaldızlı bir yazı. A.. D.1923 Ö.1985 Ruhuna fatiha milletvekili
Özgeçmişini hayal ettim., Millet Meclisinde kürsüdeki konuşmalan geçti gözümün önünden bir şerit gibi...
Bu meyyit vekil sağlığında neler yapmıştı, neler yapmamıştı ki!..
Bir gün mazbut vekillerden birisi kürsüde, içkinin zararlarını tıbbi açıdan ele almıştı. Birtakım İstatistik bilgileri de toplamış. İçkiden şu kadar kişi hastalanmış, şu kadar kişi ölmüş.. Trafik dosyalarından tesbitlenmiş; ülkede bir senede içkiden şu kadar trafik kazası olmuş, bu kadar insan ölmüş, bu kadar mali zarar ülke ekonomisine.. Ve yine bu vekil konuşmasına devam ediyordu..
Mecliste gürültüler, yuhlamalar..
Şu an önümde, kabrin içinde ceseti bulunan milletvekili ise.
“Seninle aynı partiden olduğum için utanıyorum, konuşacak başka şey yok mu? Bırak be kardeşim içsinler.” demişti.
Başkan;
“Lütfen konuşmayı kesmeyelim, yerinizden müdahale etmeyiniz, söz hakkı size geldiğinde kürsüden konuşursunuz” dedi.
Diğer milletvekili içkinin akabinde mahkemelere yansıyan cinayet, kavga, boşanma, yaralama olaylarını vesikalandırdıktan sonra “Ben insanımıza zararlı olan bu maddenin üretilmemesine dair bir yasanın çıkarılmasını istiyorum. Şunu da belirteyim ki bu kanun teklifinin dinsel bir kaygıyla sunulmadığını, vicdanımın sesiyle bunu teklif ettiğimi bilmenizi isterim..” demişti.
Meyyit vekil hemen arkasından söz aldı;
“Bu ülkede yasalar insanlar tarafından, ki o insanlar milletvekilleri, siz değerli üyelerce çıkarılır. İçki İslam'ın bir yasağıdır. Kuran yasalarında geçer. Hiçbir kimse bu ülkedeki yasaları az da olsa dini yapıya dönüştüremez. Din ile devletin ayn olduğunu vurgular, ayrıca ülke ekonomisine içkinin sağlamış olduğu katkıyı da belirtmek ister, böyle bir teklifin görüşülmesine ve hatta konuşulmasına bile karşı olduğumu ifade ederim..” demişti.
Kur'an'ı Kerim'den bazı ayetler gözümün önüne geldi.
“Fakat insan, devamlı suç işleyerek, ilerisini berbat etmek ister. Göz kamaşır, ay tutulur, güneş ve ay bir araya toplanır. O gün insan “Kaçacak yer neresi?” der. Hayır o gün kaçacak yer, sığınacak yer yok.” [1]
Hep merak ederim! Bu insanlar nelere veya nelerine güveniyor?
Paranın, malın, şöhretin, servetin, rütbenin, etiketin, torpilin, makamın hiç mi hiç Allah katında kendilerine bir masumluk, bir imtiyaz kazandırmayacağım bilmezler mi?
Öleceklerini ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini nasıl unutabiliyorlar?
Kur'an'ı hiç mi okuyup, anlamak istemezler? Yoksa Allah'tan başkasından, kendilerine bir haber mi geldi?
Allah'ı kendisine vekil edinmeyen milletvekilinin mezarından ayrılırken, kulaklarımda şu ayet yankılanıyordu.,
“Ahh, keşke ben bu hayatım için iyi işler yapıp gönderseydim.” [2]
Keşke Allah'ın kulu olabilseydim, keşke Allah'ın ayet ve hükümlerine karşı gelmeseydim, keşke tesettüre dil uzatmasaydım, keşke, keşke...
Mezardan ayrılırken birçok kabirden yükselen bu keşkelerin beni bir ahtapot gibi sarıp-kuşattığım hissediyordum.
Rabbim nasip etse de etrafımdaki insanlara, milletvekillerine, başkanlara, generallere açık ve net bir şekilde İslam'ı ulaştırabilsem, tebliğ edebilsem..
Allah'a kul olmaya davet edebilsem.
Aldıkları her nefesin, ölüme yaklaştıran adımlar olduğunu kavratabilsem.
Ve bunu,
Rabbimin rızası, kendilerinin kurtuluşa ermelerini istediğim için yapmış olduğumu anlatabilsem..
Kurana teslim olmadan, Allah'ın emir ve hükümlerini yerine getirmeden, Allah'tan başka ilahlan inkar etmeden, Allah'ın dininden başka dinleri reddedip, Allah'ın razı olacağı dine girmeden, Allah'ın huzuruna gitmek ne feci bir akibet...
Ahh bunu anlayabilseler!.
Ölüm her an peşimizde.
Hangi nefesimiz, hangi nefesiniz son nefes olacak?
İsteseniz de, istemeseniz de dönüşünüz Allah'adır, Ve Allah'a hesap vereceksiniz....
“Günahlardan korunup, kendisini düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [3]
Beş
Sıcak tavırların, samimi bakışların, ılık, tatlı sevmelerin, içtenlik sözlerin, dost kabul ettiklerimiz tarafından durgunluğa, donuklağa ve suskunluğa sürüklendiği bir fetret döneminin, buruk, yürek dağlayıcı vakitleri arasında, yalnızlığın yeşerdiği, dünyaya ilgilerin köreldiği, ruhlann derinleştiği, ufukların genişlediği, sorumlulukların bir köz, bir ateş gibi şuurlara döküldüğü, Rabbani yoldaki yavaşlığın hızlandığı, nefislerin kötü çehrelerinin, adi yüzlerinin kaybolduğu, saklandığı, uzaklaştığı, kaçtığı, hayıra ve iyiye uzanışlann arttığı, duygulann beyinleri sarstığı, her bir kabirdeki her bir ölünün, ölü toprağının altından çıkıp doğrularak “Simdi üstümüzdesin, yarın yanımızda olacaksın” diye haykırdığı, kelimelerle, sözlerle ifade edilemeyen, eşsiz, anlamlı duygulann, tefekkürün, hüznün, garipliğin, yabancılığın, ayrılığın, özlemin çepeçevre insanı sarıp kuşattığı mezardayım..
Bir grup İnsanın tekbir sesleriyle, üzerinde kelime-i tevhid yazılı siyah bir örtüye bürünen tabutu mezarlığa doğru getirdiklerini görüp, oturduğum yerden kalktım ve içimde beni adeta kendisine çeken bir duygunun etkisiyle mezarın kapısında onları karşılamaya doğru hızlı hızlı yürümeye başladım.
“Selamün aleyküm”
“Ve aleyküm selam Abdullah abi.”
Herkes mahzundu...”
Bu cenazeyi uğurlayanların, buruk dudaklarından kelime-i tevhid gerçeği öz anlamıyla idrak edilmiş olarak, onların yaralı kalplerinin, en ihlaslı köşesinden, tek ve bir olan, hüküm koyan Allah'ın yüceliğini, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'dan başka tüm ilahlann dışlanışını ve İlahlık taslayan müstekbirlerin ve sistemlerinin reddini simgeleyen, ilan eden bir duygu, bir inanç haykırışı İle mezarlığın kapısından bahar gibi şehire yükseliyordu.
Bu müslümanlann dudaklanndaki tekbir; muvahhid müminlerin umudiannın bir işareti, bir rumuzuydu.
Allah büyüktür..
Ondan başka ilah yoktur..
Sözlerindeki tekbiri, hallerinde yansıtmanın zorluğu ve çilesini çeken bu kutlu müslümanlar, ölümle dirileri çok sevdikleri bir dostlannı uğurluyorlardı.
“Kimdir?”
“O!.”
“Demek o, nasıl olmuş?”
“Kardeşimizi zindanda şehid etmişler!..”
“Kardeşim, kardeşimiz.”.
“Yutkundum..”
Zindandan şehadetle kurtuluş.
Zindandan öteye doğmak, dirilmek...
Şehadetle yeni bir dünyaya doğmak.
Ben İse, biz ise sevdiğimiz bir dostumuzu ahirete uğurluyoruz. Fakat onun yokluğunu, eksikliğini hissederek..
Tekbir sesleriyle bir dostu uğurluyoruz.
Bir genç geldi, kalabalığın arkasında koluma girdi “Abdullah abi, başınız sağolsun” diyerek kulağıma fısıldadı.
Hepimizin başı sağolsun, İslam sağolsun..
Abi, üzerinde işkence izleri vardı. Bir doktor abimiz, naşını inceledi ve ağlayarak ne gibi işkenceler yapılmış olduğunu anlattı. Hepimiz ağladık abi.
Gözyaşlarımı ben de tutamadım.
Ölümlerin en güzeli. Ne mutlu sana şehid kardeşim..
Sen.
“Rabbim Allah” dedin.
Sen.,
“Ben Rabbimin herbirimizden istediği hükmüne dönmenizi istiyorum” dedin.
Sen, Allah'ın hükümlerini net ve açık bir şekilde bildirip.
“Bu benim isteğim” değil, alemlerin Rabbinin isteğidir” dedin.
Sen.
“Kullara kul olmayalım, Allah'a kul olalım” dedin.
Sen.,
“Beni, sizi, hepimizi ve herşeyi yaratan, tek olan Allah'a, hüküm ve kanun koyucu Allah'ın dinine, tüm batıl ve beşeri dinleri dışlayarak girmeye davet ediyor, kendimden bir şey söylemiyorum. Ben herbirinizin evinde, raflarda, sanki inzal oluşu ölülerin arkasından okunmakmış gibi telakki edilen Kuranın içindekileri sözümüzle, tavrımızla, gücümüz yettiğince yaşayalım, yaşatalım” dedin.
Sen.
“Ben size, Allah'ın hükümlerini, sadece Allah'ın rızası için anlatıyorum. Sizden bir ücret istemiyorum. Allah'ın huzurunda yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. O hesap gününde durumunuz kötü olacak, size acıyorum, size merhamet ediyorum, o nedenle Allah'a döneceğiniz ölüm günü gelmeden, Allah'a kulluğa dönün. Allah'ın hükümlerine teslim olun” dedin.
Ve senin merhametle, kendilerini kurtarmak üzere gittiğin o insanlar, seni işkenceye tabi tuttular. Sen onlara zor ve baskı kullanmadın. Hak sözü, Allah'ın sözünü, peygamberin sözünü bir aracı olarak, bir mübelliğ olarak sadece Rabbin için duyurdun..
Öteden beri sık sık yaptığı vasiyeti gereği, çok sade bir mezara defnedilen bu şehid dostumla, onu uğurlayan dostlan, kardeşleri mezardan aynldıktan sonra onunla başbaşa kaldım.
Ve ben ilk kez bir şehid mezarının başında, tüylerim ürperip, kalbim kabına sığmayan bir su gibi göğsümden taşmaya hazır, akıtılan bu şehid dostumun mübarek kanının damarlarımda dolaştığını hissettim.
“Rabbim Allah” dediği için şehid edilen bir müslümanın kanını damarlarımda hissettim,
Bu kan, onun darbe yemiş, kamçı yemiş, jiletlenmiş pak vücudundan, alınlanyla beraber herşeylerini Allah'a secdeye koymuş, müslüman ferdlerin, toplumun damarlarına, bir aksiyon, bir ruh, bir mana kazandırarak akıyordu.
Bu kan, cahiliyenin kökleşip yerleştiği bir toplumda muvahhid müslümanların sözlerinde ve hallerinde kelime-i tevhidin yücelmesine güç katıyordu.
Bu kan, sömürdükleri halka karşı, dost gözüken müs-tekbirlerin adi, iğrenç, rezil, çirkef olan firavunlaşmış yüzlerini apaçık günyüzüne çıkarıyordu.
Oturdum şehidin başucunda..
Ağladım.
Düşündüm.
Dirildim.
Yeniden dirildim..
Ve yolumun yakınlığını hissettim.
Ve yolumun zorluğunu.
Ve yolumun güzelliğini hissettim..
Ve yolumda, meselesini, davasının özünü kavramamış insanlan görüp yalnızlığımı hissettim.
Ve Rabbime çok yakın hissettim kendimi..
Bilinçli olarak sorumluluğumu kavradım,
Küçük ve küçülmüş dertlerimi unuttum.
Tek derdim İslam vardı.
Silinmiş, tahrif edilmiş, yozlaştırılmış, bağnazlaştırılmış, geleneksel bir din kalıbı ve anlayışı içinde uyutulan, uyuşturulan, sömürülen insanlann Rabbe, Kur'aria dönmelerinin gerekliliği, zaruriyeti, hüznü, zorluğu, sorumluluğu tek derdim oldu.
İnsanlan kullara kul edenlerin karşısına dikilip, alemlerin Rabbine kulluğa çağırmanın derin idraki içinde bu şehid dostumun kabrinden yükselen bahan kentin kışına taşımalıyım.
Rabbim yar ve yardımcımız ol.
Sensin bizim Rabbimiz.
Senden başka İlah yoktur.
Bizi Sen yarattın.
Biz Sen'in kulunuz.
Dua, sevgi, Rabbimizin selam ve rahmeti üzerine olsun aziz şehid dostum..
Altı
Çoktandır bir fırsatını bulup gidemediğim, ama zaman zaman hayalen içinde gezdiğim mezarlıkta gecelemeye karar verdim. Mezar bekçisiyle olan tanışıklığımız, bana bu fırsatı veriyordu. Mezarlık içindeki bekçi kulübesi, ölü kentlerdeki bir mü'min evi gibi garip ve yalnız canlılığını koruyordu.
Bekçi kulübesinden çıkarak mezarlar arasında bir süre dolaştım. Kabirler arasında bir can, bir canlı yürüyordu. Kim bilir kaç yüz, kaç bin, kaç milyon, kaç milyar mevta şu an benim yerimde, senin yerinde yani yaşayanların, yaşam fırsatını yitirmemiş olanların yerinde olmak istiyordur!.
Ne gariptir ki onlann çoğu yaşayan insanların yerinde olmak isterken, yaşayanlann çoğu onlann yerinde olmak istemiyor. Oysa yaşam fırsatını yitiren mevtaların istediği değil, şu an yaşayan insanların istemedikleri şey gerçekleşecek!
Kabirlere, bütün bu gerçeklerin durgun berraklığı ile tekrar baktım. Yağmur, günlerdir ölülerin kabirleri üzerindeki kurumuş toprağa yavaş yavaş dökülüyordu. Etraf bir hayli karanlıktı. Toprağa çarpan yağmurun sesi kulağıma çok hoş geliyordu. Bu mezarlığın sürekli ziyaretçisi olduğumdan neyin nerede olduğunu biliyordum.
Yağmur hızlandı. Sesler fazlalaştı. Gök gürlemeye başladı. Şimşeklerin çıkardığı ışık, karanlığı bir anda aydınlığa çeviriyordu. Islanmama aldırış etmiyordum. Yağmuru uzun zamandır özlemiştim.
Kıyameti düşündüm!..
Şimşeğin ışığı, önümdeki bir kabrin mermerlerini beyaz bir balyoz gibi gözüme vurdu. Ve ben kendi ölümümü düşledim.
Yağmurun altında, kabirin dibinde, yüreğime Rabbimin rızasını yerleştirerek, yaptıklarını, yapmadıklarımı Kuran ve Sünnet ölçüsünde değerlendirip kendimi hesaba çekmek üzere oturdum.
Sorumlulukla nmm çepeçevre beni sardığı bu düşünce atmosferinde zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum..
Hayal gücümle anlamlı geziler yaptığım geçmişimden, geleceğe uzanmıştım. Öte dünyada;
“Oku kitabını bugün senin nefsinin hesabı için sana yeter.” ayetiyle muhatap oldum. Kitabımı alıp okumaya başladım. Sıkıntı ve pişmanlıkla okurken, gecenin içine sanki yalın kılıç gibi sokulan bir horozun sesi beni bu hayallerden kopardı.
Horozlar çeşitli yönlerden çok kısa aralıklarla ötmeye başladılar. Horozların arkasından, sabah ezanları, mezarı müteharrikeye dönüşmüş, her biri birer mezar olmuş apartmanların arasından hedefini bulamayan, boşluğa sıkılmış mavzer kurşunlan gibi dağılıyordu.
Sabah namazını eda edip, güneşin kabirlere doğuşunu seyrettim. Güneşin doğuşu gibi mezardan toplumun arasına doğmahydım. Yenilenerek, dirilerek ve basamaklar atlayarak katılmalıydım.
Aldanmış, aldatılmış ve eksik, yanlış, çarpıtılmış din bilgisiyle avutulmuş, şeytanın ve dostlarının bilerek ya da bilmeyerek izinden giden toplumun fertlerine; Rablerini ve Rablerinin istediklerini, halimle ve sözümle göstermek için toplumun dertlerine uzanmalıydım.
Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'in bir köşede oturup, insanları düşünmeyen, onlann dertleriyle dertlenmeyen bir kişi olmadığını çok iyi biliyordum. İnsanlara ulaşmalıydım.
Rabbani gerçekleri yılmadan, usanmadan, beşeri menfaat ve korkulan hesap dışı yaparak sadece Rabbimin rızası için anlatmalı, insanları Rabbimizin razı olacağı dine davet etmeliydim. Bir muvahhid olarak, dimdik ayaklarının üzerine doğrulup “La ilahe illa Allah” tevhidini bu insanlara anlayıp, kavrayacakları biçimde tebliğ etmeliydim.
Ve ben ölümle dirilmeyi arzulayan samimi bir duyguyla, yaşayan ölülerin arasına katılmaya karar verdim. Mezarlığın kapısından çıkarken bir cenaze geliyordu.
Şimdiye kadar ahirete giden birini uğurlayanlann bu kadar çok olduğu cenazeyle karşılaşmamıştım. İkiyüzün üzerinde Özel arabanın ve sayısını tam kestiremediğim insan selinin önünde tahta bir kutu içinde sonsuzluk denizine çakıl taşı gibi sürüklenen bu meyyit kimdi?
Tabuta bağlanan ince nakışlı tülbentten kadın olduğu anlaşılıyordu.
Onu uğurlayanlann arasında ünlü film yıldızlan, ses sanatkarları, tiyatro oyuncuları, film yapımcıları, muhabirler, gazeteciler ve yazarlar vardı..
Kimdi bu kadın?
Şöhretli biri olduğu belliydi.
Mezar imamını tanıyordum, beni görünce güiümsedi. “Kimmiş bu” dedim.
Bu ünlü film yıldızı..
İmam, defniyle görevli olduğu ölü için yazıya aktaramıyacağım kötü bir kelimeyi kullandı.
Peki hocam o kadını böyle biliyorsun da niçin buradasın?
İmam kızarak, fakat kızarmayarak “Görevimiz” dedi.
Bu görevi ona kimin verdiğini bildiğim için sormak istemedim. Gazete manşetlerine bakınca meyyitenin dünyevi şöhreti belli oluyordu. Estetik ameliyatla cildini gerdirip kendini gençleştirip güzelleştirmeye çalışan bu meyyite bayan, keşke ölmeden önce ahlakını güzelleştirseydi, yaşantısını değiştirseydi.
Yemekte, çayda, her şarkısında, her sahneye çıkışında, filmin her sahnesinde, yazda, kışta, baharda, kah şurada, kah burada giydiği, herbirinin maliyeti miyonlan aşan elbiselere sahip olan ve bu konuda hastalıktan da Öte bir titizlik gösteren bu zavallı, son yolculuğunda dikişsiz bir bez parçasının içinde, milyarlara ulaşan mücevherlerinden bir yüzüğünü bile parmağına takmadan, takamadan öte dünyaya göçüyordu. özel terzileri, özel kuaförü, özel arabaları, şoförleri, hizmetçileri, kendisini pazarlayan organizatörleri ve bir hayli çevresi olan meyyitenin kabrinden, bütün yakınlarının bir bir ayrıldıklarını seyrediyordum. Acaba bu hanım biliyor muydu? Dostlarının, dost bildiklerinin kendisini mezarda yalnız, yapayalnız bırakacaklarını ve kendisini bir çukura gömüp, arkalarına bakmadan gideceklerini biliyor muydu!. Konan çiçek ve çelenklerden kabrin toprağı görülmüyordu.
Makyaj eşyaları Avrupa'dan geliyormuş. Leydi isimli köpeğinin tıraşı için bir Fransız kuaför getirtmiş. Yine Avrupa'dan gelen özel şampuanla bu köpeğe sık sık banyo aldırırmış.
Acıdım köpeğe köle olanlara..
Yüzündeki, cildindeki küçük bir lekeden rahatsız olan, utanan, sıkılan bu kadın, yanağındaki bir sivilce için ünlü üç cilt doktoruna muayene olmuş..
Toprağın soğuk kucağında şimdi bu kadın. Yazın tatlı sıcağı karşısında “Ölsem dayanamam” diyerek özel yazlığına giden bu kadın, yaptıklarının karşılığını göreceği bir öte dünyada ateşe, azaba nasıl dayanacak? Onu Allah'ın azabından, cehennemden, öte dünyadaki hesaptan, özel mama hazırlattığı köpeği Leydi mi kurtaracak?
Yoksa içki masalarında eğlenen sarhoş hayranlarına sahnede vücudunu ve sesini sunarak, bir dua gibi okuduğu
müstehcen şarkılar mı onu kurtaracak?
Halkının yüzde doksanının müslümarı olduğu söylenen bir toplumun arasında şöhretleşen, alkışlanan bu kadın Allah'ın huzuruna nasıl çıkacak?
Allah'ın azabının ve cehennemin korkunç şiddetini Kur'an'dan öğrenen bir insan olarak, bu yolun yolcularına acıdım. Onu ve onun gibileri kullananlara, onlan kendi iğ-renç istekleri için böylesi yollara itenlere nefretti bir buz duydum.
Bu meyyite bayanla beraber olmak için milyonlar veren bir dostu, gece ölen meyyitenin başında bir saat beraber kalmaya dahi tahammül edememişti. Bilmem ne ölüsünden, bilmem ne leşinden kaçar gibi, meyyiteden uzaklaşmıştı.
Mezarlıktan aynlırken gözüm bir köpeğe ilişti. Çelenklerle çevrili yeni mezarın başına getirilmişti. Kıvırcık tüylerine ve ziynetti tasmasına bakılırsa özel değeri olan bir köpekti.
Burnuyla mezan kokladı.
Sıkışmış veya kendisine gösterilen ilgiyle sıkıştırılmış olacak ki mezann baş kısmını ön ayağıyla hafif eşeledi. Yan döndü, sol ayağını kaldırdı ve rahatladı!. Köpeğin ne yaptığını gören bakıcısı ise şaşkınlıkla seslendi.
Yapma Leydi, çok ayıp!..
Yedi
Şehir ve içindekiler beni sıktı.
Gazetelerin sayfalarına bakarken cehennemin sıcaklığını hissettim.
Sokaklar ve caddeler fuhşiyat vitrinleri gibiydi.
Meyhaneier doluydu.
Marketler, bakkallar, yarışırcasına içki satıyorlardı. Bankalar köşe başlarında modern eşkiya olmuş, avlarını bekliyordu. Avlayan memnundu, avlanan memnundu!.
Çocuğuma aldığım bisküvi parasını verirken, üreticinin kullandığı kredinin faizi de benden alınıyordu.
Yürüdüğüm asfaltın bilmem yüzde kaçında faiz vardı. Sinamalar batının ve batılın sergileyicisi olmuştu. İnsanların yüzüme bakışlarından rahatsız oluyordum. Bu kentte yabancıydım. Bu kentte yalnızdım.
Televizyon beyinlere Allah’ı unutturan, Allah'tan uzaklaştıran zehiri şırınga ediyordu. Her şey sanki şeytanın işini kolaylaştırıyordu.
İnsanlar uyuşturuluyordu, uyutuluyordu.
Sözler anlamsızdı, bakışlar anlamsızdı bu kentte.
Sevgiler sahteydi.
İlişkiler menfaatlere göre ayarlanıyordu.
Belediye otobüsüne binemedim.
Yürüdüm, düşüncelerimin yoldaşlığında yürüdüm.
Bir, kenar mahallenin sokaklarından, yüzleri kirli, elbiseleri eski, kalpleri temiz olan, cıvıl cıvıl oynaşan çocukları gözlerimle seve.seve ilerliyordum.
Ev önlerine oturmuş kadınlar sohbet ediyorlardı.
Sohbet!.. Dedikodu..
Bir kadın, kocasının istediklerini almadığından yakındı.
Bir kadın, kocasının hergün eve sarhoş geldiğini söyledi.
Bir kadın, televizyonlarının hala siyah beyaz olduğunu ama aybaşında artık renkli alacaklarını gururla anlattı.,
Bir kadın, kocasının kendisini her sabah erkenden namaza kaldırdığından dert yandı.
Bir kadın kasıla kasıla övünerek üç yaşını doldurmuş kızına hazırladığı çeyizleri gösteriyordu.
Bir kadın kızına dünürcü gelenlerden bahsetti. Evi yokmuş, maaşı çok azmış.,
Bir kadın, Emine hoca hanıma babası için okuttuğu mevlide tam lira ödediğini ve bu parayla birlikte geliş gidiş ücretini de pazarlık gereği verdiğini söylüyordu.
Bir kadın televizyondaki filmi anlatıyordu.
Başroldaki kadının etek ve bluz rengi konuşuluyordu.
Hatice hanım niçin kocasını akşam evde sıkıştırmasındı?. 0, bunlar konuşulurken susmuştu. Mutlaka renkli almalıydılar. Yoksa renkli televizyonlu komşulan arasında mahcup olurdu, mahzun olurdu!..
Bir kadın evsahibinden yakındı.
Allah'tan bahseden birilerine rastiayamadığım bu büyük şehrin kıyı mahallelerinden kopup mezara ulaşmıştım. Ölümün ayak seslerini bu kentin insanları niçin duymazlar?
Oysa hergün birileri aralarından eksilmekte.
Çevremde beni üzen herşeyde, müslüman olarak benim de kusurum, gücüm oranında bir sorumluluğum olduğunu düşündüm.
İçinde' bulunduğum cahiliyenin yerleşip kökleştiği bu toplum, bir zamanlar, Allah'ı, Allah'ın emir ve nehiylerini bilen ve Allah'ın hükümlerini anlayışları nisbetince tavırlarında, yaşantılarında soluyan neslin evlatlarıydı, varisleriydi.
Bu insanlar, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek şeytanın adımlarını izlemekteydiler. Küfre gitmişlerdi. Şirke bulaşmışlardı.
Beni sıkan bu kentin kirli havasından arınmak için Rabbimin gösterdiği yol ve metod içersinde çalışmam gerekiyordu.
Ben değişmeliydim.
Bu insanlar değişmeliydi.
Bu insanlar cahili kirlerden arındırılmalıydı.
Bu insanlar dirilmeliydi.
Bu insanlar kötü huy ve tavırlarını atmalıydı.
Bu insanlar kendilerini değiştirmedikçe, Rabbimiz onların durumunu değiştirmeyecekti.
O halde ben ne yapmalıydım?
Nereden başlamalıydım?
Aldatılmış ve aldanmış bu kitlenin Allah'a kulluğa davet edilmesi gerekiyordu.
Peygamberlerin görevlendirildiği toplumlarla birçok konuda benzerliğe sahip bu toplum, mü'min ve müslüman insanların güç de olsa, zor da olsa, tehlikeli de olsa bırakıp terkedecekleri, kaçacaktan bir toplum değildi.
Bizzat Rabbin rızasını kazandıracak zorlu amellerin ifa edileceği bir toplumdu.
“Ne yapmalı?
Ne yapmalıyım?
önce ne yapılmalı?
Nereden, nasıl başlamalı?”
Bu soruların, sözün ötesinde, kelimelerin ötesinde içimize işlemesi gerek. Bu soruların ızdırabını duymak gerek.
Bugün her kabrin başında bu somların yüreğimi dağladığını hissediyordum...
Allah'a kulluklarını unutmuş, İlahi dinin, hayatlarında hiçbir etkinliği kalmamış, Kur'an'ı tozlu raflara ve lafızlara hapsetmiş bu toplumun fertlerinden hergün birileri Allah'tan bihaber, İslam'dan bihaber, yanlış Allah bilgisi, yanlış Allah inancı, yanlış Allah anlayışı, eksik din bilgisi, bulanık, pürüzlü, Allah'ın kabul etmeyeceği bir akideyle öte dünyaya gidiyordu.
Tevhidi çizgide Allah'ı bilen, İslam'a gönül veren insanlar, bu insanlara karşı sorumludurlar. Tekrar tekrar anlayabilecekleri, kavrayabilecekleri şekilde Allah, İlah, Rab, Din bu insanlara anlatılmalıydı, aktarılmalıydı.
“Ben Allah'a inanıyorum, ben Allah'ın kuluyum” derken, bir insan bu imandan, bu kulluktan neyi anlıyor, neyi anlamıyordu?
Nedir kulluk?
“Ben Allah'a kulum” diyen bir insan, Allah'tan başkasının koyduğu hükümlere tabi olmuşsa, “Dinim İslam” diyen bir insan, dinsizlerin, hatta tahrif edilmiş dinlilerin yaşantısından, düşüncelerinden farksız bir hal ve yaşayış içindeyse, bu insana nereden yaklaşmak lazım?
Her insanın doğruyu ve hakkı anlayabilmesine, kavrayabilmesine ve gerçek İslam'ı Allah'ın istediği bir biçimde yaşayabilmesine engel olan, kendinden ve çevresinden kaynaklanan birtakım psikolojik ve sosyal marazları vardır. Rabbimiz Kur'an'da bu marazlara işaret etmiştir.
Bu marazlar tek tek öğrenilmeli, bilinmeli.
Bu marazlar tek tek kazınmalı, atılmalı, terkedilmeli.
Hak ve batılın arasında, hakkı örten, hakka gidişi, hakkı kabulü, hakkı yaşayışı engelleyen bu marazların, bu duvann yıkılması lazım. Bu duvarın aşılması lazım.
Ölmüş insana nasihat edilmez.
Ölüler dirilere nasihat ediyorlar. Yeter ki ölümün ibret ve ders verici öğüdünü anlayabilelim.
Geçen hafta vefat eden bu kentin belediye başkanı kim bilir ne gibi pişmanbklanyla inliyor şu önümdeki kabirde!. Şehrin trafik kargaşalarını yoğun bir çalışma sonucu, yollar, geçitler oluşturarak çözen bu meyyit başkan, ruhundaki kargaşalıkları giderecek hak ve doğru yolu bulamadan, bilemeden, seçemeden gitti.
Edison ışığı icad etti, dünyayı aydınlattı. Ama alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a ve O'ndan başka tüm ilahlan reddederek ve Allah'ın hükümlerini en yüce bilerek iman edemedi. Tüm dünyayı aydınlattı fakat kalbini, ruhunu aydınlatamadı.
Tüm dünya kendisini sevse, bu sevgi tevhidi çizgide iman edememiş olan kişiye Allah katında hiçbir şey kazandırmaz. Bu dünyada, her köşe başına yüksek fiyatlarla utançtan anıtları dikilse, kitaplara, füimlere, konferanslara konu olsa, ahirete imansız olarak giden birine bütün bunlar ne yarar sağlar?
Soruyorum sizlere.
Meyyit başkan içki içer miydi?
Kumar oynar mıydı?
Hanımının başını örter miydi?
Namaz kılar mıydı?
İslam için ne yaptı?
Nasıl hüküm veriyordu?
Bu sorulan çoğaltmak mümkündür. İçkiyi Allah haram kıldı. Kuman Allah (c.c.) haram kıldı. Kadınlann başlarını örtmelerini AlIah istiyor. Namaz Allah (c.c.)'ın emri..
Allah'tan başka kimin hükmü güzel?
İslam, Rabbimizin bizden razı olacağı din.
“Kim İslam'dan başka din seçerse, o seçtiği kendisinden kabul olunmayacak ve o, ahirette zarar, ziyan ve hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”
Zarar ve ziyana uğramamak için, daha ölmemişken, bu dünyada nefes alıp verirken din olarak İslam'ı seçmek ve yaşamak en akıllıca iştir.
Mtyyit belediye başkanına gelince ne diyeyim ki?
İnsanları İlahi vahiyden engelleyen, İlahi vahyin hakikat elçiliğini yapacak yerde, kurdurduğu uydu çanaklanyla pomo filmlerin elçiliğini yapan mevtaya, bu mevtaya ne denir ki!..
Sekiz
Hüznün gözyaşı, ateşten bir kor gibi gönlüme düşmektedir. Kabirler beni dünyadan ve dünyalıklardan koparmaktadır. Her kabir yolculuğumu hatırlatmakta, bir öte dünyanın hesabını içimde diriltmektedir.
Mezarda sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bu geçici dünyaya sarılanları tahayyül edip, sanki yarın sabah erkenden, sabahın nefes almaya başladığı bir sırada, nefesimin son buluvereceğini düşündüm. Pişmanlıklar birer alev olup beynimi yakıp kavurmaya başladı.
Terliyordum, titriyordum, içim ürperiyordu..
Mezarın çeşmesine doğru ilerledim, içimde bir duygu beni çeşmeye doğru sürüklüyordu.
Abdest aldım.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükür ile abdest aldım.
Yıkanıyordum, su elimi, yüzümü, ayağımı yıkarken, nasuh bir tevbe içimi yıkıyordu, mazimi yıkıyordu. Sanki bu su, bu nasuh tevbe, İslam dışı eğitim ve öğretimin yaşantıma, düşüncelerime bulaştırdığı cahili lekeleri bir bir temizliyordu.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükrün ılık kucağında tüm teslimiyetimle Rabbe yöneliyordum.
Kabirlere baktım. İçindekileri ve dünyadaki amellerimi düşündüm.
Yaşayanlan düşündüm, kendimi düşündüm.
Ölümlü dünyanın ölümsüz tek güzel şeyi salih amellerdi. İman edenlerin, salih amel işleyenlerin büyük ecirlere ulaşacağını biliyoruz. “Onlar Rableri katında mahzun olmayacaklardır” gerçeğine inanıyoruz!
Tabutsuz bir ölü getiriliyordu. Babasının kucağında nakışlı bir kilime sarılmış ölü çocuk. Hayatın baharında, dalından koparılmış bir gül tomurcuğu gibi 3-4 yaşlarında bir kız.
Üzerine düşen babasının gözyaşından ve geriye bıraktığı bağn yanık anne yüreğinden habersiz, Allah'a, ahi-rete gidiyordu.
Acaba kalbi yanık anne “Ne olurdu onu alacağına beni alsaydın” derken, neler hissediyordu?
Birden caddeye fırlayan küçük kızının hiç mi hatası yoktu ki, hapse götürülen şoföre lanetler yağdırıyordu bu
anne.
Bu öiümün hayırlara vesile olacağını, birtakım hikmetleri taşıdığını nasıl anlayabilirdik!
Baba, kendini değiştirmişti ölüm sonrasında. Annenin ısrarına rağmen şoförden davacı olmamış “Öldüren de Allah, dirilten de O. Ne yapalım, Allah'ın takdiri..” diyerek, karısının mahzun bir şekilde evde beklediği şoförü tutukluluktan kurtarıp, evine göndermişti. Şoför de değişmişti. Çarptığı çocuğu hastaneye götürürken ne dualar etmişti..
Daha sonra öğrendiklerimi de bu arada zikrettikten sonra tekrar sabinin gömüldüğü o güne dönüyorum.
İçimden cenazeye katılmak geçmişti. Ölü bir sabi idi, masumdu.
Rahatsız olduğum tek yüz, imamın yüzüydü.
Neden bir tüccar gibidir mezar imamları?
Kalpleri nasırlaşmış mıdır bu insanların?
Kalbi de yüzü gibi temiz olan bu küçük çocuk, küçücük kabrine büyük acılan arkasında bırakarak hüzünle gömüldü.
Bu çocuk; dünyanın, kendisine irin akıtan, küfür akıtan bataklığından ölmekle kurtulmuştu, kurtuluvermişti.
Ya ölmemiş çocuklar!..
Nefes alıp veren çocuklar!..
İslam fıtratı üzere doğan tüm dünya çocukları neyin, nelerin arasında, kimlerin elindeydi?
Yaşayan çocuklar için kendimi tutamadım, ölen çocuğun kabri başında ona değil, yaşayan çocuklara ağladım..
Bir çocuk ki, anne babası Allah'ı bilmez, Allah'tan başka ilahlar edinmiş..
Bir çocuk ki, babasını ayık hiç görememiş..
Bir çocuk ki, annesi para için vücudunu satıyor..
Bir çocuk ki küfürlü sözler bir dua gibi, bir alfabe gibi kendisine belletiliyor..
Bir çocuk ki, babasının “Büyük adam olma” kaprisleri arasında, baskı altında, şiddet altında..
Bir çocuk ki, babasız, yetim..
Bir çocuk ki öksüz..
Bir çocuk ki, ne annesini biliyor, ne babasını. Duygusuz, merhametsiz bir toplumun içinde yalnız, kimsesiz, itilmekte, kakılmakta..
Bir çocuk ki, kemikleri çıkmış, bir lokma ekmeğe muhtaç, açlığın, sefaletin kucağında, Afrika'da..
Bir çocuk ki, kurşunlanmış annesinin, babasının kanlı cesedi başında, kanlı annesine sanlmış, eli kan, yüzü kan ağlamakta, Filistin'de..
Bir çocuk ki, boyundan büyük tüfeği başında, eli tetikte, gözü namluda, dudağında tekbir, şehid düşen babasının yerini almış, Afgan dağlarında..
Ve dünya çocuklarının derdini dert edinmeyen dünyanın büyükleri, herhangi bir seneyi değil bütün seneleri masa başında çocuk yılı ilan etseler, bir kısmı burjuvazinin besili çocuklarını, allı, pullu renkli elbiseler içinde “Bugünün çocukları, yannın büyükleridir” diyerek kameralarda, gazetelerde, mecmualarda teşhir etseler, bunun ne önemi, ne anlamı var ki, Filistinli, Afrikalı, Afganlı ve dünyanın daha bilmem neresindeki mustazaf çocukların yanında!..
Ey ölen çocuk, ey sevgili yavrucak!. Babanın gözünde yaş, annenin yüreğinde yara bıraksan da sen kurtuldun.
Sen kurtuldun tağuttan ve tağutu yaşatan toplumdan. Sen kurtuldun sevgili yavrum!.
Dokuz
Üzerleri en kaliteli mermerlerle kapatılmış ve rengarenk çiçeklerle donatılmış, dış görünümüyle gözü yormayan, temiz, tertipli, planlı, geniş bir hiristiyan mezarlığında, denizde damla misali müslümanlar için ayrılmış bölüme mü'min bir Alman kardeşi gömeceğiz.
Genç yaşta, hem dünyadaki yaşı, hem de İslam'daki yaşı genç olan, dört sene öncesinde Hıristiyanlıktan İslam'ı seçip, aramıza katılan kardeşimizi son yolculuğunda uğurlamak üzere gelmişiz bu mezara.
Farklı bölgelerden, farklı ülkelerden değişik ırktaki müminlerden oluşan kalabalık bir cemaat mezarın kapısında.
Tartışma, mütela, yorum, kin, öfke, buğz ve merhamet kapristanın önünde...
Tabutla gömülme gereği üzerine yapılan tartışmalar, batının kendi usullerinden taviz vermeyişiyle iki saat kadar sürüyor.
Bir gurup, batılıların tabutla gömüş şeklinin Suudi Arabistan'da ve Mısır'da da uyguladığını söyleyerek, bu kadar beklemenin boşuna olduğunu belirtiyorlar.
Bazı müslümanlar ise merhumu en ince sünnetleri bile ihmal etmeden ihlasla yaşayan, tavizsiz, muttaki bir mümin olduğunu vurguluyarak islami usul ne ise o uygulanmalıdır diyorlar. “Şayet merhum aramızda olsaydı ve böylesi bir durum İle karşılaşsaydı, bunların hepsiyle tartışır ve bu konuda asla taviz vermezdi” ifadesini, merhum adına samimiyetle tekrarlıyorlar...
Müslümanların bir bölümü de, kararsız ve yorumsuz bir bekleyişte derin derin düşünüyorlar. Kimbilir belkide kendi ölümlerini tahayyül ediyorlar, hatalarının hüznünü, yapmadıklarının, güçleri yetiyorken yapmadıklarının acısını ve ıztırabını yaşıyorlar...
Cenazesine Amerika'dan Hıristiyan babası geldi annesiyle. Pilotmuş babası Amerika'da. Oğlunun müslüman olmasına üzülmesine rağmen, taktir edilecek bir tavır göstererek “Gaslinden defnine kadar kendi dinine göre gerekenler yapılsın.” dedi.
Ne var ki Mısır'ın tağut güdümlü hocaları “Tabutla da mezara gömülebilir, hiç önemli değil.” fetvasını söylediler. Bunun üzerine bekleyişte sıkılan baba, bir grup Hıristiyan akrabaları, merhumun müslüman karısına gelip, “Boşuna bekletilmesin, bak tabutla da konulabiliyormuş, bir an önce gömülsün, tartışmaya gerek yok” dediler. Bir Alman müslüman ortaya atılıp, heyacanh ve düşündürücü bir konuşma yaptı:
"Ölen müslümandır, bizim kardeşimizdir. Ne akrabalarının isteğine, ne de Aiman formalitelerine göre gömülecek, Allah'ın istediği şekilde İslam'i kurallara göre gömülecektir.
Bir hayli diretti, mezar yetkiliüleriyle uzun uzun tartıştı. Mezar yetkilileri ise tabutla gömülmesi için itikadi ve inadı bir direnç gösteriyorlardı.
Çünkü yasalar böyleydi!.
Evet,
Halkında müslüman olan Doğu ülkelerinde müslümanın canlısına müdahale edilirken, böylesi Batı ülkelerinde canlısına değil ölüsüne müdahale ediliyordu. Doğuülkelerinde ise böyle bir müdahale yoktu. Ölen bir kimse İslam'i kurallara göre yıkanabilir, kefenlenebilir, namazı kıhnabilir ve yine İslam'i kurallara göre defnedilebilir. Daha açık bir ifade ile ölen bir kimseye İslam'i kurallann uygulanmasında hiç mazhur yoktu.
Tabi ki ölmüş olması kaydıyla!..
Netice olarak tabutun toprakla doldurulmasına karar veriliyor. İki saatlik bir bekleyişten sonra tabuta tenekelerle toprak getiriliyor ve tabut toprakla dolduruluyor. Merhumun yüzü kıbleye çevriliyor, tabutun kapağı örtülüyor ve öylece konuyor kazılmış kabire.
Okunan Kuran ayetleri, dirileri düşündürüyor.
Yapılan dualar, Rahmet dileyişleri ve bir kardeş daha aramızdan bedenen ayrılıyor. Dört senelik güzel bir maziyi, örnek alınacak sözleri ve özlenecek davranışlan kardeşlerine bırakarak.
Uğurladık bir müslümanı, onu sevenlere ve onun sevdiklerine uğurladık.
Ne üzülüyoruz, ne hayıflanıyoruz onun için.
Mezarlıktan çıkarken, bir kardeşi öz vatana uğurladıktan sonra gurbette kalmanın garipliğini ve hüznünü soluyoruz..
On
Eüzü besmele ile mezara girdim.
Bu kez öyle bir kabrin basma geldim ki, bu kabrin içindeki insanı net olarak tanımlamak, birçok insana doğruyu ve hakkı buldurur.
Sağlığında insanların pek çoğu ne yazık ki onu tanıyamamışlardır. Şimdi de onun gibilerini hala tanıyamadan, ömürlerini, mesailerini ve mallarını tüketenler bir hayli fazladır.
Böylelerinin gerçek çehrelerini tanımak için, Allah'ın bizlere uymamızı, yaşamamızı istediği dini, asli kaynaklarından öğrenmek ve bilmek lazımdır ki; böylesi insanlann ne olduğu, ne olmadığı anlaşılmış olsun. Bu insanlar Allah adına konuşurlar, fakat konuştuklarının büyük bir bölümü, Allah'ın konuşulmasını istediği meseleler değildir.
Bu İnsanlar “Din adamı!” olarak popüler bir makamda söz söyleme yetkisine sahiptirler. Allah'tan başkalarından korkarlar, çekinirler, Allah'tan başkasını severler.
Etrafındaki insanların gerçekten ihtiyacı olan meselelerde, ya derin bir sükutun içindedirler, ya da meseleyi bay patronlannın beğenisini kazanacak, kendi aleyhlerine tehdit ve tehlike oluşturmayacak bir şekilde, kendi te'vil ve tefsirleriyle makaslayarak biçimlendirip, özünden saptırırlar. Bunlar, başı ağnyan insanlara karın ağrısından söz eden ve karın ağrısının gidericisi olan hap ve İlaçlan tavsiye eden ve veren ve bu icraatleriyle iyilik yaptıklarını, bir başka deyişle hizmet ettiklerini iffetsizce söyleyen aldatıcılardır.
Bu insanlar Allah'ın Kitab'ının içindekileri bilirler.
Bilirler Kur'an'ın sadece namazdan, oruçtan bahsetmediğini. Arapça, fıkıh, siyer, tefsir gibi dersleri okuturlar. Maalesef ne bildiklerini, ne de okuttuklarını yaşamazlar. Kendilerine hükümler hatırlatıldığında batıl tevil ve tefsir ile kendilerini hakîı çıkarırlar.
Dahası böyleleri gözler yaşartıcı konulan kürsülerde, meclislerde, sohbetlerde aktörce dile getirdikleri için İslami bir değer ölçüsüne sahip olmayan halkın büyük çoğunluğu tarafından beğenilirler ve ilgi toplarlar.
Maalesef halk, onların yanlışını, eksiğini, ihanetini bilemez, zaten düşünmezler de.. Değil mi ki hocadır, “Hoca yanlış söyler mi?”
Halkın dini duygulannı kendi maddi ve politik çıkarlarına veya politikacıların çıkarlanna alet eden bu gibilerini bazı kişiler zaman zaman tanırlar. Ama bu tanıyanlar halkın yekünü yanında çok azdır.
Evet bunlar çıkarcıdırlar, ağızlan ve sözleri değişkendir..
Böylesi bir betamın kabri başındayım. Allah'ın hükmünü gizleyen, Allah'ın Kitab'ını az bir ücret karşılığı satan, Kitab'ı arkaya atan, gittiği mevlitlerde daha fazla para kazanmak için anfiyi de beraberinde gezdiren, bir ramazan ayında on, onbeş hatim siparişi alan ve kendisine “Ya hoca, sen hafız da değilsin! Bu hatimleri nasıl indiriyorsun? Vakit yeter mi buna?” denildiğin de “Size bir meslek sırrı söyleyeyim. Üç ihlas, bir fatiha bir hatimdir.” diyerek sıntan, kalbi maddi çıkarın ve dünyanın sîsi ve kiri altında kararan ve katılaşan bu sahtekar, bu din tüccan şu anda Allah'ın huzurunda..
Etrafındaki saf ve iyi niyetli insanlan aldattığını sanan bu zavallı, gerçekten kendisini aldattığını şu anda çok iyi
anlamıştır.
Ebu Hureyye (r.a.)'dan rivayet edilir, Rabbimizin huzuruna ilk önce hükmü verilmek üzere getirilen üç sınıf insandan birileri de böyleleridir.,
Allah'ın huzuruna Kuran okuyan, Kuran okutan, öğreten kişi getirilir. Rabbimiz ona sorar:
“Sana verilen nimeti hatırla.”
Biliyoruz ki., “O gün nimetlendirilen şeylerden sorulacaktır.”
Allah'ın huzuruna getirilen o kişi:
“Ya Rabbi, Senin nzan için Kuranı okudum, öğrettim.” der.
Rabbimiz:
“Yalan söylüyorsun, sen Kuranı “Ne güzel Kur'an okuyor” desinler diye okudun.”, buyurur.
Ve hakkında hüküm verilecek. Yüz üstü cehenneme ilk girenler böyleleri olacak.
Bir an düşündüm.
Şu önümdeki kabrin içindeki meyyit belam bir sünnet merasiminde mutfağa girerek çiğ bir yumurta istedi.
Birisi:
Hayrola hocam ne olacak bu?
Bugün üçüncü mevlüdüm, sesimizin aynalı çıkması lazım.!
Evet sesinin aynalı çıkması lazım, çiğ yumurtayı içmesi lazım, yoksa üçüncü sınıf durumuna düşebilir!.
Hayatı boyunca birinci sınıf olarak okumasını sürdüren bu mezkur meyyit, birinci sınıftan düşmedi, ama bir arşınlık toprağın içine, kabire düşüverdi. Ve hesabını zor vereceği, veremeyeceği lekeli bir mazinin kirli amellerini de beraberine alarak Allah'ın huzuruna götürdü.
Dualannı hatırlıyorum
Okuduklarını ve okuyuşunu hatırlıyorum..
Yaptığı pazarlıktan, gizlendiği hükümleri, korktuğu makamları, aldığı arsaları, biriktirdiğ metalan.. hepsini düşünüyor ve hepsini hatırlıyorum...
Korktukları, gizledikleri, biriktirdikleri nerede!.
Ve kendisi nerede!..
Onbir
Namaz için camiye uğradığımda, musalla taşındaki cenazenin başında, el pençe, boynu bükük iki kişi bekliyordu. Cemaat farzın sonlanndaydı.
Şadırvanda abdest almaya başladım.
Çelenklerle doluydu tabutun etrafı. Bir grup iç avluda, bir grup caminin dış duvar diplerinde, ana giriş kapısının önünde, arabalann arasında, yakalarında meyyitin resmi olduğu halde bekliyorlardı.
Yorum yok nadide çiçeklerden oluşturulan çelenklere, yorum yok tabutun başında bekleyenlere ve yine yorum yok yakınlarının, meyyiti uğurlayanların neden içeride veya namazda değil de, dışarıda beklediklerine!.
Şaşırmadım, alışılagelen bir haldir bu..
Ben abdestimi aldım, şadırvanda oturarak bekliyordum. Cemaat dışarı çıktı, saflar dizildi. İmam önde, camiden çıkan cemaat imamının arkasında, ölü imamın önünde. Ölünün en yakınları caminin avlusunun dışında kılınan cenaze namazını seyrederek bekliyorlardı.
Ahlar, vahlar, iyi insandı, şöyle İnsandı, böyle İnsandı sesleri..
Namaz kılındı. Hoca cemaate döndü;
“Mevtayı nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Cemaat kurulmuş saat gibi öttü.,
“İyi biliriz”
“Allah taksiratını affetsin..”
İmam, şadırvanın yanındaki özel odada. Ölünün birinci dereceden akrabaları, ya da birinci dereceden defni ile ilgilenen yakınları ise imamın karşısında, imamı dinliyorlar.
“Mezara gelirim ammaa.
“Tabi hocam”
“Önemli değil hocam”
“Ben takdim edeyim mi Arif bey?”
“Hediyenizi telkinden sonra da verebilirsiniz..”
Kulaklarımı tıkadım duymamak için ama duyuyordum, duymuştum bu pazarlığı!.
Bir insan ölmüş, defninin, gaslinin hediyesi var! Hele din işlerinden hiç anlamıyorsanız, o an ki hüznünüzün, duygularınızın, vicdanınızın sesine veya aldığınız yalan yanlış din bilgisine göre amel etmeye kalkarsanız, hediyeniz büyük olacaktır.
Meyyitin oğlu, hocaefendinin koluna girdi; “Sayın hocam, merhum babamdır, burada, mezarda, mezardan sonra, evde, camide, yedisinde, kırkında, elliikisinde, hatminde, mevlidinde ne gerekiyorsa yapınız, masraflarınızı tesbit ediniz. Size bu çeki bırakıyorum, diğer bocalan da siz ayarlarsınız”
Ölünün yakınları yastayken, hüzündeyken, dertliyken hoca eline gelen çek ile yepyeni bir sevinç atmosferine girivermişti. Ölümün ne güzel bir nimet olduğunu düşündü!. Tabi ki başkalarının ölümü!.
Bu din tüccarlarının gözlerine nefret ve öfkeyle baktım.
Hak ve hakikatten habersiz gözlerinde; çölde bir cesetle karşılaşan ve o cesete menfaat duygularıyla saldıran bir akbaba ifadesi, bir akbaba bencilliği iğrenç bir şekilde beliriyordu.
Bütün bu olanlara garip bakan, anlamlı bir çift göz aradım cenazeyi uğurlayanlar arasında,
bulamadım, bulamadım aradığım bakışları.. Şadırvandan doğruldum, caminin camlannda kendimi ve yalnızlığımı gördüm.
Ölümünün üçüncü gününde, mezkur meyyitin, mermerlenen mezannda şunlar yazılıydı. D. 1925-ö. 1985 Ruhuna Fatiha Holding Kurucularından
Mezara ve mezar taşına bakarak düşündüm. Hatırladım Allah'ın ayetlerini.
“Karun Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki onun (hazinelerinin) anahtarlarını (taşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki; "Şımarma, Allah, kibirlenip şımaranları sevmez.”
“Allah'ın sana verdiği bu servet için de ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk etmeyi isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
“Bu servet bende bulunan bilgi sayesinde bana verildi” dedi. O (mağrur) bilmedi mi ki Allah, kendisinden önceki nesiller arasından, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir.”
“Karun süsü, debdebesi içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler; “Keşke Karun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydi, hakikaten o büyük nasip sahibidir” dediler.”
Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise; “Yazık size, inanan ve iyi iş yapan kimse için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur” dediler.”
Nihayet biz onu da, evini de yere batırdık. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini savunup kurtulanlardan da değildi.”
“Dün onun yerinde olmayı isteyenler; “Vay, dernek Allah, kullarından dilediğine rızkı açar ve kısar. Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yere batırırdı. Demek, kafirler gerçekten iflah olmaz” dediler.”
“İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere veririz. Güzel sonuç, günahlardan sakınanlarındır.”
“Kim bir iyilik getirirse ona, ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları kötülük kadar cezalanırlar,” [4]
Evet,
Karun bir zengindi, bir azgındı ve Öldü. Rabbini dinlemedi. Rabbinin emirleri kendisine iletildiğinde kibirlendi, şımardı.
Acaba şu an toprağın altında yatan Holding'in kurucusuna da nasihal eden, tebliğ eden oldu mu? Bilmiyor muydu, hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olmadığını?
Bilmiyor muydu, o malı mülkü ve serveti, kendisine Allah'ın verdiğini ve bu mal ile imtihan edileceğini?
Bilmiyor muydu, bir fakirin, bir işçinin hakkını gaspettiği zarrran bunun hesabını tek tek vereceğini?
Bilmiyor muydu, kazanma ve harcama konusunda Allah'ın hükmü olduğunu ve bu hükümden sorguya çekileceğini?
Acaba bilmiyor muydu, malını, mülkünü ve güç sahibi gördüğü dostlarını geride bırakarak, onlardan koparak alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzuruna yalnız, yapayalnız ve çırılçıplak bir şekilde çıkacağını, yaptıklarından ve yapması gerekirken yapmadıklanndan tek tek hesap vereceğini?
Bilmiyor muydu bütün bunlan?
Yoksa, yoksa biliyor muydu?..
Oniki
Bir dostun şehadetinin 6. yılında...
Uzun bir süreyi geride bıraktım onsuz. O yokken onunla geçen bir zaman şeridini geride bıraktım.
Sıkılıyordum. Yalnızlığım zirvelerde, yalnızlıktan öte bir yalnızlık kucağında, karamsar, hüzünlü, düşünceli, kanayan bir yara gibi duruyordu. Umut, serinletici, ferahlatıcı bir ab-i hayat gibi beni diriltiyor, bilemediğim, yanların beni kavuşturacağı olaylar arasında gezinen haya! dünyamın ayaklan bir mezann taşına takılıyor, yere düşüyordum, elim toprağa değiyor, yarınlar için bildiğim kesin gerçek, ölüm!..
Ölüm bana ne kadar uzak!.. Ölüm bana ne kadar yakın!..
Benim ölüme yakınlığım ne?
Benim ölüme hazırlığım ne?
Benim ölümlere duyarlığım ne?
Ölümde dirilmek için yakın gelecekte bu gurbeti terketmemeliyim. Bu gurbetin terki kendi elimde değil ki.
Vakit gecedir ve hiç bir horoz ötmemiştir. Gökyüzünde ay yoktur. Kentin sabahına çok var. Ama benim sabahıma çok az kalmış olabilir.
Sabaha, güneşe hazır mıyım? Daha bu gecede kalmalıyım. Sabaha geçiş bu geceden. Güneşe vanş bu geceden. Uğraşı vermeliyim. Bu geceyi değerlendirirsem; Rabbimin katında değerim artar, Uyumamalıyım. Herkesin uyuduğu, uyutulduğu bir gecede uyanık kalmak güç olsa da uyumamalıyım.
Gurbetim uzun olsun gam değil. Bu gurbeti Allah adına yaşamalıyım, Allah adına sevmeliyim, çekmeliyim. Bu gurbetim biterse, Rabbimin nzasını kazandıracak ey . Semlerim de bitecek. Çünkü bu gurbetin eylemleri Hak katında ya çok değer kazandırır ya da kaybettirir.
Ya Rabbi bu gurbette yaşamamı her hayrımın artışına vesile kıl. Allah'ım hayrı ve hayırlıyı istiyorum. Hayırlara kavuşturacak eylemleri bana kolaylaştır, güç ve kuvvet ver, sabır ver, irademi güçlendir, hakkımda ve müminler hakkında hayırlı olanı ver.
Ya Rabbi özümde, içimde, kendine yakın, Seni seven, Sana her şeyini veren, şer ve kötünün el atamadığı şeytanın ve uşaklarının sokulamadığı, Senin yolunda bin kez yok olsa, tekrar Senin yolunda ölmek üzere bin kez varolmayı arzulayan, sıkıntıların, hüznün onu asla sarsmadığı, dünyanın bir sivrisinek kadar değerinin olmadığı, kutsal eylemlere, hem de en ağınna, en zoruna talip, beşeri, cahili hiç bir unvana değer vermeyen, itibar etmeyen, Allah'ı seven birini bulunca, her şeyi ile onu Allah için seven, Allah'ı bilmeyenlere, idrak etmeyenlere merhametle eğilen ve net, berrak Rabbani ölçüde tebliğini yapan, hidayetini dileyen, ama katli vacip olmuş müstekbirler güruhuna kini öfkesi bir dağ kadar şedit, müstazafın derdini dert edinen, hayatını, ezilmiş sömürülmüş, aldatılmış halka adayan bir kişiliği dirilten, bu önümdeki şehit dostumun kabri başında, ihlasla, samimiyetle elimi Sana açarak, içimi Sana açarak, fazlınla Sen'den en hayırlıyı, en doğru yolu istiyorum. Bu yolun yolcusu yap beni. Bu yolun adabını, edebini, disiplin ini, eylemlerini bilecek, yaşayacak gücü kudreti bana ver Ya Rabbi...
Acizliğim, kusurlarım kendimdendir.
Güzelliklerim, iyiliklerim lutfundandır.
Hayırlarda yarışanlardan eyle.
Şehadeti nasip eyle. Kanım Sen'in yolunda aksın. Ölümüm Sen'in için olsun. Yaşayışım Sen'in için olsun, Ya Rabbi beni hizbinden eyle. Şeytanın hizbinden ve şerlerinden beni Sen koru.
Şehitler ölmez.
Allah yolunda ölmeyen, dirileri; toplumun, nabzında bir uyanış, bir diriliş atışları yapan şehidin kabri; kabri değil, Rabbe yükseldiği, Rabbe kavuştuğu fiziki manada bir buçuk arşınlık çukur, gerçek manada dünyadan, dünyalardan daha değerli, kalbimin, kalıbımın, düşüncelerimin, ruhumun dirildiği, irkildiği yenilendiği kutlu bir mekandayım..
Ne yazayım, ne söyleyeyim bilemiyorum. Bir kuş tüyü kadar hafif, kafesin demirlerini kıran, silen, yok eden, ruhumun yüceldiğini, beni çok ötelere çektiğini, şartlanmış perdeli gözlerin göremediğini, paslı, tıkalı kulakların duyamadığını, gönlüne Allah'tan başka sevgilerin yer ettiği kişilerin hissedemediğini, kelimelerin, sözlerin ifadelendiremediği o anı, o duyguyu hiçbir kaiem yazamaz..
Şehid..
Vücudunu Allah'a vermiş, kendisinin Allah'tan geldiğini bilen ve yine kendisini Allah'a vermekten esirgemiyen, peygamberler, veliler İle birlikte haşrolacak.
Peygamberdeki, Allah (c.c.)'in insanlar arasında kendine elçi, kendine rasul olarak seçtiği mümtaz, pak, temiz, ismet sıfatına sahip, yeryüzünde hiçbir kire bulaşmamış masum şahşsiyetler.. Allah şehidi, onların yanına koyuyor. Allah şehidi onlarla birlikte yanma alıyor, huzuruna alıyor. öte alemde sorgu yok, sual yok.
Tüm dünyayı ve içindekileri verseler, mü'min yolundan döner mi?
Mü'min insan yolundan sapar mı?
İnancından taviz verir mi?
Bu dünyanın nimeti, ahiretin yanında okyanusun bir damlasının binde biri. Yok olmaya, kaybolmaya mahkum. “Helalinin hesabı, haramının azabı olan bu dünya” baki değil. Bu dünyanın korkusu, tehlikesi, sıkıntısı, elemi, işkencesi, ahiret azabının yanında nedir ki? Mü'min insan dünyevi korku ve tehditlere aldanıp yolundan sapar mı, taviz verir mi, uzlaşır mı hiç...
Şehid, kamil imanını kanıyla eyleme döken, sulayan ve halka, topluma dibdiri mesaj veren insandır.
“Cihad etmeyen ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeyen bir nevi nifak üzere ölür.”
Ya Rabbi, dünyevi menfaatler, namlar, şanlar, itibarlar için değil, sadece ve sadece Sen'in nzan İçin, bu yolda dirilmek ve dirilmeye vesile olmak için şehadeü diliyoruz. Bize nasip eyle..
Allah'ım
Yolunda yaşamayı bizlere nasip et ki, yolunda ölmeye yüzümüz ve umudumuz olsun..
Kanın yerde değildir şehid kardeşim...
Onüç
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bulunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırakmıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçirilerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanımayan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi İlişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaatleri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çe-lenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle reklam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Rahmetsizin ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zulmünden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılmayanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn'ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakından yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı..Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materyalist yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profösör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışık, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profösör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profösör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik buraya?”
Soruya canı sıkılan profösör Öğrenciye omuzunu çevirerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak karşılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın Resulüdür.” yazılı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsunuz, Bunun yen'ne mevtanın sık sık tekrarladığı "Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değilmiydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatının tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kılmazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem vermeden büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılmayanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine...” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah'tan başka büyükler tanıyanlar ve kendilerinin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hukuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayrihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir kafire tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyordu. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yanya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan görülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktuki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlileri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyucular, kanunlan koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir metrekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzre cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kimse bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı meraklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya başladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor...”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah'ı Peygamberi Kitabı, Dini...”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra rnünker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunlan hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şahadeti söyle. Hatırla, Allah'tan başka İlah yoktur. Allah'tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah'ı tanıyorum. Allah'tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab'ım, Kur'an'ı Kerim'dir.
Hatırla bunlan ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen'sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen' den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları...
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam'ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ekmeğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için korku yoktu. Yaşadığı din İslam ise elbetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye elbetteki hıristiyan veya budist kabul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüslim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam değilse, diriyken İslam'da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam'a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya müslümanlan için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur'an'ı Kerim, Yasin suresinde beyan edildiği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
Ondört
Bugünkü okumam tefekkürdü. Düşüncelerim beni ızdıraba sürükledi. Aynaya baktım. Zaman zaman aynaya bakarım, ikinci bir ben, beni denetler.
Kendimi iyi göımedim.
Kendimi yeterli görmedim. Takvamın zayıflığını hissettim. Yaptıklarımın, yapamadıklarımın sıkıntısı yüzüme vurmuştu. Yüzüm bana karanlık göründü.
Sanki ölümü unutmuştum.
Sanki ben öleceğimi unutmuştum.
Neyim ben?
Kimim?
Bir fani, bir kul, bir aciz insan..
Rabbimden nasıl gafil olabilirim?
Ürperdim, sarsıldım..
Rızıkların taksim edildiğini bilmeme rağmen neredeyse fayda vermeyen emel ve arzulann ölümcül girdabına düşmek üzereymişim.
Ve ben çok azının farkında olduğum lekeli, kusurlu, kirli yanlarımın arındırılmasından kendimi uzaklarda tutmuşum.
Kur'an'ı anlamayan, İsiam'ı yanlış ve eksik bilen, tevhidden uzak, cahiiiyyenin yerleşip kökleştiği bu toplumda. Kuranla içimi temizleyip, nurlandırarak, tavırlanmı Rabbimin hükmüne göre denetleyip şekillendirerek, peygamberin tebliğ ve davet konusundaki hassasiyetlerini kavrayıp, insanın, insaniığın kurtarılması konusunda, ızdırap duymam gerekirken bu konuda gevşeklik göstermiştim.
Canımız, canlarımız sıkılır, hüzne kapılırız. Yalnızlıkta boğuluruz. Karamsarlaşırız.
Iztırap içimizi dışımızı kuşatır.
Üzülürüz.
Suskunlaşınz.
Konuşmak istemeyiz hiç kimseyle.
Hiçbir şey yapmak gelmez içimizden.
Bütün bunlar nedendir, niçindir?
Kimin için üzülüyoruz?
Bizi sıkan ne?
Niçin elimiz ayağımız bağlanır?
Eğer dertlerimiz, sıkıntılarımız Allah adına ise, halimize oturup şükredelim ve yapmamız gerektiğini kavrayıp, yapmamız gerekenleri Rabbimiz adına, hiçbir telaş, panik, korku, çekimserlik, pısırıklık, uyuşukluk, cimrilik, çıkarcılık gözetmeden, izzetle, onurla, şerefle bir müslümanda olması gereken kişiliğe bürünerek yerine getirelim.
Tavırlarımız sözlerimizin gölgesi, en açık yansıması olmalı.
Laf, söz adamı değil, hakkı söyleyen ve yaşayan insan olmalıyız.
Etrafımızda çok görürüz konuşanlan, konuştukları gibi yaşayamazlar. Yaparr.ıyacaklannın edebiyatı ile bir ömür tüketirler. Üzerine düşmeyen eylem ve ibabetlerin yorum, mütala ve tartışması ile, her anı bir yakut, bir inci olan kıymetli zamanlannı beyhude yere bitirirler. Sadece kendilerinin değil, çevresinde iyi niyet ile beklentide bulunan bir çok samimi insanlann da zamanını ve çalışmalarını da mahfederler.
Bazılan yaptıklannı süslü görüp, heva ve heveslerini ilah edindikleri için böyle davranırlar.
Bunlann bazılan cehalet ve gafletten bu konuma düşerler.
Bazılan tağuttan korktukları ve rahatlarının bozulmasını istemedikleri için böyle davranırlar.
Bazıları satın alınırlar bir eşya gibi, bir ayakkabı gibi bedellidirler, çıkarcıdırlar, menfaatlerinin doğrultusunda biçilen fiyata göre şekil ve renk alırlar.
Bir kısmı şahsiyetsizdir, kişilikleri siliktir.
Her eyleminde, her düşünce ve yaklaşımlannda “Acaba bu davranış, bu düşünce, bu yaklaşım Rabbimin katında nasıidır? Rabbimin hoşnutluğuna, hükmüne uygun mudur?” deyip, düşünce ve davranışlannda salih olarak, net olarak ızdırapla Allah'ın hükmünü arayan ve o hükümden karşılaştığına, can ile baş ile dört elle sarılıp, elinden geldiğince ihlasla ifa etmeye çalışan, salih insanlara ne kadar da çok ihtiyacın, Özlemin duyulduğu, nazik, bulanık sorumluluklarla yüklü hazin bir ortamın içinde mezara geldim...
Doluydum...
Durulmak, dirilmek, yenilenmek, tekrar tekrar tazelenmek için oradaydım.
Mezarlar şehrin dışında, bazı yerlerde şehrin ortasında bir alarmdır. Mezarlar bir sinyaldir. Mezarlar bir öte dünyanın varlığından, hesabından gafil olanlara bir ikaz, bir sirendir, bir tehlike çanıdır. İsrafil'in surunun bir yankısı duyulur mezarlarda.
Ruhları ve gönülleri dünyanın ve dünya sevgisinin toz ve kiriyle nasırlaşan insanlar, mezann siren sesini işitmez ve Ölümün diriltici dersindeki hikmeti, nasihati anlayıp kavrayamazlar.
Yanı başında siyah boyalı cenaze arabasının geçişinde, hiçbir endişe ve hiçbir ruhi titreşimi duymayan, duyamayan insan, gaflet çukurunda kahlaşan kalbiyie, donan ruhuyla hüsran denizinde boğulmuş bir ceset gibidir.
Böylesi yaşayan ölülerin arasında buîunmaktansa, zaman zaman mezarlarda olmak daha iyi oluyor.
Dünyadaki her tipin, her karakterin mezardaki son durumunu görebilirsiniz, hissedebilirsiniz. Orada gözünüz iki dünyayı da görebilir.
Ufkunuz açılır, bakışlarınız fiziki boyutları aşar. Görülmeyini hissederek görebilirsiniz.
Ruhun gözü açılır. Kitab'ın hükümlerine bakar ve o hükümlerin örneklerini ve o hükümlerin gerçekleştiğini görürsünüz.
Hani Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini inkar eden, Allah'a inananlara zulmeden, sadece Allah'a kul oldukları ve “Rabbimiz Allah” dedikleri için bir çok insana işkence eden ve bir çok insanı şehit eden müstekbir ve zalimler vardır. Ve bu müstekbirlerin bir kısmı hala yaşamaktadır.
Ama siz, o kibirlenen, büyüklenen , ilahlık taslayan, firavunlann, müstekbirlerin kabirdeki halini, mezarda yanı başımızda görebilirsiniz.
Ölecekleri hiç akıllarına gelmeyen, peygamberlerin, inananların kendilerine haber verdiği Allah'ı ve ahireti inkar eden bu zalimler kabirdedir ve size Kitab'ınız onlann sonunu haber vermektedir. Bu haberi orada görürsünüz, yaşarsınız.
Onlann acı sonunu, yaşayanların da aynı acı sona doğru adım adım ilerlediğini görürsünüz.
Ve istersiniz ki içinde bulunduğunuz cahili toplumdaki müstekbir ve firavunlan Allah'ın hükmüyle uyarasınız ve istersiniz ki yaşayan insanlar bu feci akibetten ders alsınlar.
Bir insan düşünün, hem “Allah'a inandım” diyor ve hem de inandığı Allah'ın hükümlerine gücü oranında boyun eğmiyor, Allah'tan başka hüküm koyucular tanımış, onlara itaat ediyor. Hem “Allah vardır” diyor ve hem de varolan Allah'ın kendisinden istediklerini değil, Allah'ın istedikleriyle çatışan, efendisinin, nefsinin, nevasının menfaatinin isteklerini yerine getiriyor.
Hangi kişilikte insan tasavur ediyorsanız, o insanların ölüm sonrası durumunu mezarlarda seyredebilirsiniz.
Hepsi toprakta
Hepsi dünyadan maddi hiç bir şey götürememiş.
Ve hepsi Allah'ın bildirdiği bir öte dünyanın muhasebesinde,
Sanki terliyorlar...
Sanki ceza çekiyorlar...
Sanki ateşteler...
Sanki... Sanki...
Ve bir kısım insanlar vardır. İnsanlığın yüz akıdır. Toplumun karanlığında, gecesinde ay gibidirler, yıldız gibidirler. Allah için yaşarlar, Allah için severler, Allah için verirler, gayeleri Allah nzasıdır. Allah yolunda bir çok meşakkat ve eziyetlere uğramışlardır. Kanları dökülmüştür.
Onlan görürsün kabirde ve onlann ölmediğini, hem bu dünyada, hem de Allah katında yaşadıklarını, mutluluklarını hissedersin. Bu mezarlardan, dünya yaşantısına ilişkin pişmanlıklar ve keşkeler değil, hamd ve şükürler yükselir. Onlann mezarına, onların toprağına bakan gözleriniz aydınlanır. Onlann yerinde ve onlar gibi olmak istersiniz. “Bunlar gibi olmak için, bunlar gibi yaşamak gerek” dersiniz kendi kendinize.
Öleceklerini ve bu imtihan dünyasının hesabını Allah'a vereceklerini unutanlara mezardan bir diriliş, bir uyanış, bir muştu sesi götürmek istersin.
Her bir kabirden herbir insanın evine aktarılacak baharın bir bir çiçeklerini devşirirsin mezarlarda.
Ölüme karşı bakışları miyoplaşmış insanlara, ölümü uzak görmemeleri için miyop gözlükler bulursun kabirlerde.
Toplumu ve insanları düşünürken kendine bakarsın, bu bakışın objektiftir, bu bakışın gerçek bir bakıştır ve utanırsın kendinden, hay edersin durumuna, temize çıkaramazsın kendini.
Ölülerin arasındasmdır, onlann halini görmüşsündür, onların seslerini işitmişsindir ama sen ölmemişsindir. Tevbe kapısının kendine henüz açık olduğunu, salih eylemleri yapmaya fırsat ve zamanın var olduğunu yakinen bilirsin.
Dirilirsin
Yenilenirsin
Ve mezardan, bu umud ile dönersin hayata, bu inanç ile dönersin şehire!.
Fakat bil ki, iyi bil ki, çok çok iyi bil ki, bu dönüşünün olmayacağı gün de gelecektir!..
O gün belki de çok, çok yakındır.