Bu Blog içinde Ara

19 Haziran 2012 Salı

HAPİSTE İKEN GÖNDERİLEN BİR MEKTUBA CEVAP İBNU TEYMİYYE

HAPİSTE İKEN GÖNDERİLEN BİR MEKTUBA CEVAP


Hamd Allah'a(c.c.) mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım ister, mağfiret diler, nefislerimizin şerlerinden, kö­tü amellerimizden O'na sığınırız. Allah (c.c.) kimi hidaye­te erdirirse onu saptıracak yoktur. Kimi de saptinrsa onu hi­dayete erdiren olamaz. Allah'tan (c.c.) başka hiçbir ilah. olmadığına, yalnızca O'nun, hiçbir şeriki olmadığına, Mu1 hammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasuîü olduğuna, onu hi­dayetle ve hak din ile bütün dinlere üstün kılmak için gön: derdiğine ki şahid olarak Allah yeter şehadet ederim, Al­lah (c.c.) ona ve aline salat ve selam eylesin.
İçinde abid, örnek, alim iki büyük zatın mektubu bulu­nan kağıt bana ulaştı. Allah o ikisini ve diğer kardeşleri, ka­tından bir ruh ile desteklesin. Gönüllerine imanı nakşetsin, onları sadakatleriyle yaşatsın. İlmin, hüccetin, beyanın, burhanın, kudretin, mızrak ve erlerle zaferler sultanının yardımcılarından eylesin. Muttaki dostları, veli kullarına zor­lu düşmanlara karşı galip ordularına, hem sabırlı, hem ya-kinen, inanmış muttaki imamlara dahil eylesin.
Açıkta ve gizlide bunları gerçekleştirecek vaadini yeri­ne getirecek şeytanın taraflarından Rahman'in kullarının Öcünü alacak olan Allah'tır (c.c).
Ancak hikmeti gereği, süregelen sünnet-i ilahisi icabı im­tihanlar ve düşkünlükler devam ediyor. Böylece Allah (c.c.) sadıkları, müminleri, münafık ve sahtekarlardan seçip ayı­racak. Çünkü Kitab'ı, imana çağıran herkes için fitne (im­tihan) ve kötülük yapanlara, taşkınlık edenlere cezanın ka­çınılmaz bir şey olduğuna işaret ediyor. Buyurur ki:
"Elif, lam, mim! İnsanlar yalnız 'inandık' demekle hiç sınanmadan (fitne) bırakılacaklarını mı sandılar? Andol-sun ki, biz onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allah (sınayacak) doğruları bilecek, yalancıları bilecektir. Yok­sa kötülükleri yapanlar bizi geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebut: 29/2-4)
Burada Allah (c.c). kötülükleri yapanların o talib-i (mut­lak) m elinden kaçabileceklerini sanmalarını ve iman dava­sında bulunanların sadık olanlarıyla yalancılarını ayıracak olan imtihandan geçmeden bırakılıvereceğini reddetmekte­dir. Yine Kitabında imanda sadakatin ancak O'nun yolun­da cihad ile kanıtlandığını haber vermiştir. Buyurur ki:
"Bedeviler inandık dediler. De ki: Siz inanmadınız, fa­kat islam olduk deyin, henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve ve Rasuiüne itaat ederseniz (Allah) yap­tıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Müminler onlardır ki, Allah'a ve Ra­suiüne inandılar, sonra şüphe etmediler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte (iman davasında) sadık olanlar onlardır. (Hucurat: 49/14-15)
İmtihan (fitne) olurken yüzgeri dönen ve bu imtihanı sırasında zaten Allah'a (c.c.) ucundan, kıyısından ibadet eden kimsenin zararda olduğunu da haber vermiştir. Buyu­rur ki:
"İnsanlardan kimi de Allah'a ucundan, kıyısından ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla ya­tışır ve eğer başına bir kötülük gelirse yüzgeri döner. Dünyası da hüsrandır, ahireti de. İşte apaçık zarar bu­dur ancak.'^                                               (Hacc: 22/11)
Ayette geçen "harf kelimesi uç ve kıyı demektir ki, üzerinde kimse yerleşemez, yani imanı, ancak arzu duydu­ğu dünyalığı sağladığında vardır. Yine buyurur ki:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri (sınayıp) bil­meden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden Cennete gire­ceğinizi mi hesap ediyorsunuz?" (Al-i İmran: 3/142)
"Andolsun, biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri, sabredenleri bilelim, haberlerinizi deneyelim (ortaya çıkaralım)." (Muhammed: 47/31)
Dinden dönenlerin bulunduğu zamanlarda, seven ve se­vilen mücahidlerin bulunmasının kaçınılmaz bir şey oldu­ğunu da haber vermiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar, sizden kim dinden dönerse (bilsin ki) Allah öyle bir toplum getirecek ki (O) onları sever, on­lar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, ka­firlere karşı onurlu ve şiddetlidirler Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah(ın lüt­fü) geniştir, bilendir (O). (Maide: 5/54)
İşte Allah'ın (c.c.) iman nimetine şükreden, imtihanlara sabreden, direncini yitirmeyen (sadık mümin toplurn)ler bunlardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürü-lürse siz ökçeleriniz üzerinde gerisin geri mi döneceksi­niz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenieri mükafatlandı-racaktır. Nice peygamber var ki onlarla beraber bir çok rabbani (müminler) çarpıştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Sadece şöyle di­yorlardı: Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut, kafir topluma karşı bize yardım eyle! Allah da onlara hem dünya karşılığını, hem ne güzel ahiret karşılığını verdi. Çünkü Allah güzel davrananları sever." (Al-iİmran: 3/144-148)
Allah (c.c.) sabrı ve şükrü sebebiyle insana nimet verdi­ğine, lutfetiğine göre, Allah'ın onun hakkında takdir ettiği her kaza ve kader hayrına olacaktır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Allah mümin hakkında hiçbir kaza ve kader tecelli ettirmez ki, mümin için o hayırlı olmasın. Başına bir bolluk, bir sevinç gelir, şükreder hayrına olur. Bir sıkın­tıya düşer, sabreder hayrına olur.[1]
O halde sabreden ve şükreden kimse Allah'ın da bir çok ayette zikrettiği gerçek mümindir.
Allah'ın (c.c.) sabır ve şükür lütfetmediği kimse ise kö­tü bir haldedir. Bolluk da darlık da onu çirkin akibetlere sü­rükler. Peygamberlerin, sıddiklann başlarına gelen, dinin te­mellerini garanti eden, imanı ve Kur'an'ı münafıkların, dinsizlerin ve iftiracıların, düzenbazlıklarından koruyan zor deneyimlere düştüğü zaman hali artık nasıl olur, var sen hesap et!
Neyse, Allah'a (c.c.) iyi ve bereketli hamdlerle çok çok hamdolsun. Rabbimizin sevdiği, razı olduğu vech-i kerimi­ne ve ızz-ü celaline layık hamdlerle hamdolsun.
Sizi ve diğer müminleri hem dünyada, hem ahirette ge­çerli söz üzerine sabit kılması, gizli-açık nimetlerini ta­mamlamasını, dinine ve Kitab'ına yardım etmesi, cihad edilmeleri, katı davranılmalan apaçık Kitab'mda emrolunan münafıklara ve kafirlere karşı mümin kullarını zaferyab eylemesi için niyaz olunacak yegane varlık Allah'tır (c.c).
Artık sizler akıllara gelmez ölçüde çeşit çeşit hayır ve iyi­liklerle müjdeleniniz. Şu mesele veya bu mesele ile ilgili ko­nular sadece cüzi şeyleri gözönünde bulunduranların sandı­ğı gibi değil, çok daha büyük, çok daha önemlidir. Bu sebep­le elçinin emini Alaü'd-Dinet-Taybersi'ye hitabımda şöy­le demiştim: "Bu "mesel"de söz hakkı benim değildir. Ak­sine bu hak, Allah'ın Rasulü'nün ve doğusundan batısına ka­dar bütün yeryüzü müminlerinindir. Benim dini değiştirmek, müslümanlann sancağını indirmek, falancanın filancanın ha­fi)  için dinden dönmek imkanım yoktur.
Evet, bir imkanım varsa o da, nefsim için savaş verme­mek, bana kötülük eden, iftira atanların cezalandırılmasını istememek, hakkımdan feragat ile kimseye eza edilmeme­sini istemektir. Benden tarafı hep helal olsun. Bütün hamd-ler ancak Allah'adır. Ben hakkımı helal ettim ve bu hoşuma gidiyor. Ben ona zaten söylemiştim, bu "mesele" de zarar ba­na değil, sizedir diye. Çünkü bu "mesele" yi yaygaraya ge­tirenler, İslam'a kin tutan, İslam'ın dostlarına, İslam içincihad ve mücadele edenlere buğz besleyen Tatarlar ve benze­ri İslam düşmanlarını zaferyab olmasını yeğleyen din düş­manı kimselerdir. Dininizi ve devletinizi bozmak üzere si­ze karşı hileler düzenleyenler onlardır. Kimisi Tatar ülke­sine gitmiştir, kimisi de Suriye ve başka yerlerde kalmak­tadır. Bu "mesele'nin gizli yönleri var. Onlan söylemem. Bu işe adı karışanları da söylemem. Siz gidip hükümdar naibi ile müşavere ederseniz o başka. Eğer izin verirse, o zaman sana onlan söylerim. Yoksa bunlar ona söylenmez. Söyledik­lerimi siz ona açınız." Bu söylediklerime hayret ederek, efendim bana bari onlardan bir tanesinin adını söyle dedi. Ancak siz genel anlamda onların sizin dininizi ve dünyanızı fesada uğratmak istediklerini biliyorsunuz. Benim sizinle dostlukta bulunduğumu, dininizin ve dünyanızın iyiliği için çalıştığındı bildiklerinden, beni imamlanymışim gibi gös­teriyorlar. Gizlenmek ve halkı kandırmak için böyle yapıyor­lar. Ama iş inşaâllah açığa çıkacak.
Ona şunu da söyledim: Diyelim ki öyle değil, peki ben niye korkayım? Öldürülürsem en üstün şehidlerden olurum. Rahmet ve rıdvan kıyamete kadar bana, dünyada ebe­di lanet ve ahirette azab da beni öldürene olur. Allah ve Rasulü'ne inanan herkesin benim Allah'ın (c.c.) dini için öl­dürüldüğümü bilmesi için böyle olur. Eğer hapsedilirsem, hapis benim hakkımda Allah'ın (c.c.) en büyük nimetlerindendir. Allah'a (c.c.) yemin ederim ki, Allah'ın (c.c.) bu hap­sim esnasında bana verdiği nimetin şükründen acizim. Ben­im insanlardan korkacağım ne arazilerim, ne medresem, ne malım, ne makamım, ne rütbem, hiçbir şey yok! Asıl kor­kacak sizlersiniz. Ya bulunduğunuz makamı, sahip ol­duğunuz malı kaybederseniz, dünya ve ahiret saadetine sayesinde ulaşacağınız din fesada uğrarsa! İşte bu fitneyi ayağa kaldıran o düşmanın amacı budur.
Yine dedim ki; Mısır'daki şu emirler, kadılar, şeyhler benim kardeşlerim, arkadaşlarımdır. Hiçbirine asla bir fe­nalık yapmadım. Hepsine daima iyi davrandım, dav­ranıyorum. Peki benimle ne alıp veremedikleri var? Hayır İslam düşmanı münafıklar onları şüpheye düşürüyor; Ben size şunu söyleyeceğim, -ancak bunu ona gidip söy-leyemedim- müminler içinde münafıkları dinleyen, mü­nafık olmasa da münafıklara uyanlar var. Tıpkı Allah'ın (c.c.) buyurduğu gibi:
"İçinizde de onlara kulak verenler vardır. (Tevbe: 9/47)
Allah (c.c.) Rasulullaha (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kafirlere ve münafıklara itaat etme, onların eziyet­lerine aldırma. (Ahzab: 33/48)
İmanın çeşitli şubeleri ve dayanakları olduğu göl,.nifakın da çeşitli şube ve dayanakları vardır.    
Rasulullah'dan (s.a.v.) şu rivayet edilmiştir:
"Münafıkm alameti üçtür; konuştuğunda yalan söy­ler, söz verir, sözünü tutmaz, bir şey emanet edilirse hıyanet eder.[2]
"Şu dört şey birden kimde varsa o halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri varsa bunu bırakmadıkça o kişide bir münafıklık özelliği vardır. Konuştuğu zaman yalan söyler. Sözleştiği zaman sözünü tutmaz. Mahkemeleştiği zaman namussuzluk eder. Bir şey emanet edilirse hıyanet eder.[3]
Ona bu "mesele" dedim, sizin düşündüklerinizden daha da önemlidir. Çünkü bu düşmanlardan bir grup Tatar ülkesine gitti. Tatar ülkesine mi?' dedi. 'Evet' dedim, onlar size karşı şerrin körüklenmesine en çok can atan kimseler­dir, daha başka şeyler de var fakat onları sana söylemem uy­gun olmaz.
Bana, sen dört mezhebe muhalefet ediyorsun, demiş, dört mezhep kadısının hükmünü zikretmişti. Dedim ki: Ak­sine dört mezhep imamı benim söylediklerimi doğrulmak­tadır. Suriye'de Hanefi, Şafii, Maliki, hadisçi, kelama ve su-fi her kesimden elliden fazla kitap getirmiştim. Hepsi de be­nim söylediklerimin kelimesi kelimesine aynıydı. Bu kitap­larda selefin ve imamlarının bizzat ifadeleri vardı.
Muhaliflerim memleketin bütün kitaplarını uzun uzun araştırmalarına rağmen imamlarından ve selef-i salihinden söylediklerimi yalanlayan bir görüş çıkarıp gösteremediler. Dosyayı bana verdiği esnada idi, onu gözden geçirdim ve dedim ki: Bunun bir yeri hariç gerisi hep yalandır. Hariç olan yer. "O Arş'a istiva etmiştir, ancak keyfiyeti bilinemez, teşbihe gidilemez" kısmıdır. Bu, "Tekyife, temsile, tahrife ve ta'tile gitmeksizin" şekliyle aynen "akide"de vardır. Bunun üzerine, 'bunu kendi eline yaz' dedi. Dedim ki: Bu daha önce "akide" de yazılmıştır. Aksi bir şey de söy­lemedim. Bu durumda yazıyı yenilemenin faydası ne?
Sonra dedim ki, bu ifadem üzere Ehli Sünnet vel-Cema-at'in icma ettiğini Maliki, Şafii, hadisçi ve diğer bir çok alim rivayet etmektedir. İslam alimleri içinde bunu reddeden yoktur, Tabii şu hasımlar(ım) hariç. Bunlar diyorlar ki:
"Ne Arş üstünde olan, dua edilen bir rab vardır, ne göğün üstünde ibadet edilen bir ilah. Oralarda ancak halis bir yol­luk, sırf olmazlık (nefy) vardır. Rasulullah (s.a.v.) Ali ahu Teala'ya uruc (miraç) etmemiş, göğe yükselmiş ve inmiştir. Dua eden ellerini Allah'a (c.c.) kaldırmaz." Onlardan kimisi de şöyle söylüyor: "Allah işte bu vücud varlıktır. Ben Al­lah'ım, sen Allah'sın, köpek, domuz ve pislik de Allah. Şöyle de derler: Allah bunlara hulul etmiştir.
Bu açıklamalara çok şaşırdı. Herhangi bir kimsenin böyle söylebileceğini aklına siğdıramadı. îbn Mahluf[4] ve ar­kadaşlarını kastederek "Ya bunlarda böyle mi söylüyor?" dedi. Dedim ki: Bunların konuşmalarını işitmedim, bana da bir şey söylemediler. Onun için onlar hakkında bilmediğim bir şey söylemem helal olmaz. Şu var ki o sözler benimle Su­riye'de tartışan, bana muhalefette bulunanların sözleridir. Bana bunları açıkça söylediler. Birisi de "Rasulullah'm (s.a.v.) bu konuda onların görüşüne aykın hiçbir sözünün ka­bul edilemez." olduğunu söyledi.
Adam benim kızgınlığımı görerek söylediklerimi din­liyor, belliyordu. Bu yüzden birkaç yoldan onun benden işittiklerinin sebebiyle memnun ve mesrur olarak çıkıp git­tiğini duydum. Demiş ki: Bu zat hak üzeredir, öbürleri ise Allah'ı mahvetmiştir. Ya değilse nerdedir bu Allah? Selim fıtratı olan herkes böyle söyler. Cemalü'd-Din el-Ahram'ın kendisiyle bu konuda konuşan Melik Kamil'e dediğini der. Ahram demiş ki: "Bu adamlar senin ilahını mahvettiler, git kendine ibadet edeceğin bir ilah bul!"
Müslümanların sözbirliğiyle bildikleri üzere Allah (c.c), hakikaten diri, jıakikaten bilici, hakikaten kadir, hakikaten işitici, hakikaten görücüdür. Bütün isim ve sıfatlarında böy­ledir. Bunu ancak batini filozoflar inkar ederler ve derler ki;
"O'na bu isimlen veririz. Ancak "hakikaten" böyledir de­meyiz." Böyle söylemekten amaçları bu isimleri reddede­bilmektir. Çünkü "ne hakikaten diri, ne hakikaten ölü, ne bilen ne cahil, ne kadir ne aciz, ne işiten ne sağır" derler.
Şöyle ki. "bu isimler mecazdır" dedikleri zaman onları reddetme imkanları doğuyor. Çünkü mecazın özelliği reddedilebilmesidir. Dolayısıyla kim bir lafzın hakikat ol­duğunu inkar ederse mutlak şekilde reddedilebileceğini söylemiş olur. Bu bakımdan Allah'ın (c.c.) hakikaten Arş'a istiva ettiğini inkar eden "Rahman Arş'a istiva etmiş değil­dir", demiş olur. Nitekim yiğit kimseye "aslan", aptal kişiye "eşek" demek, hakikat değildir diyen kimseye, bunları red­detmesi imkanı doğar. Dolayısıyla, o aslan değildir, eşek değildir, fakat adem (insan)dir diyebilir.
Bu adamlar birbirlerine, Allah Arş'a istiva etmiş diyor­lar. Kardeşleri de Allah işitici değildir, görücü, konuşucu değildir diyorlar. Çünkü onlara göre bu sözcükler mecazdır. Dolayısıyla peygamberin Allah Sübhanehu'dan haber ver­dikleri şeylere ilişerek onları tıpkı müşriklerin yalanladığı gibi, reddediyorlar. Ancak bunlar lafızları mutlak şekilde reddetmiyorlar, o kadar.
İbn Abdi'1-Berr, Baci ve bu ikisinin bulunduğu tabakadan önce gelen Maliki imamlarından Talemenki "Kitabü'1-Vü-sul ila Marifeti'1-Usul" kitabında elemiştir ki:
Ehl-i Sünnet'ten olan müslümanlar:
"Nerede olsanız O sizinle beraberdir." (Hadid: 57/4) ayeti ile benzeri ayetlerde amacın Allah'ın (c.c.) ilmi olduğunda, Allah'ın (c.c.) zatıyla göklerin üstünde bulunduğun­da ve dilediğince Arş'ı üzere istiva buyurduğunda icma et­miştir. Yine demiştir ki: Ehl-i Sünnet şöyle söyler:
"Rahman Arş üzere istiva etti." (Ta-Ha: 20/5)
Allah'ın (c.c.) Arş'ı alasına istivası hakikidir, mecazi değildir. İbn Abdi'1-Berr ise sahasında en değerli kitap olan
Muvatta şerhi Temhid'de nüzul (Allah'ın inişi) hadisinden bahisle şunları söylemiştir:
"Bu hadis sabittir, hadisçiler sıhhatinde ihtilaf etmemiş­tir. Bu hadis Allah'ın yedi göğün üstündeki Arş'ın üzerin­deki gökte olduğuna işaret eder. Nitekim cemaat (Ehl-i Sün­net ve'I-Cemaat) de böyle söylemiştir ve bu hadis onları Mutezile'yi, "Allah her yerdedir, Arş üzerinde değil" şeklin­deki sözlerinden dolayı reddeden delillerinden bir tanesidir.
Yine der ki: Ehl-i hakkın söylediklerinin doğru olduğunun delilleri şu ayetlerdir:
"Rahman Arş üzere istiva etti. (Ta-Ha: 20/5)
"Güzel söz O'na çıkar, iyi amel O'na yükselir (veya iyi ameli de Allah'a yükselten Ö'dur) (Fatır; 35/10)
"Melekler ve ruh O'na süresi ellibin yıl olan bir günde yükselir. (Mearic: 70/4)
"Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim ve kendime yüksel­teceğim. (Al-i İmran: 3/55)
İbn Abdil-Berr başka ayetler de zikretmiş, nihayet şöy­le söylemiştir: Bu, daha fazla şeyler anlatmaya ihtiyaç gös­termeyecek kadar hem avvamca, hem havasça bilinen meş­hur bir şeydir. Çünkü bedihi ve zaruri bir bilgidir. Kimse on­ları bu konuda tereddüde sevketmez ve hiçbir müslüman bu konuda onlara muhalefet edemez.
Bu, Muhammed b.Tahir'in el-Cüveyni Ebu Cafer el-Hemedani 'den naklettiği şu olaya benziyor. Hemedani bir ke-lamcınm meclisinde bulunmuş:
"Kelama 'Allah vardır, Arş falan yoktur' demiş. Hemedani, üstad demiş, bırak şimdi Arş'ı da bize kalplerimizde duy­duğumuz zaruri bilgilerden bahset. Hiçbir arif "Allah! dememiştir ki, kalbinde "Allah'ın yüce ve yüksek olduğunu zaruri olarak duymuş" olmasın, bu bakımdan yücelere dön­müş, sağa sola bakmamıştır. Bunun üzerine kelama elini başına vurmuş ve "Hemedani beni Jıayran etti. Hemedani beni hayran etti" demiş. Yani Şeyh Hemedani fıtratların, mabudunun ve dua ettiği varlığın üstte olduğunu ikrar et­mesinin zaruri, akli ve fıtri bir şey olduğunu, bunu semiy-yat (vahiy) yoluyla öğrenmediğini söylemek istemişti. Hal­buki gökleri ve yeri altı günde yaratmasından sonra Arş'a is­tiva etmesi böyle değildir. Semiyyat (vahiy) yoluyla edinilen bir bilgidir.
Bu sebeple (mesela) haftanın günleri ancak peygamber­den alman haberleri tanıyanlar tarafından bilinir. Bunu bil­meyen müşrik Türkler gibi milletlerin dilinde ise haftanın günleri yoktur. Bu durum, bütün din sahiplerini haftanın bir gününün toplanma günleri olması hikmetinden doğmak­tadır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bugün (yani cuma) bizimdir, yarın yahudilerin, er­tesi gün ise hristiyanlarındir."
Sonra îbn Abdi'1-Berr, bu konuda uzun uzun söz etmiş nihayet demiştir ki:
"Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları O'dur."
(Mücadele: 58/7)
ayetini kendilerine delil saymalarına gelince, bu ayette on­lar lehine bir delil yoktur. Çünkü sahabenin ve tabilerin alimleri bu ayetin tevilinde "O Arş üzerindedir, ilmi ise her yerde" demişlerdir." Bu konuda sözü hesaba katılır hiç­bir kimse onlara muhalefet etmemiştir.
Ebu Ömer der ki: "Kur'an ve Sünnet'te geçen bütün sı­fatlar ikrar edilmesi, onlara inanılması mecazen değil, ha­kikaten taşıdıkları anlamların kendilerine yüklenmesi konu­sunda, Ehl-i Sünnet icma etmişlerdir. Ancak onlar bu sıfat­ların keyfiyetlerine hiç girmezler. Allah'ın (c.c.) hiçbir sı­fatını sınırlamazlar. Bunları ancak Cehmi, Mutezili, Hari­ci, bidat ehli inkar eder, hiç birini hakiki anlamına almaz ve bunları ikrar edenlerin müşebbih (teşbihçi) olduğunu iddia ederler. Halbuki onlar, ikrar edenlere göre mabudu hiç yapmış (reddetmiş) oluyorlar. Hak olan ise Allah'ın (c.c.) Kitab'ında ve Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet'inde yer alan ifadelerdir. Bunları ikrar edenler Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat'in imamlarıdır."
Yine der ki: "Ehl-i Sünnet'in fıkıh ve hadi s-imamlarının bu ve benzeri konularda tutkuları yok, Rasululİah'tan (s.a.v.) gelen her şeye iman, onları tasdik ve hiç birinde sınırlanmaya ve keyfiyyete gitmemektir."
Siczi, İbane'de şunları söyler: "Sevri, Malik, İbn Uyey-ne, Hammad b. Seleme, Hammad b. Zeyd İbni'l Mübarek, el-Fuzayl, Ahmed ve İshak gibi imamlarımız Allah Süb-hanehu'nun zatıyla Arş üstünde ilmiyle her mekanda ol­duğunda, Kıyamet günü gözlerle Arş üstünde görüleceğin­de, dünya semasına indiğinde, gazap ettiğinde, razı ol­duğunda dilediğini söylediğinde ittifak halindedirler. Kim herhangi bir konuda bunlardan aynlırsa, o onlardan beridir, onlar da ondan beridirler."
Şeyh Abdü'I-KadirGeylani, Gunye'de şöyle söyler:
"Ayet ve delaletlerle -ihtizar üzere- yaratıcı bilgisi, O 'nun bir tek, eşsiz (vahid, ehad, samed) olduğunun bilin­mesi ve öylece inanılmasıdır. Daha ilerlerde der ki: O yüce­liği cihetiyle Arş'a istiva etmiş, mülkünü sarmış, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Yine, O'nu "her yerdedir" şeklinde nitele­mek caiz değildir, 'göktedir, Arş üzerindedir' denebilir, der. Sonra şöyle söyler: İstivasından tevilsiz bahsetmek, istivasının zatıyla Arş'ı üzerinde olduğunu söylemek yaraşır. Şunu da söyler: Arş üzerinde oluşu peygamberlere indirilen kitaplarda hep keyfiyyetî bildirmeden zikredilir."
Nasrel-Makdisi, Kitabü'l-Hücce'deîbnEbi Hatim'den şunu zikretmiştir: "Derki: Babama ve Ebu ZurVya Ehl-i Sünnet'in görüşlerini sordum. Şöyle Fediler:
"Hicaz, Irak, Mısır, Suriye, Yemen gibi bütün ülkelerdeki alimlere gittik. Onların görüşlerine dayanarak şunları saya­biliriz ki, iman hem söz (kavi, ikrar), hem ameldir, artar ek­silir, Kur'an Allah'ın münzel (veya münezzel) ve bütün yönleriyle yaratılmamış kitabıdır. Nasrel-Makdîsi nihayet şunu da söyler: 'Allah Arş'ı üzerindedir, yaratıklarından ay­rıdır, kitabında ve Rasulü'nün (s.a.v.) dilinden kendini vas-fettiği gibidir, keyfiyyeti bilinmez, her şeyi ilmiyle kuşat­mıştır.
Şeyh Nasr, kitabın bir yerinde şunu söyler: Birisi Ehl-i İslam'a, Allah'ın Kitabına, Rasulullah'ın (s.a.v) Sünnetine, imamların ve alimlerin icma ettiklerine ittibası vacip olan­ları zikretmişsin onun için onları, mezhebini ve icma ettik­lerini zikret derse, şöyle cevap veririz: Sözü bize ulaşan alim­ler ve diğer kimseler, bizim vakıf olduğumuz bu şeyler üzere idiler. Sonra Nasr, Ehl-i Sünnet itikadının özetini verir. Orada şu da vardır: Allah, Kitabında buyurduğu gibi, Arş'ı üzere istiva etmiştir ve yarattıklarından ayrıdır."
Ebu'l-Hasen el-Kecci eş-Şafii, Sünnet konusudaki meş­hur kasidesinde şöyle söyler:
Onların akidesi şudur ki o ilah zatıyla
Arşı üzeredir bilir bütün gaybı da.
"et-Tefsinrl-Kebir" sahibi Kurtubi de, "Sonra Arş üzere istiva etti, O Rahman." (Furkan: 25/59) ayetinin tef­sirinde, "bu mesele istiva meselesidir ve bu konuda alimler söz etmişlerdir" diyerek kelamcıların görüşlerini zikrettik­ten sonra der ki: İlk selef, (Allah'tan) cihet-i nefyi kabul et­miyorlar cihetten münezzehtir demiyorlardı. Aksine hem on­lar, hem de diğerleri Allah için cihet ispat edileceğini söy­lüyorlardı. Nitekim Kitabullah'da da bu açıklanmış, rasul-lerden hiç kimse O'nun Arş'ı üzere hakikaten istiva ettiğini inkar etmemiştir. Sadece istivanın keyfiyetine girmemişler­dir. Çünkü onun hakikati bilinmezdir. Bu konuda, ondört gö­rüş zikrettikten sonra şunları söyler: "Bu görüşlerin en belirgini -ki o ayetleri haber (hadis vs) leri seçkin fazıl alim­lerin belirtip desteklediği görüştür -Allah'ın Kitabında ve Ra-sulü'nün dilinden keyfiyetini meçhul tutarak belirttiği üze­re "O'nun, Arş'ı üzerinde ve bütün yarattıklarından ayrı olduğudur. Güvenilir (sika) ravilerin naklettiği üzere Selef-i Salih in mezhebi budur."
Şam'da toplandık. Getirilenler meyanındaEbu'l Hasan el-Eşari'nin "Makalat" ve "İbane" gibi kitaplarıyla, onun as­habından Kadı Ebu Bekr, İbn Furek, Beyhaki ve diğer imamların kitapları da vardı. "İbane" kitabı da hazır bu­lunuyordu. İbn Asakir'in 'Tebyinü Kizbi'l-Müfteri fima Müsibe ile'I Eş'ari" adlı kitapta söyledikleri de sunuldu. Bu kitabı Ebu Zekeriyya en-Nevevi kendi hattıyla nakletmişti.
Orada der ki: Birisi Mutezile'nin, Kadeyyie'nin, Cehmiy-ye'nin, Haruriyye'nin, Rafıza'nın, Mürcie'nin görüşlerini in­kar ettiniz, peki sizin sahip olduğunuz görüş nedir? Bize bildiriniz derse, ona denilir ki: Bizim görüşümüz, Allah'ın Kitabı'na, Rasululjah'ın (s.a.v) Sünnetine, sahabeden, tabiin­den ve hadisçilerden nakledilenlere sarılmaktır. Biz bundan vazgeçemeyiz, buna sarılırız. Ahmed b. Hanbel'in - Allah yüzünü ağartsın, derecesini yükseltsin, ecrini bol eylesîn-söylediklerini söyleriz, onun söylediklerine muhalefet eden­lerden kaçınırız. Çünkü o faziletli imamdır, Allah hakkı, sapıklığın zuhur ettiği zamanda onun vasıtasıyla ortaya koymuş, apaçık yolu göstermiş, bidatçilerin bidatini sapık­ların sapıkîğını, şüphecilerin şüphesini gidermiştir.
"Makaîat"t£ Eş'ari'nin Ehl-i Sünnetten naklederek zik­rettiği itikadı da belirtti, Kur'an, Ruyetullah ve sıfatlar gibi usul (temel itikad) konularında delilleri açıkladı ve sonra de­di ki:[5]

İstiva:


Birisi istiva hakkında ne dersiniz derse ona şöyle denilir:
Allah Arş'ina istiva etmiştir. Nitekim şöyle buyurur:
"Rahman Arş'a istiva etti. (Ta-Ha: 20/5)
"Güzel söz O'na çıkar, iyi amel ona yükselir (veya iyi ameli de Allah'a yükselten odur.)"(Fatır: 35/10)
"Hayır Allah onu (İsa'yı) kendisine yükseltti. (Nisa: 4/158)
"Firavun demişti ki: "Ey Haman, bana yüksek bir kule yap, belki o yollara ulaşabilirim. .Göklerin yolları­na (erişeyim de) Musa'nın ilahına çıkıp bakayım. Çünkü ben onu yalancı sanıyorum. (Mü'min: 40/36-37)
Firavun, Musa'yı (a.s.), "Allah gökler üstündedir" sözün­den dolayı yalanlamıştı. Yine buyurur ki:
"Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin misiniz?" (Mülk: 67/16)
Göklerin üstünde Arş vardır. Allah (c.c.) burada, göklerin üzerindeki Arş'ını kastetmektedir. Görmez misin ki Allah (c.c), gökleri zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ve ayı bunların (göklerin) içinde bir nur yaptı. (Nuh: 71/16)
Böyle demekle Allah (c.c), ay bütün gökleri doldurur, bü­tün göklerdedir demiş olmadı. Müslümanların dua ettikle­ri zaman hepsinin ellerini Arş'a doğru kaldırdıklarını hepi­miz zaten görüyoruz.
Dedi ki: Mutezile'den, Cehmiyye'den, Haruriyye'den,
"Rahman Arş'a istiva etti. (Ta-Ha: 20/5)
ayetinin manası, "Rahman Arş'ı istila etti, ona sahip olarak emrine boyun eğdirdi" demektir. Çünkü "Allah her yerde­dir" diyenler var ve bunlar ehl-i hakkın dediği gibi demiyor. Allah'ın Arş üzerinde olmasını inkar ediyorlar. Dedi ki: Eğer onların dediği gibi olsaydı, Arş ile en altta yedinci sı­rada bulunan yer arasında fark olmazdı. Çünkü Allah her şe­ye kadir (sahip ve malik) olduğu gibi, ona da kadirdir, (yani Arş'a malık olduğunu niye zikretsin?)
Sözü bu şekilde devam ettirerek nihayet demiştir ki:
"Size Allah'ın diğer her şeye değil de sadece Arş'ma is­tiva ettiğini ispat ve takviye eden bir diğer delil de, rivayet ehlinin Rasulullah'dan (s.a.v.) naklettiği şu hadistir:
"Allah her gece semasına iner ve der ki: Var mı bir is­teyen, vereyim; var mı istiğfar eden, ona mağfiret ede­yim. Tan ağarıncaya kadar böyle devam eder.[6]
Sonra da hadisleri zikretmiştir.
Allahu Teala buyurur ki:
"Allah demişti ki: Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim. Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim. (Al-i İmran: 3/55)
Bu ayet hakkında da şunu söyler; Ümmet, Allah'ın İsa'yı göğe yükselttiğinde icma etmiştir. Sonra başka delilleri de zikrederek şöyle der: Bütün bunlar işaret eder ki, ne Allah yarattıkları içindedir, ne yarattıkları Allah'ın içinde. Allah Azze ve Celle Arş'i üzerine istiva etmiştir ve O, zalimlerin söylediklerinden de, O'nu nitelerken hakikat üzere nitele­meyenlerden, O'nü anlatırken yegane olmak kaydıyla anlat­mayanlardan da beridir, münezzehtir, yücedir, yüksektir. Çünkü onların sözü sonuçta ta'tile (hiçbir sıfatı olmayan Al­lah fikrine), bütün vasıflamalan tevil noktasında nefye (hiç-lemeye) varıyor. Böyle yapmakla kendi iddialarınca sözde tenzihi, teşbihten kaçınmayı amaçlıyorlar, fakat biz redde ve ta'tile sürüklenen bitlen'zihten Allah'a sığınırız.
Bu konu, çok geniştir. Bütün taifelerden alimlerin bu konudaki sözleri, akli ve nakli deliller, nefy taraftarlarının aksi delilleri ve onlara verilen cevaplar hasredilemez.
Bu konuda ciltler tutacak kadar çok şeyler yazdım. Bü­tün grupların sözlerini seri ve akli delillerini zikrettim. Razi'nin"Te'sisü't-Takdis' "Nihayetü'1-Ukul" ve başka ki­taplarında zikrettiklerinin hepsini aktardım. Nihayet önceki ve sonrakiler içinde en faziletlileri İbn Sina, zamanında en önde gelenleri olan Etnı'l-Berekat gibi Aristo'cu olan Meşşai ve Meşşailer dışındaki filozofların görüşlerine ka­dar geldim. Delillerini beyan ettim. Doğrusu bu konunun çok karmaşık olduğunun, deliller kendileri açısından zıt düştüğü için bir çok faziletli akıl sahibinin hayrete düştüğünün far­kındayım. Sahih lafzi delilleri anlattım. Bunlarla, geçersiz bozuk şüpheleri birbirinden ayırdım. Bu arada Önemli esas­lar ve büyük kaideler de geçmiş oldu.
Başından başlayacak olursak -ki bu ilk sırayı alan husus insanların bir çoğunca çok önemlidir- gök cisimlerinin dön­mesinden sözettim. Bunu iyi tespit ettim. İbnü'I-Müdani, İbn Hazm, İbnü'l-Cevzi gibi, bu konuda müslümanlarm icma'larmdan bahseden zatların sözleri ile bu konuyla ilgili Kitap ve Sünnet'e dayalı sem'i ve hisabi meseleleri ve an­latması uzun sürecek daha bir çok şeyi açıkladım.
Ayrıca ben kulede hapis bulunurken, birisinin benim "Hameviyye" fetvasına itirazlar yönelttiği söylendi. İtiraz­lar yazılı haliyle bana gönderildi. Ben de bu konuda birkaç cilt cevap yazdım. Vela havle vela kuvvete illa billahi[7]

Tefrika Ve Tekfir:


Herkes bilir ki Hanbeliler ve Eş' ariler arasında bir uzlaş­mazlık, bir uzaklaşma var. Ben müminlerin gönüllerinin dost olmasını, kelimelerinin birleşmesini en fazla isteyen­lerden biriydim. Allah'ın (c.c.) ipine sımsıkı sarılıyor, em­rine fazlasıyla ittiba ediyordum. Fiilen de gönülleTdeki uz­laşmazlığı giderdim ve onlara Eş'ari'nin, İmam Ahmed ve benzerlerine bağlı kelamcıların ve onun mezhebine destek olanların en büyüklerinden olduğunu açıkladım. Nitekim ki­taplarında bunu Eş'ari'nin bizzat kendisi de söylüyordu.
Ebu îslıak eş-Şirazi de böyle söylüyor ve diyordu ki:
Eş'ariler, Hanbelilere bağlı olmaları sebebiyledir ki, in­sanlar yanında revaç bulmuşlardır. Ebu Bekir Abdulaziz, Ebu'l-Hasen et-Temimi ve benzeri mütekaddim Hanbeli imamlar kitaplarında onun (Eş' ari'nin) sözlerini zikretmiş­lerdir. Hatta Eş'ari, mütekaddim Hanbeliler yanında, İbn A-kirinmüteahhirHanbeliler yanındaki yerine sahipti. Ancak İbn Akil'in fıkhı ve usulünü bilmesi özelliği vardır. Eş'ari ise İmam Ahmed'in usulüne İbn Akil'den daha yakın ve da­ha çok tabidir. Şu sebeple ki, insan zaman açısından selefe ne kadar çok yakın ise, ma'kulü ve menkulü (onların dira­yete ve nakle dayalı söz ve görüşlerini) o kadar iyi bilir.
Bunları Hanbelilere anlatıyor ve Eş'ari'nin her ne kadar önce Mutezililerin öğrencisi ise de, sonradan tevbe ettiğini açıklıyordum. Şöyle ki: Eş'ari, Cübbai'nin öğrencisiydi. İbn Küllab'ın yoluna eğilim gösterdi. Basra'da Zekeriyyaes-Saci'den hadis usulü öğrendi. Sonra Bağdat'a geldi ve Bağ­dat'taki Hanbelilerden başka şeyler aldı. Onun ve ashabının kendi kitaplarında zikrettiğine göre, bu, ömrünün sonunda olmuştur.
Aynı şekilde İbn Akil de Mu'tezili olan İbnü'I-Velid ve İbn Tebban adındaki iki kişinin öğrencisiydi. Sonra bundan (Mutezili fikirlerden) tevbe etmiştir. Bu tevbesi meşhurdur ve olay Şerif Ebu Ca'fer'in huzurunda cereyan etmiştir. Gerçi İmam Ahmed'in ashabı içinde İbn Akil'e buğzeden ve onu yerenler vardır, fakat Eş'ari'yi yerenler sadece İmam Ahmed'in ashabı içinden değildir. Bilakis bütün gruplarda böyle kimseler vardır.
Eş'ari'nin sözlerini açığa çıkardığımı gören Hanbeliler "bu Şeyh Muvaffak'ın sözlerinden daha hayırlıdır." dediler. Kelimenin bir olması (ihtilafın kalkması) sebebiyle mtislü-manlar ferahladılar. îbn Asakir'in menakıbında zikrettiği üzere, Hanbelilerin ve Eşarilerin Kuşeyri'nin zamanına ka­dar ittifak halinde olduklarım, Bağdat'ta o fitnenin çıkması ile ayrılığın başgösterdiğini ve bütün gruplarda daima sa­panların da, dosdoğru gidenlerin de bulunacağının malum olduğunu ortaya koydum.
Bu arada şu ana kadar ömrüm boyunca hiç kimseyi dinin esasları konusunda ne Hanbeli, ne de başka bir mezhebe ne davet ettim, ne bunun için çabaladım, ne de böyle bir söz söyledim. Ben ancak selefin ve imamlarının üzerinde birleş­tikleri şeyleri zikrediyorum, zikrederim. Kendilerine defa-İarca şunu söylemişimdir: Ben, bana muhalefet edene üç yıl mühlet veriyorum. İlk üç asrm imamlarının herhangi birin­den, söylediklerime muhalif tek harf getiren olursa ben bu­nu ikrar ederim. Benim zikrettiklerim, ilk üç asır imamların­dan kelimesi kelimesine ve bütün gruplardan onların ic-malannı nakledenlerin ifadeleriyle zikrettiğim şeylerdir.
Bütün bunlarla birlikte ben daima -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fasık ve isyankar saymaktan (kafir, fasık ve asi damgası vur­maktan) en çok sakındıran biri olmuşumdur. Ancak karşı çı­kanın ya kafir, ya fasık veya asi olacağı peygamberi bir delilin aleyhine sabit olduğu bilinirse o başka. Ben Allah'ın (c.c.) bu ümmetin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar edi­yorum. Bu af hem haberi, kavli meselelerde, hem de ameli meselelerde söz konusudur.
Selef bu meselelerden bir çoğunda ihtilaf etmiş, ancak hiçbiri bir başkasının kafir, fasık veya asi olduğuna şehadet etmemiştir. Nitekim Süreyh "Bel Acibtü ve Yesharun", ya­ni "Ben (azimüşşan) hayret ettim, onlar alay ediyorlar." (Saffat: 37/12)[8]şeklindeki kıraati reddetmiş ve "çünkü", de­miş, "Allah hayret etmez." Bu, İbrahim en-Nehai'ye ulaş­mış, İbrahim en-Nehai, Şüreyh sadece kendi ilmini beğenen bir şairden ibarettir. Abdullah (İbn Mes'ud (r.a.) ise ondan daha alimdir ve o böyle okudu!" demiş.
Yine mesela Aişe (r.a.) ve başka sahabeler Muham-med'in(s.a.v.)Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişler. Aişe (r.a.), "Kim Muhammed'in Rabbini gördüğü­nü iddia ederse Allah'a pek büyük iftira etmiş olur" demiş­tir. Bununla birlikte biz Aişe'ye (r.a.) muhalefet eden İbn Ab-bas'a(r.a.) ve benzeri sahabilere, Allah'a (c.c.) iftira etmiş­lerdir, demeyiz. Nitekim Ölünün dirinin konuşmasını işitti­ği, ölünün ailesinin ağıtı sebebiyle azap çekmesi ve başka ko­nulardaki Aişe'ye (r.a) ait münazaalar da bu kabildendir.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mümin olduğunda ittifak halinde­dir. Şunda da ittifak etmişlerdi ki, bu savaşlar onların ada­letine (iman ve ittikalanna) mani değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili var­dır, müteevvildir. Te'vil ise fişka manidir. (İçtihadın sürük­lediği hata itaatsizlik sayılmaz.)
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakledildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin kim şöyle şöyle derse kafir olur şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gerekir. Bu mesele, yani "vaid" mese­lesi, ümmetin ihtilaf ettiği büyük meselelerin ilkidir. Çün­kü Kur'an'ın vaid (tehdit) konusundaki ayetleri geneldir. Mesela buyrulurki:
"Zıılm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisa: 4/10)
Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır şeklindeki ayetler de ay­nı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu ayetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şeklindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, "keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gibi şeylerle hakkındaki vaid'in (tehdit) hükmü kalkar.
Tekfir de, vaid kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sö­zü Rasulullah'ın (s.a.v.) söylediğini yalanlama anlamı taşı­yorsa da, kişi daha yeni müslüman olmuş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunma­dıkça böylelerinin bir şeyi inkar etmesi tekfirlerini gerektir­mez. Kişi bu nasları (ayet ve hadisleri) işitmemiş veya işi­tip de onca sabit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu tev'il durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kal­mış- olabilir.
(Bu konuda) daima "Sahihayn" (Buhari ve Müslim)de ge­çen şu hadisi zikrederdim:
"(Eski ümmetlerden bir zat oğullarına demiş ki:) Ben öl­düğüm zaman beni yakın, sonra kül ufak edin, sonra çö­le savurun. Artık vallahi Allah'ın (beni toplamaya) gücü yeterse, alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı bana gösterecektir, varsın etsin. Adamın dediğim yaptılar. Sonra Allah ona dedi ki:
"Seni böyle yapmaya iten nedir? Adam:
"Haşyetin (korkun)" dedi. Bunun üzerine Allah onu bağışladı.[9]
İşte bu zat, Allah'ın (c.c.) kudretinden, kül ufak edilip savrulursa bir araya getirebileceğinden şüphe ediyor. Hat­ta şüphe etmiyor, tekrar topl ayam ayacağına inanıyor. Böy­le bir inanç ise müslümanlann ittifakıyla küfürdür. Ancak o adam cahildi ve bunu bilmiyordu. Mümindi, Allah'ın (c.c.) kendisini cezalandıracağından korkuyordu. Bu se­beple Allah (c.c.) onu bağışladı.
Rasulullah'a (s.a.v.) azami ittiba için çırpınan içtihad eh­li kimselerden bir te'vili bulunan (müteevvil)ler ise bağışlanmaya bu adamdan daha layıktırlar. [10]

Söz Ve Harekette Metod:


Yumuşak sözlü olmaktan ve en güzel şekilde konuş­maktan söz ettiniz. Aslında biliyorsunuz ki, ben bu yolu en çok kullananlardan biriyim. Ama her şey yerinde güzeldir. Şöyle ki; Allah ve Rasulü, Kitap ve Sünnet'e tecavüz edil­diği, düşmanca tavır takmildiğı zaman muhataba karşı çık­makla emrolunduk, en güzel şekilde konuşmakla emrolun-madik. Bilindiği üzere Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutla­ka siz üstün geleceksiniz" (Al-i İmran: 3/139)
Bu bakımdan kim mümin ise Kur'an'ın hükmünce en üs­tündür. Yine şöyle buyurmuştur:
"Üstünlük ancak Allah'a, O'nun Rasulü'ne ve müminlere" mahsustur. (Münafikun: 63/8)
"Allah ve Rasulü'ne düşman olanlar en alçaklar ara­sındadırlar. Allah elbette 'ben ve rasullerim galip gele­ceğiz' diye yazmıştır. (Mücadele: 58/20-21)
Allah (c.c.), kim olursa olsun böyle olan herkese vaadi­ni gerçekleştirecektir.
Yine bilinmesi gereken bir şeydir ki, şu iki bakımdan ya­rattıkların rızasına talip olarak ne aklen, ne dinen caiz de­ğildir:
1- Bir kere bu mümkün değildir. Nitekim Şafii (r.a), "İnsanlar ulaşılamaz bir gayedir, bundan dolayı sen sana uy­gun olan, seni ıslah edecek olan işe bak, ona sarıl, gerisini bırak ve hiç uğraşma" demiştir.
2- Biz Allah (c.c.) ve Rasulünün (s.a.v.) rızasını ara­makla emrolunduk. Nitekim Allah (c.c.) buyurur ki:
"Daha önce Allah ve Rasulünün rızasını düşünmele­ri icap eder. (Tevbe: 9/62)
Bize Allah'tan (c.c.) korkmak, O'ndan başka kimseden korkmamak düşer. Nitekim buyurur ki:
"Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun. (Al-i İmran: 3/175)
"İnsanlardan korkmayın (onlara karşı ezik olmayın) Benden korkun. (Maide: 5/44)
"Umulur ki korkup sakınırlar. (Nahl: 16/51)
"Yalnızca benden korkun. (Bakara: 2/41)
O halde bize düşen Allah'tan (c.c.) korkmak, insanlar hakkında O'ndan sakınmaktır. Böylece kalplerimizle de, organlarımızla da onlara zulmetmeyiz, haklarım kalplerimiz­le ve azalarımızla onlara veririz. Allah (c.c.) hakkında on­lardan korkup da, onlardan gizlenmek için Allah ve Rasu-lünün emirlerini terketmeyiz.
Aişe'nin (r.a.) Muaviye'ye yazdığı mektupta belirttiği üzere kim bu yolu tutarsa akıbet onun olur. Aişe der ki:
"Kim Allah'ın hışmı pahasına insanların hoşnutluğunu is­terse Allah (c.c.) ona gazaplanır, insanları da ona karşı gazablandırır. Onu övenler yermeye başlarlar. Kim de insan­ların kızması pahasına Allah'ı (c.c.) razı etmeye çalışırsa Al­lah (c.c.) o kimsenin razı olduğu gibi, insanları da ondan ra­zı eder.[11] Buna göre müminin bütün düşüncesi ancak Rab-binin rızasını kazanmak, gazabından çekinmek olacaktır. Akıbet de ona güler. Güç, kuvvet ancak Allah (c.c.) iledir.
Elçi bunlar sebebiyle içten içe sevinmekle birlikte böy­le oldu. Sevincini ne zaman izhar etse hep yamndakine ri­ya içinde değil dersek demeyiz, çünkü ikisi de içleri itiba­riyle birbirinden ayrı idiler. Onların havassımn bildiği baş­ka şeylerde var. Taybersi'yi söylesem sana yeter. Hasım ol­duğu, kendisine sert çıkıldığı halde onlar sebebiyle sevin­diği ve ferahladığı herkesin malumuydu.
Bu ister olsun olmasın, asıl olan birinci planda uyulma­sı gereken şu hadistir:
"Onlarla önce siz savaşmaya başlamayın. Eğer size yaklaşırlarsa ok atarak karşılık verin.[12]
Evet bu başımız gözümüz üzere! Biz de onlar bize şer do­kundurmak istedikten, bize yaklaştıktan sonra atmaya baş­ladık. Bu sebeple Allah (c.c.) sayımızı meşkur ve faydalı ey­ledi. [13]

Hakimin Ve Alimin Yetkileri:


Hüküm vermeyi muayyen bir kimseye havale etmeyi is­tememden söz ettiniz, fakat bu uygun olmaz. Hatta bunda hem o kimseye, hem bana zarar dokunur, hem de genel bir fesat baş gösterir. Şu da sizîn bildiğiniz bir şey ki, Kadı Bed-rü'd-Din, benim en çok dostluk ettiğim, desteklediğim, çeşitli konularda düşmanlarına karşı en çok savunucusu ve yardımcısı olduğum bir kişi idi. Hatta ona benden daha sa­mimi ve daha çok destek olan birini bilmiyorum. Bunu yal­nızca Allah (c.c.) için yapıyorum, ne bir arzumdan dolayı, ne korktuğum için değil.
Gerek Şam'da, gerekse Mısır'da başıma gelen eziyetle­rin bir kısmı da sırf onu ve onun Zer'i ve Tebrizi gibi bazı emirlerini ve daha başka adamlarını desteklediğim, ayrıca Mısır'da öyle bildiğimden, iyiliklerine dikkat çektiğim için­dir. Doğrusu o (zulme karşı) güçlü bir silahtır. Fakat başka­sı bana bundan dolayı düşmanlık ediyor.
Allah (c.c.) biliyor ki yanımdaki değeri, kalbimdeki ye­ri, başka birininkine denk olmak şöyle dursun, onunkine yakın bile değil Bedrü'd-Din, Allah'ın (c.c.) onu bir çok fa­ziletlerle üstün kıldığı kimselere benzemez. Ebu Davud'un "Sünen'inde Aişe'den (r.a.) şu rivayet vardır: Demiş ki:
"Rasulullah bize insanlara sahip oldukları değeri verme­mizi emretti. [14]
Bence onu Suriye'de iken de, Mısır'da iken de başkasıy­la bir tutan, insanların en zalimlerindendir. Kadı Bedrü'd-Din hep böyle kendisiyle bir tutanlar yüzünden zulme uğra­mıştır. Ben ona yardım etmenin, onunla dost olmanın ve yar­dımlaşmanın, beni Allah'a (c.c.) yaklaştıracak en büyük hususlardan olduğu inancındayım. Siz biliyorsunuz bu ko­nuda, özellikle, bu ülkede... Çünkü ona Suriye'de olduğun­dan daha çok burada yardım ve destek sağlamak gerekir. Çünkü şu adamların ondan nefreti, yalanlan ve ahlaksızlık­ları öyle çok ki, başka kimsede o kadarı yok.
Ben bu yüzden hem dünyevi, hem dini yönden onun kadrini yükseltecek her şey olsun istiyorum, onu seçiyorum, onun düşman oklarına hedef olmasını istemiyorum. Onun­la, başkasıyla ve onlarla ne yaparsam, ne yapmışsam ecrim Allah'a (c.c.) aittir. O şöyle buyurun
"Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu gö­rür, kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür."
(Zilzal: 99/7-8)
Bu sebepledir ki, Taybersi kadılardan söz açıp onları toplayınca, ona dedim ki: Bu meseleye özellikle İbn Mahluf girmiştir. Ben böyle deyince Taybersi de, onu tanıyor­muş ve adeta adam kötü haliyle ün yapmış gibi (tasdik edercesine) gülmeye başladı.
Ayrıca şunu da söyledim: İbn Mahluf'un ne haddine ki bu konuya girdi? Birisi onun hüküm vereceği bir konuda aleyhimde davacı mı oldu? Yoksa hakkında konuştuğum bu konu genel ilmi bir şey değil mi? Kur'an tefsiri, hadislerin manaları, fıkıh dalında bir bahis, dinin esaslarıyla ilgili ol­mayan bir şey mi? Doğrusu bu konularda merci, konuyu bi­len, bilgisi dahilinde sakınan ilim ve takva ehli kimselerdir. Eğer hükümdar ve hakim buna ehil kimseler ise onlar da bu açıdan böyle konularda konuşabilirler. Hakim azledildiği za­man, fetva verme salahiyyetlerini kaybetmez. Evet bu konuda söz sahibi olmak makam ve mevki ye bağlı değildir.
Yok eğer hükümdar ve hakim bu konularda ilim ehli değillerse, bilgilerince takva göstermiyorlarsa, değil ha­kem mevkiine geçmeleri, konuşmaları bile helal değildir. İbn Mahluf da, ne bunları biliyor ne bildiğince takvali davranı­yor.
Dedim ki: Kadı Bedrii'd-Din ise. (böyle söylemekten) ha­şa Allah'tan korkarım. O. yirmi küsur yönden müsliimanla-nn icmaına muhalif böyle bir kararda dahil bulunmasına en­gel olacak faziletli ve müteddeyyin bir zattır.
Yine dedim ki: Kim İbn Mahluf un verdiği bu hüküm ve kararın Muhammed'in (s.a.v.) şeriatının hükmü olduğunda ısrar eder, öyle olmadığı delille ispat edildikten sonra da, ha­la ısrarına devam ederse kafirdir. Çünkü çocuklar bile İs­lam'ın zaruriyyetinden olarak bilirler ki, böyle bir hüküm­den ne yahudiler ne hristiyanlar razı olur. Nerde kaldı ki, müslümanlar razı olsunlar.
Ona bu hükmün batıl olduğunu anlatan bazı noktaları da zikrettim. Bunlar Şeref Muhammed'in yanında yazılı halde­dir. Aynı şekilde Kadı Şemsü 'd-Din es-Süruci 'nin de böy­le bir hükme dahil olamayacağım belirttim.
Ona dedim ki; Sizin amacınız şer'i bir hükmün verilme­si değildir. Amacınız sırf hükümdarın kulağınıza gelen töh­metini gidermektir. Ben de hakimlere işin içinde hükümda­rın emri olduğunu bildirince, dillen tutuldu, konuşmaktan korktular. Artık Allah (c.c.) bu korkuyu ma'zur görür, gör­mez onu bilmem, fakat bu olmasaydı çok şeyler söylerler­di. Eğer bu hüküm şaz olsaydı veya eli kılıçlı birinin bun­da bir maksadı bulunsaydı bak gör ne tuhaflıklar olacaktı.
(İşin içinde hükümdarın bulunduğunun anlaşılması) üze­rine, aman efendimiz dediler, hükümdar işinde kimin sözü olur, biz konuşmayız. Bırak hükümdar söz konusu olunca biz konuşmayalım. Ben de dedim ki: Bire gafil, akşam öğünnüz hükümdardan mı geliyor? Dünyayı birbirine kattığı­nız bu fitne hep bundan kaynaklanmıyor mu? Biz bunu ta Şam'dayken işittik. Fakat bunu bir akıl sahibinin tasdik edeceğine inanmıyorduk.
Ve bu topluluk, muhaliflerimin bana söyledikleri sözler kendilerine aktarılınca hükümdarın töhmeti içlerinden çık­mış olarak o sözleri büyültmeye ve o töhmeti ileri sürenle­rin en büyük cezaya çarptırılmaları görüşünü belirtmeye başladılar. (Elbette böyle olacaktı), çünkü Allah şöyle buyuruyordu:
"O, Rasıılünü hidayet ve hak dinle diğer bütün din­lere üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah ye­ter."                                                            (Feth: 48/28)
Eğer ben bunun peşine düşsem, beni de Bedrü'd-Din'i de, kuşların istediğimiz yere uçurtulacaklarını sanıyorlardı. Şu da söylendi ki, aranızda içten içe ittifaklar var. Bu sebep­le ben karşılığını Allah'tan (c.c.) umarak onunla birlikte ça­lışıyorum, o da dinin gereği neyse onunla amel ediyor.
Ayrıca Bedrü'd-Din, insanların böylesi adamların yap­tığı ezalara, söyledikleri sözlere dayanamayacak birisi, ma­kam sahibi bir zat, bir yanda düşmanları, bir yanda ben. Vela havle vela kuvvete illa billah Evet ellerinden ne gelirse yaptılar da. Kala kala sadece Allah'ın (c.c.) Rasulü'ne ve müminlere hem dünya hayatında, hem de şahidi erin görün­düğü günde (ahirette) vaadettiği yardım (ümidi) kaldı.
Yine bilinen bir şey ki, bu konu ya hakimi ilgilendiren bir konudur veya değildir. Eğer hakimi ilgilendiriyorsa davalı olan tarafın muayyen bir hakimin hakimliğini seçme hakkı yoktur. Aksine ilim ve adaletle hükmedecek birine gitmek gereği vardır. Yok eğer hakimi ilgilendirmiyorsa, o zaman bu hiç olmaz.
Şu da var ki, ben hakimi ilgilendiren, öldürme, zina if­tirasında bulunma, mal gasbetme ve benzeri had vehaklardan dolayı dava edilmiş değilim. Aksine söylediklerim tef­sir, hadis, fıkıh ve saire gibi, ilim genel meseleleriyle ilgi­li şeylerdir. Bunların kimisinde ümmet ittifak etmiş, kimi­sinde ihtilaf etmiştir. Ümmet bir ayetin, bir hadisin, habe­ri veya talebi bir hüküm anlamında ihtilaf ettiği, tartıştığı za­man iki görüşten birinin doğruluğu veya öbürünün yanlış­lığı sırf bir hakimin hükmüyle tespit edilemez ki. Hakimin hükmü böyle genel (i ilgilendiren) meselelerde değil muay­yen durumlarda geçerlidir. Eğer bu caiz olsa, bir hakimin:
"Boşanmış kadınlar üç "kur" kendilerini gözetler­ler (hamile olup olmadıklarına bakarlar)." (Bakara: 2/228) ayetinde geçen "kur"' kelimesi hayız (adet) veya temizlik ol­duğuna hükmetmesi ve bu hükmünün bütün insanları bağ­laması caiz olurdu. Yine aynı şekilde:
"Veya kadınlara yaklaştığınız zaman (Nisa: 4/43, Maide: 5/6)
ayetindeki yaklaşma (mülamese)den amaç cima'dır veya ci-ma'ya varmayacak ölçüde sevişmektir, dokunmaktır, şeklin­deki hüküm vermesi: "Nikah bağı elinde bulunan..." (Ba­kara: 2/237) dan maksadın koca veya baba veya efendi ol­duğuna karar vermesi de caiz olurdu. Böyle bir şeyi kimse söyleyemez.
Aynı şekilde insanlar "Rahman Arş'a istiva etti." aye­tinde ihtilaf ettikleri zaman biri, bundan maksat Arş üstüne bizatihi istivasıdır, ancak keyfiyyeti meçhuldür, dese; bir grup da çıkıp Arş üstünde bir rab yoktur, asla böyle bir şey yoktur, ayetin manası, O Arş üzerinde güç sahibidir vs. de­se, hakimin vtereceği hükmün, iki görüşten birisinin doğru­luğunu, öbürünün yanlışlığım tespitte en küçük bir faydası yoktur.
Eğer öyle olsaydı, diğer görüşü destekleyen kişi, ibadet­ler de böyledir, mesela erkeğin tenasyl uzvuna dokunması­nın abdesti bozması veya bozmaması, ikindi namazında acele edilmesi veya geciktirilmesinin müstehap olması, sa­bah namazında daima kumıt'un yapılması veya bela za­manlarında yapılması vs. gibi, dediği zaman bu sözünün doğ­ruluğuna hükmediürdi.
Ümmet arasında çıkan anlaşmazlık ve ihtilaflarda hüküm­dara şu iki görevden biri düşmektedir: Ya herkesi, Kitap ve Sünnet'te bulunanlarla, ümmetin selefin ittifak ettikleri ko­nulara mecbur eder. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Al­lah'a ve Rasulü'ne götürün. (Nisa: 4/59)
Dolayısıyla anlaşamadıkları zaman hükümdar onların sözlerini dinler, ne demek istediklerini anlar. Eğer hüküm­dar hakkı anlama imkanına sahip kimselerden ise ve Kitap ve Sünnet'te geçen şeyler kendisine apaçık şekilde belirir­se, insanlar bunlara davet olunur ve hükümdar insanları ameli mezhepleri üzerine kabul ettiği gibi bulundukları gö­rüş üzere de kabul eder.
Veya söz konusu olan apaçık bir bidattir. Onun şeriata ay­kırı olduğunu herkes bilmektedir. Mesela; Haricilerin, Ra-fizilerin, Kaderiyye'nin ve Cehmiyye'nin çıkardığı bidatler gibi bir bidattir. İşte bu durumda hükümdara düşen, onu reddetmektir. Çünkü bunu herkes bilir. Çirkin işleri, içkiyi, na­mazı terketmeyi ve benzeri şeyleri helal sayanlara karşı ta­kınacağı tavır da aynıdır, bunları kesinlikle reddedecektir.
Gerçi bazen, bazı yerlerde zaman zaman heva sahipleri kişiler öyle çoğalıyor ki, söz sahibi onlar olduğu, onların söz­lerinin her yeri sardığı için cahillere, o sözlerle ilim ve sün­netten ayrılmayanların sözleri aynı gibi geliyor, giderek bu cahilleri yönetenler için de işler karışıyor, bir anlaşmazlık sürüp gidiyor. İşte o zaman Allah'ın (c.c.) hüccetini apaçık ortaya koyma, galip getirme görevini üstlenecek kimselere ihtiyaç oluyor. Ta ki, hüccet sabit olsun da gerekli ceza verilsin. Aksi halde hüccet sabit olmadan ceza vermek meşru değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Biz Rasul göndermedikçe azap edecek değiliz. (İsra: 17/15)
Bu sebepledir ki miiçtehidler baği (şaki)Ier hakkında, imam (halife) onlarla haberleşir, eğer bir şüphe olduğunu be­lirtirlerse onu açıklar, bir haksızlığa uğradıklarını bildirir­se onu giderir, şeklinde hüküm vermişlerdir. Nitekim Ali (r.a.), İbn Abbas'i haricilere göndermiş, İbn Abbas onlarla tartışmış, neticede haricilerden dörtbin kişi dönmüştü. Ömer b. Abdülaziz de Kaderiyye ve Harici taraftarlarını çağırtmış, onlarla tartışmış; neticede gerçek ortaya çıkmış, hakkı ikrar etmişlerdi. Onun ölümünden sonra Gıylan el-Kaderi tevbe-sini bozdu ve asıldı.
Fakat hükümdarın anlaşmazlık hallerinde ve ihtilaflı meselelerde Kur'an ve Sünnet'ten hiçbir delili olmaksızın herhangi bir görüşle insanları bağlamaya kalkması, müslü-manlann ittifaklarıyla caiz olmayan bir şeydir. Bu gibi hal­lerde bir hakimin, görüşlerinden birinin yanlış, diğerinin doğ­ru olduğu şeklinde vereceği bir hükmün de hiç faydası yok­tur. Ancak dönülmesi zaruri bir delili varsa o başka. Ama bu durumda sözün, onun söyleyen kimsenin makam sahibi ol­ması veya olmamasıyla değeri değişmez, aynıdır. İlim ba­bında te'lif ettiği kitaplar mesabesindedir.
Evet bir makamda bulunması, ona makamı yokken yapa­mayacağı bir bilgiyi yaymak, bir hak sözü söyleyebilmek gi­bi bir imkanı sağlayabilir, fakat gücü yetmek veya yetme­mek ayrı, salahiyeti olmak veya olmamak ayrıdır. Haki­min şunun veya bunun dediğini ispat hakkı vardır. Ondan sonra eğer bu söz Özellikle hakimi ilgilendiren bir şeyse o zaman hakimlerin hüküm verecekleri cinsten bir şey olur. Eğer genel (umumun girebileceği) sözlerden ise insanların görüşleri, mezhepleri kabilinden olur. Ama bir söz "filanın bir delili var veya ikrarı var, yahut da bir yazılı delili var şeklinde ise, bu iş hakimleri ilgilendirir.
Şüphe yok ki, Bedrü'd-Din gibiler insanların en adille­rinden, sadakat ve adalet ehli arasında en çok sevilenlerin­den, yalancı şahitlere karşı en çok buğzedenlerdendir. Eğer onlara karşı bir imkan bulabilseydi çok şeyler yapardı. Bu konuda da BedrtTd-Din gibilere ihtiyaç olsaydı bu işi üst­lenmeye layık hakim yine Bedrü'd-Din olurdu, şu ahlaksız-lığıyla meşhur adam (tbn Mahlut) değil.
Fakat ellerindeki bu tutanaklar mürekkepten başka bir şey değildir. Onlar bu tutanaklara geçirdikleri şeylerin yalan ve batıl olduğunu biliyorlar. Ben aslında bu tutanaklardaki şeylere karşı Bedrü'd-Din'e başvurup onun yanında hakkın ortaya çıkması, batılın bilinmesi için hakkımı aramaktan hoş­lanmaz değilim. Ama eğer buna icabet ederse, ah keşke ica­bet etse! Fakat hayır korkarım ki, benim yüzümden bazı kimselere dokunmuş olacağından eziyete uğrar. Şöyle ki; o yaptığı her şeyde Allah'tan (c.c.) hayır dileyen, Allah'ın da her hususta kendisine hayırlar ihsan ettiği bir kişidir.
Aksine ben ve başkası (bu yüzden) hakkımızı. Kadı Ce-malüddin ez-Zer'i gibi onun emirlerinin biri yanında arama­yı tercih ediyoruz. Çünkü Zer'i de adli kadılardandır. Olmaz­sa Bedrü'd-Din (e gitmeyiz, çünkü o) ihtiyacımız bile olsa böyle bir yük altına sokulamayacak kadar değerli bir zattır. İşte seçkinler hem de halk yanında açığa çıktığına göre, zaten ona da ihtiyaç yok. Nitekim Taybersi'ye de söyledi, hükümdardan gelen mektup, hükümdarın dilinden yazılan mektuptur, bunların hepsini bütün yalan ve şerita aykırıhk-larıyla haber veriyorum. Gazan'ın dilinden yazılan o mek­tup ise, hükümdarın dilinden yazılan o mektuptan daha çok şeriate yakın. Artık bunu onun yapıp yapmadığı farketmez. Ben öyle inanıyorum ve öyle hareket ve taatte bulunuyorum ki, Kadı Bedrü'd-Din'e iyilik ve takva üzere destek olmak, sadakatinin ve adaletinin nüfuz sağlamasına yardım etmem, o başkasının yalanına ve zulmüne destek çıkmamam, onun başkasına karşı kadrinin yükselmesine çalışmam en büyük-görevlerdendir. Güç ve kuvvet ancak Allah (c.c.) iledir.
Şeyh Nasr da bana bir haber salmış, o tutanakları ister­sem göndereceğini bildiriyor, bu sayede onları tenkid ede­bileceğimi arzediyordu. Buna da şöyle cevap verdim: On­lar reddetmeye bile değmeyecek ölçüde basit ve adi şeyler­dir. Getirilmesine ihtiyaç yok! Zaten ben bu hakimin dört mezhep mensubu ve başka müslümanların icma'i ile yirmi küsur yönden İslam şeriatının dışına çıkmış biri olduğunu açıklamıştım! [15]

Mücadele ve Münazaralarda Metod:


Bilmem gereken bir şey daha var: Bu adamlar İbn Mahluf ve başkaları- karşılıklı haklaşamayacak kadar zayıf, mücadele etmek için son derece yetersiz kimselerdir. Ken­di aralarında görüş alış verişinde bulundular ve haklaşma­ya ve mücadeleye girerlerse ezilip, kırılıp döküleceklerini anladılar.
Taybersi de, benden bir çok haklaşmaktan vazgeçmemi istedi. Ona dedim ki: Ben kimseye haksızlık etmedim, kim­seye benim inandığım şeye uy, uymazsan sana şöyle şöyle yaparım demedim. Ne sözle, ne de davranışlarımla kimse­yi zorlamadım. Bu konularda ne yazmışsam, soru soranın ıs­rarları, yanıp dökülmesi, gelip gitmesinden sonra, onun fet­va isteğine bir icabet niteliğindedir. Bu konularda, insanla­ra ilk Önce konuyu kendim açmak gibi bir adetim yoktur.
Bu adamlar ise, insanları davet ettikleri şeye kendilikle­rinden davet eden, insanları o şeylere zorlayan kimselerdir. İnsanlara emirler, nehiyler yağdırıyor, onların açıklaması­nı yapıyorlar. Eğer emrettikleri şeyler Allah (c.c.) ve Rasu-lü'nün emirleri ise Allah'a, Rasulüne, Allah ve Rasülü'nün emrettiklerini emredenlere itaat etmek, onları dinlemek la­zımdır. Ama bazen hakkı, bazen batılı emrederler; bir bakar­sın haktan, bir de bakarsın batıldan nehyederler, hakikatini bilmedikleri şeyler hakkında emirler ve nehiyler yağdırırlar-sa zalim cahillerden olmuş olurlar. Bununla hüküm veren de cehennemlik olur. Bu konuda onlara itaat etmek caiz değil­dir, aksine haramdır.
Eğer ben haklaşmak isteseydim çok büyük şeyler olurdu. Ama benim söylediklerimden bir şeyi reddeden, ben şunu şu­nu reddediyorum desin, reddettiklerini kendi eliyle yazsın, reddini reddettiği şeye yöneltsin. Ben de cevabımı kendi elimle yazayım. Her iki yazı da doğuda ve batıdaki tüm müslüman alimlere arzedilsin. Ben bunu söylüyorum. Da­ha önce Şam'da, bu kapalı amaçsız redler bir şey ifade et­mez, aksine kim neyi reddediyorsa reddettiği şeyi ve deli­lini kendi eliyle yazsın, ben de cevabını kendi elimle yaza­rım, her ikisini de ilim ve iman ehli görür (gözden geçirir­ler) demiştim. İşte genel meselelerde tutulacak yol budur.
Fakat yazıya geçmeyen ifadelerde hataya düşmeler, faz­lalık ve eksiklikler çok olur. Nitekim olmuştur da. Sözlerim arasında Taybersi'ye şöyle demiştim: Sizin de bildiğiniz bu iş, dininiz, devletiniz ve şeriatiniz açısından fesattır. Hüküm­darın dilinden yazılan o mektupta, size yalan atan, şeriate ay­kırı olan bir çok şeyler vardır. En azından on yönden şeri­ate zıttır.
Gazan'ın Şam minberinden okunan mektubu bile müslü-manlarm hükümdarının dilinden yazılan ve bütün İslam alemi minberlerinden okunan mektuptan daha çok İslam şeriatine yakındır. Onlar varken sizin ve kadıların aleyhine böyle yalan yanlış yazanlar, İslam dini bozulursa, başka hususlarda gıyabınızda kim bilir ne Ölçüde böyle davranır­lar? Ayrıca hükümdar emirine Fettah'Ia birlikte haber yol­ladım, dedim ki: Bu İtikad yanınızdadır ve Suriye alimleri tarafından incelenmiştir, kim ondan bir şeyi reddediyorsa açıklasın.
Bilinmesi gereken hususlardan biri de şudur ki, kim in­sanlara karşı bir şeyi reddetmek isterse, delil ve açıklama ola­madıkça reddedemez. Çünkü kimsenin kimseye, belli bir de­lil olmaksızın bir şeyle bağımlı kılmak veya bir şeyi yasak­lamak hakkı yoktur. Allah'tan (c.c.) alıp tebliğde bulunan Rasulullah (s.a.v.) bunun dışındadır. Allah (c.c.) mahruka­tına akıllarının erdiği hususlarda da, ermediği hususlarda da O'na itaat etmeyi vacip (farz) kılmıştır. Onun verdiği haber, bildiğimiz konularda da olsa, bimediğimiz konularda da olsa, tasdik edilmek durumundadır. O'ndan (s.a.v.) başka­sı bu doğrudur veya hatadır dediği zaman eğer bu sözünü, uymayı gerektirecek bir delille açıklığa kavuşturmazsa, o za­man (reddedilir fakat gelişigüzel değil) reddetmekte ilk derece reddeden kimsenin, neyi reddettiğini ve insanların ne­ye güçlerinin yettiğini bilerek reddetmesidir. Yaratılmışlar­dan hiç kimsenin, kim olursa olsun hiçbir delilden güç al­maksızın herhangi bir sözü iptal etme, herhangi bir hareke­ti haram kılma yetkisi yoktur. Aksi halde o, şu ayetlerde anı­lan kimselerden olur:
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın ayetlerinde tartışanlar (yok mu?), onların göğüslerinde hiçbir zaman erişemeyecekleri bir büyüklükten başka bir şey yoktur." (Ğafir: 40/56)
"Bunlar, Allah'ın ayetleri üzerinde, kendilerine gelmiş herhangi bir delil olmaksızın münakaşa ederler. Bu münakaşa, Allah katında ve iman etmiş olanların yanında büyük bir kızgınlık sebebidir. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler:" (Ğafir: 40/35)
İşte böyle! Şu da var ki, bana muhalefet edene karşı çok hoş görülüyüm. Doğrusu o gerek tekfir ederek, gerek fasık diyerek, gerekse iftira ve cahili asabiyetle muamelede bulımarak hakkımda Allah'ın (c.c.) sınırlarım çiğnemiş olsa da,' ben onun hakkında Allah'ın (c.c.) sınırlarını çiğneyemem. Söylediklerimi, yaptıklarımı zapteder, onları adalet terazi­sinde tartar, Allah'ın (c.c.) indirdiği, insanlara hidayet ey­lediği, ihtilaf ettikleri hususlarda hakim kıldığı Kitab'm rehberliğine ve önderliğine terkederim. Allah (c.c.) şöyle bu­yuruyor:
"İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve beraberle­rinde insanları anlaşmazlığa düştükleri konularda ara­larında hükmetmek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara: 2/213)
"Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız onu, Allah'a ve Rasulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisa: 4/59)
"Andolsun Bbz Rasullerimizi açık delillerle gönder­dik ve onlarla beraber Kitab'i ve (adalet) ölçü(sü)nü in­dirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. (Hadid: 57/25)
Şu ayetler de, senin hakkında Allah'a (c.c.) isyankar davranana, onun hakkında Allah'a (c.c.) itaatkar davranmak kadar faziletli bir karşılıkta bulunamayacağının delilleridir:
"Çünkü Allah, korunanlarla ve iyilik edenlerle bera­berdir. (Nahl: 16/128)
"Eğer sabreder, korunursanız, onlarını hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz Allah, onların yaptıkla­rım kuşatıcıdır. (AI-i İmran: 3/120)
Eğer akli ve sem'i delillerden dilediklerini reddederler­se, ben bütün bunlara hem avamm, hem havassın anlayaca­ğı açıklamalar yaparım ve herkes anlar ki, bu açıklamalar ak­li ve fıtri zaruriyata (aklen ve fıtraten bilinen zorunlu bilgi­lere) Kitab'a, Sünnet'e. ümmetin selefine, icma'ına uygun şeyler olup, aksi açıkça akledilir (ma'kulat) şeylere ve sa­hih nakillere ters düşer. Eğer önce reddetmeye ben başlamış, bunlardan önce ben söz etmiş olsaydım, delil onlara müte­veccih olacaktı. Artık benden başkası reddetmeye ilk baş­ladığına göre bu nasıl olmaz?
"Kim bir zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa böy­le hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur (bunlar kınanmazlar). Şura: 42/41)
"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geç­mişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar şüphesiz bizim ordularımızdır. (Saffat: 37/171-173)
"Elbette biz Rasullerimize ve müminlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları gün­de yardım edeceğiz. (Mü'min: 40/51)
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi sizin ve sair cemaatin üzerine olsun. Özellikle Bedrü'd-Din'e de en derin selam­larımla. İstersen onu bu sahifelerden haberdar edebilirsin. Çünkü O, "Sevilenden gizlenecek sır olmaz" derdi. Al­lah'ın (c.c.) mümin kullarına müyesser kıldığı ve bu saye­de kafir ve münafıklardan intikam aldığı gelişmeleri ona müjdele. Ben biliyorum ki, O ve Ter'us ehlinden olan arka­daşları yalancıların, düzenbazların ettiklerini sineye çekiyor.
Dinine ve mümin kullarına, batılla karşı duran düşman­larına karşı yardım edecek olan Allah'tır. Ancak, sevindirici tafsilatıyla haberleri bildirmenin yeri değil.
Velhamdu lillahi Rabbi'l-alemin ve Sallallahu ala Muhammed'in vp ala alih'i ve Sahbihi ve Sellem. [16]

Hakkın İkamesi, İtaatin Ölçüsü, Alim ve Emirlerin Konumu:


Allah'a (c.c.) hamdolsun, O'ndan'yardım ister, O'naistiğfar ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden Allah'a (c.c.) sığınırız. Allah (c.c.) kime hidayet ederse onu saptıracak yoktur, kimi de dalalette bırakırsa onu hidayete erdirecek yoktur.
Şehadet ederiz ki, Allah'tan (c.c.) başka ilah yoktur.
Yine şehadet ederiz ki, Muhammed (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasulüdür. Allah (c.c.) ona salat ve selam eylesin.
Bana, o şeyhe elçinin benimle buluşmasına dair haberle­rini yazdığın, ona haber verdiğin sözlerin de bulunduğu mektubun ulaştı. Ayrıca orada, şeyhin "vallahi biliyorum ki, iş nasıl bu hale gelmiş, bana bu çok zor geldi" falan filan de­miş. Yine o demiş ki, şeyhle bir araya gelirsin onun görüşü­ne ve tercihine uyarsın, ister senin dediğini desin, ister baş­kasını. Peki ona selam edersin ve dersin ki[17] Bu "mesele" de asla güttüğüm belli bir amacım yok. Bu "mesele" de ben de müslümanlardan biri durumundayım. Onların lehi­ne olan benim de lehime, onların aleyhine olan benim de aleyhime. Allah'a (c.c.) hamdolsun ki, benim mahlukattan istenecek bir şeye ihtiyacım yok, mahlukattan uzaklaştırıl­ması istenecek bir zarar içinde de de değilim. Aksine Al­lah'ın (c.c.) bol bol nimetleri, şükründen aciz kalacağım ka­dar büyük rahmeti içinde yüzüyorum.
Şu var ki bana, Allah'a (c.c), Rasulü'ne ve -Allah'a (c.c.) itaati emrettikleri zaman- ulu'1-emre itaat etmek dü­şer. Eğer bana Allah'a (c.c.) isyan olan bir şeyi emrederlerse, yaratıcıya isyan olan konuda yaratılmışa itaat yoktur. Ki-tap'tan, Sünnet'ten ve ümmet imamlarının icmaından anla­şılan şey budur. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey müminler, Allah'a itaat edin, Rasulü ve sizden olan ulu'1-emre itaat edin, Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve Ahiret gününe inanı­yorsanız- onu Allah'a ve Rasulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir." (Nisa: 4/59)
"Sahih"te RasululJah'dan (s.a.v) sabit olduğuna göre buyurmuştur ki:
"Allah'a isyan hususunda yaratılmışa itaat yoktur.[18]
"İtaat ancak ma'rufta olur. [19]
Yine bana düşen ümmetin sıkıntılarına sabretmek, onla­ra karşı bir fitne çıkarıp körüklemem ektir. Çünkü Sahih'te İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir:
Rasululiah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kim emirinden hoşlanmayacağı bir şey görürse sab­retsin. Çünkü kim cemaatten bir karış ayrılır ve ölürse, ölümü cahili bir ölümdür. [20]
Bununla birlikte hem Allah (c.c.) için, hiçbir kınamadan korkmadan, bulunduğu her yerde hakkı söylemek ve hakkı ayakta tutmakla görevliyim. Nitekim Sahihayn'de İmam Buhari ve Müslim, Ubade b. Samit'ten şu hadisi tahric et­mişlerdir: Demişti ki:
"Rasulullah'a (s.a.v), zorlukta da kolaylıkta da, sevinci­mizde de, nahoş günlerimizde de, itaat etmek ve kendimi­ze (Allah ve Rasulü'nü) tercih etmek, hiçbir işin ehliyle ni-za'ya girmemek, her nerede bulunursak bulunalım hakkı söy­lemek veya ayakta tutmak-, Allah hakkında hiçbir kınayı-cinin kınamasından korkmamak üzere biat ettik. [21]
Rasululiah da (s.a.v.) onların bu kapsamlı üç esas üzere biatlerini aldı. Bu üç esas, başkasına Allah'a (c.c.) itaat et­tiği müddetçe itaat, bir işin ehliyle niza' (çatışma) yi terket-mek ve ya/atıklardan korkmaksızm hakkı ayakta tutmaktır.
Allah Subhanehu, ümmet anlaşmazlığa düştüğü zaman, Kitab'ında bunu Allah (c.c.) ve Rasulü'ne (s.a.v.) götürmeyi emretmiş, asla muayyen (başka) bir makama ve kimseye götürmeyi emretmemiştir. İmamlar ulu'l-emr'in iki sınıf olduğunu söylemiştir. Bu iki sınıf, alimler ve emirlerdir. Ya­ni bunlara dinin üstad (şeyh)leri ve müslümanlann hüküm­darları dahildir. Her iki sınıfa kendilerine ait olan hususlar­da itaat olunur. Şöyle ki, alimlere, din üstadlarına kendile­rini görevli bildikleri ibadetlerde itaat olunur. Kur'an'ın manalarında, hadisin anlamlarında, Allah'tan (c.c.) gelen va­hiyde bunlara müracaat olunur. Diğerlerine ise cihad, had­lerin uygulanması vs. gibi Allah'm(c.c) emrettiği ve doğ­rudan yürütme alanlarına giren hususlarda itaat olunur.
Onlar bir konuda ittifak ettikleri zaman, bu icmalan ke­sin bir delildir. Çünkü Muhammed'in (s.a.v) ümmeti sapık-lık'üzere birleşmez. Anlaşmazlığa düştükleri takdirde mü­racaatları Kitap ve Sünnet'e olacaktır.
Bu "mesele" hakkında olan oldu, burada zikredilmeye­cek şeyler geçti. Sen de o şeyhden, yazdığın mektubunda ba­na ulaştıracaklarını ulaştırıyordun. Mektubunda geçtiği üze­re Allah (c.c.) ve Rasulü'ne (s.a.v.) itaat etmek, haklarımı almak için adalete başvurmamak, bana eziyet edenlere kar­şı herhangi muamelede bulunmamak gibi hususlara tamamen muvafakat ettiğimi gözlerinle gördün, kulaklarınla işittin ve artık benim öyle yapmayacağıma yakinen inandın. Peki bir müslümandan, bundan başka ne istenir? Haklaşıp hesaplaş­mama, yumuşak davranmama da temas etmişsin. Ben bun­ların hepsine icabet ediyorum, edeyim.
Edeyim ama, bak önce Fettan geldi, emirin selamını ilettikten sonra, daha ne zamana kadar hapiste kalacaksın, çıkmıyor musun, o söz üzere ısrar ediyor musun, etmiyor musun? dedi. Anladım ki Fettan'm böyle tek başına elçilik yapmasında gizlenemeyecek bir çok sebepler yüzünden, pek bir yarar gelmeyecek. Hemen ona şunu söyledim: Emir'e selamımı ilet ve ona o söz neymiş bilmediğimi, zaten şu ana kadar niçin hapsedildiğimi, günahımın ne olduğunu da an­lamadığımı söyle. Bu mektubumun cevabının senin aracılığın­la gönderileceğini de belirt. Anlayıp tastik edebilen güve­nilir (sağlam, sika) dört emir göndersin ki, söyleyeceklerim eksilmeden veya artmadan kaydedilip kendisine iletilsin. Çünkü ben bu hikayede ne yalanlar söylediğini biliyorum.
Ondan sonra tanımadığım bir şahısla birlikte Fettah tek­rar geldi. Bana tanımadığım o kişinin Alaü'd-Dinet-Tayber-si olduğu söylendi. Daha sonra onu tanıyanları gördüm, ondan yakınarak bahsettiler, "pek iyi" olduğunu anlattılar, fakat ilk söze başladığında "pek iyi" cevap vermeyi gerek-, tirecek şekilde başlamadı. Reddettiği (iddra^dilen) sözüv söylemedi. Hep yani, yani! Sana sorarım, sen hiç yani ya-nilere cevap verebilir misin?
Eğer söyleyeceğini söyleseydi, bana atılan yalanı, küfrü ve mücadeleyi "pek iyi" şekilde cevaplandırabileceğirn tarzda belirtseydi, cevaplandıracaktım. Zaten insanlar benim engin ruhlu olduğumu, acı sözlere ne kadar katlandığımı, de­ğil ulu'l-emrle, en sıradan insanlarla bile ne kadar Ölçülü ko­nuştuğumu bilirler.
Fakat Taybersi de söyleyeceği şeylere zorla muvafakat etmemi isteyen bir tavırla geldi ve içinde yalan, haksızlık, Allah'a (c.c.) isyana çağın, O'na itaatten nehiy -Allah (c.c.) bunları biliyor- bulunan bir dosya çıkardı. Ben ne zaman sö­ze başlayıp cevap vermek, ulaştırması için bir risale yazıp ona sunmak istesem, buna yanaşmıyor, hiçbir şeyi dinlemi­yor, ulaştırmak istemiyordu. İstediği tek şey vardı ki, ne zik­rederse ben ikrar edeyim, bir daha eskiye dönmemeyi garan­ti edeyim.
Halbuki Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"İçlerinden zulmedenleri hariç, Kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin. (Ankebut: 29/46)
Dolayısıyla muhatab, ne zaman zulme ve haksızlığa başlarsa ona en güzel tarz da cevap vermekle rae'raur deği­liz. Hatta Ebu Bekr Siddik (r.a), Rasulullah'ın (s.a.v) huzu­runda, "Bakıyorum da etrafında kaçmaya ve seni yalnız bırakmaya layık ayak takımını görüyorum" diyen Urve b. Mes'ud'a, "Lat (isimli put) in südünü somurasıca, hiç biz on­dan kaçar mıyız, onu bırakır mıyız?[22]demiştir.
Yine biliniyor ki, izzet, üstünlük ve şeref, Allah'a (c.c), Rasulüne (s.a.v.) ve müminlere mahsustur. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mut­laka siz en üstünsünüz. (Al-i İmran: 3/139)
O halde kim mümin ise kim olursa olsun en üstün odur. Allah (c.c.) ve Rasulü'ne (s.a.v.) düşman olanlar hakkında ise Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Allah'a ve Rasulü'ne düşman olanlar, onlar en alçak­lar arasındadırlar. (Mücadele: 58/20)
Ben veya başkası bu iki gruptan hangisinde isek Allah (c.c.) bana da, o kişiye de vaadetüği şekilde muamele ede­cektir. Çünkü O'nun sözü haktır:
"Bu Allah'ın vaadidir, Allah vaadinden caymaz. (Rum: 30/6)
Sözlerim arasında ona şunları da söylemiştim: Bu "mese­le" de söz hakkı benim değil, Allah'ın (c.c), Rasulü'nün (s.a.v.) ve doğudan batıya bütün mü si umanlarındır. Ben dini değiştirmek ve bozmak arzusunda değilim. Ne senin için, ne senden başka kimseler için İslam dininden irtidad eder, dönerek veya muvafakat ederek küfrü, yalanı, iftira­yı ikrar edebilirim.
Onun "mesele" de bu yolda ısrar edip durduğunu görün­ce sert çıktım ve bırak bu saçmalıkları, kalk işine git, ben siz­den beni hapisten çıkarmanızı istemedim ki, dedim. Asıl ka­pıya geçilen ara kapıyı kapatmışlardı, bana kapıyı açın ineyim (yani konuşmak istemiyorum) eledim.
Arada bir bana, sen dört mezhebe muhalefet mi ediyor­sun? diyordu. Dedim ki: Ben ancak ve ancak dört mezhebe uygun şeyler söylüyorum, hakkımda hakim olarak sadece İbn Mahluf hükmetti, o gün sende vardın!
Ona dedim ki, sen tek başına mı hüküm vereceksin, yok-san sen ve şunlar birlikte mi hüküm vereceksiniz? Ben, tek başıma dedi. Sen, dedim, benim hasmımın, hakkımda nasıl hüküm verirsin? Sesini uzatarak "İşte öylece!" deyip bir ta­rafa geçti, bana ayağa kalk, kalk dedi. Beni ayağa kaldırdı­lar ve tekrar hapse götürülmemi emrettiler. Ben ve dostla­rım başladı, hep söyledik dönüp cevap vereceğim, tek başıma sen bile hakim olsan, bırakın cevap vereceğim, dedik. Fakat kabul edilmedi.
Beni hapse götürdüklerinde, İbn Mahluf neye hükmettiy-se hükmetti, neler saptadıysa saptadı, hükümdar adına o mektubu yazıp neler emrettiyse emretti. Şimdi bırak müslü-manları hangi yahudi veya hristiyan bunun -Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.v.) şeriatına uygunluğu bir yana- meşru bir hapis olduğunu söyleyebilir. Küçük çocuklar bile İslam di­ninin zaruri ve açık bir bilgisi olarak bilirler ki, bu Muham­med b. Abdullah'ın şeriatına aykırı bir şeydir.
Bu hakim ve arkadaşları ise daima, biz yaptıklarımızı Mu­hammed b. Abdullah'ın (s.a.v.) şeriatına göre yapıyoruz, di­yorlar. Hem bu hüküm, mü si umanların icma ettiği Allah'ın (c.c.) şeriatına yirmiden fazla açıdan ters iken!
Sana hristiyanlar güzel bir hapiste yatıyorlar. İçinde Al­lah'a (c.c.) şrrk koşuyor, kiliseler kuruyorlar. Keşke bizim hapsimiz de hrıstiyanlarm hapsi cinsinden olsaydı, ah keş­ke müşriklerle, puta tapanlarla eşit tutulsaydık! Ama nerde, onlara izzet ikram, bize aşağılayıcı muameler yapılıyor. Şimdi Allah'a (c.c.) ve Ahiret gününe, iman eden bir kimse, Rasulullah'ın (s.a.v.) bunu emrettiğini söyleyebilir mi?
Din kardeşlerim kendilerine atılan yalan ve iftiralardan başka hangi günahları sebebiyle hapsedildiler? Elbette kim bunlar şeriate göre yapılıyor derse, o kimse müslürnanların icma'ıyla kafir olmuştur.
Sözlerim arasında ona dedim ki: Biri senin aleyhine on dirhem için davacı olsa, sen de orada hazır olsan mahkeme­ye çıkmana engel bir durum olmasa, bu konuda hakim se­nin gıyabında, aleyhine bir hüküm veremez. Karşılıklı hak­larda bile bu söz konusu iken, müslümanlann icmaı ile hak­kında öyle bir hükme varılması haram olan cezai andı mı al ar­da nasıl söz konusu olmaz?
Sonra bu adamın yalancılığı defalarca ortaya çıkmıştır. O gün söylediklerinin çoğunda bana yalan söylemişti. Ya­zılmasını emrettiği bu varakanın çoğu da yalandır. Onun em­riyle yazılan hükümdar mektubu ise takriben on açıdan şe­riate aykırıdır. Ayrıca akledilen toplantıdakilere hem avam'ın hem havassın bildiği yalan yanlış büyük şeyler isnat edilmiş­tir. Hükümdarın dilinden yazılan, İslam aleminde minber­lerde okunan o mektupta, meclisteki emirler ve kadılar hak­kında bunca apaçık yalan ve iftiralar olabiliyorsa, onların ar­kasından kim bilir neler oluyor, nasıl şeyler cereyan ediyor!
Yine dedim ki, onun dediğine göre ben şöyle demişim: Allah bir köşeye çekilip çocuk doğurdu. Bu tamamiyle ya­lan bir şeydir. Onun şöhreti yalancılıktır, namussuzluktur, onu seçkin kimseler de tanır, halk da böyle bilir. Böyle, Ki­tap ve Sünnet bilmeyen birinin, dini asıllarında, Kitap ve Sünnet'in manalarında hüküm vermesi hiç uygun olur mu? Bu sözüm üzerine onun (Taybersi'nin) tebessüm ettiğini gördüm. Söyledilerimin doğruluğunu bilen bir gülüşü var­dı. Ve tıpkı söylediğim gibi bu hakim (İbn Mahluf) müslü-rrvanlar arasında kötü haliyle tanınmıştır.
Taybersi bu sefer tutup şunu söyledi: Şu tutanaklar... Onla ı senin yazınla yazılı bulmuşlar... Dedim ki: "G gün sen de vardın, benim bir hatamı gösteren, bir tutanak tutan ol­du mu? Hakkında şöyle bir şehaddette bulunuluyor dendi mi? Bir şey söylemek fırsatım oldu mu? Olmadı. Hatta ben söze başlamadan önce, Rasulullah'm (s.a.v.):
"Allah'a hamd ile başlamayan her söz neticesizdir." sözleri uyarınca Allah'a (c.c.) hamd ve sena etmek istedim de, bana engel oldular ve Allah'a (c.c.) hamdetme, cevap ver" dediler.
İbn Mahluf'a dönerek, sana mı cevap vereceğim, yoksa şu davacı (iddiacı) ya mı? dedim. İkisi de, bir konuşmadan bahsettiler, çoğu yalandı. İbn Mahluf, davacıya cevap ver, dedi. Bu sefer davacıya döndüm, tek başına sen mi hüküm vereceksin, yoksa kadılarla birlikte mi hüküm vereceksiniz?, dedim. Ben tek başıma hüküm vereceğim" dedi. Sen, dedim, benim hasmımsın, benim hakkında vereceğin hüküm nasıl doğru olabilir ki? Üstelik davalaşma yönünü açıklamayı niçin benden istiyorsun? Bu şekilde söyledim, çünkü bu adam bütün müslümanlann bildiği gibi bir çok yönden be­nim hasmımdi. Sonra şunu belirttim: Gerçekten kendi yaz­dıklarıma gelince, ben o görüşlerime devam ediyorum. Ama şu tutanaklar var ya, onlara şahidlik edenlerin öyle halleri var ki, müslümanlann icmai ile onların şehadetlerini kaftu-le engel olan şeyler vardır. Onlar bir çok yönden eleştirile­bilirler. Şahidi oldukları o şeyin tam zıttınm meydana gel­diğini Suriye ve başka yerlerdeki bütün müslümanlar, avam­ları da, havvasları da biliyorlar.
Mesela Kadı Şerefü'd-Din İbnü'l-Makdisi, udul (mütte-ki, güvenilir) kimselerin işittiğine göre, ben falanın (İbn Tey-miye'yi kastediyor) akidesi üzereyim, dermiş. Hatta ölümün­den üç (gün) önce yanına girdim, görünürde bir grupla be­raberdi. Onların huzurunda bana hitap ederek şöyle ses­lendi: Ey filan, ben senin itikadın üzere ölüyorum, -hasım­larımı kastederek- onların itikadı üzere değil. Aynı şekilde Kadı Şihabü 'd-Din el-Huli de çok kez bana, "Vebali boynuna ha! Ben senin itikadın üzereyim", demişti.
Udul (mütteki, güvenilir) kimseler yine bana şehadet et­tiler, Kadı İmamü'd-Din şöyle demiş: Onun sözlerinde bir şey çıkmadı, hakkında kim konuşursa onu cezai and in rım. Ba­na da şöyle dedi: Bazı kadılar söylediler, seni kürsüden in­dirmişler? Dedim ki: Bu açık bir yalandır, herkes bunu bi­liyor. Ne kürsüden indirildim, ne herhangi bir şeyde biri be­nim tevbe etmemi istedi, ne de bir görüşümden dönmem ta­lep edildi.
Yine dedim ki: Size Suriye şeyhleri İsîam alimlerinin ken­di elleriyle yazdıkları tutanak ile, benim hasımlarım olan Ce-malü'd-Din el-Maliki, Celalü'd-Din el-Hanefi gibi kadıla­rın sözlerinin bulunduğu mektup ulaştı. Orada zikredilenler, bu yalan yanlış tutan aklardaki şeyleri yalanlamaktadır. Ce-malü'd-Din el-Maliki'nin benden tevbe etmem istendiği, fetvadan nehyedildiğim, kürsüden indirildiğim vs. yolunda­ki sözleri bana ulaşmadı (böyle bir şey diyeceğini sanmıyo­rum çünkü) onun dinen kınanacak bir halinin olduğunu bil­miyorum. İşte diğer alim ve kadıların benim gıyabımda söyledikleri bu şekildedir.
Fakat şu şehadetlere gelince, onlarda çok büyük şeyler var. Onları düşünün. Niçin böyle (iftiralar) etmesinler ki, o toplantıya şahit olanların şahitliğe engel öyle halleri var ki, ihtiyaç olunca onlar da söylenir. [23]

İstiva, Şeriat Ve İstiğase:


Varakanda şeyhe, "İçimden öyle geçiyor ki, benim için o tutanakları istesen de bizzat o bir incelese", dediğini zik­retmişsin. Tabii buna iten bir sebep varsa onun için... Yok­sa cemaatin hepsi mazurdur. Evet buna asla ihtiyaç yoktur. Bu tutanaklar, getirilmek bir yana reddine ihtiyaç olmaya­cak kadar alçakça ve basit şeylerdir. Doğrusu ben bu hükmün müslumanların icmaı, dört mezhebin ve dinin diğer imam ittifakıyla yirmi küsur yönden şeriat dışı olduğunu açıkladım.
Elçiye dedim ki: "İbn Mahluf ve benzerlerinin, ondan başkalarınca daha iyi bilinen, Kur'an tefsiri, Rasulullah'ın (s.a.v.) hadisleri, selefin sözleri, onun bilmediği din esasla­rı gibi konularda ortaya atılma haklan yoktur. Bu gibi ko­nularda bunları bilenlere müracaat edilir. Hükümdar ve onun emiri bir hakim, bunları bilen kimselerce, diğer bilen­lerle aynı salahiyete sahiptirler. Değilseler onlara bir şey düş­mez. Çünkü fetva sormak için müracaat edilecekse ancak ko­nuyu iyi bilene müracaat edilir."
Ona şunu da söyledim: Ben ancak sorulara cevap veya fetva almaya gelenlere fetva vermek şeklinde bir şeyler söylemişimdir. Hiç kimseyle ne yazıştım, ne de bu konular hakkında biriyle konuştum. Aksine bana Allah'ın (c.c.) Ra-sulüne indirdiğiyle fetva vermemi isteyen, aydınlanmak amacında olan kimse geliyor, ta uzaklardan da olsa geliyor soruyor, hidayet talebi içinde yanıp kavruluyordu. Şimdi di­nime göre ondan ilmi gizlemek imkanım ve haddim olabi­lir miydi? Madem ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kime bildiği bir şey sorulur da onu gizler söylemezse Allah onun ağzına ateşten bir gem geçirir.[24]
Allah da (c.c.) şöyle buyurur:
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti -Biz Kitap'ta onları açıkça belirttikten sonra- gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem bütün lanet edenler la­net ederler. (Bakara: 2/159) ; Şimdi senin emrin geçermi, ben lanete uğrayanlar­dan olmak için, aydınlanmak isteyene cevap vermekten ka­çınır mıyım? Hükümdar veya başka müslümanlar bana böy­le bir emir verebilirler mi hiç?
Fakat sizin amacınız sadece, size ulaşan iftiralar sebebiyle, hükümdarın verdiği işi yapıp kurtulmak. Bunun üzerine, a efendim hükümdarı bırak, kimse onun hakkında konuşa­mıyor, dedi. Dedim ki: Devam et, şu saat hükümdar hakkın­da konuşan kimse kalmadı. Ee! Bu fitne zaten bu sebeple or­taya çıkmadı mı? Biz Suriye'de iken bu fitneyi ayağa kal­dıran şeyin hükümdarın töhmeti olduğunu işitmiştik, fakat kimsenin bunu doğrulayacağına ihtimal vermemiştik.
Yine dedim ki: Bu hikayenin zaran bana değildir. Ben ne­den korkayım? Öldürülürsem en faziletli şehidlerden olurum. Bu benim için en büyük mutluluktur. Çünkü kıyamete ka­dar Allah'ın (c.c.) bu sebeple benden razı olması istenir, bun­da parmağı olanlara da kıyamete kadar lanet okunur. Çünkü bütün ümmet-i Muhammed bilirler ki, ben Allah'ın (c.c), Rasulüyle gönderdiği hak üzere öldürülüyorum. Yok öl­dürülmez de hapsedilirsem. Allah'a (c.c.) yemin ederim ki hapis, hakkımda Allah'ın en büyük nimetlerindendir. Son­ra insanlardan sakınacak neyim var ki? Ne medresem, ne ık-ta'ım (bana tahsis edilmiş arazilerim), ne malım, ne maka­mım, bir şeyciğim yok!
Fakat şu var, bu hikayenin zararı size olur. Suriye'deki bu mesele için çalışanların gayesi, bu sayede sizi oyuna getirmek, dininizi, devletinizi bozmaktır. Fiilen kimisi Ta­tar ülkesine gitti, kimisi hala orada eğleşiyor. Dininiz ve dün­yanızı mahvetmek isteyenler asıl onlardır. Beni de, kendi­lerini gizlemek için imamları olarak gösteriyorlar, çünkü bi­liyorlar ki, ben sizinle dostluk yapıyorum, size nasihat edi­yorum, sizin için dünya ve Ahi ret hayrını diliyorum. Bu meselenin çok gizli yönleri var, gittikçe de açılıyor. Öyle de­ğilse, peki benim Mısır'da kimseyle bir düşmanlığım yok, kimseye kinim yok, onları hep sevmişim, seviyorum, onla­ra dostluk ediyorum, emirlerine dostum, üstadlarına dostum, kadılarına dostum!
Ben böyle deyince, peki, dedi, hükümdar emirine ne söyleyeyim? Selam söyle ve dediklerimin hepsini ulaştır, de­dim. Bu çok olur, dedi.
O halde özeti şu, onu söyle dedim: Bu dosyadakilerin ço­ğu yalandır. Şu "hakikaten istiva etti" sözü ise (sadece be­nim sözüm değil) Maliki, diğer mezhep ve taife imamların­dan nakledildiği üzere Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat'in icma et­tiği bir sözdür. Ne selef ve ne de selef imamlarından herhan­gi bir kimse bunu reddetmemiştir. Hatta bunu reddeden hiçbir alim tanımıyorum. Şimdi nasıl olur da Ehl-i Sün-net'in icma ettiği ve hiçbir alimin reddetmediği bir şeyi terkederim.
Bu münasebetle bazı şeylere temas etti. Birisi İmam Ebu Ömeret-Talemenki'nin zikrettikleriydi. Bu zat Baci'den, İbn Abdil'I-Berr ve bunların bulunduğu tabakadan önceki taba­ka mensubu Maliki imamlardan bir tanesidir. Der ki: Ehl-i Sünnet'ten olan müslümanlar:
"Nerede olsanız O sizinle beraberdir." (Hadid: S7/4) ayeti ve buna benzer ayetlerin manasının "beraber" olan Al­lah'ın ilmidir, Allah (c.c.) gökier üstünde Arş'ınm üzerine dilediğince istiva buyurmuştur, şeklinde olduğu üzere bir­leşmiş (icma etmiş)tir. Yine derki:
"Rahman Arş üzere istiva etti. (Ta-Ha: 20/5)
ayetiyle ilgili olarak Ehl-i Sünnet, Allah'ın (c.c.) Arş'ı ala­ya istivası hakikat üzeredir, mecazi değildir, demişlerdir.
Meşhur tefsir sahibi Ebu Abdullah el-Kurtubi, "Sonra Arş üzere istiva etti." ayetinde şunları söyler: Bu mesele, alimlerin söz ettiği, risaleler yazdığı istiva meselesidir. Alimlerin bu konudaki görüşlerini "el-Esna fi Şerhi Es-mai'l-Hüsna" adlı kitapta açıkladık ve bu konudaki ondört görüşü verdik. Nihayet der ki: Allah kendilerinden razı ol­sun, ük selef, ciheti nefyetmeye (Allah hakkında ciheti red­detmeye) inanrmyorlardır, bunu söylemişlerdir. Bilakis hem onlar, hem başkaları, tıpkı Allah'ın Kitabında açıkladığı, rasililerin de haber verdiği gibi, Allah'a (c.c.) cihet ispat et­mişlerdir. Kurtubi şunu da söyler: Selef-i salihinden kim­se Allah'ın hakikaten Arş'i üzere istiva ettiğini (istivasının hakiki olduğunu) reddetmemiştir. Allah bu manada özel ola­rak Arş'ıni zikretmiştir, çünkü o yaratıklarının en büyüğü­dür. Selef sadece istivanın keyfiyetinin bilinemez olduğu­nu söylemişler, hakikatinin bilinemez olduğunu belirtmiş­lerdir. Nitekim İmam Malik, istiva malumdur, yani dilde­ki manası bilinmektedir, fakat keyfiyeti meçhuldür, bunu sormak bidattir, demiştir. Ümmü Seleme (r.a.) de böyle söy­lemiştir.
Hem Mısır'da hem başka yerlerde meşhur olan bu zat "Şerhü'1-Esma" adlı kitabında şunları söyler: Dedi ki:
"Risaletfrl-Esma ila Mes'eleti'l-İstiva" isimli risale­nin sahibi İmam Ebu Bekr Muhammed el-Hasen el-Hadra-mi el-Kayravani istiva meselesinde müteahhirinin ihtilaf­larını zikrederken, "et-Tefsiru'I-Kebir" sahibi Ebu Ca'fer el-Taberi'nin, Ebu Muhammed b. Ebi Zeyd'in, Kadı Ab-dü'I-Vehhab'ın hadis ve fıkıh üstadlanndan bir grubun görüşlerini de zikretmiş ve demiştir ki: Kadı Ebu Bekr'in, Kadı Abdü'I-Vehhab'ı kastediyor- ve demiş ki: Allah Sub-hanehu Arş'ı üzere zatıyla istiva etmiştir... Bazı yerlerde "Arş'ımn üstüne" de demişlerdir. İmam Ebu Bekr -benim inandığım sahih görüş de budur diyerek- derki: "Ancak sınırlamasız, bir yerde yerleşmesiz, onda oluşsuz ve temassız."
Şeyh Ebu Abdillah, "bu, Kadı Ebu Bekr'in "Kitabü Temhidi'l-Evail" isimli kitabında zikrettiği görüşüdür. Üs-tad Ebu Bekr b. Furek de "Şerhu Evaili'l-Edille"sinde bu­nu söylemiştir. Ebu Ömer İbn Abdi'l-Berri'nin, Talemin-ki 'nin ve diğer Endülüslü alimlerin belirttiği Allah'ın Ki-tab'mda bildirdiği, Rasulünün dilinden haber verdiği gibi "O Arş'ı üzeredir, istivasının keyfiyeti bilinemez, bütün ya­ratıklarından ayrıdır" görüşüdür. Güvenilir (sika) ravilerin yaptığı nakillerden anlaşıldığına göre selef-ı saiiHınin görüşü de budur. Onun sözleri aynen böyledir.
Ebu Nasr es-Siczi, İbane'sinde şunları söyler: Süfyan es-Sevri, Malik b. Enes, Süfyan b. Uyeyne, Hammad b. Sele­me, Hammad b. Zeyd, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. Iyaz, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Ruhuye (veya Rahaveyh) gibi imamlarımız Allah Subhanehu'nun zatıyla Arş üstün­de bulunduğunda, ilminin her yerde olduğunda, Kıyamet gü­nü Arş üstünde gözlerle görüleceğinde, dünya göğüne indi­ğinde, gazaplandığında, razı olduğunda, dilediğini söyledi­ğinde, konuştuğunda ittifak etmişlerdir. Kim tamlardan bi­rine muhalefet ederse o kimse onlardan beridir, onlar o kimseden beridirler.
Ebu Ömer İbn Abdi'1-Berr, sahasında te'lif edilen kitap­ların en kıymetlisi olan "Muvatta" şerhi "Temhid"inde nü­zul hadisinden sözederek şunları söyler: "Bu hadis, nakil cihetinderî sabittir, isnadı sahihtir, hadisçiler, sıhhatinde ih­tilaf etmemişlerdir. Bu hadis bu tariki dışında yine Peygamber'den udul (muttaki, sağlam) ravilerin ihbarıyla baş­ka yollardan da rivayet edilmiştir.
Ve bunda, Allah'ın (c.c.) gökte, yedi göğün üstündeki Arş'ın üzere olduğunda delil vardır. (Ehl-i Sünnet ve'l-) Ce­maat de bu görüştedir. Bu hadis, Allah her yerdedir, Arş üze­rinde değildir diyen Mutezile'ye karşı onların tutunduğu de­lillerden bir tanesidir." Ehl-i Hakk'm söylediğinin doğru ol­duğuna delil olarak şunları da söylemiştir:
"Rahman Arş üzere istiva etti.  (Taha: 20/5)
"Güzel söz O'na çıkar, iyi amel ona yükselir (veya iyi ameli de Allah'a yükselten odur)." (Fatır: 35/10)
"Melekler ve ruh süresi ellibin yıl olan bir günde O'na yükselir. (Mearic: 70/4)
İsa'ya (a.s.) da şöyle buyurmuştur:
"Ben seni vefat ettireceğim. Kendime yükselteceğim. (Al-i İmran: 3/55)
İbn Abbi'1-Berr daha başka ayetler de zikreder ve şunu ilave eder: "Bu husus daha fazla anlatılmasına ihtiyaç olma­yacak derecede hem avam, hem havasça meşhur bir şeydir. Çünkü zaruri (bedihi) bir bilgidir. Bu bilgi ve kimse onla­rı bu konuda tereddüde sevketmemiş, hiçbir müslüman bu konuda onlara muhalefet etmemiştir." Uzun uzun açıklama­larına devam eder.
Nihayet derki: Fakat öbürlerinin:
"Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O'dur, beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları O'dur, bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar O, onlar­la beraberdir. (Mücadele: 58/7) ayetinde delilleri yoktur. Ayetin zahiri onların dediğine de­lalet etmez. Çünkü kendilerinden te'vil (Kur'an'in manala­rı) naklolunan sahabi ve tabiin alimleri bu ayetin te'vilinde "O Arş üzerindedir, ilmi ise her yerde" demişlerdir. Sözü de­lil kabul edilir hiç kimse onlara bu konuda muhalefet etme­miştir.
Ayrıca İbn Abdi'I-Berr, Dahhak b. Müzahim'in "üç ki­şi gizli konuşsa..." ayetinde, "O Arş'ı üzeredir. İlmi ise ne­rede bulunsalar onlarla beraber" dediğini, Süfyan Sevri'nin de benzeri bir şey söylediğini zikretmiş, İbn Mes'ud'dan (r.a.) "Allah Arş üstündedir, amellerinizden hiçbir şey O'na gizli kalmaz." şeklinde bir nakil yapmıştır.
Ebu Ömer İbn Abdi'I-Berr yine der ki: Ehl-i Sünnet, Kur'an ve Sünnet'te geçen bütün sıfatların ikrar ve ilan edilmesi, onları mecaza hamletmeyip hakikatleri üzere an­laşılmasında ittifak etmişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet onların hiç birine keyfiyet atfetmez, hiç birinde bir sınırlamaya gitmezler. Fakat şu bidat ehli Cehmiyye ve Mutezile'nin ta­mamı ile Hariciler, evet bunların hepsi bu sıfatlan inkar et­mişler, hiç birini hakikat üzere anlamamışlar, onları ikrar edenlerin Müşebbihe olduğunu iddia etmişlerdir. Halbuki onlar, ikrar edenlere göre hak mabudu bu açıdan hiçe çıkarmış, Allah'ın Kitab'ımn, Rasulü'nün Sünnetinin söylediği şey­leri söyleyen (Ehl-i Sünnet ve'I-) Cemaat imamlarının söz­lerini hak mabud için kullanmamışlardır.
Ebu Ömer şunu da söyler: Ehl-i Sünnet'in, fıkıh ve ha­dis (rivayet) imamlarının bu ve benzeri konulardaki tutumu, Rasulullah'tan (s.a.v.) bunlara dair gelen şeylere iman etme, onları tasdik edip hiç birinde sınırlamaya ve keyfiyet belir­meye gitmemektir.
Arif Şeyh Ebu Muhammed Abdü'l-Kadir b. Ebi Salih el-Geylani (r.a.) "Gunye" isimli kitabında der ki:
Özelte; yaratıcıyı ayet ve delaletlerle bilmekten amacı, O'nun bir ve tek (vahid, ehad) olduğunu bilmek ve buna ya-kinen inanmaktır. Nihayet der ki: O, yüceliği yönünden Arş üzere istiva etmiş mülkünü sarmış, ilmi her şeyi kuşat­mıştır. Yine ifade eder ki: O'nu "her yerdedir" şeklinde ni­telemek caiz değildir. Bilakis göktedir, Arş üzerindedir, denir. Nitekim kendisi de şöyle buyurmuştur:
"Rahman Arş'a istiva etti. (Ta-Ha: 20/5)
Diğer ayetleri ve hadisleri de zikrederek sözü şuna geti­rir: İstiva sıfatını te'vilsiz söylemek ve istivanın zatının Arş üzere istivası olduğunu belirtmek yaraşır. Geylani, O'nun Arş üzere oluşunun risalet verilen her peygambere in­dirilen her kitapta keyfiyeti meçhul olarak geçtiğini de söy­lemiş, bu konudan uzun uzun söz etmiştir.
İmam Ebul'l-Hasen el-Kerhi es-Şafii, "İtikadü Ehli's-Sünnet" konusundaki meşhur mukaddimesinde ki bu mukad­dime Şeyh Ebu Amrb. Salih'in yazısıyla menkuldür derki:
Onların abidesi şudur ki O ilah zatiyla Arş üzeredir, bilir bütün gaybi da.
İşte bu deliller (eserler)in hepsini elçiye söylememiş, sadece, "ben kendimden bir şey söylemedim, ancak ve an­cak bu ümmetin selefinin ve imamlarının ittifak ettiği şeyleri söyledim", diyerek bunlara işaret etmişti. Ümmetin bu konuda söylediği şeylerin hepsini açıklamanın yeri olmadı­ğını da belirtmişti. Bana: Yani O, hakikaten zatıyla keyfi-yetsiz ve benzetme olmaksızın Arş üzere istiva edici öyle mi? dedi. Evet, dedim. "Akide" de böyle geçiyor. Peki, dedi, he­men yaz. Veya, bunu yaz, gibi bir şey söyledi. Dedim ki: Bu, bu şekliyle sizin yanınızdaki ve Şam'da incelenip müslüman-ların ittifak ettiği akidede aynen var. Başka ne isteyece­ğim olsun?
Ona şunu da söyledi: Ben, hadisçilerin, tasavvuf çul arın, kelamcılarm, Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli imamlarının kitapları içinden elliden fazla kitap da getirmiştim, bunlar söylediklerime uygundu. Bundan öte ben, dedim, bana mu­halefet edenlere müslüman imamlardan söylediklerime mu­halif tek kelime getirebiliri erse getirsinler diye üç yıl süre de tanıdım. Artık daha ne yapayım?
Bunun üzerine Taybersi ve Fettah çıktılar. Fettah bir müddet sonra geri gelerek hükümdar emirinin sana selamı var, dedi ve şimdi bize ellerinden bir akide yaz diye ilave et­ti. "Hükümdar emirine selam söyle", dedim, "eğer şu saat bir şey yazmış olsam, artırdı da derler, eksiltti de. İtikadımı de­ğiştirmiş olduğumu bile söylerler. Şam'da aynısı oldu. İti­kadımı yazmamı istediklerinde onlara sadece daha Önce yazılmış olanları getirdim."
Yine dedim ki: Bu akide, Sureyi'de üç mecliste de oku­nan akidedir. Size onu emiriniz postasıyla göndermiştir. Hepsi de yanınızdadır. Sonra size el-Umeri'nin beraberin­de, ikinci mektubun gelişinde, kadıların, alimlerin söyledik­leri ile tutanak ve Mizzi'nin okuduğu "Buhari" nüshası da gönderilmiştir. Şimdi itikad denen şey benim kafamdan uydurduğum bir şey değil ki, her gün ayrı bir itikadım olsun. O itikad ayniyle o itikad, nüsha aynen o nüshadır, onları in­celeyin. Bunun üzerine Fettalı gitti. Sonra yine gelerek kendi yazımla ne olursa olsun bir şeyler yazmamı istedi. "Peki ne yazayım?" dedim. Mesela affettiğini, kimseye karşı çıkmayacağını falan yaz dedi. Tamam dedim. Bunu kabul ediyorum, benim amacım ne kimseye eziyet etmek, ne kimseden intikam almak ve ne de hesap sormaktır. Ben, bana haksızlık edenleri affettim, Bunları önce yazıya dökmeyi istedim. Sonra dedi ki, böyle şeyleri yazmak adet olmamıştır. Doğrusu insanın hakkını he­lal etmesi yazılmaya muhtaç değildir.
Biliyorsun ki, iş bu şekilde cereyan edince, bazı kalpler şeyhe karşı nerdeyse değişmeye başlıyordu. Zannetiler ki, bu dosyayı ikrar etti ve bu, söylediklerini ve gönderdikleri­ni bozuyor. Bunun üzerine ben ve kardeşim bunu giderme­ye başladık. Şunu söyledik: Bu iş İbn Mahluf'un yaptığı bir şeydir. Ben kesinlikle bunun İbn Mahluf'un işi olduğunu öğ­renmiştim.
Şeyh de, böyle yaygınlaşmış, şöhret bulmuş bir mesele­nin bu şekilde bertaraf edilemeyeceğini anlamıştı. Bu sebep­le ben bütün gücümle yapabildiğim kadar iyilik yapmaya, in­tikamdan vazgeçmeye, kalplerin arasını bulmaya çalışıyor­dum. Fakat o da biliyordu ki, Mısır'da yaşayanlardan öyle­leri var ki, insan onların şerrinden ve zulmünden ancak iki yol tutarak kurtulabilir:
Birinci yol istikrarlı, ikincisi sallantılı idi.
İstikrarlı olan yol, kişinin Allah'tan (c.c.) aldığı bir des­teği ve gücü olması, O'na sığınması, O'ndan yardım isteme­si, CTna tevekkül, istiğfar ve itaat etmesidir. Bu sayede Al­lah (c.c), o kişiden ins ve cinn şeytanlarının şerrini giderir. Bu yol tek doğru ve kalıcı yoldur.
Sallantılı ve istikrarsız ikinci yol ise, kurtuluşun ma­kam sahiplerinden gelmesidir. Şöyle ki: "Öyleleri makam sa­hiplerine karşı makamlarında kaldıkça riyakarlık yaparlar. Makamından alındığı zaman da o kişiye karşı en çok ayaklananlar, adamın tepesine binenler onlar olurlar. Hatta ka­dıyı bile kamçı sopa vb. dövebilirler; kimseye yapılmayan işkenceler bunlara yapılır. Düşmanları ve kin güdenleri çoktur. Onların devletle ve başkasıyla ilgili sabıkalarla, hükümlerle ve mülklerle ilgili etkinlikleri olmuştur.
Makam sahiplerinden, hükümlerini bozmak, mallan ak­tarmak amacı bulunan olsa, bu böyle biri için en basit şey­lerden olurdu. Ya irtidadıni yazardı ki, mürtedin hükümle­ri uygulanmaz. Çünkü avamı da, seçkinleri de bilir ki o, bu meselede yaptıklarını Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.v.) şe­riatı saymıştır ve insan ne zaman icma edilmiş bir haramı he­lal, icma edilmiş bir helali haram sayarsa veya icma edilmiş şer'i bir şeyi değiştirirse, müçtehidlerin ittifakıyla kafir ve mürted olur. Bir görüşe göre şu ayet böyleleri hakkında nazil olmuştur:
"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte kafir­ler onlardır." (Maide: 5/44)
Allah'ın (c.c.) indirdikleriyle hükmetmeyenler... Yani Al­lah'ın (c.c.) indirdiklerinden başkasıyla hükmetmeyi caiz gö­renler. [25]

Şeriat Çeşitleri:


Şeriat (şer') kelimesi insanların örfünde üç anlamda kul­lanılır:
1- Münezzel Şeriat: Bu, Rasulullah'ın (s.a.v.) getirdiği şeriattır. Buna uymak vacip (farz) dır. Muhalefet edenin de cezalandırılması vaciptir.
2- Müevvel Şeriat: Bu damüçtehid alimlerin münezzel şe­riat dairesindeki görüşleridir. İmam Malik'in mezhebi ve ben­zerleri gibi. Buna uymak caizdir, vacip veya haram değildir. Kimse, ne bütün insanları buna uymaya bağımlı gösterebi­lir, ne de bütün insanları buna uymaktan nehyedebilir.
3- Mübeddel Şeriat: Bu ise Allah'a, (c.c.) Rasulullah'a (s.a.v.) ve insanlara asılsız şehadetlerle atılan yalan, iftira ve benzeri şeylerle apaçık zulümlerdir. Kim bunların Allah'ın (c.c.) şeriatından olduğunu söylerse tartışmasız kafir ol­muştur. Mesela bir kimse kan ve ölü eti helaldir dese, bunun kendi görüşü olduğunu söylese bile kafir olur. Bu gibi hal­lerde hüküm budur.
Bu bakımdan İbn Mahluf un verdiği hüküm İmam Ma-lik'in veya Eş'ari'nin mezhebi bile olsaydı bütün insanları o mezheple bağımlı kılmak, muvafakat etmeyeni cezalandır­mak hakkı yoktu. Ümmetin ittifakıyla o, böyle bir selahiye-te sahip değildir. Artık söylediği ve insanları bağımlı kıl­maya kalktığı o söz, İmam Malik'in ve Maliki imamların, Eş'ari'nin ve Kadı Ebu Bekir, Ebu'l-Hasen et-Tayberi, Ebu Bekrb. Furek, Ebu'l-Kasim el-Kuşeyri ve Ebu Bekrel-Bey-haki gibi Eş'ari imamların ifadelerine ters iken, nasıl olur da böyle bir hakkı ve salahiyeti olabilir? Hem, bunlar ve başkaları bizim söylediklerimizin aynısını onun (İbn Mahluf un) söy­lediklerinin ise tam tersini açıkça ifade etmişlerdir.   .
Bu (bizim söylediklerimiz) sayesindedirki. Hanbeliler ve Eş'ariler anlaştılar. İnsanların hepsi ittifak ettiler. Hanbeli­ler Ebu'l-Hasen el-Eş'ari'nin sözlerinin (böyle olduğunu) gö­rünce, bu Şeyh el-Muvaffak'ın sözlerinden daha iyi dediler. Gönüllerdeki kinler ortadan kalktı. Şafii ve diğer fakihler ar­tık "müslümanların birleşmesinden dolayı Allah'a hamdoİ-sun", der olmuşlardı.
Sonra şayet.İbn Mahluf'un verdiği hüküm içtihadın ca­iz olduğu meselelerden bile olsaydı, onun başkasının hük­münü bozmak hakkı da olamazdı. Şimdi bütün Suriye kadı­larının (hakimlerinin) hükmünü bozduğu kesinlikle bilinir­ken nasıl böyle bir hakkı olur? Hatta değil onların hükmü­ne ters düşmek, müslümanların icma'ıyla o, müslümanlann dinine muhalif şeylerle hükmetmiştir. Bir kimse kalkıp da Suriye hakimlerinin ikrah (zorlama) altında olduklarını id­dia etse, deriz ki, içlerinden bir çoğu zorlama olmadığını açıkça belirtmiştir. Eğer ikrah söz konusu ise daha çok Mı-sır'dakiler için söz konusudur. Çünkü insanlar arasında, İbn Ntahluf un bunu devletin saltanata ilişkin bir amacı (koltuğu korumak) sebebiyle yaptığı, eğer bu olsaydı hakim­lerin çok şeyler söyleyecek oldukları yayılmıştır. Evet ikrah varsa bu Mısır hakimleri hakkında geçerlidir.
Binaenaleyh, nasıl olur da İbn Mahluf, verdiği hüküm yir­mi küsur yönden İslam şeriatına aykırı ve bunların çoğu müs-lümanların icmaıyfa sabitken öyle bir hakka ve salahiyete sa­hip olabilir? O yirmi küsur yön Şeref Muhammed'in elinde yazılı olarak bulunuyor. Yani Şeyh Nasr'ın artık işin haki­katini, meselenin içyüzünü bilmesi, anlaması gerek ki ted­birini alsın, meseleye çözüm bulsun.
Benim ise Allah'a ve Rasulüne itaat dışında bir isteğim yoktur. Öteden beri olageldiği üzere birbirleri hakkında Mısırlılardan korkulur. İttifak etmeye daha müsait olmala­rına rağmen Şam'da olanları da işittiniz. Mezkur Kadı'nm, diğer bir kadı yanında imanını yenilediğini duydunuz. Ben orada iken bu mabeyinci zat Yahya el-Hanefi idi. Kadı Ta-kıyyü'd-Din el-Hanbeli'ye gitti, tecdid-i iman yaptı, onla­rın bazı ashabı bazı şeylerde onun aleyhine idi. Sonuçta Takıyyü'd-Din, kanının dökülmesine hükmetti.
Bir süre önce de, Kadı Hüsamü'd-Din el-Hanefi Suriye kadılığına başlayınca, bu zavallının sakalını kestirmek iste­miş, usturayı getirmiş. Zavallıyı bindirip sokaklarda do­laştırmak üzere eşeği de hazırlatmış. Kardeşi geldi, bana du­rumu anlattı. Kalkıp gittim, ısrar ettim, nihayet vazgeçti. Da­ha başka şeyler de oldu. Hepsinde de ben onlara iyilik yap­maya çalıştım.
Beriki işlerse ne benim» ne benim gibilerin elinin altın­dan çıkmamıştır. Biz sadece Allah'ın, Rasulü'nün ve lerin razı olacağı işlere gidiyoruz. Kimseyle alıp veremedi­ğimiz yok. Hatta kötülüğe iyilikle karşılık veriyor, bağışlıyoruz. Bu mesele ise yayıldı. Onun bu konuda yaptıkları açı­ğa çıktı. Cahil ve seçkin herkes Öğrendi.
Eğer işler değişseydi de bir emir veya onun bir veziri gel­se ve İbn Mahluf un geçerli kıldığı veya hükmettiği bir mülkün nakline girse, bu iş Mısırhlarca olabilecek en kolay şey olurdu. Hemen onun irtidadını ortaya çıkarır, açıklarlar­dı. Mürted'in hükümleri de alimlerin ittifakıyla zaten Ölüm idi. Bunun zararı ise gerek devlet adamlarından, gerek baş­kalarından ona yardım edenlere ve destek olanlara dokunur­du. İşte bu büyük bir sorundur. İhmal etmek yakışmaz. Şeyh de agah bir kimsedir, böyle işlerin ne gibi sonuçlar ge­tireceğini bilir!
Yeminle söylüyorum ki, ben, gerek bu meselede, gerek başka meselelerde ne kadar şer varsa hepsinin söndürülme­si ve ne kadar hayır varsa gerçekleştirilmesi için insanlara en büyük desteği yapanlardanım. İbn Mahluf bütün yapabi­leceklerini yapsa, vallahi benim elimden onunla hayırlı iş­lerde beraber çalışmaktan başka şey gelmez. Hiçbir zaman ona karşı düşmanına da yardım etmem. Vela havle vela kuvvete illa billah! Niyetim de bu, azmim de. Bununla be­raber neler olup bitiyor biliyorum. Şunun farkındayım ki, şeytan müminlerin arasını bozuyor, ama müslümaıı kardeş­lerime karşı şeytana asla yardım etmeyeceğim. (Hapisten) çıkacak olsam ne yolda yardımım olacağını biliyorum. Ama bu meseleyi onlar iftiralara buladılar. Allah (c.c.) bütün müslümanlar için dinlerinde ve dünyalarında hayır olacak şeyleri (inşaallah) işler ve seçer. Devir dönecek bu şaşkın­lık sürüp gitmeyecek, fakat elbette Allah'a (c.c.) gönülden dönülerek, istiğfar edilerek, sadakatle tevbe ve ilticada bu­lunarak. (Ben böyle yapacağım). Zira,kendisinden sakınıp kendisine iltica olunacak o sübhandan başka hiçbir varlık yok. Güç ve kuvvet de ancak Allah (c.c.) iledir.
Şeyh Nasr hakkında zikrettiğim ve onun "farkına varma­malarını tercih ediyordum. Ancak falan falan bilir, mesele­yi anlarlar, iş söze varır, gürültü kopar endişesiyle çıkmış­tı" dediğine gelince, ona hemen (şöyle cevap vermiştim): Kim bir hak söz söylerse o hakkı işitmeyi, ona sarılmayı ve kabul etmeyi en fazla ben isterim. O hak ister tatlı olsun, is­ter acı. Yine ben işlediğim günahlarımdan tevbe etmeye, hat­ta eğer müslümanları dinlerinden saptırıyorsam, cezaya çarptırılmaya en layığım. (Kendimi böyle kabul ediyorum.)
Daha önceleri de söylemiştim ki, hiçbir kimseye, bir şahsa olan sevgisi ve dostluğu, o söz konusu olunca batıla taassub göstermesi, onun hatırı için Allahu Teala'nın had­lerinin uygulamaması yaraşmaz. Aksine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuyor;
"Kim aracılık yaparak Allah'ın koyduğu bir sınırın uygulanmasına engel olursa Allah'ın emrine karşı gelmiştir.[26]
Onun korktuğu şu: Rasulullah (s.a.v.) ile istiğase etme­ye dair Suriye'den İbn Mahluf a getirdiği tutanak sebebiy­le düşmanın uyanması veasire gibi şeyleri (Ama niye, işte yine açıkça söylüyorum ki) Eğer açıktan açığa bu istiğase-yi savunuyorlarsa vebalini kendileri çeker. Bu savunmala­rı onlann müşrik olduklarını gösterir, müslümanlarm dini ile hristiyanların dinini ayıramadıklarına işaret eder.
Çünkü mü si umanlar, İslam dininin apaçık hükümleri ve zorunlulukları olarak bildikleri şu hususta ittifak etmişler­dir; Kulun Allah'tan (c.c.) başkasına kulluk etmesi, dua et­mesi, yalvarması, yardım istemesi veya tevekkül etmesi caiz değildir, mukarreb meleğe de, mürsel nebiye de kulluk eden veya yalvaran veya istiğasecle bulunan (medet uman) kini ise o müşriktir. Hiçbir müslümana göre kimsenin, ya Cebrail ya Mikail, ya İbrahim, ya Musa, ya RasuluIIah be­ni yarlığa, bana rahmet et, beni rızıklandır, bana yardım et, meded, aman yetiş, beni düşmanımdan kurtar vesaire[27] de­mesi caiz değildir. Aksine bunlar uluhiyyetin özelliklerin­den (ilaha yöneltilmesi gereken şeylerden) dir.
Bunlar çok önemli ve bilinen meselelerdir. Alimler bun­ları açıklamış, Allah'a (c.c.) mahsus olan haklar ile Al­lah'a (c.c.) ve Rasullerine mahsus olan haklar arasındaki far­kı belirtmişlerdi. Nitekim Allahu Teala da şu ayetlerde bun­ları birbirinden ayırmaktadır:
"Onu (Allah Rasulünü) desteklemeniz, ona saygı gös­termeniz ve sabah-akşam O'nu (Allah'ı) teşbih etmeniz için." (Feth: 48/9)
Yani destekleme v e saygı gösterme RasuluIIah'a (s.a.v.) için, sabah-akşam teşbih de Allah (c.c.) için olmuş oluyor.
"Kim(ler) Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan korunursa işte kurtuluşa erenler on­lardır."                                                        (Nur: 24/52)
Yani itaat Allah'a (c.c.) ve Rasulüne (s.a.v.), korku ve korunma (takva) yalnızca Allah'a (c.c.) karşı olacak.
Peygamberler şöyle derler:
"Allah'a ibadet edin, O'ndan korunun, bana da ita­at edin. (Nuh: 71/3)
Yani ibadet ve korunma (takva)mn yalnızca Allah'a (c.c.) olmasını, kendilerine ise itaat edilmesini istiyorlar.
"Mescitler Allah'a mahsustur. Allah ile beraber bir başkasına dua etmeyin. Allah'ın kulu (Muhammed) kal­kıp O'na yalvarınca (cinler) onun üzerine üşüşüp nerdey-se keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam. De ki: Ben size ne zarar, ne de fayda verme gücüne sahip değilim. De ki: Beni Allah'tan kimse kurtaramaz ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam."
(Cin: 72/18-22)
"Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma, sonra azap edilenlerden olursun." (Şuara: 26/213)
"De ki: Allah'tan başka (ilah olduklarını, uluhiyet özel­liklerini taşıdıklarım) sandığınız şeyleri ve kimseleri ça­ğırın, onlar ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değillerdir. Bu ikisinde (yaratılmalarında ve ta­sarruf altında tutulmalarında) onların bir ortaklığı yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur."
(Sebe: 34/22)[28]
"O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. (Sebe: 34/23)
"O'nun izni olmadan katından kim şefaat edebilir?" (Bakara: 2/255)
"De ki: O'ndan başka (ilah olduğunu, uluhiyyet sıfat­lan taşıdığını) sandığınız şeyleri ve kimseleri çağırın, onlar sizden ne sıkıntıyı kaldırabilirler ne de onu başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıklan da, hangisi daha yakındır diye Rablerine (yaklaşmak için) vesile ararlar, O'nun rahmetine ümit bağlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur (sakınılacak bir şeydir). (İsra: 17/56-57)
"Hahamlarını ve rahiplerini, Allah'tan başka rabler edindiler, Meryemoğlu Mesih (İsa)'yı da. Oysa ken­dilerine yalnız tek ilah olan Allah'a ibadet etmeleri em­redilmişti. O, onların ortak koştukları şeylerden mü­nezzehtir."                                                 (Tevbe: 9/31)
"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra o (kalksın) insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin. (Hayır öyle demez) bilakis: "Öğrettiğimiz ve okuduğumuz Kitap gereğince Rabbaniler (Rabba halis kullar) olun" der. Ve siz m üs lü m an olduktan sonra size hiç kafirliği emreder mi?"(Al-iİmran: 3/79-80)
Bu ayete göre kira melekleri ve peygamberleri rabler edinirse daha önce müslüman iken artık -müslümanlann ittifakıyla, kafir olmuştur.
İşte bu sebepledir ki, Rasulullah (s.a.v.), kabirler üzerin­de mescitler, secdegahlar edinilmesinden, Allah'a (c.c.) ru-bubiyetinin, rablığmın özelliklerinden eş ve benzer tutulma­sından sakındırmiştır. Bulıari ve Müslim'de şöyle buyurdu­ğu rivayet edilir: "Rasulullah buyurdu ki:
"Allah yahudilere ve hristiyanlara lanet etti (etsin). Çünkü Peygamberlerin kabirlerini mescit yaptılar, sec-degahlar edildiler.[29]
Yani Rasulullah onların fiillerinden sakındırıyor. [30]
Sahih'te yine kendisinden şu rivayet edilir:
"Buyurdu ki: Doğrusu sizden öncekiler de kabirleri mescit, secdegahlar edindiler. Aman sakın ha, kabirle­ri mescit edinmeyin. Ben sizi bundan nehyediyorum.[31]
Sünen'de ise şöyle dediği rivayet olunur: "Kabrimi bayram yeri(ne çevireyin) edinmeyin. [32] Yine kendisinden rivayet edilir. Buyurdu ki: "Allah'ım, kabrimi tapınılacak bir put eyleme. [33]
Bir adam kendisine (Maşallahü ve şi'te), yani: "Senin ve Allah'ın dediği olur" dedi. Hemen:
"Beni Allah'a denk tuttun demek."(Maşailahü vah-deh), yani: "Yalnızca Allah'ın dediği olur"[34]de." buyur­dular.
Bu sebeple alimler, "Rasulullah'ın (s.a.v.) kabrini zi­yaret eden kimse onu istilam etmez, Öpmez, yaratılmış'olan (Rasuluüah)'in evini, istilam olunan, rükn-i esvedi öpülen, rükn-i yemanisi istilam edilen Allah evi (Kabe) "ye benze-te (rek aynı şeyleri yapa)maz" demişlerdir. Yine bu sebep­le alimler rükn-i esved ve rükn-i yemani dışında hiçbir ta­şın Öpülmemesi ve istilam olunmaması gerektiğinde, bun­ların meşru olmadığında ittifak halindedirler, hatta Mek­ke'deki Makam-ı İbrahim dahi ne Öpülür, ne de ona yüz göz sürülür. Artık bunun dışındaki makamlara, meşhed (türbe vs.) lere nasıl olur (siz hesap edin!).
Sen de o gün bana bunu zikredince, bunun İslam'ın asıl­larından olduğunu sana söylemiştim. Artık kadı (olmuş bi­ri) İslam dini ile Mesih'e (İsa) ve annesine yalvarışlarda bu­lunan hristiyan dinini birbirinden ayıramıyor ise benim elimden ne gelir?
Fakat kim Nefise [35]'yi rab edinir, o korkusu olanı kurta­rır, dertliyi derdinden azad eder, bana o yeter der, ona secde eder, dua ederken göklerin ve yerin Rabbine dua ederce­sine tazarru ve niyazda bulunur, ölmüş bir diriye tevekkül edip asla Ölmeyen Hakk'a tevekkül etmezse, hiç şüphesiz Nefıse'den daha faziletli olan (İsa"y)ı (Allah'a) şirk koşma­sı daha sağlam olacaktır![36]Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Biliyorsanız (söyieyin), her şeyin melekutu (mülkü, idaresi ve tasarrufu) elinde olan, koruyup kollayan fakat O'na karşı (kimsenin kimseyi) koruyup kollayamadığı kimdir, de. (Bütün mülk. tasarruf ve idare) Allah'ındır diyecekler De ki: O halde nasıl büyükleniyorsunuz? (Mü'minun: 23/88,89)
Muaz hadisi de var... "Suriye'den dönünce gelip Peygamber'e (s.a.v.) secde etti.
"Bu da ne ya Muaz?" buyurdular. Dedi ki:
"Suriye'de onları, piskoposlarına secde ederlerken gör­düm. Bunun peygamberlerinden nakledile geldiğini söylü­yorlardı!"
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ya Muaz, kabrime (gün gelip) uğrayacak olsaydın kabrime secde edecek miydin?" diye sorunca, Muaz, ha­yır, dedi. Rasulullah (s.a.v.):
"O halde bana secde etme; faraza bir kimsenin diğer birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının ko­casına secde etmesini emrederdim" buyurdular. [37]
Artık müslümanların icmaıyla haram olan böyle bir şirk­ten, sapmış olanları nehyetmeyen kimse, nerde kaldı ki bundan daha az şirk olan şeylerden nehyedecek! Halbuki kim Allah'ı (c.c.)jjnrakıp d-a bir erkeğe veya kadına yalvarışlar­da bulunursa o kimse aynen Allah'ı bırakıp da Mesih'i (İsa) ve annesini ilahlar edinenlere benzemiş olur. Sahih bir ha-diste Rasulullah'tan (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilir:
"Hristiyanlarm Meryemoğlu İsa'yı övdükleri gibi beni aşırılıkla övmeyin. Çünkü ben sadece bir kulum, Al­lah'ın kulu ve Rasulü'dür, deyin.[38]
Aksine kim yaratılmışa yakarılmasını caiz görür ve ya­ratıcıya yalvarıp yakarmayı -ki O'na yalvarmak Samediye-tinin, eşsizlîğinini ve Hanlığının hakkını yerine getirmekti r-engellerse. kelime-i şehadetin red kısmı olan "hiçbir ilah yoktur" sözünü de, kabul kısmı olan "Allah hariç" sözünü de iptal etmiş. İslam'ını bozmuş, çelişkiye düşmüş olur.
Fakat Rasulullah'ın (s.a.v.) -anam-babam ona feda olsun-onu nefsimizden, ehlü lyalimizden. malımızdan daha çok sevmek, desteklemek, saygı ve hürmette bulunmak, itaat et­mek, sünnetine tabi olmak gibi haklarına gelince bunlar cidden pek büyüktür. Dua ederken kendisiyle yapılan meş­ru tevessül de böyledir.
Sahih bir hadiste Rasulullah'ın (s.a.v.) bir şahsa:
"Allah'ım, şüphesiz senden ister ve sana rahmet pey­gamberin Muhammed'le tevessül ederim, ya Muhammed, ya Rasulullah, ben kabul etsin diye bu ihtiyacım için Rabbime seninle tevessül ediyorum! Allah'ım, onun, hakkımdaki şefaatini (duasını) kabul et! [39] demesini Öğ­rettiği geçmektedir.
Onunla yapılan bu tevessül güzeldir. Fakat ona yalvarıp dua etmeye, ondan yardım istemeye (istiğaseye) gelince, bunlar haramdır. Rasulullah (s.a.v.) ile tevessül ve istiğase arasında fark olduğu müslümanlarca ittifak edilmiş bir hu­sustur. Tevessül yapan yalnızca Allah'a (c.c.) dua etmekte ve yalvarmakta, O'na hitap ederek O'ndan istemektedir. (Dua eder, seslenirse) ancak yanına gelsin diye seslenir. [40] Kendisinden bir şey istemek için değil. Halbuki dua ve istiğase yapan kimse dua ettiği zattan dilekte bulunan, bir şey niyaz eden, yardım isteyen, bağlanan, tevekkül eden kimse­dir. (Bu kişinin muhatabı da) alemlerin Rabbi, mülkün Ma­liki, her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır, sadece O'dur. Dar­da kalana, yalvardığı zaman cevap veren O'dur. Yalvaran­ların yakarışına cevap veren O'dur, yegane yakın O'dur, du­aları işiten O'dur. Zalimlerin söylediklerinden münezzehir O, yücedir, çok yücedir!
Bu konuda ben, büyük bir kitap yazıp ona, "es-Sarı-mü'1-Meslul ala Şatimi'r-Rasul" (Rasulullah'a haksız yere söz söyleyenlere karşı çekilmiş keskin kılıç) adını verdim. Sanıyorum orada daha önce kimsenin söylemediği şeyler söyledim. Şu "el-Kavaidü'1-İmaniyye" (İman Esasları) isim­li olanı da Öyle. Orada da din hususunda en faydalı türden bölümler var.
Şeyhin bilmesi gereken şeylerden birisi de şu ki, ben bu meselenin onun elinden tamamen çıkıp gitmesinden korkarım ve bu yüzden ona, îbn Mahluf'a ve benzerlerine za­rar verecek şeyler olur. Çünkü benden buna yol açacak şey­ler istedi, fakat ben evet demedim. Çünkü benim sadece bir rengim var (bukalemun değilim). Hiç kimseyi kandırmadım. Kandırsaydım bunu gizlerdim. Ben onlarla iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya daima hazırım.
Ve şu hiç şüphesiz bir şey ki, işlerin düzelmesi için otur­tulacağı esas, herkesin Allah'a rica etmesi, (Ramazan'in şu son) mübarek on gününde tevbekar olmasıdır. İçler güzelleştirilirse,, Allah dışlan da düzeltir. Çünkü Allah muttakilerle ve muhsin (iyi) lerle beraberdir. Bu çok büyük bir meseledir, ne kadar ortaya çıkarsa o kadar çok yayılır, her yeri sarar. Vesselamu aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuh.
Velhamdu lillahi Vahdeh. Ve Sallallahu Ala Muhamme-din ve Alihi ve SellemeTeslima. [41]


[1] Müslim, Ztibd: 64, Ahmed: 4/332, 333,-6/15.
[2] Buharı, Şehadet, 28; Müslim İman; 107, 109.
[3] Buhari,İmân: 24, Cizye: İ7, Mezalim: 17, Müslim, İman: 102.
[4] Zeynü'd-Din Ali b. Mahluf en-Nüveyri el-Maliki (ö: 718/1318) Mısır'da 33 yıl süreyle Maliki kadılığı yapmıştır.. El-Askalani, ed-Dür-erü'1-Kamine, IH/127. İbnü'kîmad, Şezerat: 6/49.
[5] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 3-16.
[6] Buhari, Teheccüd: 14; Müslim, Müsafirin: 168-170. 18
[7] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 16-19.
[8] Elimizdeki mııshaflarda ayet. "Bel Acibte..." yani "Hayır sen (Ey Muhammed) bu muhteşem kudrete hayran kaldın..." şeklindedir.
[9] Buhari, Tevhid: 35, Enbiya: 54; Müslim, Tevbe: 25, 27.
[10] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 19-23.
[11] Tirmizi, Zühd: 64
[12] Buhari. Meğazi, 10, Ebu Davud, Cihad: i 1.7, 118.
[13] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 24-26.
[14] Ebu Davud, Edeb: 23.
[15] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 26-34
[16] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 34-38.
[17] Bu paragrafın aslında bir eksiklik ve kapalılık olsa gerek.
[18] Müslim, İmaret: 39, Ebu Davııd, Cihad: 87.
[19] Buharı, Ahkam: 4, Meğazi: 59, Müslim, İmaret: 39,40
[20] Buhari, Ahkam: 4, Fiten: 2, Müslim, İmaret: 38, 53-55.
[21] Buhari, Fiten: 2, Müslim, İmaret: 41-42.
[22] Ahmed: 4/329.
[23] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 38-47.
[24] EbuDavud, İlim: 9,Tirmizi, İlim: 3. 48                                               
[25] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 47-57.
[26] Ebu Davud, Akdiye: 14, Ahmed: 2/70.
[27] Bizde gelişigüzel okunan bir çok gazel ve kasidede ''meded ya RasuluIIah, aman (eman) ya RasuluIIah" gibi bu tür cahili İfade veya na­karat pek çoktur. Bunlarla Rasulullah'ın hayatında bir çok insana verdi­ği emanlar, gerek mucizeleri, gerek dualarıyla yaptığı yardımlar (medet­ler) vefatı sebebiyle artık söz konusu olamayacağı için sakınılması gere­ken ifadelerdir. Şunu da unulmamah ki, hiçbir sahabi böyle yakarışlar­da bulunmamıştır. Çünkü böyle bir yakarış ve tazifrru' ancak Allah'a (c.c.) yapılır. Bu durum naslarda açıktır.
[28] Yaratmak da O'nun, yürütmek (tasarruf) de O'nun." (Araf:7/54) ayeti ve daha bir çok ayet, kainatta tasarrufun, hükümranlığın, Malikü'1-Mülk ve Rabbü'l-alemin olan Allah'a (c.c.) mahsus olduğunu açıkça ifade etmektedir. Mülkünün sadece bir kısmında bu tasarrufundan nasip verdiği Süleyman (a.s.) yine O'nun mutlak malikiyyetinin ve ru-bubiyetinin taht-ı tesirinde, O'nun izniyle hareket etmiştir. Dolayısıyla "Gavs-ı azamın, zamanın sahibinin izni olmadan bir kedi bile fare tuta­maz," demek şirk sözüdür. Kaldı ki, Rasulullah (s.a.v.) Süleyman'ın duası sebebiyle (Sad: 38/35) buna benzer cüzi bir mülk (saltanat ve ta­sarruf) İstememiş (Buhari, Tefsirü'I-Kur'an, 38/2) iken artık nerde ka­lır gavsler, kutublai, sahib-i zaman adı verilenler.
[29] Buhari, Salal: 48, Cenaiz: 62, 96, Mifclim, Mesacid: 19, 23.
[30] Bu kısım bazı rivayetlerde hadisin melnine dahildir.
[31] Hadisi bu şekliyle mevcui kaynaklarda bulamadık.
[32] Ebıı Davııd, Menasik: 96, Ahmed: 2/367.
[33] Muvatta, Sefer: 85, Ahmed: 2/246.
[34] Darimi, Isîi'zan: 63, Ahmed: 1/241,283.
[35] Ehl-i beytten olup Mısır'da gömülüdür.
[36] İsa'yı Rab edinenlerin küfrü Kur'an'la sabit olduğuna göre Ne­fise'yi rab edinenler haydi haydi kafir olurlar.
[37] Ebu Davud, Nikah: 41, îbn Mace, Nikah: 4.
[38] Buhari, Enbiya: 48, Darimi, Rikak: 68.
[39] Tirmizi, Deavat: U9, îbn Mace, ikame: 189.
[40] Yani o zat "Ya Muhammedi" derken Rasulullah'a yal varmıyor­du, sadece ona sesleniyor, niyazını ise Allah'a yapıyordu.
[41] İbn,i Teymiyye, Hapishane Mektupları, Tevhid Yayınları: 57-68.